Pages

18 Eylül 2024

Tüm Onurlu İnsanlar


Amerika’yla bağlantılı Alman şirketleri, Hitler’in ve Nazilerin iktidara geliş sürecinin finanse edilmesinde öncü rol oynadılar. Ayrıca Atlas Okyanusu’nun iki tarafındaki sanayi devleri arasında imza edilen anlaşmalar, Almanya’nın stratejik önemi haiz hammaddelere ve teknolojilere erişmesini sağlarken, öte yandan, müttefik ülkelerin bunlara erişim imkânlarını kısıtladı.

İkinci Dünya Savaşı süresince Alman ve Amerikan şirketleri arasında kurulan ilişkiler, esasen adalet bakanlığına bağlı Tekelleşmeyle Mücadele Birimi Ekonomik Savaş Bölümü üzerinden kuruldu. Başkanlığını James Stewart Martin’in yaptığı bu grup, “Bombacı Çocuklar” olarak anılıyordu, zira grubun üyeleri, Alman endüstrisinin hangi noktalarının güçlendirileceğini belirleme sürecine katkıda bulundular. Savaş sonrasında Martin, Atlas Okyanusu’nun ötesindeki finans ve sanayi sahasına giriş imkânlarını ortadan kaldırıp Almanya’daki kartelleşme sürecine son vermekle ilgili çalışmalarda öncü rol oynadı ve bu çabalar başarısızlıkla sonuçlandı.

Martin’in All Honorable Men [“Tüm Onurlu İnsanlar”] isimli çalışması, ABD’deki güçlü ekonomik çıkarların kartelleşme sürecine son verme girişimlerini nasıl boşa düşürdüğünü, bunun yanında, savaş sonrasında küreselleşen “işler”in hem Almanya hem de ABD için olağan hâliyle nasıl sürdüğünü ortaya koyuyor. Martin’in de ifade ettiği biçimiyle, bu ticari ilişkiler hükümetin kullandığı ağları başarıyla maniple edebiliyor, bu ağları kötü amaçlar için kullanıyordu. Kongre’de lobi faaliyeti yürütmenin ve kartelleşme sürecine son verilmesi için halkla ilişkiler kampanyasına öncülük etmenin yanında, Almanya’daki kartellerin Amerikalı ortakları, kendi personelini savaş sonrasında Almanya’nın ekonomik planda yeniden inşa edilmesine dönük çalışmalarda kilit pozisyonlara getirmeyi bildiler.

Martin’in kitabının en önemli yönlerinden biri de gelecekle ilgili uyarılarda bulunduğu kısmı. Amerikalı patronların çıkarlarının Alman ekonomisinin yeniden inşası sürecini nasıl yoldan çıkarttığına ilk elden şahit olan Martin, ABD’nin geleceğiyle ilgili korkularını dile getiriyor. Almanya’da ekonominin dizginlerinin belirli ellere geçmiş olmasıyla birlikte az sayıdaki güçlü ismin Hitler’i iktidara taşıdığını söyleyen Martin, aynı şeyin kırklı yılların sonu itibarıyla ABD’de de yaşandığını iddia ediyor. Buradan da Amerika’nın geleceğine tanık olacak kuşakları o günden uyarıyor.

*  *  *

“Almanya’da ekonomi ve politika sahasının efendileri, Hitler’e ve programına şoför koltuğunu teslim ettiler. Bu devir teslim, tam da Weimar Cumhuriyeti destekçileriyle Naziler arasındaki politik kavganın Naziler aleyhine evrildiği bir momentte gerçekleşti. Bankacılık ve sanayi alanında önemli konumlarda olan insanlar, Hitler’in programına onay verdiler ve ellerindeki mali imkânları o programın sahibinin önüne serdiler. Naziler, seçimi bu destek sayesinde kazandı.

Bugün aynı şeyin ABD’de de yaşanacağını şimdilik söyleyemeyiz. Ama bizdeki ekonomik güç de yüz kadar adamın elinde toplaşmış durumda. Bunlar, kendi aralarında anlaşıp tek bir programa destek sunabilirler. Sadece henüz bu uzlaşıyı sağlamış değiller. […]

Ama eğer ABD ciddiyet arz eden ekonomik güçlüklerle yüzleşirse, Almanya’da sahnelenen oyun Amerika’da da sahnelenebilir. Burası da bu konuda gerekli koşulların önemli bir kısmına sahip. Bu kardeşlik kulübü içerisinde ufak farklılıklar söz konusu ve bu farklılıklar, finans dünyası ile sanayi dünyasının Almanya’da Hitler üzerinden uygulanmış olan program kadar baskıcı bir program etrafında buluşmasına mani oluyor.

O vakit bugün ekonomideki dizginlerin belirli ellerde toplaşmasının kendi içinde taşıdığı tehlikelerin gündeme gelebilmesi için ülkede büyük bir ekonomik krizin yaşanması gerektiğini güvenle söyleyebilir miyiz? Bu koşullarda şunu görmek lazım: son birkaç yıl içerisinde gücün belirli ellerde yoğunlaştığı sürecin hızlandığına tanık oluyoruz. Ülkede finans ve sanayi grupları bu koşullarda bir araya geliyorlar.”

[All Honorable Men; James Stewart Martin; Copyright 1950 [HC]; Little, Brown & Co.; s. 295.]

“[…] Özetle: Almanya en nihayetinde tabii ki tehdittir, ama bizim ülkemizde de Almanya’yı bir tehdit hâline getirebilecek güçler mevcuttur. Daha da önemlisi, bu güçler, ‘iş dünyasının ihtiyaçları’ diyerek, politik felâkete kasten yol açacak bir komploya başvurup ülke içerisinde bir tehdidin açığa çıkmasını sağlayabilirler. Bunu yapacak olan da Naziler değil, iş adamları olacak; suçlu kişiler değil düne kadar onurlu sayılan insanlar olacak.”

[A.g.e.; s. 300.]

Dave Emory
10 Temmuz 2006
Kaynak

17 Eylül 2024

Vampirler Şatosu'ndan Çıkmak


Sınıf bilinci, kırılgan ve gelip geçicidir. Akademiye ve kültür endüstrisine hâkim olan küçük burjuvazi, sınıf bilinci denilen mevzu gündeme bile gelmesin diye her türlü saptırma işlemine ve önleme başvuruyor. Hadi diyelim mevzuu gündeme getirdiniz, küçük burjuvazi, sizi hemen büyük bir densizlik, hatta edepsizlik etmişsiniz hissine mahkûm ediyor. Yıllardır, solcu, anti-kapitalist etkinliklerde konuşurum ama bunların pek azında sınıf meselesi hakkında konuşmam istenmiştir.

Peki ben bunları niye söylüyorum?

Her şeyden önce bizim, sınıf meselesinin buhar olup ahlakçılığın her yeri sardığı, dayanışmanın imkânsız hâle gelip, suçluluk duygusu ve korkunun her yanı kuşattığı bu açmaza bizi sürükleyen söylem ve arzuların niteliklerini tespit etmemiz gerekiyor.

Biz, sağ tarafından terörize edildiğimiz için değil, burjuva öznellik tarzlarının hareketimizi zehirlemesine izin verdiğimiz için bu noktadayız. Kanaatimce, bu duruma yol açan iki libidinal-söylemsel oluşumdan bahsetmek mümkün. Bu oluşumlar, kendilerini sol addediyorlar ama aslında, pek çok bakımdan, sol denen şeyin tuzla buz olduğunun göstergesi niteliğindeler.

Buyurun Vampirler Şatosu’na

Ben, bu oluşumlardan ilkine “Vampirler Şatosu” adını veriyorum. Vampirler Şatosu, suçluluk duygusu yaymak konusunda uzmanlaşmıştır. Hareketine asıl yön verense, bir rahibin aforoz etme ve kınama, bilgiç bir akademisyenin bir hatayı tespit eden ilk kişi olma ve bir hippinin kalabalık içerisinde biricik olma arzusu türünden arzulardır. Vampirler Şatosu’nu karşınıza almak tehlikelidir, çünkü ona saldırırken, bir yandan da ırkçılık, cinsiyetçilik ve heteroseksizm karşıtı mücadelelere saldırdığınız düşünülebilir; üstelik bu izlenimi güçlendirmek için o şatonun sakinlerinin ellerinden geleni artlarına koymayacaklarına emin olabilirsiniz. Oysa, bu mücadelelerin yegâne meşru ifadesi olmak şöyle dursun, burjuva-liberal bir sapma olarak anlaşılabilecek olan Vampirler Şatosu, bizzat bu hareketlerin enerjisini emer. Vampirler Şatosu’nun doğum ânı, kimlikçi kategorilerle tanımlanmayı reddetme mücadelesinin, “kimliğini” büyük Öteki’ye kabul ettirme çabasına dönüştüğü andır.

Beyaz bir erkek olarak keyfini sürdüğüm ayrıcalıkların bir kısmı, etnik kimliğimin ve toplumsal cinsiyetimin farkında bile olmamamdan ileri geliyor; kabul. Ara sıra bu kör noktalar konusunda uyarılmanın da ayıltıcı ve zihin açıcı bir etkisi olduğu doğru. Fakat Vampirler Şatosu, herkesin kimlikçi sınıflandırmalardan kurtulduğu bir dünyanın peşinde koşacağına, insanları kimlik kamplarına; insanların, ilelebet egemen gücün terimleri üzerinden tanımlandıkları, aşırı bir özfarkındalıkla sakatlandıkları ve aynı kimlik grubuna ait olmadığımız sürece birbirimizi anlayamayacağımız konusunda direten bir tekbencilik mantığıyla yalnızlaştırıldıkları kamplara tıkmaya çalışıyor.

Zamanla şunu fark ettim: Ortalıkta her şeyi terse çevirip yansıtma, oradan da inkâr etme üzerine işleyen, sihirli bir mekanizma var. Böylesi bir gerçeklikte, “sınıf”ın adını ağzınıza aldığınız anda otomatik olarak sanki ırk ya da toplumsal cinsiyetin önemini azımsıyormuşsunuz gibi muamele görüyorsunuz. Oysa, bunun tam aksi doğru: Vampirler Şatosu, sınıf meselesini bulandırmak için en nihayetinde liberal bir ırk ve toplumsal cinsiyet anlayışına başvuruyor.

Bu yılın başında imtiyaz meselesi hakkında dönen absürt ve travmatik tweet fırtınasında sınıfsal ayrıcalıkların hiç lafının edilmemesi, oldukça dikkat çekiciydi. Her zaman olduğu gibi şimdi de esas mesele; sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk kategorilerini birbirine eklemlemek, oysa Vampirler Şatosu’nun ilk hamlesi, sınıfı diğer kategorilerden ayırmak oldu.

Vampirler Şatosu’nun kuruluş amacı şu soruna bir çözüm bulmaktı: Bir yandan mağdur, marjinal ya da muhalif gibi gözüküp, öte yandan muazzam bir servete ve iktidara nasıl sahip olursunuz? Oysa Kilise, bu sorunun cevabını zaten çoktan vermişti. Vampirler Şatosu da Hıristiyanlığın icat ettiği ve Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nde tanımladığı cehenneme yol döşeyen stratejilerin, karanlık patolojilerin ve psikolojik işkence araçlarının tümüne müracaat ediyor. Nietzsche, Hıristiyanlıktan bile beter bir şeyin yolda olduğu tahmininde bulunduğunda, tam olarak vicdan azabı vaaz eden bu papazlığı, dindarlık taslayan bu suçluluk duygusu tacirlerini kastediyordu. İşte şimdi buradalar ve tam karşımızdalar.

Vampirler Şatosu, genç öğrencilerin enerjileri, endişeleri ve zaaflarıyla beslenir ama hepsinden önemlisi, tekil grupların (bu gruplar ne kadar “marjinal” olursa o kadar iyi) acılarını akademik sermayeye tahvil ederek hayatını idame ettirir. Vampirler Şatosu’nda en çok itibar görenler, yeni bir acı pazarı keşfedenlerdir. Şimdiye kadar acısından sonuna kadar faydalanılmış grupların hepsinden daha fazla ezilmiş ve köleleştirilmiş bir grup bulanlar, akademinin basamaklarını hızla tırmanacaklarından emin olabilirler.

Vampirler Şatosu’nun ilk kanunu şudur: Her şeyi bireyselleştir ve özelleştir. Vampirler Şatosu, teoride, yapısal eleştiriden yana olduğunu iddia eder ama pratikte bireysel davranışlardan başka hiçbir şeyi dikkate almaz. Unutmamak gerekir ki bireyleri suçlamak, her zaman kişilerüstü yapılara odaklanmaktan daha önemlidir.

Buna karşılık, gerçek yönetici sınıf, bireycilik ideolojisi yayar ama sınıf gibi davranır. (“Komplo” adını verdiğimiz şeylerin çoğu, yönetici sınıf arasındaki sınıf dayanışmasının tecessümüdür.) Yönetici sınıfın hizmetindeki enayi Vampirler Şatosu ise bunun tam tersini yapar: “Dayanışma”, “kolektivite” gibi mefhumları sözde destekler ama iş eyleme gelince, iktidar tarafından dayatılan bireyci kategorilerin sanki gerçek hayatta bir karşılığı varmış gibi davranır. İliklerine kadar küçük burjuva olduklarından, kendi aralarında son derece rekabetçidirler ama bunu burjuvaziye has pasif ve saldırgan bir tavırla bastırırlar. Vampirler Şatosu’nu bir arada tutan, dayanışma değil, karşılıklı korkudur; aforoz edilme, ifşa edilme ve kınanma sırasının kendilerine geldiği korkusu.

Vampirler Şatosu’nun ikinci kanunu şudur: Düşünce ve eylemin olabildiğince güç ortaya çıkmasını sağla. Hafifliğe ve mizaha asla izin verilmemelidir. Zaten mizah da doğası gereği ciddi bir iştir. Düşünmekse meşakkatlidir; en azından iç gıcıklayıcı sesi olan, alınları kırış kırış insanlar için. Karşı taraf kendisine güven duyuyorsa içine kurt düşürülmeli, şüphe tohumları ekilmeli, ona “Acele etme, bu konuyu derinlemesine düşünmemiz lazım.” denmelidir. İnanca sahip olmanın neticede gulaglara, toplama kamplarına yol açtığı gerçeği asla unutulmamalıdır.

Vampirler Şatosu’nun üçüncü kanunu: Mümkün olduğunca suçtan dem vurulmalı; insanlar sürekli kendilerini suçlu hissetmelidirler. İnsanların kendilerini kötü hissetmeleri, gerçeklerin ağırlığını idrak ettiklerine dair bir işarettir. Sınıfsal imtiyaz konusunda kendinizi suçlu hissediyorsanız, sınıfsal açıdan imtiyazlı olmakta bir sorun yoktur ama tabii alt sınıfsal konumlarda olan kişilerin de kendilerini suçlu hissetmeleri sağlanmalıdır. Neticede hepimiz yoksullar için iyi şeyler yapıyoruz, öyle değil mi?

Vampirler Şatosu’nun dördüncü kanunu, özselleştirmektir. Akışkanlık, çoğulluk ve çokluk, her daim şato üyelerinin lehine olan unsurlar kabul edilir. Bu unsurlar, her daim şato üyelerinin zengin ve imtiyazlı olduğu gerçeğini, ayrıca onlardaki burjuva asimilasyonist geçmişi örtbas eder. Akışkanlığa, çoğulluğa ve çokluğa önem veren şato üyeleri, düşmanı hep özselleştirirler, onun tekil bir vasfını mutlaklaştırıp öne çıkartırlar.

Şato üyeleri de tıpkı rahipler gibi aforoz ve mahkûm etme arzusu ile harekete geçtikleri için, “iyi” ile “kötü” arasında net bir ayrım yapılmak, “kötü” ise bir biçimde özselleştirilmek zorundadır.

Başvurdukları taktiğe dikkat edilsin: Bir kişi bir söz söyler, bir şey yapar ve bu kişinin sözü ile eylemi bir biçimde transfobik ve seksist vs. olarak yorumlanır. Buraya kadar bir sorun yok. Asıl bundan sonrası önemli. Sonrasında o sözün ve eylemin sahibi olan kişi, nedense transfobik ve seksist olarak tanımlanmaya başlanır. Kişinin tüm kimliği, yanlış yorumlanmış bir söz ve eylem üzerinden tanımlanır. Şato mensubu, cadı avına başladığı vakit, kendisine hep işçi sınıfına mensup, burjuvazinin o hem barıştan hem savaştan yana tavrının ürünü olan görgü kurallarından mahrum kişileri kurban seçer. Bu saldırı esnasında kurbanın insicamı bozulur, öfkelenir, parya olarak sahip olduğu konum üzerinden gerçekleşen saldırı neticesi iyice deliye döner.

Vampirler Şatosu’nun beşinci kanunu, “Özgürlükçüsün, o hâlde bir özgürlükçü gibi düşün”dür. Şato mensuplarının tek yapıp ettiği şey, zaten aşikâr olanı bağıra çağıra, aralıksız haykırarak, tepkiselci öfkenin ateşine odun taşımaktır. Bu insanlar, durmadan “Sermaye sermaye gibi davranıyor -ki bu, hiç hoş bir şey değil-, baskı aygıtı baskıcı, o hâlde tepkimizi ortaya koymalıyız.” derler.

İngiltere’de Yeni Anarşi

Sol hareketi zehirleyen ikinci oluşumun adı, yeni anarşizmdir. “Yeni anarşizm” derken Dayanışma Federasyonu türünden işyeri örgütleme pratiklerine dâhil olan anarşistleri veya sendikalistleri kastetmiyorum. Burada daha çok siyaset alanına dâhli, öğrenci protestolarının ve işgallerin ötesine hasbelkader geçen, işi, esasen Twitter’da yorum yazmak olan kişilere işaret ediyorum. Vampirler Şatosu’nun sakinleri gibi yeni anarşistler de genelde sınıfsal açıdan imtiyazlı kesimden değilse bile ağırlıklı olarak küçük burjuva kökene sahiptirler.

Ayrıca bu insanların büyük bir kısmı genç, yirmili veya en fazla otuzlu yaşlarında ki bu da yeni anarşistlerin mevcut konumunun dar bir tarihsel ufku temel aldığının delilidir.

Yeni anarşistler, kapitalist deneyimden gayrısını tecrübe etmediler. Önemli bir kısmı, kısa süre önce politikleşmiş olan bu kesimin politik bilince sahip olduğu, o bilinçle havalı havalı yürüdükleri dönem, esasen İşçi Partisi’nin daha çok (Tony Blair’e atfen) Bleyrcileştiği, neoliberalizmi az biraz sosyal adalet anlayışıyla birlikte tatbik ettiği dönemdir.

Yeni anarşizmin asıl sorunu, bu tarihsel dönemden çıkış için bir yol önermiyor olması değil, onun üzerine hiç kafa yormaması ve onu olduğu gibi kendi varlığında yansıtmasıdır. Görünüşe göre yeni anarşizm, İşçi Partisi’nin temel işkollarının ve tesislerin millileştirilmesinde veya Ulusal Sağlık Hizmeti isimli kuruluşun kurulmasında oynadığı rolü unutmuş, hatta belki de bu kesim, ilgili rolün bilincinde bile değil.

Yeni anarşistler, bir yandan “Parlamenter siyaset hiçbir şeyi değiştiremez” veya “İşçi Partisi hiçbir zaman bir işe yaramadı” diyorlar, bir yandan da Ulusal Sağlık Hizmeti’yle ilgili eylemlere katılıyorlar ya da refah devletinden geriye kalanların sökülüp atılması konusunda sosyal medyalarında şikâyetlerini iletiyorlar. Bu yaklaşım, esasen gizli bir kural uyarınca biçimleniyor: Parlamentonun yaptıklarını protesto etmede bir sorun yok, asıl sorun, değişim sürecini medya veya parlamentodan başlatmak için oralarda olmakta. Ana akım medya hor görülmeli, ama BBC’de Soru Zamanı programı izlenip orada duyulanlarla ilgili şikâyetler Twitter aracılığıyla iletilmeli. Saf ve temiz kalma takıntısı, zamanla kaderciliğe evriliyor. “Hâkim siyasetin kiri elimize bulaşmasın, protestolarda, işe yaramaz eylemlerde ayaklarımıza çamur değmesin” deniliyor.

Bu yeni anarşistin depresyonda olmasına şaşmamak gerek. Hiç şüphe yok ki bu depresyonu asıl besleyen, doktora döneminde hayatın dayattığı kaygılar. Çünkü tıpkı Vampirler Şatosu gibi yeni anarşizmin de doğal yuvası, üniversiteler. Yeni anarşizmin propagandasını da en çok doktora öğrencileri veya doktora tezini tamamlayıp okulu bitirmiş kişiler yapıyor zaten.

Ne Yapmalı?

Solu zehirleyen bu iki oluşum, neden bu kadar çok öne çıktı? Bunun ilk sebebi, Vampirler Şatosu’nun ve yeni anarşizmin sermayenin çıkarlarına hizmet etmesi, bu sebeple de iki kesimin sermaye eliyle palazlandırılmış olması. Sermaye, örgütlü işçi sınıfına; sınıf bilincini dağıtmak, sendikaları teslim almak, bir yandan da “çok gayretli” aileleri büyük sınıfın çıkarları yerine o ailelerin dar çıkarları ile tanımlamak suretiyle boyun eğdirdi.

İyi ama bu sermaye, sınıf siyasetini ahlakçı bireycilikle ikame eden, dayanışma yerine korku ve güvende olmama duygusunu yaygınlaştıran “sol”u kendisine neden hâlâ dert ediyor?

Bahsini ettiğimiz iki oluşumun bu kadar öne çıkmasının ikinci nedeni, Jodi Dean’in “iletişimsel kapitalizm” dediği şeydir.

Eğer Vampirler Şatosu ve yeni anarşizm, kapitalist siber uzamın hizmetinde olmasaydı, onları rahatça görmezden gelebilirdik. Ne var ki Vampirler Şatosu’nda hâkim olan ve dindarlarda görülen ahlakçı tutum, “sol”un da uzun zamandır ana özelliği hâline geldi. Dolayısıyla herkes, bu kilisenin üyesi ve neticede orada verilen vaazlara kulaklarımızı hiçbir şekilde kapatamıyoruz. Zaten sosyal medya varken artık bu mümkün değil. Bu iki söylemin yayıp durduğu ruh hastalıklarına karşı kendimizi korumamız imkânsız.

Peki, bu açmazdan nasıl çıkacağız? İlk olarak, kimlikçiliği tümden reddedip, hayatta kimlik diye bir şeyin olmadığının, yalnızca arzular, çıkarlar ve özdeşleşmeler olduğunun farkına varmamız gerekiyor.

İngiliz Kültürü Çalışmaları isimli projenin önemi, kısmen onun kimlikçi özcülüğe direnmiş olmasından ileri geliyordu (John Akomfrah, Unfinished Conversation [“Bitmemiş Sohbet”] adlı enstalasyonunda ve The Stuart Hall Project [“Stuart Hall Projesi”] başlıklı filminde bunu çok etkili ve dokunaklı bir şekilde ortaya koyuyor.) Asıl mesele, insanları hâlihazırda zaten var olan eşdeğerlik zincirlerine hapsetmek değil, her tür eklemlenmeyi geçici ve yapay görmekti.

Her zaman yeni eklemlenmeler meydana gelebilir. Hiç kimse, özü itibarıyla şu ya da bu değildir. Maalesef sağ, bu gerçeğe daha fazla vâkıfmış gibi görünüyor. Burjuva-kimlikçi sol, suçluluk duygusu yaymayı ve cadı avı düzenlemeyi iyi biliyor ama insanları kazanmak konusunda pek mahir değil.

Zaten burjuva-kimlikçi solun böyle bir derdi yok. Onun amacı, solcu bir tavrı halka mal etmek ya da insanları solun saflarına kazanmak değil, hem seçkin oluşunun getirdiği üstünlük konumunu hem de “Ne cüretle ağzını açarsın; acı çekenler adına ancak biz konuşabiliriz” demek suretiyle edindiği ahlaki üstünlükle perçinlediği sınıfsal üstünlüğünü, birlikte muhafaza edebilmek.

Oysa kimlikçilikten kurtulmanın tek yolu, sınıfı yeniden devreye sokmaktır. Sınıf meselesini merkezine almayan bir sol, olsa olsa liberal bir baskı grubu olabilir. Sınıf bilinci her zaman iki yönlü işler: Aynı anda hem sınıfın her tür deneyimi nasıl tanımlayıp şekillendirdiğini bilmeyi, hem de sınıf yapısı içinde işgal ettiğimiz tekil pozisyonun farkında olmayı gerektirir.

Unutmamalı ki mücadelemizin amacı, ne kendimizi burjuvaziye kabul ettirmek ne de tek başına burjuvaziyi ortadan kaldırmaktır. Yok edilmesi gereken, şu ya da bu sınıf değil, maddi olarak ondan kâr edenler de dâhil olmak üzere, herkesi yaralayan sınıfsal yapının bizzat kendisidir.

İşçi sınıfının çıkarları herkesin çıkarlarıdır, burjuvazinin çıkarları ise sermayenin çıkarlarıdır; yani hiç kimsenin çıkarları değildir. Mücadelemiz, sermaye tarafından şekillendirilen ve çarpıtılan kimlikleri muhafaza etmeyi değil, yeni ve şaşırtıcı bir dünya kurmayı hedeflemelidir.

Bu, zorlu ve caydırıcı bir görev gibi gelebilir ki gerçekten de öyledir. Fakat bu dünyanın habercisi olacak türden faaliyetlere bugünden girişmek mümkündür. Bu tür faaliyetler, salt zihinsel egzersizler olarak kalmak zorunda da değil; burjuva öznellik tarzlarının parçalanıp yeni bir evrenselliğin oluşmaya başlayacağı verimli bir döngüyü harekete geçirebilir, kendi kendisini gerçekleştiren bir kehanete dönüşebilirler.

Birbirimizi suçlayıp taciz ederek sermayenin işini göreceğimize, yoldaşlık ve dayanışmayı nasıl inşa edeceğimizi öğrenmeliyiz; daha doğrusu, yeniden öğrenmeliyiz. Bu, her zaman hemfikir olmamız gerektiği anlamına gelmiyor elbette; bilâkis, dışlanma ve aforoz edilme korkusu yaşamadan fikir ayrılığına düşebileceğimiz koşulları yaratmalıyız.

Sosyal medya kullanımı konusunda bir strateji geliştirmeliyiz. Sermayenin libido mühendisleri, sosyal medyanın eşitlikçi bir platform olduğunu iddia etseler de bu ortamın hâlihazırda sermayenin yeniden üretimine adanmış bir düşman toprağı olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu, toprağı işgal edip sınıf bilinci yaratmak amacıyla kullanmaya başlayamayacağınız anlamına gelmiyor elbette.

İletişimsel kapitalizmin bizi güzel sözlerle katılmaya zorladığı “tartışma”dan bir çıkış yolu bulup, bir sınıf mücadelesinin içinde olduğumuzu hatırlamalıyız. Amaç, “aktivist” olmak değil, işçi sınıfının harekete geçmesine ve kendisini dönüştürmesine yardımcı olmaktır. Bunların hepsi mümkün, iş ki Vampirler Şatosu’ndan çıkabilelim.

Mark Fisher
23 Ekim 2016
Kaynak

16 Eylül 2024

Pandomim


12 Eylül yaklaşırken, onun üzerinde ilde uygulanan sıkıyönetimin genişletileceği, hükümet kurulamasının ve sokağın güvenliğinin sağlanması gerekçesiyle askeri darbe yapılacağına dair tartışmalar solda yürütülürken, bugünkü Evrensel gazetesini kuracak olan çevre, askeri darbeyi tahmin edemeyenler arasındadır. Kendilerine siyasi model seçtikleri, Arnavutluk Emek Partisi’dir.

Doksan ortalarında kurdukları parti de bu isimden etkilenir. Hem Çin hem de Sovyet yönetimlerine karşı olup tek ülkede sosyalizmi kendine koruma hattı olarak çizen Enver Hoca, ülkemizdeki bu siyasi çevre üzerinde etkili olur.

12 Eylül, emperyalist askeri darbe olarak gelir. Solun bir kesimi darbeyi Kemalist subayların yapmış olabileceğine umut bağlarken, bu çevrenin kendine model aldığı Arnavutluk Emek Partisi ülkemizdeki darbeci yönetimi meşru gördüğünden, muhatap alıp görüşmelere devam eder. Kendilerine yakın gelenekten Erdal Eren idam edilirken, Arnavutluk yönetiminden ses çıkmaz. İdam ve işkenceler devam eder. Kendi peşinden gelen çevreye sahip çıkmayan Arnavutluk yönetimi, belirli günlere özel tebrik mesajları gönderir. Hatta başkanlar düzeyinde görüşmeler gerçekleştirilir.

Sosyalizmle yönetilen Bulgaristan için de durum Arnavutluk’tan farklı değildir. Kenan Evren, Jivkov’a “Şeref Madalyası” verir.

Evrensel gazetesi çevresi bu durumdan bir pay çıkarmamış olmalı ki kurdukları partiye verdikleri isim de Arnavutluk’tan alıntıdır.

Bu çevreyle mahalleler üzerinde yürüttükleri hâkimiyet mücadelesi yürütüp sol içi şiddetin zirve yapmasına neden olan diğer çevre de Birgün gazetesini kuranlardır. Onlar da Afganistan sorununda Sovyetler’e karşı tutum alırlar. Afganistan’ın bugün geldiği aşamadan dolayı sokağa inip Afganistan hassasiyeti göstermeleri gerçeği yansıtmamaktadır. Onlar, Kavala’dan aldıkları parayla gazetesinin borçlarını ayakta tutanlardır. Partilerinin adını değiştirme nedenleri de liberalleri tasfiye etmektir fakat o liberalleri 2010 öncesinde radikal demokrasi partisinden vekil yapanlar da kendileridir, aynı yıllarda Kavala’dan para alanlar da. Kavala’nın bu parayı verdiği dönemle liberallerin aynı parti aracılığıyla ittifaka girip vekil olması tesadüf değildir.

Bu iki çevrenin de Ukrayna sorununa yaklaşımı emperyalizmin politikalarıyla aynı yerde buluşuyor. Sorun, Rusya’nın bugünkü politik tablosu değildir. Asıl sorun Donbass halkının emperyalizme direnirken katliamlara uğramasıdır ama bu çevreler, bunu politik ve vicdani dert edinmezler. Peşlerinden gittikleri ideologlar da işkence ve idamı emperyalizm adına gerçekleştiren darbe yönetimini meşru muhatap sayanlardır. Bu yüzden bugün Kavala’dan para alan çevrenin şefi darbe geldiğinde Avrupa’ya kaçamadığı için morali bozulup mahkemelerde de şefi olduğu geleneği tasfiye edendir, üstelik idamlar güncelken.

Arnavutlukçu çevrenin şefi de doksan başında çıktığı cezaevinden İngiltere’ye iltica etmiştir. Dönemin TKP’sinin şefleri de önce darbeye karşı çıksa da sosyalizmi tasfiye eden ülke yöneticilerinin iknasına razı olmalı ki sonradan sessiz kalmışlardır. Bugün neyse geçmişte de bu çevreler aynıdır. Yeni Çeltek ve Fatsa gibi kendilerini aşan deneyimleri bu yüzden bugün üretemiyorlar, üretemezler de. Benzer şekilde 19 Aralık geldiğinde parti bürolarının kapılarının ailelere açılmamasının talimatını verenler de yine bu çevrelerdir.

Bugün ilkeyi ve niteliği önemsemeyip niceliği ve gücü öne koyduklarından radikal demokrasi partisinin peşinden gidiyorlar. Meclise vekil göndermeleri de kitleselleşmelerine katkı sağlamıyor. Büyümek, güç olmak, düzeni değiştirmek gibi bir hedefleri yok çünkü bunun bedelleri var. Bu yüzden kazandıkları emekçinin de sınıf kinini törpüleyip onları birer partili liberal bireye dönüştürüyorlar. Politikaları bundan ibaret. Sömürü düzeni için risk içeren çevre olsalar, neden İngiltere ve AB ülkeleri bu çevrelerinin ideologlarına, insanlarına, şeflerine oturum izni versin! Emperyalistler bu kadar demokrat değil.

Tüm bu ve benzeri nedenlerden kaynaklı olarak bu çevrelerin büyüme ve genişleme diye bir hedefi olamaz. Anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist mücadeleye pusula olup emekçi halkın mücadelesini taşıyacak bir donanıma sahip değiller ama sahip olmak gibi bir dertleri de yok. Konumlarını, varoluşlarını, yayınevlerini, sendikaları, meslek odalarını ellerinde tutup tabelalarını indirmemek onlar için yeterli.

Bu noktada yakın geçmişe döndüğümüzde, ideolojinin tasfiye edildiği fakat belirli tarihi olayların insani acılardan dolayı konuşulmadığı ve bu tasfiye sürecini yürütenlerin de bu hassasiyetlerden yararlanıp kendilerini gizledikleri görülebilir.

7 Haziran seçim sürecinde ittifakına katıldıkları partinin binaları, insanı ve mitingleri saldırıya uğradı. Seçimden birkaç gün önce Diyarbakır mitingine saldırı gerçekleştirildi ve insanlar öldü. Seçim bittikten sonra temmuzda Suruç Katliamı gerçekleşti. Birçok benzer olay Ekim’e kadar sürdü ve sonrasında devam etti. Tüm bunlara rağmen sol, 10 Ekim için kitlesel katılımlı Ankara çağrısı yaptı.

Şurası açık ki hiçbir alan güvenliğinin sağlanmadığı, sürecin iyi çözümlenmediği, insanların ideolojik ve vicdani hassasiyetlerinin yanlış politikalarla sekteye uğratıldığı 10 Ekim eylemi, kitlesel mücadelenin tasfiye edilmesinin yolunda önemli bir eşiğe işaret eder ama bunun ideolojik temellerini tartışacak olduğunuzda size yakıştırılmayacak sıfat yoktur.

Bu katliama rağmen, iki ay sonra gidilen 29 Aralık Grevi de gerekçe edilerek emekçiler ihraç edildi. Edilenlerin önemli bir kesimi sendikal mücadeleyi büyütüp geliştiren insanlar. Bugün bu dinamizm sendikal mücadelede gerileyip zayıfladıysa, bedelini ödeyip direnme kararlılığını gösteremeyen tasfiyeci çevreler yüzündendir.

10 Ekim ve 29 Aralık, her türlü sonuç gelse de karşılığında mücadele edilmeyeceğini daha baştan ortaya koyan eylemlerdir. Sorun, sonuç her türlü bedelle gelebilir diyerek geri çekilmek değildir. Asıl sorun, eylemin sonucunda ödenebilecek bedeli göğüslememektir. İnsanlara direnmeyip OHAL komisyonunun vereceği kararı beklemesini telkin eden sendika bürokratları, açıkça düzene uygun insan şekillendirmenin ortaklarıdır.

Bugün emekçilerin değiştiğinden, sendikal mücadelenin gerilediğinden, emekçiyle sendikanın bağının zayıfladığından yakınan sendika bürokratlarına inanmamak gerekiyor çünkü özünde sendikaları çalıştırmayıp tabela büro haline getirmek isteyen, kendi siyasi çevreleridir. Yakınma sadece durumun gerçek nedenlerinin üstünü örtmek için izlenen taktiktir.

Şubelere yönetici olarak görev almaları yakın oldukları partilerinin vekil pazarlığını daha güçlü yapabilmeleri ve kendilerinin de sendikal ilişkileri kullanıp “politik” bar açınca kâr getirecek müşteri birikimini sendika üyelerinden oluşturabilmeleri içindir. Oyun bu şekilde kurulduğunda, sol kültürün değerleri de ters yüz edilir, eldeki konum her kapıyı açar.

Sendikaları, yayınevlerini, eğlence sektörünü, partileri, emlak pazarını ellerinde tutanlar bu kesimler ve kurdukları ittifak bileşenleridir. Bu yüzden, bugün OHAL’e direnmemeleri güçsüzlüklerinden değil, geçmişte de hiçbir darbeye direnmediklerindendir. Daha fazlası beklenemez. İşçicilik ile işçi sınıfının ideolojisinin emekçi halkın mücadelesinin pusula ve rota olmasının arasındaki çizgiyi bilerek çarpıttıklarından, ikincisini ve bunun gereklerini bilen çevrelere “mücahit, mürit, eril, geri, sekter, tarikat, Narodnik, maceracı, anarşist” derler. Buna bağlı olarak da değerlere yapılan hiçbir saldırıya tavır almazlar, kendilerini var edip bugün aralarında olmayan bedel ödemiş insanların adını dahi anmazlar. Ansalar, kendi insanlarının bu kişilerin yaşamlarını soracağını bilirler ve o yaşam hikâyelerini ideolojinin oluşturduğunun bilinmesini istemezler ama bugünkü konumlarının o günkü insanları var ettiğini iddia ederler. O yüzden sömürü düzeniyle mücadele ederken, bu çevrelerle ideolojik mücadele yürütmek şarttır.

Öyle bir ortam oluşturdular ki eleştiri, ülkenin mevcut koşulların dolayı saldırı gibi algılatılır duruma getirildi. Peşlerinden gittikleri burjuva hareketlere bile söz söyletmez oldular. Aslolan şu ki hiçbir sınıf hareketi, burjuva ve küçük burjuva hareketlerin peşinden gitmez, bu hareketler sınıf hareketinin peşinden gider. Bunun gereği de ideolojimizden emin olmaktır.

İnsanlar eleştirilerek kazanılır, sürekli yüceltilerek değil ama eleştirirken, onun derdiyle dertlenmek ve güven vermek gerekir. Solu hizaya getirmek gibi bir derdimiz yok bizim. Hiçbir sendika bürokratı da bu sol çevrelerin şefleri de düzelmez, sendikaları da sınıf mücadelesinin odağına getirmenin yolu sendikal bir hareket olup yönetime gelerek sınıf siyasetinin gereğini yapmaktan geçer. Diğer türlü, yan yollar için harcanan enerji, ideal düzenin gelmesini geciktirip yolu uzattığı için reformizmdir. Zaten hiçbir reformist de reformist olduğunu kabul etmez.

Derdimiz emekçi halkın sorunlarıdır ve amacımız sömürüsüz düzene adım adım yürümektir. Ancak yan yana gelip güç olarak bunu başarırız. Biz emekçileri bir yere çağıramazsak, onların gideceği yer tasfiyeci çevreler olur. Eleştirideki amaç rekabet, ukalalık ya da malumatfuruşluk değildir, onlardan düzelmelerini beklemek hiç değildir. Biz sınıf hareketi olarak güç ve umut olursak, onlar için çok da bir alan kalmaz, ideolojik mücadele yürütmek zorundayız. Aksi durumda tasfiyeci Arnavutluk ve Bulgaristan yönetimlerinin politikalarıyla bugünlerini var edip 12 Eylül’e direnmeyen sol çevreler, emperyalizme ve sömürü düzenine paratoner olmaya devam edecektir.

NOT: Hüseyin Haydar’ın şiirinden birkaç dize çıkarılsa bile fark edilmeyecek kadar iyi şiirleri olduğunu edebiyat eleştirisi olarak yazan Asım Bezirci ve diğer “ustaların” şaire uygulattığı otosansür, 12 Eylül ve solun kültürel hegemonyasının da nasıl bir ideolojik perspektife sahip olduğunu ortaya koyar. Edebiyat eleştirisi diye sunulan birkaç dize çıkarmanın asıl nedeni, yıllar sonra basılan kitabın arka kapak yazısında mevcuttur. Bu sol çevrelerin her alandaki durumu aşağıdaki cümlelerde geçmektedir:

“Acı Türkücü’nün garip bir yazgısı vardır. 12 Mart darbesi boyunca, şairin başından kalkmayan dumanlı karanlık, 12 Eylül faşizminin azgın günlerinde de dağılmaz; hatta daha da koyulaşarak yayılır. Dosya halindeyken Türkiye’nin en saygın ödüllerinden Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü’ne değer görülmek bile onu tam olarak özgürleştiremez. Kitaplaşma sırasında bazı şiirler, bazı şiir öbekleri ve hatta bazı ‘tehlikeli imgeler’in kitabın toplattırılmasına yol açacağı düşünülerek çıkarılmasına karar verilir. Kararı verenler toplumcu şiirimizin çile çekmiş, soylu şairleridir. A. Kadir, ‘bunları koymayalım Haydar,’ der, ‘Şimdi başına iş açılacak. Sonraki baskılarda eklersin.’ Şükran Kurdakul da şöyle der: ‘Birkaç şiir için altı ay yatmaya değmez.’ Sevgili Asım Bezirci ve Kemal Özer de onaylar bu görüşü. Genç şair, şiiri için hapsi göze almıştır, ama ustaları kıramaz; ömürlerini devrime adamış öncülere karşı davranışının gereksiz bir ‘yiğitlenme’ olacağını düşünür… Acı Türkücü, 1981 Aralık ayında eksikleriyle yayımlanır. Kitap büyük bir beğeniyle karşılanır ve kısa sürede tükenirse de eksik çıkan ilk kitabın sevinci de hep yarım kalır. Şiire iddialı bir giriş yapan Hüseyin Haydar, A. Kadir’in deyişiyle, ‘Duyarlı ve yumuşak. Acılı, ama kötümser değildir.’ Otuz yılı aşkın bir aradan sonra okuyucuya sunulan yeni baskı, bu eksikleri az da olsa gidermiştir. Türkiye’nin karanlık bir dönemine ayna tutan Acı Türkücü’nün, onca hoyratlık, kuruluk içinde yüreğinizin tellerine yumuşacık, sıcacık dokunduğuna şaşacak, bunca yıl nasıl taze kaldığına tanık olacaksınız.”

S. Adalı
16 Eylül 2024

15 Eylül 2024

Ahenk


Sol, 13 Eylül 1980’den bugüne sınıfı ve kitleyi bırakıp küçük burjuva sol bireyi üretti. Bir yapının/çevrenin içinde olan da olmayan da sadece bu sol birey. Bunların dışında kalan yapılar da “tarikat, geri, kadın düşmanı, eril, vulgar” kabul edilip sohbetlerde ve yayınlarda karikatürize ediliyor.

Onların yayınlarında Marksizmin literatüründen bolca alıntı yapılıyor. Yazıyı okuyan, yarın düzen değişecek sanır. Sempati kazandırılan birey de yapıya katılınca liberalleştiriliyor. Söz eylemin önünde gidiyor, olmayan eylemin yüksek perdeden, epik tonda propagandası yapılıyor.

Diyalektiğe göre nicel birikimlerin nitel sıçramaları getireceğini öne sürüp her sivil toplumcu eylemde sadece muhalif yan görerek söz eylemin üzerine çıkarılıyor. Diyalektik hayata geçirilirken yanlış eyleniyor. Nicel birikimler sınıf hattında politize edilmeden ve uygun şartlar oluşmadan, nitel sıçramanın gerçekleşeceği sanılıyor. Böyle olunca sınıfsal temeli olmayan çevre, yaşam biçimi, cinsel kimlik eylemlerinin inceliğine umut bağlanıyor. En geri sendikada bile kalınacağı tezi de yanlış yorumlanıyor. Sanılıyor ki sadece eleştirmeyle ve saygı duyulmayla sorumluluk yerine getiriliyor.

Aslolan, eleştiriyi sahiplenen nicel birikimi sendikal bir hatta örmek. Bu yapılmadığı sürece sözün hayatı değiştirme gücü atıl kalıyor. Aynı biçimde, sivil toplumcu eylemlere katılan politik çevreler de sendika tezi gibi kitleyi dönüştüreceğine inanıyor. Bunun en yakın dönemdeki örneği Gazete Yolculuk çevresinin kadınlarının eylemliliğidir. “Saygın adamları korku basacak” (Gazapizm şarkısı) denilerek post-modernize edilen 8 Mart’a katılım sağlanıp ardından konsolosluk önünde Filistin için protesto düzenleneceğini söylediler. Sandılar ki kitle içinde yer alırlarsa kitleyi politize edip konsolosluk önüne getirebilirler. Öyle olmadı, olamazdı da çünkü daha baştan referans Gazapizm’di.

Geriye kalan solun önemli bir bölümü de taktiği yanlış yerden geliştiriyor. Gezi’yi Haziran olarak geliştirip aşamadıklarından 2007-2008 sürecindeki liberalleşmelerini Gezi’den beri zirveye çıkardılar. Koç’un otelinde kalanlar, Kavala’nın restoranında Yılmaz Güney’e en eril film sahnesini çektiği iddiasıyla “ödül” veriyor, Gezicilerin bileşeni olduğu HDP bu restoranda aday tanıtım toplantısı yapıyor. Evrensel gazetesi çevresi de sosyal ilişkilerde HDP'yi kurma “projesinin” kendilerine ait olduğunu iddia ederek referans diye Özgürlük Dünyası dergilerini gösteriyor ama gerçek şu ki partinin kuruluşu Milliyet gazetesine sızdırılan çözüm süreci tutanaklarında geçiyor: “Aşın bu sorunları, Türk solunu başıboş bırakmayın, gerekirse vekil verin onlara...”

Özü ve ilkeleri savununca Kürt “düşmanı”, anti-emperyalizmi savununca “ulusalcı”, kadının kurtuluşunun sınıfsız sömürüsüz bir düzende mümkün olduğunu ve özel mülkiyetin gelişim seyriyle kadınların baskı altına alındığını söyleyince “eril, kadın düşmanı”, sol bir çevrenin barının ve meyhanesinin olmasını eleştirince “gerici”, bireylerin yaşamlarını değil, LGBT’nin aldığı fonları ve emperyalizmle kurduğu ilişkiler sonucunda halka ve ideolojiye karşı mücadele yürüttüğünü söyleyince “cinsiyetçi, feodal”, sadece hayvan haklarını savunup her gün katledilen işçiler, Filistinliler, Iraklı kadınlar için sokağa inilmemesini eleştirince “türcü, geri kafalı” sayılabilirsiniz.

Sorular çok basit:

- Halkın gazetesi olan duvarlar ve halk çocuklarının eğitim gördüğü okullar faşizmle işlenirken, neden soldan da sendikalardan ses çıkmaz?

-İranlı kadınlar için sokağa inen kadınlara göre Filistinli, Iraklı kadınlar “amasız, fakatsız” kadın değil midir?

- Narin için sokağa inenler, sermayenin iş yerlerinde MESEM adı altında yaşamları ellerinden alınırken neden sokağa inmezler? Okul çağındaki çocuklar ve bebekler katledilirken, sendikalar neden sokağa inmezler?

- Aşı yapılması için aylarca muhalefet eden TTB, neden aşı karşıtlarını gericilikle ve bilim düşmanlığıyla suçlar da aşının zararlarına karşı başka ülkelerde dava açılırken TTB ortadan kaybolur? Sol nasıl ki bir Allende çıkaramazsa TTB de kendisini lisenin önüne zincirleyen Tevfik Fikret çıkaramaz. Daha kendi kurumlarını savunamıyorlar.

-Mühimmat hazırlama görüntüleri propaganda edilen Ukraynalı kadınlar, sol ve feministler tarafından yüceltilirken, Kobane’ye gidip orada IŞİD’e karşı can veren kadınlar kahramanlaştırılırken, neden Filistin’e gidip destek olan sosyalist Ayşenur'un adı bile anılmaz?

Tüm bunların ve daha fazlasının yanıtı emperyalizm ve reformizmse, o zaman onlara yöneltilen eleştirileri sol bireylerin üzerine almaması gerekir. Bu yükü size sivil toplumcu sol yüklüyor. Gezi günlerinde değişimin kapıda olduğuna inananlar, umudu 7 Haziran seçimlerine bağlayanlar, sistem içi rekabetten medet umanlar, bugün tarihin gerisinde kaldıklarını kabul etmedikleri gibi neden hep solun eleştirildiğine kızıyorlar? 

Eleştiri sola yapılır, değiştirmek istediğiniz düzene eleştiri yapılmaz, söz düzleminde ideolojik mücadele verilir. Eleştiri düzeltmek içinse kim değiştirmeyi amaçladığı düzeni ve öznelerini eleştirir!

Eleştirilere yansıyan dil hassasiyeti konusunda da belirtmek gerekir ki Marx’ın Paris Komünü’nün dağıtılmasına ortak olan esnaf için söylediği sözler yenilir yutulur cinsten değildir. Marx, acaba dil konusunda ve Proudhon eleştirisinde “kaba, eril, geri” mi davrandı? Kautsky’ye “alçak, dönek” diyen Lenin çok mu “kaba” ve “sekterdi”?

Daha net olursak, bugünkü solun ideolojik-politik kapasitesi, eylemi, çizgisi Kautsky’nin bile gerisinde. Eleştirileri “kaba” bulan sol bireyler, ya kendini bir yapı sanıyor ki bu, anarşizmdir ya da hümanizmin Marksizme aykırı olduğunu gözden kaçırıyor.

Eleştirilere yansıyan dil konusuna gelince, bir anektoda başvurmak gerekiyor. “Seks işçisi” tabiri, Marksizme de emekçi halkın yapısına da uymadığı söylenip eleştirilirken utangaç sol, bu sömürüyü işçilik adı altında fakat “patronsuzluk” düzleminde savunuyordu.

Alevi ve Kürt halkının yoğunlukta yaşadığı bir mahalledeki okulun solcu öğretmenleri, bir gün okul kapısının önünde sohbet ederken kadınlardan birinin sohbetinde “seks işçisi” diye bir söz geçer. Okul güvenliği de öğretmenlerin sevdiği bir mahalleli emekçidir. Adamcağızın tepkisi şudur: “Hocam, bizim ne yanlışımızı gördün de biz işçiyiz diye mi bize ‘seks işçisi’ dedin?” der ve üzülür.

Derdimiz, tam olarak bu. Hiçbir halk, kendinden olmayan bir solun peşinden gitmez. Buradaki mesele, halkın geri yanlarını sahiplenmek değildir, çünkü sınıflar mücadelesi, emekçi halkın içinde, onu dönüştürerek ama ondan biri olarak ilerler. Bu düzene halk hâlen daha geri olduğu için mahkûm olduğumuz iddiası sola ait. Havuzlu lüks sitelerde yaşayanlar, hayvan haklarını savunduğu halde evcil hayvanın bedenine müdahale edip kokmasın ve hırçınlaşmasın diye onu kısırlaştırıp hadım eden, beş yaşın üzerindeki araca binmeyen, yaz tatilinin planını Ocak’tan yapan, politikayı ve mücadeleyi bar masasında üreten, yoksul mahalleden nefret eden, salgın döneminde çalışmak için evden çıkan emekçiyi “cahil” kabul eden sol, eleştiri dilini gerekçe olarak gösteremez. Sert olan bir gerçek varsa o da sömürü düzenidir.

Sivil toplumcu eylemlere nitel sıçrama umuduyla yaklaşanlar, TKP gibi yapıların sözcülerinin ve yazarlarının “Bizim dönüştüreceğimiz kesim yine CHP’nin tabanıdır” teziyle yan yana konumlanır. Orta sınıf solu sadece muhalefetten ibarettir, düzene muhalif olan, düzenden pay isteyendir. Sol bireylerin de bu eylemlerde dönüştüreceği Kemalist, sivil toplumcu, demokrat bireyleri çağıracağı bir mücadele odağı yoktur.

Yarın sınıfsız bir düzene geçilecek olsa bunun önündeki en büyük engel, yine CHP ve onun yoksul olmayan tabanıdır. Bu solu yaratan da 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de soluğu Avrupa’da alan, orada ikamet ve vatandaşlık hakkını emperyalistlerden alıp kitleyi oradan dönüştüren şeflerdir. Bu yüzden popülizm ve nicellik bugün ilkeden üstün tutuluyor. Bu yüzden dil konusu eleştiride bir gerekçedir çünkü içinden geldiği halkın şiirine “ırkçı”, şairlerine de “yaltaklanmacı, sadist”, “yeri MHP-CHP’nin yanıdır” diyenlere alan açan çevrelere sol sesini çıkarmıyorsa dönüp vuracağı yer de “kabalık, despotluk, erillik” düzlemi üzerinden var edilir. Kaldı ki Kemalistler de bu saldırıya sessiz kaldılar, hem de defalarca.

Pozitivizmi, bilimi ve aydınlık yarınları sahiplenenler, Pavlov’un laboratuvarını sel basınca yüzlerce köpeğin telef olduğunu bilmezler. Pavlov bu yüzden eleştirildiğinde, “Olumsuzluklar olsa da insanın kadim dostu köpekler yine dostu insan için yardımcı olacak” der. Bilimi savunan sol sendikalar, halen Pavlov’un deneylerinin sonucunun eğitimde kullanılmasının sonucunu eleştirmezler. Kendi iç tutarlılıklarına ters bir durumdur bu. Aynı şekilde, son on yılda yapılan bir eylem vardır: İstanbul’da veterinerlik fakültesinin laboratuvarında koyunlar üzerinden uygulamalı ders anlatılırken sınıfı hayvan hakları savunucuları işgal edip, “Burada hayvanlara tecavüz gerçekleştiriliyor” derler ve ajitasyonlarını kameraya alırlar.

Sol çevre ve birey bazındaki diğer çarpıklık da şu olsa gerek: Vegan hareketini sadece muhalif kitlesinden dolayı destekleyip onlara söz ettirmeyenler vejetaryen bile değiller. Lokantada ve mangalda et yemekten vazgeçmeyenler, dışarıda kadın haklarını savunup evinde eşine şiddet uygulayan erkekten farksızdır. Önce kendimize karşı samimi olmalıyız. İrade, samimiyet ve etik sınıf ideolojisinin verdiği ahlak yasasıdır.

Sorun, köpeğin yaşam hakkını savunup meydanları dolduran insanların mücadelesine, Kürt’ün ve Alevi’nin haklarını savunanlara, ekoloji mücadelesi verenlere, cinsel kimliğinden dolayı toplumdan dışlananların ses çıkarmasına söz etmek değil, tüm bu mücadelelere ve kapitalizmin yarattığı doğa-insan ayrışmasına karşı çıkmak, sınıfsız düzen ideolojisinin ve mücadelesinin gereklerindendir. Asıl sorun, bu mücadeleyi suistimal edip popülizmden politika üreten, temel çelişkiyi sonlandırmak için alanları doldurmayıp, orta sınıfın hassas bireylerinden insan devşirmeyi ve gündemin bileşeni olmayı politika üretme sanan solun ve bireylerinin olmasıdır. Yoksa vicdan sahibi hiçbir insan, köpeğin uyutularak katledilmesine sessiz kalamaz.

Anadolu’da ve Çukurova köylerinde bir inanış vardır ve sol bunu bilmez: Köpek ve kedi öldürenin iflah olmayacağına inanılır. Sanılanın aksine, sadist kişiliklerin hayvana yaptığı işkence, halkın gerçek yapısının sonucu değildir. Köylerde çocuklar kediye sarılıp uyurken, o çocukların ninesi ve dedesi de köpeklerini dost beller. Hatta meşhur bir söz vardır: Köy yerinde komşu kavgası ya çocuktan ya köpekten dolayı çıkar. İçinden gelip içinde olduğumuz halkı tanıyoruz. Kaldı ki köpeğe “güvenlik” faydası açısından bakan o “geri” mahalle halkı bile böyle bir şeye razı olmaz. Asıl sorun, hegemonyayı yanlış yerde ve biçimde kuran soldadır. İşçiyi savunurken işçinin, Kürt’ü savunurken Kürt'ün, köpeği savunurken o sokak köpeklerinin konakladığı yoksul mahallelerin içinde olmayan soladır eleştirimiz.

Yaşamak istediği ülkeler Avrupa, o da olmazsa Ege kıyıları, o da olmazsa Kadıköy olan solun ve bireyinin bu mücadeleleri sahiplenmesi söz konusu olamaz. Mahallede hayvanlara zarar veren ve işkence eden insanlar yok değildir. Bu profilin çoğu, yozlaştırılmış ailelerden ve ideolojisi bırakılmış çevreden gelip uyuşturucu bataklığına saplandırılmış insanlardır ama solun mahallelerdeki uyuşturucu satışıyla bir çelişkisi olmadığı gibi kendi kültür merkezinde bira satmayı siyaset sanır.

Tüm eleştirimiz sola olduğu gibi bir gerçeği daha belirtelim: “Sistem, önce köpekleri uyutur, sonra sıra insana gelir” argümanı gerçekliği tam olarak yansıtmıyor çünkü sistem, önce emekçi halkın zihnini ideolojik manipülasyonlarla şekillendirip uyuşturucu ve yozlaştırmayla kirletir, sonra da sıra köpeğe gelir.

Van’da Muharrem bebeğinin cansız bedeninin karla kaplı yolda babasının sırtındaki çuvalla hastaneye götürülüşünü, yoksulluktan kaynaklı ucuz kömür yakıp “uykudayken” zehirlenen insanları, hatta bu odun kömürü bile alamayıp fon makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalıştıktan sonra diğer odaya geçip intihar eden anneyi, iş yerlerinde katledilen çocukları unutmuyoruz. O bebeklere, kadına ve çocuklara sahip çıkılsaydı, sistem, bugün gözünü sokak köpeklerine dikip oradan CHP belediyeleriyle hesabını görmeye çalışmazdı. Kayyum kaygısıyla ve Şafi halkın inancına siyaset yapma motivasyonuyla sokak köpeklerini “yaka paça” toplattıran Silvan Belediyesi’ni yöneten partiye nedense sol sessiz kalıyor.

Bugünkü sol 74 affı ve 12 Eylül ile üretildi, 19 Aralık’la da bireycileştirildi. Halkına yabancı, hümanist, sivil toplumcu emperyalizm dostu bir sol ortaya çıktı. Bu tür toplumsal muhalefet eylemlerine destek vermeleri kitleyi dönüştürmek için değil, kitleden birey çekebilme ve esasında varoluşunu duyurma amacını taşıyor. Kapitalist toplum düzeninin ortaya çıkardığı sevgisizlik, yabancılaşma, insansızlaştırma politikalarının da etkisiyle hayvanseverliği sisteme yönelik tepkiye çeviren bireylere sözümüz yok. Onları haklı kılan gerçek, düzene karşı ideoloji aşılamayan solun varlığıdır. Bu bireylerin hassasiyetlerini suistimal edip sivil toplum hareketi şefleri de hayvan barınaklarını hapishane diye görür ama bugün kuyu tipi hapishanelere karşı sokağa inmez. Ayrıca bu solun istediği düzen gelse sokakta köpek istemeyecek olan yine onlardır çünkü denetlenemeyen her canlı, onların güvenlik ve hijyen kaygısını tehdit eder. O yüzden, onlar için her mahalle bir Kadıköy olmalıdır. Onları üretilip siyasi kimliklerinin verildiği tarih, 12 Eylül’ü 13 Eylül'e bağlayan gecenin sabahıdır.

S. Adalı
14 Ağustos 2024

14 Eylül 2024

Bireyin Değil Halkın Komünist Partisi


Seksenlerde sola, sosyalistlere “iktidar, her şeyi bozar” cümlesi ezberletildi. Sovyet eleştirileri, bu cümle üzerine inşa edildi. Emperyalizmin Sovyet karşıtı mücadelesi dâhilinde verdiği tavsiyelerde, “iktidar Marksizmi bozmuştur, ütopyadan ve akıldan uzaklaştırmış, yozlaştırmıştır” denildi.[1] Bugün o eleştirilerin yetiştirdiği isimler, misal Aydemir Güler, burjuvaziye diyor ki “iktidar seni bozdu. Sen devrimciydin ama iktidarı alınca bozuldun.”[2] Güler, iktidar mücadelesi verme niyeti olmayan bir derneğin eski Troçkist başkanıdır.

Aslında bu “bozulma”, “doğallıktan uzaklaşma, doğal seyirden kopma” eleştirisi, birey eksenli bir eleştiri. Bireyi eksen alan, bireyin gelişimine bakan, sadece bireye seslenen bu eleştiri, iktidarı bireyi aşan şeylerle ilgilendiği için eleştiriyor. Bu ilginin yol açtığı fazlalıkları temizlemek için uğraşıyor. Basit manada liberal, “birey-devlet” karşıtlığından bakıyor dünyaya. 

Seksenlerdeki saldırı, solu doksanlarda anarşizme ve sendikacılığa mahkûm ediyor. Bu iki ideoloji, Marksizm-Leninizmi birey adına tasfiye ediyor. TKP, bu dönemin ürünü.[3]

Bir burjuva solcusu olarak TKP’li Aydemir Güler, “görkemli” burjuva devrimlerini göklere çıkartıyor, onun yere indiğinde, yerin kirine bulaştığında bozulduğunu söylüyor. Ama ne hikmetse, sosyal demokrasi ve Kürt milliyetçiliğinin karşısına ne idüğü belirsiz, boş, metafizik bir kavram olarak “siyasal iktidar” kavramını çıkartıyor. İktidarın her şeyi bozduğunu söyleyen kişi, demek ki iktidarı istemiyor. Demek ki halktan söz eden, halkla kurulu bağları; “işçi” diyen işçinin iradesini; “devrim” diye bağıran, devrimin imkânlarını ortadan kaldırmak için uğraşıyor.

Kürt’e karşı sosyal demokrasiye ve elindeki devlet gücüne sarılan TKP, işçi sınıfı konusunda sosyal demokrat bir siyaset öneriyor. İşçi sınıfına, “kapitalizmi regüle etme, burjuvaziye çeki düzen verme, sömürücü sınıfları dizginleme” görevi veriyor. Demek ki TKP, sosyal demokrasiden koptuğunu zannettiği komünist harekete mensup bir örgüt değil. Hâlen daha o sosyal demokrasi ve ikinci enternasyonal bağlamında düşünüyor.[4]

Esasen sınıf-devrim-iktidar arası ilişkilerin maddi seyrine bakmak gerekiyor. Muarrızlarını boşa düşürmek, değersizleştirmek, bir sıfır öne geçmek için “siyasal iktidar” istemenin, metafiziğe ve yüceye kendi varlığını yerleştirmenin bir anlamı bulunmuyor. O iktidarın teorik ve politik zeminini oluşturmadan yol alınamaz.

Sınıfın ve devrimin illaki burjuvaziden bayrağı aldığını, ona muhtaç olduğunu, burjuva solcuları söylüyor. “Kökler”e vurgu yapanlar, burjuvazinin sömürdüğü ve zulmettiği kitlelere, “köklerden kopmayın, olaylara karışmayın” diyor. Bu lafı, sınıfı ve devrimi bugünde burjuvaziye kul-köle etmek için ediyorlar. Devrimin ve Marksizmin burjuva devrimlerine yönelik eleştiri üzerine inşa edildiğini görmüyorlar. Pürüzsüz, kopuşsuz, burjuva devriminden sosyalist devrime geçiş kapısı olduğunu söylüyorlar. Marksizmi reddediyorlar. TKP, her pratiğiyle Leninizmi inkâr ve reddediyor.

Sanki burjuvaziden önce sınıfsal başkaldırılar olmamış, sanki burjuva devriminden önce devrim olmamış gibi davranıyorlar. Tarihi ve toplumu burjuvaziden başlatıyorlar, sonra da herkesi burjuvazinin ilerleyişine kilitlemeye, ona mecbur etmeye çalışıyorlar. Yapıp ettikleri, burjuvaya hepimizi muhtaç kılmak, burjuvaziye bağlamak, burjuvazinin gölgesinden çıkmamıza mani olmak. Burjuva solcuları, burjuvaziyi aşan, aşacak olan devrimi ve sosyalizmi bu sebeple gasp ediyorlar. Kendi çıkarlarına uygun olarak içeriklendirip, tanımlıyorlar. Mutlak ölçü, kerteriz ve eksen kabul ettikleri burjuva devrimlerinin sahiplerine çalışıyorlar. Ölçü, kerteriz ve eksen, esasen burjuva düzeninin imal ettiği bireysel öznellikleri.

Bu anlamda, ilerici ve aceleci burjuva solcuları olarak kimi sosyalistler, burjuvazi dışı, burjuvaziye aşkın, burjuvaziyi yok edecek devrim ve iktidar oluşmasın diye varlar. Onlar, burjuvaziye bekçilik ve kâhyalık ediyorlar. Bekçilik, dışa; kâhyalık içe dönük olarak ifa ediliyor.

Kongre öncesi alınan, kongrede onaylanacak olan siyasi kararların içeriğine dair laflar eden Aydemir Güler, partisinin burjuvaziye zarar vermeyeceği konusunda efendilerine söz veriyor. Nöbet yerini terk eden burjuvaziye diyor ki “ben, senin yerine nöbet yazdığım işçi sınıfının sana zarar vermesine mani olacağım.”

Aydemir Güler, “Marksizm Türkiyeli olsun” derken, yoldaşı Kemal Okuyan, “yerli Marksizm diye bir şey yok” diyor.[5] Aslında her ikisi de Marksizmi dışlıyor. Marksizmi bugünden ve buradan kovuyor. “Burada yeri yok” diyor. Zaten parti, Leninizmi doğu despotizminin ve gericiliğinin ürünü olarak gören fikriyat tarafından yönetiliyor. Yerelde mümkün olmayan Marksizm, siyaseten de hükmünü yitiriyor. Marksist bir siyaset, TKP’nin kitabında yazmıyor. Onun “Rusya’da kapitalizmin gelişimini olumlamak, ona sahip çıkmak için Kapital’i Rusçaya çeviren liberaller”den bir farkı yok. Partinin görevi, burjuva ilerleyişe ve burjuvazinin ilerlemesine destek sunmak, kenar süsü olmak.

TKP, Sol Parti, HKP gibi yapılar, Türkiye’deki burjuva iktidarının basit aparatları olarak varlar. Bunlardaki ilerlemecilik, hep burjuvaziye işaret ediyor. Nesnel olana vurgu, nesnelin gücüne yönelik tapınç, işçinin-köylünün iradesini silmek için var. En fazla, burjuvazinin eksik bıraktığı işler için istihdam edilmeyi arzuluyorlar.

Çünkü bu tür yapılar, işçi-köylü cumhuriyetine, işçi-köylü iradesine, işçi-köylü iktidarına hiç inanmış olan ya da bunlara karşı olan küçük burjuvaların sığınağı. Burjuvaziye yönelik hasedin, proletaryaya yönelik nefretin tanımladığı, var ettiği küçük burjuva, bu tür örgütlerde dil buluyor. İki işçiyi örgütlemiş, iki köylüden oy almış olmaları, bu gerçeği değiştirmiyor. Kolaycı yaklaşımları, kısa devrecilikleri hep burjuvaziye işaret ediyor.

Marx, işçi sınıfına “belki de elli yıl devrim olmayacak, iç savaşa hazırlanın, ondan öğrenin” diyor.[6] Marx, devrimin görkemli ve yüce burjuva öznelerin değil, maddi gerçeklerin eseri olduğunu söylüyor. Partili mücadelenin kolektif, nesnel niteliğiyle, meşakkatli yapısına vurgu yapıyor. Bir kişinin iki dudağıyla tarihi değiştirdiğini zannedenler, burjuva siyasetine öykünen nitelikleriyle, proletaryaya alan tanımıyorlar. Proletarya, işin meşakkatine örgütlenmeyi ifade ediyor. Kolay yolları, kolay çözümleri çöpe atıyor. Burjuva solcuları kolay yolu bulmuşlar, “nasıl olsa kapitalizm ve/veya emperyalizm gelişecek” diyorlar. Kısa vadeli çözümler, kısa devreci müdahaleler, hep göklerdeki burjuvaziye edilmiş dualar. Medet, himmet ve inayet, ondan bekleniyor. Bu da ilerlemeciliği ve ilericilik takıntısını koşulluyor. Hep ilerleyen burjuvazi olduğu için, kitleler ona kul edilmek isteniyor.

Bu anlamda, Perinçek’in bir TV kanalında AKP’li bir yazara “yüzyıl başında devrimler oldu. İlerleme yaşandı. Ulus-devletler doğdu. Bu ilerlemeye karşı gelemezsiniz” demesinin bir anlamı bulunmuyor. HKP-İP-TKP gibi yapılar, o ulus-devletin doğuşunu millete ve sınıfa “sosyalist gelişme” diye yutturmaya çalışıyorlar. Devrimlerin zaten yapıldığını, sosyalizmin, eksik fazla, inşa edildiğini örtük olarak söylüyorlar. “Tek mesele, 1950 öncesinin asrı saadetine dönmektir” diyorlar. Yalan söylüyorlar. Nâzım’ın “çek defteri, kasa” dediği şeyi meşru ve yüce kabul ediyorlar. O çek defterinin ve kasanın sahiplerine çalışıyorlar.

İlerlemeci Perinçek, “emperyalizm ilerliyor, ilerletiyor. Coğrafyayı dönüştürüyor. Artık ulus-devletler gericidir” diyen bir HDP’liye cevap üretemez. Her iki tarafta da burjuva ideolojisi olarak ilerlemecilik konuşur. TKP, kapitalizmden; HDP emperyalizmden yana saf tutar. Her ikisi de kolaycı bir yaklaşımla, yoldaş olduğu nesnel-kolektif gücün kazandığı mevzilere bakar, bu mevzileri ilerici kabul eder. İngilizlerin emriyle başörtüsü çıkartılmışsa bu, TKP ve İP için ilerici bir mevzidir. İngilizlerin bu emri vermesinin sınıfsal-politik gerekçeleri sorgulanmaz. İşçinin-köylünün kolektif-nesnel gücünden bakmayanlar, İngiliz’in veya Amerika’nın gücüne biat ederler.

“İşçinin-köylünün kolektif-nesnel gücü”, tabii ki soyuttur. Somut mücadelede kurulan somut ilişkilerle somutlaşır. Bu, kolay olan değil, meşakkatli olandır. Marksist devrimciler, meşakkatli olana yönelmelidirler. Kitlelerin o meşakkatte oluşan kudretine bakmalıdırlar.

Bu açıdan, “çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğu toplum” ifadesi üzerinden bu ülkedeki iktidara destek sunmak, sorunludur. Milli mücadele döneminde o emekçi halka sallanan emperyalist sopa kırılmalıydı, kırılmasa da savuşturulmuştur.[7] Ama o konjonktürde doğru ve yerinde olan politik müdahaleyi tüm zamana ve mekâna teşmil ettiğinizde, Dersim’e yönelik operasyona asker olursunuz. Operasyonun başlangıç tarihi, 1928’dir. Hâlen daha bu ülkeye Sovyet dostu, sosyalist diye sahip çıkmak sorunludur. Ama TKP, “isyan” dediği devlet operasyonuna yönelik baskıyı ve zulmü sahiplenir. Üstelik Alevîliğin “toplumsallığı geri formasyonlara bağladığını”, gerici olduğunu söyler. Zulmü meşru görür.[8]

Dersim operasyonuna sahip çıkan, 1908 ve 1923’ün imal ettiği solculuk-ilericilik, kum havuzunda debelenip durur. “Bağımsızlıkçılık, laisizm ve kamuculuk”, sola iktidarı getirmez. Onu sadece muktedirlerin bekçisi ve kâhyası kılar. O bekçilerin ve kâhyaların iktidarı, gene burjuvaziye ve emperyalizme hizmet edecektir.

Aydemir Güler’in “yersizlik-yurtsuzluk”tan kopuş” vurgusu, TİP’le ilgilidir. Kongre, TİP ve TKH’ye yöneliktir. Siyasi Rapor’un sonunda işçilere, emekçilere değil de komünistlere çağrı yapılmasının nedeni budur.

“Kopuş” ifadesi, TKP’nin bu zamana kadar bu yersizlik-yurtsuzluk”la bağlantılı olduğunun ikrarıdır. TKP, AKP’yi yöneten devletin yerli-milli vurgusuna bağlanmıştır. Kongre, bu kararı sıfır itirazla onaylayacaktır. AKP’nin yerli-millisi gibi TKP’nin “Türkiye meşrudur, onu reddeden, gayrimeşrudur, yok edilmelidir” tespiti, burjuvazi ve devletin bekası içindir. AB fonları alan, dağıtan isimlerin yönettiği TKP, işçi-köylüye hizmet edemez.

TKP, sola “iktidar her şeyi bozar” lafının ezberletildiği seksenlerin ideolojik ikliminin ürünüdür. Gorbaçov’un glasnostunun ve perestroykasının imalatıdır. Gorbaçov, “iktidarın her şeyi bozduğu inancında” olan, Prag Baharı’ndaki şiddetin zararlı olduğunu söyleyen fikriyatla büyümüş olan bir haindir.

Gorbaçov’un tasfiye operasyonuna bireyci ve liberal bir yerden destek sunan TKP kurucuları, o günlerde, kapitalizmin ilerleyişine kul edilmiş olan partinin “ideolojik önderliği güçlendirilsin”, şirketleşme eğilimi içerisindeki yapıların “karar mekanizmalarındaki işlevleri artırılsın”, Avrupa ve ABD emperyalizminin emriyle “toplum hukuksal-ideolojik-siyasal açıdan canlandırılsın”, McDonalds kuyruklarına insan yetiştirilsin, kapitalizmin emri uyarınca “bireyin özgürce gelişimi hızlandırılsın” ve “teknoloji yenilensin” gibi talepler dillendirmiştir.[9] Bugün de TKP’nin ideolojik-politik hattını bu talepler belirlemektedir. O, Gorbaçovculuğun bakiyesidir.

TKP’nin “sosyalizm” dediği, burjuva kazanımların korunması ve kalıcılaştırılmasından, buna paralel olarak, iktidar sebebiyle kendisine yakışmayan şeyler yapan burjuvazinin çapaklarının temizlenmesi ve regüle edilmesinden başka bir anlama sahip değildir. Bu talepler, “işçi iktidarını ve üretim araçlarının kamulaştırılmasını” içermez. Burjuva solcularında işçi-köylü iktidarına inanç, işçi-köylü mücadelesine bağlılık, işçi-köylü iradesine örgütlenme niyeti yoktur.

Eren Balkır
12 Eylül 2024

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Tavsiye, Tasfiye, Tesviye”, 26 Şubat 2020, İştiraki.

[2] Aydemir Güler, “Keşke Demokrasicilikte Kalınsaydı”, 7 Eylül 2024, Sol.

[3] Eren Balkır, “Kolektif Devrimci Huruç”, 16 Ağustos 2024, İştiraki.

[4] Türkiye Komünist Partisi 14. Kongre Siyasi Raporu, 12 Eylül 2024, TKP.

[5] Kemal Okuyan Söyleşisi, “There is No Such Thing as ‘Local Marxism’”, 16 Mayıs 2018, ICP.

[6] Karl Marx, “Komünist Birlik Merkezî Otorite Toplantısı”, 15 Eylül 1850, İştiraki.

[7] Trol HKP’li, bize verdiği cevapta, “ülke işgal altında değil ki gerilla mücadele olsun!” diyor. Ülkede ekonomi, iç-dış siyaset, kültür ve sosyoloji bağlamında, fiilen varolan işgal gerçekliğini görmüyor. Bu nedenle partisi, “dolara iyi gelen İmamoğlu’nun başkan olmasını” istiyor. Bu Hikmet Kıvılcımlı’yı Anlamadan Sevenler Derneği, kurucu İngiliz çizgisine halel gelmesin diye Amerika karşıtıymış gibi görünen, İzmir’de Amerikan askerinin başına çuval geçirme müsameresi sergileyen İP’le aynı yerde duruyor.

[8] Türkiye Komünist Partisi 14. Kongre Siyasi Raporu, 12 Eylül 2024, TKP.

[9] Cemal Hekimoğlu, “Türkiye’den Dünyaya Haziran Konferansı”, Ağustos 1988, Gelenek.

13 Eylül 2024

Yedi Uyurlar

Yedi Uyurlar anlatısında bir mağarada uyuyakalan yedi kişi ve bir köpeğin üç yüzyıl sonra uyanınca ekmek almak için ceplerindeki paranın geçmediği ve üç yüzyıldır uyuduklarının farkına vardıkları aktarılır. Bugün o paranın artık tedavülden kalktığını söyleyen esnaf, ülkemiz soludur. Kabul etmediği para da arkeolojik değere dönüştürülen ama aslında kendilerini var eden koşulları üreten ideoloji ve mücadele tarihidir.

Ülkemizde farklı dönemin egemenleri, sömürünün devamı için yeni hapishaneler kurar, bu yönüyle cezaevlerinin yenisi de eskimeyen bir amacı taşır: toplumsal dinamikleri yeniden dizayn etmek.

Sabahattin Ali ve Nazım Hikmet, Sinop ve Bursa cezaevlerinde tutulur. 51 Tevkifatı’nın sorgu merkezi Sansaryan Han’dır, 70’li yıllara kadar yürürlüktedir. Sonraki dönem Mamak, Maltepe devreye girer.

12 Eylül gelince 74 Affı uzun bir süreliğine tekrar getirilmez, bunun nedeni açıklanacak olup darbecilerin yeni cezaevi sembolleri Metris, Mamak, Diyarbakır olur. 74 Affı, 91’de güncellenir. Yeni bir denge kurulurken sömürüyle mücadele edenlerin yeri Bayrampaşa, Ümraniye, Buca, Ulucanlar olur. Bu da yetmeyince 19 Aralık 2000 tarihi geldiğinde alfabeden seçilen harflerle yeni hücre tipi cezaevleri yapılır. O da yetmeyince alfabeden yeni seçilen harflerle kuyu tipi cezaevleri yapılır. Cezaevinin önceki durağı da Ankara Dal, Gayrettepe gibi sorgu merkezleri olur. Bu yetirememenin tek nedeni, Kaplan Kafesleri'ni bilen dünya halklarının direncini kırmaktır. Direncin sınandığı yerler bugün için meydanlar değil, cezaevleridir. Meydanda çok olunup cesaret güçlenebilir ama bugünkü yeni tip cezaevlerinde tek başına kalan bir insanın direncini ideolojisi belirler. O direnç kırıldığında halkın direnci kırılır, mücadele geriler.

Yazının konusu 12 Eylül, ama konuya bu şekilde giriş yapmak gerekiyordu. Takvimler 11 Eylül 1980’i gösterdiğinde, sokaklarda kavga sürüp duvarlarda sınıfsız sömürüsüz bir düzen iddiasına dayanan, bedel ödenerek yazılmış sloganlar varken 12 Eylül’de solun iddia ettiği “üzerimizden silindir gibi geçti” diyenler, aslında bugünkü reformist ve liberal sol çevreler. 

Acaba darbeyi Kemalist askerler mi yapmıştı! Bütün beklenti buydu, kaldı ki onlar yapsa neden sizi toplu halde tutuklasın, Gayrettepe’de öjeni ve nöroloji deneylerini sizin üzerinizde düzenleyip “bilimsel” konferanslar versinler?

Aynı sol çevreler önce direniş göstermedi, sonra sendikacılarla birlikte tek tip elbise giydi, daha sonra mahkemelerde “Biz dergi çevresiyiz” dedi ve doksanların başında salıverildiler. 74 Affı geçilmişti onlar için. O arada emekçi halk için yeni bir düzen inşa edilmişti.

Bu tarihler önemlidir sol ve emekçiler için. Reformistler, parti kurmadan önce de reformistlerdi. 74 Affı geldiğinde dışarı çıkan şeflerin yaptığı ilk şey, sol dinamizmi kendi çevresinde toplamak oldu fakat geldikleri gelenekleri tasfiye ederek. Bu çevrelerin çapını ve çizgisini pergelle ölçen egemenler, bir sonraki darbenin güvencesini almışlardı. Bu arada mahalleler bu sollara bırakıldı, çoğu da gecekondulardı. Şimdi sol, kondu kurarak inşa ettiği mahallenin kentsel dönüşüm adı altında mahalle halkının göçe zorlanmasına engel olamadığı gibi CHP’li avukatlar eşliğinde halka erik dalı oynatıyor. O gecekonduları halk kursaydı, Tokatköy’deki gibi yıkım ekibine halk direnirdi. Solun kurduğu, mülkiyetine aldığı mahallelerde halk da yıkımı durdurması için soldan medet umuyor fakat o sol, kira zengini oldu.

Üniversiteler, geçen yıl halkın ziyaretine açıldığında en çok tepkiyi veren sol oldu. Kampüse ve dersliklere gelip gezen Ülkü Ocağı taraftarlarına tepki gösterilse de asıl neden, halkı kampüse layık görmemekti. Bu solun faşizmle kavga gibi bir derdi olamaz. Aynı Ülkü Ocakları’ndan yetişme hocalara ve faaliyetlere ne okullarda ne kampüslerde karşı koyabilirler. Eğitim-Sen, zoraki yere ve tabandaki birkaç onurlu üyenin baskısıyla “okullarda siyasi propaganda afişleri olmasın” derken şimdi CHP, liselerin duvarlarına afiş asıyor ama sol örgütler CHP’de ilericilik görüyor. Sorun, mülkiyet ve rekabet kavgası, ilkesel bir duruş yok ortada.

Solcu sahaf-kafe, Nihal Atsızcılara etkinlik için alan sağlayıp sonra HDP için seçim çalışması yapıyorsa, Birgün gazetesi Kavala’dan aldığı parayla gazeteyi ayakta tuttuğunu söylüyorsa, Evrensel gazetesi kendi siyasi çevresinin düzenleyemediği mitingi CHP yapınca onu güzelliyorsa ve gazetede emperyalistperverlere ve burjuvaziye proje danışmanlığı yapanlara köşe veriyorsa, bu solu 74 Affı ve 12 Eylül üretmiş demektir.

Bugün sol diye alanı bunlar dolduruyor. Yayınevleri, gazeteleri, sanatçıları, parti büroları, bar-meyhane-kafeleri (böyle şeyler de var) hiçbir baskı, baskın ve kapatılma sürecinden geçmiyorsa, ortada bir sol ve parti yok demektir.

12 Eylül üzerine çok yazı yazıldı ve yazılacak ama asıl gerçek, 71-72 sürecinin ardından gelen cezaevine kapatılma ve idamlar gerçeği varken 1-2 yıl sonra egemenlerin siyasiler için af çıkarmasıdır.

1974, 12 Eylül 1980, 19 Aralık 2000, Temmuz 2016 OHAL’i, 2007-2008 ekonomik kriz süreci solun sınav tarihleridir. Her darbe sürecinin ardından gelen af yasaları, sola yeni bir liberalleşme alanı açıp halkın sınıf mücadelesinin önünü kesmek içindir.

29 Aralık Grevi, 10 Ekim, Barış Akademisyenleri’nin imza metni onları yönlendiren solun, ideolojiyi ve mücadeleyi tasfiye sürecinin mimarlığının sonucudur. Mahkemelerde “biz dergi çevresiyiz” diyen şefler affedilirken tabandaki insan idam edilir, grev kararı alan sendika yönetimine bir zarar gelmez ama kamu emekçisi ihraç edilir, sendika başkanları HDP’den vekil adayı olur ama egemenler için bu durum kendi iç tutarlılıklarına “ters” şekilde, nedense(!) organik bir bağ ya da iltisak-irtibat sayılmaz. O zaman OHAL süreci de 12 Eylül gibi sola yeni alanlar ve mevkiler açılsın diyedir, reformist bir solun tesis edilmesi içindir.

Bugünkü bu sol riyadan ibarettir. Narin’i politik gerekçe yapar ama Filistin’de katledilen bebekler için sesini çıkarmaz. Trans birey, burjuva kadın ve LGBT için sokağa iner ama Filistin’de katledilen kadınların adını anmaz. Mücadeleci ve enternasyonalist kadın dayanışması diye IŞİD’e karşı mücadeleyi savunur ama Filistin’e gidip orada katledilen Ayşenur’u anmaz.

Son olarak söylemek gerekirse 12 Eylül de saydığımız süreçler de çelişkilerle yüklü ülkemizde reformizme alan açmak için yapılmıştır. Bu yüzden, anlatılanın aksine, üzerinden geçmek isteyen silindirin tekerine 12 Eylül’den itibaren çomak sokanlara, direnç çiçeklerine, tek tipe, insansızlaştırmaya, yozlaştırmaya direnerek emekçi halka umut olmak için bugüne kadar bedel ödeyenlere selam olsun.

Nasıl ki Şahin Bey adını alan Mehmet Sait, Elmalı Köprüsü’ndeyken Fransız birliklerinin karşısında geri çekilmeyi öneren arkadaşlarına, “Ben Ayıntablılara söz verdim, sözümden dönersem nasıl yüzlerine bakarım!” diyerek düşmanın, bedenini parçalanmasını göze aldıysa 12 Eylül’lere her koşulda direnenler de aynı kararlılığı gösterdiler.

Bugünkü sol, 11 Eylül günü duvarlara yazdığı yazıyı sahiplenmeyen ve halkına verdiği sözü tutmayan reformistlerdir. Anadolu’nun emekçi halkının da bunların peşinden gitmeme nedeni budur çünkü güvenilen dağlara kar yağmıştır. Bugünkü şeflerden biri, mahkemelerde dergi çevresi olduğunu söyleyenlerdendir. Kendisiyle yapılan söyleşide yurt dışına kaçamadığı için moralinin bozulduğunu, darbeci generallerden birinin anılarında kendilerine minnettar olunduğunu söylüyor. Darbeci generalin en büyük kaygısının bu şefin ve çevresinin elindeki kitlesel güçle halkı darbeye karşı sokağa çağırmak olduğunu, böyle bir durumda darbecilerle halkın karşı karşıya geleceğini fakat “çok şükür” böyle bir çağrının yapılmadığını söylüyor. O yüzden bu sollar hiçbir zaman bir Allende çıkaramaz.

S. Adalı
12 Eylül 2024