Bir ülke.
İran, Suriye, Kürdistan coğrafyasındaki gelişmeler
üzerinden o ülkenin hükümeti sıkıştırılıyor. İran, ablukanın basıncını buradan
aşıyor. Paralar akıyor. Önemli bir kısmı askerî harcamalara gidiyor.
Bir sol.
Hemen diyor ki “bu hırsızlık”. Ve ekliyor: “Hükümet
şeriatçı!” Burada kim gizlendi, gizleniyor? Asıl sorulması gereken soru bu
değil miydi?
Peki şeriatçı olsa, o hırsızın eli kesilmez mi?
Çocukları taciz edenin, şeriat karşısındaki konumu nedir? Bir tutarsızlık
olduğu açık. Daha doğrusu, bir şeylerin kapatıldığı. Halkın gözü önüne gerilen
perdenin yırtılması değil mi devrimci olan?
Toplamda külli, bütünsel bir hareket var. Devlet
erkânı, bunu o bütünlüğünde analiz ediyor. Çeşitli birimleri arasında eşgüdüm
olsun olmasın, o bütünlüğe dikkate almak zorunda. Kürdistan hareketi varsa
toplamda, onun belirli bir coğrafî plana, o planın belirli bir örgüte, o
örgütün de belirli bir kişiye doğru daraltılması şart.
“Hükümet şeriatçı” diyenler, işte böylesi bir
müsamerenin parçası. Toplamda bir Müslüman direnişi ve hareketi varsa, onun da
belirli bir coğrafyaya ve belirli bir şahsın bedenine kapatılması şart.
Davutoğlu operasyonunun tek başına Erdoğan’ın kapris ve hırsıyla izah edilmesi
mümkün değil. Devlet, tek bir fiskeyle göndereceği bir kıvama getirmek zorunda
bu tip unsurları. Bir sigorta olmak kolay değil.
Erdoğan, dolayısıyla, merkeze çekilmeli. Merkez, en az
Erdoğan; Erdoğan, en az merkez kadar laik. Laiklik, bireycilik ve madde
tapınımı ile el ele gidiyor. Onu savunmak, bir devlet kurgusunu da ideolojik
planda savunmak demek. Yani hem kutsala bağlı olmamak savunuluyor, hem de
kutsallar ve ahlak üzerinden bir eleştiri yürütülüyor.
Esasen laiklik, artık budünyanın yükünü sırtlanmak
istemeyen Hristiyanlığın bir sancısı. Bu açıdan, sosyal devletin çöküşü ile
dinin yükselişi arasında koşutluk aramak mümkün. İkincisine karşı olan,
birincisini desteklememenin yollarını da bulmak zorunda. Demek ki “Sermaye dine
muhtaç, laiklik yapamaz” boş bir laf. Çünkü teorik bir tespite gözler çevrilip,
somuttaki pratik güç aklanıyor.
Dolayısıyla, bir toplantıda Davutoğlu’nun önüne pet
şişe, diğerlerinin önüne cam şişe konması sembolik manaya sahip. Cam, laik
devletin sürekliliğine dair.
Bugün tüm partiler, zımnen başkanlığı şimdiden
benimsemiş görünüyorlar. Tartışma, başkanlıkla idare edilecek devletin laik
olup olmaması değil, yerli-yabancı, tüm sermayenin kitleleri ve süreci kontrol
etme becerisiyle ilgili. Buna kim teşne?
Devlet bahsi netameli. Devlet karşıtlığı revaçta. Bu
açıdan komünizmi “zamandan ve mekândan özgürlük” olarak tarif edenler, sınıftan
sıkılmış olanlar, ikrah edenler aslında. Zira burada öz, pazarın, sermayenin
yarattığı bir kurgu. Hem buna iman edip hem de o kurguyu yaratanlara karşı
mücadele etmek mümkün değil. İmanla bilgi arasındaki kavgaya teşne olmak, demek
ki bu kurguyla alakalı. Sınıf, bireyin don değiştirmiş hâli. O birey ki her
türden sorumluluktan azade kılınmalı ki sermayenin kontrolü vücud bulabilsin.
Bugün liberaller yazıyor, TV dizileri aracılığıyla
Osmanlı tarihini. AKP de oynuyor. Gençlik ve kadın, figür olarak o dizilere
nüfuz ediyor. AKP, geri kafalı anne-baba statüsünde artık. Bu huysuz ergenliğin
çıkış yolu yok. Liberaller, muhtemel tehlikeler konusunda kâğıt imha makinesi
gibi iş görüyor. Devletin seyrine, sermayenin kontrolüne aitler. Mahçupyan ve
Süleyman Seyfi Öğün, o nedenle programlarında yıkılan heykelleri anıyorlar.
Alttaki mesaj Erdoğan’a. Özünde “bu devletle baş edemezsin” diyorlar. Başlarını
iyi biliyorlar.
Zamanda özgürlük parayla; mekânda özgürlük metayla
tanımlı. Bu, “zengin de içiyor ben de. Demek ki zenginim” şaşkınlığının bir
tezahürü. Komünizmin, burjuvanın her yana nüfuz etmesinde tariflenmesi, bir
teslimiyet biçimi. Bugünkü duruma son verende aranmıyorsa, boş bir hayal.
Burjuvaya öykünen bir varoluş bugüne dokunamıyor. Hissiyatını ve fikriyatını o
tayin ediyor.
Anarşistler bu açıdan teslim olmuş, dinsiz birer
Hristiyan keşişi. İnsanlık dinine inanıyorlar. Çırılçıplak çarmıha geriyorlar
kendilerini. Her tür kimlikçiliği yapıp, kimliklerinden soyunduklarını
söylüyorlar. Esasen eylemlerini sol diye belledikleri düşmana karşı yapıyorlar.
Mesele polis değil, sol. Tek soyunulmayan kimlikse, nedense karadonlu erkeklik!
Ama kadınlara femenizm layık. Düşmana karşı kudret imkânı ne barındırıyorsa,
onu arıtmak istiyorlar.
Kadın, güçlü bir ideoloji. Femenizm fenni gübre. Kadın
olmayı, başka bir güce muhtaç kılma meselesi. Burjuva özne değilsen, kadın da
değilsin. Sorumlulukla, aşkınlıkla muhabbetin varsa, kadın düşmanısın. O kadın,
yok yer. Sadece onların olabildiği bir merci.
Kudret, böylesi mercilerde mümkün. Bireysel kudretleri
lehine mazlumların kolektif kudretini kurban etmeye çalışıyorlar. O sunakta
başı kesilen, zalime karşı elde edilecek kudret imkânları. Anarşistler, ağız
kenarında beliren hoş bir tebessüm. Sömürüye-zulme tahammül etme biçimi. Ona
karşı dövüşme pratiği asla değil. Dövüş, kolektif ve “iktidar arzusu” üzre
olmalı zira. Bu açıdan bir tek et olma arzularıyla burjuva cennetini
bugünde yaşama niyetleri bir anlam ihtiva etmiyor. Eşitleyici pratikleri
kişisel rahatlama sağlıyor, ama mücadelenin katı, sert seyrine zerre katkı
sunmuyor. “Çıkıntılık etme, icat çıkarma, sürüden ayrılma” diyorlar. Emirler
kimin, neyden?
Yani özünde devlet, servet dağılımında basit bir araca
indirgenmiş. Sömürülenlerin-mazlumların kolektif pratiği burada, bu şekilde
savuşturuluyor. Belki de artık fazla devletten; fazla iktidardan söz etmek
gerek. Bu hâliyle, mülk için tüm hasımlarını yarıştıran; rekabet için tüm
düşmanlarını ezen basit bir özne. Altta teşekkül eden, rüşeym hâlinde,
kandan-terden beslenen, varolan devleti horgören bir başka devlete işaret
etmek… Budur, küçük savaşçıları tarihin tüm kudret mücadelelerine bağlayacak
olan.
Devlet, hasmını küçültmek, daraltmak, tek fiskeyle
ezilecek kıvama getirmek, böylece kontrol altına almak zorunda. Bireysel akıl
oyunlarının, stratejilerin, o tepeye kurulma imkânlarını kovalamanın bir
faydası yok. Öteki devlet yerin bir karış altında, kök, varsa, ona doğru
uzanmalı.
Eren Balkır
7 Mayıs 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder