08 Mayıs 2016

,

Cüzûr


Bir ülke.

İran, Suriye, Kürdistan coğrafyasındaki gelişmeler üzerinden o ülkenin hükümeti sıkıştırılıyor. İran, ablukanın basıncını buradan aşıyor. Paralar akıyor. Önemli bir kısmı askerî harcamalara gidiyor.

Bir sol.

Hemen diyor ki “bu hırsızlık”. Ve ekliyor: “Hükümet şeriatçı!” Burada kim gizlendi, gizleniyor? Asıl sorulması gereken soru bu değil miydi?

Peki şeriatçı olsa, o hırsızın eli kesilmez mi? Çocukları taciz edenin, şeriat karşısındaki konumu nedir? Bir tutarsızlık olduğu açık. Daha doğrusu, bir şeylerin kapatıldığı. Halkın gözü önüne gerilen perdenin yırtılması değil mi devrimci olan?

Toplamda külli, bütünsel bir hareket var. Devlet erkânı, bunu o bütünlüğünde analiz ediyor. Çeşitli birimleri arasında eşgüdüm olsun olmasın, o bütünlüğe dikkate almak zorunda. Kürdistan hareketi varsa toplamda, onun belirli bir coğrafî plana, o planın belirli bir örgüte, o örgütün de belirli bir kişiye doğru daraltılması şart.

“Hükümet şeriatçı” diyenler, işte böylesi bir müsamerenin parçası. Toplamda bir Müslüman direnişi ve hareketi varsa, onun da belirli bir coğrafyaya ve belirli bir şahsın bedenine kapatılması şart. Davutoğlu operasyonunun tek başına Erdoğan’ın kapris ve hırsıyla izah edilmesi mümkün değil. Devlet, tek bir fiskeyle göndereceği bir kıvama getirmek zorunda bu tip unsurları. Bir sigorta olmak kolay değil.

Erdoğan, dolayısıyla, merkeze çekilmeli. Merkez, en az Erdoğan; Erdoğan, en az merkez kadar laik. Laiklik, bireycilik ve madde tapınımı ile el ele gidiyor. Onu savunmak, bir devlet kurgusunu da ideolojik planda savunmak demek. Yani hem kutsala bağlı olmamak savunuluyor, hem de kutsallar ve ahlak üzerinden bir eleştiri yürütülüyor.

Esasen laiklik, artık budünyanın yükünü sırtlanmak istemeyen Hristiyanlığın bir sancısı. Bu açıdan, sosyal devletin çöküşü ile dinin yükselişi arasında koşutluk aramak mümkün. İkincisine karşı olan, birincisini desteklememenin yollarını da bulmak zorunda. Demek ki “Sermaye dine muhtaç, laiklik yapamaz” boş bir laf. Çünkü teorik bir tespite gözler çevrilip, somuttaki pratik güç aklanıyor.

Dolayısıyla, bir toplantıda Davutoğlu’nun önüne pet şişe, diğerlerinin önüne cam şişe konması sembolik manaya sahip. Cam, laik devletin sürekliliğine dair.

Bugün tüm partiler, zımnen başkanlığı şimdiden benimsemiş görünüyorlar. Tartışma, başkanlıkla idare edilecek devletin laik olup olmaması değil, yerli-yabancı, tüm sermayenin kitleleri ve süreci kontrol etme becerisiyle ilgili. Buna kim teşne?

Devlet bahsi netameli. Devlet karşıtlığı revaçta. Bu açıdan komünizmi “zamandan ve mekândan özgürlük” olarak tarif edenler, sınıftan sıkılmış olanlar, ikrah edenler aslında. Zira burada öz, pazarın, sermayenin yarattığı bir kurgu. Hem buna iman edip hem de o kurguyu yaratanlara karşı mücadele etmek mümkün değil. İmanla bilgi arasındaki kavgaya teşne olmak, demek ki bu kurguyla alakalı. Sınıf, bireyin don değiştirmiş hâli. O birey ki her türden sorumluluktan azade kılınmalı ki sermayenin kontrolü vücud bulabilsin.

Bugün liberaller yazıyor, TV dizileri aracılığıyla Osmanlı tarihini. AKP de oynuyor. Gençlik ve kadın, figür olarak o dizilere nüfuz ediyor. AKP, geri kafalı anne-baba statüsünde artık. Bu huysuz ergenliğin çıkış yolu yok. Liberaller, muhtemel tehlikeler konusunda kâğıt imha makinesi gibi iş görüyor. Devletin seyrine, sermayenin kontrolüne aitler. Mahçupyan ve Süleyman Seyfi Öğün, o nedenle programlarında yıkılan heykelleri anıyorlar. Alttaki mesaj Erdoğan’a. Özünde “bu devletle baş edemezsin” diyorlar. Başlarını iyi biliyorlar.

Zamanda özgürlük parayla; mekânda özgürlük metayla tanımlı. Bu, “zengin de içiyor ben de. Demek ki zenginim” şaşkınlığının bir tezahürü. Komünizmin, burjuvanın her yana nüfuz etmesinde tariflenmesi, bir teslimiyet biçimi. Bugünkü duruma son verende aranmıyorsa, boş bir hayal. Burjuvaya öykünen bir varoluş bugüne dokunamıyor. Hissiyatını ve fikriyatını o tayin ediyor.

Anarşistler bu açıdan teslim olmuş, dinsiz birer Hristiyan keşişi. İnsanlık dinine inanıyorlar. Çırılçıplak çarmıha geriyorlar kendilerini. Her tür kimlikçiliği yapıp, kimliklerinden soyunduklarını söylüyorlar. Esasen eylemlerini sol diye belledikleri düşmana karşı yapıyorlar. Mesele polis değil, sol. Tek soyunulmayan kimlikse, nedense karadonlu erkeklik! Ama kadınlara femenizm layık. Düşmana karşı kudret imkânı ne barındırıyorsa, onu arıtmak istiyorlar.

Kadın, güçlü bir ideoloji. Femenizm fenni gübre. Kadın olmayı, başka bir güce muhtaç kılma meselesi. Burjuva özne değilsen, kadın da değilsin. Sorumlulukla, aşkınlıkla muhabbetin varsa, kadın düşmanısın. O kadın, yok yer. Sadece onların olabildiği bir merci.

Kudret, böylesi mercilerde mümkün. Bireysel kudretleri lehine mazlumların kolektif kudretini kurban etmeye çalışıyorlar. O sunakta başı kesilen, zalime karşı elde edilecek kudret imkânları. Anarşistler, ağız kenarında beliren hoş bir tebessüm. Sömürüye-zulme tahammül etme biçimi. Ona karşı dövüşme pratiği asla değil. Dövüş, kolektif ve “iktidar arzusu” üzre olmalı zira. Bu açıdan bir tek et olma arzularıyla burjuva cennetini bugünde yaşama niyetleri bir anlam ihtiva etmiyor. Eşitleyici pratikleri kişisel rahatlama sağlıyor, ama mücadelenin katı, sert seyrine zerre katkı sunmuyor. “Çıkıntılık etme, icat çıkarma, sürüden ayrılma” diyorlar. Emirler kimin, neyden?

Yani özünde devlet, servet dağılımında basit bir araca indirgenmiş. Sömürülenlerin-mazlumların kolektif pratiği burada, bu şekilde savuşturuluyor. Belki de artık fazla devletten; fazla iktidardan söz etmek gerek. Bu hâliyle, mülk için tüm hasımlarını yarıştıran; rekabet için tüm düşmanlarını ezen basit bir özne. Altta teşekkül eden, rüşeym hâlinde, kandan-terden beslenen, varolan devleti horgören bir başka devlete işaret etmek… Budur, küçük savaşçıları tarihin tüm kudret mücadelelerine bağlayacak olan.

Devlet, hasmını küçültmek, daraltmak, tek fiskeyle ezilecek kıvama getirmek, böylece kontrol altına almak zorunda. Bireysel akıl oyunlarının, stratejilerin, o tepeye kurulma imkânlarını kovalamanın bir faydası yok. Öteki devlet yerin bir karış altında, kök, varsa, ona doğru uzanmalı.

Eren Balkır
7 Mayıs 2016

0 Yorum: