“Toplum
yoksa kurtuluş da yok, bugün ancak kadın ve maruz kaldığı zulüm arasında tesis
edilmiş, artık giderek kırılganlaşmış ve geçici olan bir ateşkesten söz
edebiliriz.”
[Audre Lorde]
Yapıdan
çok söz ediyoruz, bugün biraz da yapı ile faillik arasındaki diyalektiği içeren
gerçekliği anımsamak gerekiyor. Yapı, tek kişinin failliğinden daha güçlü, ama
mevcuttaki güçler korelasyonunu değiştirmede kolektivitenin (bilhassa örgütlü
kolektivitenin) önemli bir katkısı var.
Solcuların
analizinde “güçler korelasyonu” tabiri sıklıkla kullanılıyor, bu tabir, militan
çevreler arasında süren tartışmalarda her daim karşımıza çıkıyor. Mesele,
güçler korelasyonunun reformlar ve devrim lehine olup olmadığını tespit etmek
değil. Lehte olsa bile bu sefer de uyumsuzluk sorunu gündeme geliyor, zira,
birbirinden farklı olan sol güçler ortaklaşamıyor, öyle ki kurumsal iktidarı
ele geçirmiş bir sol hükümet kurulmuş olsa bile belirli bir oydaşmadan söz
edilemiyor.
Güçler
korelasyonu analizi, tarihsel ve diyalektik materyalizmin yöntemini kullanarak,
dikkatle yapılmalı. Bu analiz dâhilinde, bir tarafın harekete geçirme
becerisine, diğer tarafın harekete geçirebileceği ekonomik sabotaj ve baskı
aygıtına özel olarak eğilmek gerekiyor.
Bu
hususu gündeme getirmemin nedeni, bugün dünyada genel güçler korelasyonunun
bizim lehimize olmadığına dair çıkarımımı aktarmak istemem. Aleyhte olan
durumların kısa bir listesini şu şekilde sunmak mümkün:
Küresel
ısınma eğilimini terse çevirmekten hâlâ çok uzağız.
Bir
dizi ülkede aşırı sağ hükümetler ciddi bir desteğe kavuşuyorlar.
Amazon
ormanları kesilmeye devam ediyor.
Yerli
halkların toprağa sahip olma ve yaşama hakları ellerinden alınıyor.
Irkçılık,
inkâr politikası veya kullandığı silâhlarla öldürmeye devam ediyor.
Eşitsizlik
devasa boyutlarda.
Kadınlar,
güvence altına alınmış haklara sahip değiller, tecavüz riski, cinayete kurban
gitme ihtimali veya istenmeyen hamilelik günbegün yaşanan gerçekler.
Bugün
yığınla gıda ürünü üretiyoruz, ama yüz milyonlarca insan hâlen daha aç.
Dünyanın
önemli bir kısmında kaliteli sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim denilen olgu
giderek metalaşıyor.
Normal,
engellileri, farklı veya olumsuz sağlık koşullarına sahip insanları dışlıyor ve
bu dışlama faaliyeti onların hayatta kalma imkânlarına halel getiriyor.
Büyük
şirketler madenleri sömürüyor, kirlenen nehirlerin veya yıkılan barajların yol
açtığı ekolojik tahribatın sorumluluğunu kimse almıyor.
Verilen
asgari ücret yaşamaya değil, sadece hayatta kalmaya, o da güçbelâ yetiyor.
Cinsel
kimlik ve cinsel yönelim üzerinden uygulanan şiddet ve ayrımcılık birçok ülkede
kural hâlini alıyor, bu şiddet ve ayrımcılık, daha da kötü bir düzeye çıkıyor.
Biyolojik
çeşitlilik giderek kayboluyor, bu süreç alarm verecek düzeye ulaşmış durumda.
Yeme alışkanlıklarımızı, pazarlama faaliyetleri ve birkaç büyük çokuluslu
şirketin çıkarları belirliyor. Kârlar her zaman özel ellerde toplaşırken,
yaşanan kayıpların çilesini tüm toplum çekiyor.
Öte
yandan, insanlar giderek konformizm bataklığına yuvarlanıyor. En kötü şeylerin
bile sizi kişisel düzeyde etkilemediği, siyaseti sıkıcı bir konu olarak
gördüğünüz konforlu bir bağlam içinde yaşadığınızdan, bu konformizm zamanla
politikadan uzaklaşıyor. Bu bilgili ama ümitsiz insanın, hiçbir çıkış yolu
olmadığına inanan kişinin konformizmidir. Buna bir de yaşaması mümkün olan
yegâne düzenin kapitalizm olduğuna sizi ikna eden, konformizmin reklâmını yapıp
onu savunan kişilerin çabaları eşlik ediyor.
Gerekçe
olarak da imkânsızlığa işaret edip duran ideologlar, yirminci yüzyıldaki
sosyalist deneylerin yanlışlarına ve yaşadığı yenilgilere işaret ediyorlar, bu
yenilgileri ve yanlışları sosyalist projeyi tanımlayan ana faktörler olarak
sunuyorlar, tüm sorumluluğu o projeyi uygulayanların sırtına yüklüyorlar.
Kimse, Sovyetler Birliği’nin gerçek savaşlar ve soğuk savaşlar arasında bir
dizi dışsal güçlükle yüzleştiği, onca ağır ekonomik ablukaya rağmen Küba’nın
kendi özgür iradesiyle geliştiği üzerinde durmuyor. Brezilya’da komünizmi
popüler kılma çabasının aşırı sağdan sol hiziplere dek geniş bir kesimi bir
araya getiren eylem birliktelikleri üzerinden ortaya konduğuna kimse bakmıyor.
Herkes, sanki kapitalizm gerçekliğimiz değilmiş, sistemi daimi kılan hâkimiyet,
depolitizasyon, sömürü ve şiddet konusunda niteliksel açıdan üstünlüğe sahip
değilmiş gibi konuşuyor.
“İnsani”
kapitalizm bir komediden ibaret. Bu komedi, gerçeklikten memnun olmayan birçok
insana hâlâ cazip geliyor, çünkü o, fazlasıyla basit ve epey mümkünmüş gibi
görünen bir şeyi anlatıyor. Oysa kapitalizm eşitsizlik ve sömürü üzerine
kuruludur, dolayısıyla o insanileştirilemez. O bir ütopya değil, uzlaştırılması
mümkün olmayan bir çelişkiyle malul bir gerçekliktir. Onun
insanileştirilebileceğini söyleyenler, esasında kapitalizmin önceki denemeleri
mağlup etmesi sebebiyle, başka bir seçenek olmadığı fikrini satanların
çıkarlarına hizmet ediyorlar.
Asıl
önemli olan, bu bahsini ettiğimiz yanlışı bilince çıkartmakta. Zira bizim bugün
kapitalizm koşullarında yaşıyor olmamızın sebebi, onun kazanmış olması değil,
bizim henüz onu alt etmemiş olmamızdır.
Sabrina Fernandes
[Kaynak: Se Quiser Mudar o Mundo: Um Guia Politico, Para Quem Se Importa, Planeta, 2020, s. 113-115.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder