16 Şubat 2021

Ahlaki Kanaatkârlık Tuzağı


Geçtiğimiz beş yılda Demokrat Parti etrafında oluşan koalisyon, bir dizi siyasi tutkunun peşinden sürüklendi. Yoğunluklarına rağmen bu ahlaki coşkunluk anları haber akışı devam ettikçe sönümlenmeye eğilimliydi. Yine de bu seçmen kitlesini bir arada tutan çeşitli sloganlardan geriye kalan bir şey var: “yaşam(lar)” savunuculuğu. Bu sözcük (“yaşamlar”) aralarındaki bağ normalde güçsüz olan birtakım davaların retoriğini ortaklaştıran bir hat işlevi görüyor.

Bu davaların en bariz örneği “Siyahların Yaşamları Önemlidir” hareketi. Bu hareket Obama yönetiminin son yıllarında ortaya çıktı, ama 2020’de tekrar güç kazanana dek Trump döneminin büyük kısmında köşesine çekilmiş bir görünüm sundu. Bir de bugünlerde unutulmuş olan “Yaşamlarımız için Yürüyelim” hareketi var. Bu hareket, 2018’deki Parkland, Florida’da yaşanan katliam üzerine silahlı şiddete karşı baş gösterdi. Daha yakın zamanlarda Covid-19 pandemisine yönelik alınan önlemlere destek niteliğindeki ifadeler de aynı sözcükten yararlanıyordu: “evde kalın, hayat kurtarın” ve “maske hayat kurtarır”.

İlk bakışta özellikle bu davalara sempati duyanlar açısından bu retorik, temel insan haysiyetinin ispat gerektirmeyen bir dışavurumu gibi görünebilir. Ancak, liberal mesajların içerdiği görece yakın tarihli bu yenilik bizi şaşırtmalı aslında, zira “yaşam”ın korunması gereğini vurgulayan sloganlar uzun süredir dinî tutuculukla ilişkilendiriliyordu. Ne de olsa, kendisini “yaşam”ın yanında konumlandıran oluşumların en bilineni, kürtaj karşıtı harekettir.

Liberaller kürtaj karşıtlığıyla “yaşam” için duyulan endişe arasındaki bağlantıyı kabul etmeme eğilimindeler. Onyıllar boyunca yaşam-yanlısı hareketin fetüsün yaşamına aşırı derecede değer atfederken anneninkini yeterince değerli görmediğini ve tutucuların aynı anda hem kürtaja karşı olup hem de -ordunun güçlendirilmesinden ölüm cezasına kadar- “yaşam”a açıkça düşman olan politikalara destek vermelerinin onların tutarsızlığını gösterdiğini iddia ettiler. Bu bakış açısına göre yaşam-yanlısı davanın bütünlüklü bir yaşam algısı bulunmuyor; belirli bir “yaşamlar” kategorisini çembere alıp onu korunmaya muhtaç ilan ederken yaşamı sürdürülmeye değer kılan olumlu şeylere dönük arayış hakkına gereken değeri vermiyor.

Ne var ki, son zamanlardaki “yaşamlar” merkezli liberal davalar da aynı eleştirilere konu edilebilir. Bunların sloganları çok büyük ahlaki endişelere işaret ediyor, ama pratikte talepleri birtakım ölümlerin önlenmesinden ibaret. Örneğin kitle katliamları ABD’de silahla vurulmaktan kaynaklanan ölümlerin çok küçük bir kısmının sorumlusu, ama “Yaşamlarımız için Yürüyelim” hareketi bu kategoriye bu konudaki tartışmada şişirilmiş bir rol atfetti. Aynı zamanda, kürtaj tartışmasında olduğu gibi belirli “yaşamlar”ın korunması talebi, genellikle bu uğurda nelerin feda edildiğini ve başka birtakım karmaşık öğeleri tartışma dışı tutuyor. Örneğin, sosyal mesafenin bazı hayatları kurtarmış olmakla beraber diğer bazı hayatları tehlikeye atıyor olması “evde kal”ınması yönündeki standart çağrı tarafından görünmez kılındı.

Yaşam-yanlısı hareketi eleştirenlerin belirttiği gibi, yaşam hakkına dönük vurgu diğer değerleri ikincil bir konuma itme riskini barındırıyor. Dahası bu vurgu, toplumsal faydanın itirazsız gözden çıkarılmasına da yol açabiliyor. Örneğin, “evde kal, hayat kurtar” çağrıları devletin organize ve etkili halk sağlığı politikalarını devreye sokma noktasındaki yetersizliğini mutlak bir durum olarak görüyor. Bu nedenle de pandemiyi denetim altında tutma sorumluluğunun bireylere yüklenmesi üzerine kurulu düşünce ve eylemi tahkim ediyor. Bu anlamda yaşamcı politikalar, kemer sıkma mantığının ahlaki bir dışavurumu niteliğinde.

Net olmak gerekirse, bu mantık gereksiz ölümleri ve onların nedenlerini önleme talebinden ziyade, bu güdüyü diğer arayış ve amaçların önüne koyma eğilimi ile ilgili. İtalyan filozof Giorgio Agamben’e göre, kürtaj ve ötanazi meseleleri etrafında dönen uzun süreli tartışmada da görüldüğü gibi, bu eğilim siyasetin onun deyimiyle “çıplak yaşam”a doğru yönlendirilmesinin uzantısı.

Agamben’in eseri, yaşamın salt biyolojik yönünün, başka bir deyişle, yaşama katkı sunacak olan olumlu şeyler kümesine karşıt olarak sırf “yaşıyor oluş”un politize edilmesinin bir eleştirisi. Antik dünyada yaşamın toplumsal ve siyasal boyutu, “polis”teki yurttaşın kamusal yaşamıydı. Ama Agamben, bizim artık esasen ayrı şeyler olan yaşam ve siyasetin birleşmeye başladığı bir zamanda yaşadığımızı söylüyor. Biyolojik “çıplak yaşam”ın korunması siyaseti güdüleyen ana öğe olunca insanlar kaçınılmaz olarak diğer yurttaşları tehlike ve bulaş taşıyıcıları olarak görmeye başlıyorlar. Bunun muhtemel sonucu, kendilerini yaşamın koruyucusu olarak gösterenlere hesap vermek zorunda olmadıkları bir iktidarın bahşedilmesi olacaktır.

Agamben, kapatma uygulamalarının başlarında, bahar aylarında, tartışmalara yol açacak biçimde Covid-19’un yeni bir “tekno-medikal despotizm”in temeline dönüştüğünü, “yaşamları kurtarmak” adına tek taraflı olarak hakların gaspedilip diğer değerlerin ikincil plana itildiğini iddia etmişti. Bu iddia ona şiddetli eleştirilerin yöneltilmesine yol açtı; bu eleştiriler ağırlıklı olarak onun soldaki eski müttefiklerinden geldi. Ne var ki, bu iddia onun iktidarın gidişatı ile ilgili uzun süredir söyledikleriyle tutarlı. Şimdiki sözleri, onun özellikle 11 Eylül sonrasında gelişen “Teröre Karşı Savaş”a yönelik daha iyi karşılanmış saldırılarını hatırlatıyor; ki şunu da unutmamak gerek: bu savaş da yaşamlarımızdan duyduğumuz endişe üzerinden meşrulaştırılmıştı.

Bu durum Agamben’in fikirlerini temel aldığı Michel Foucault’nun biyopolitika olarak adlandırdığı modern istisna hali; biyopolitika, devletin tebaasına biyolojik varlıklar olarak daha çok müdahale etmesini getiriyor. Biyopolitik iktidarın geniş alana yayıldığı bu rejim, bireylerin yaşamlarını eğitim ve tıp gibi kurumlar eliyle düzenlerken bir yandan da devlet ve özel bürokrasiler kitleleri giderek büyüyen ölçeklerde istatistiğin konusu kılıyor, sınıflandırıyor ve yönetiyor.

Bugün “yaşamlar”la ilgili sloganlar biyopolitik varsayımların ne dereceye kadar içselleştiğini ortaya koyuyor. Ortak davaların savunduğu yaşamlar her şeyden önce “çıplak yaşam” olarak ele alınıyor; bunların ana hedefi, sadece ölümlerin önlenmesi. Dahası, korunmaya muhtaç yaşamlara bakışları da biyopolitik nüfus yönetimi teknikleri ile uyum içinde. Ne de olsa, bu davaları bireysel kahramanlıkları öne çıkaran medya anlatıları besliyor genellikle; onların zamana dayanmasını sağlayan şey ise bu anekdotların istatistikî modellemelere dönüştürülmesi. Gazeteler, sürekli Covid-19’la ilgili içlerinde grafiklerin ve tabloların bulunduğu makaleler yayınlıyorlar. Polislerin işlediği cinayetlerin videoları milyonlarca kere izleniyor, ama bu videolara siyasi anlamını veren, ırksal adaletsizliklerle ilgili istatistikler oluyor.

Yaşamları kurtarmaya ya da korumaya çalışan bir inisiyatifin başarısı için önsel ölçü, bu durumda, dikkat çekilen ölümler altkümesinde bir azalmanın gerçekleşmesi oluyor. Başarının olumlu bir gösterimi mümkün değil: ölmemişlik, sayılabilir bir şey değil nihayetinde. Kurtarılan yaşamlar, şu halde, ancak ilgili ölçümlerde aşağı doğru bir hareket biçiminde ispatlanabilir. Bu çok açık görünebilir ancak ortada toplumsal açıdan yararlı olan şeylere erişimi ve oy kullanma hakkı, işçileri örgütleme hakkı, eğitim hakkı, haftasonu izni, hastalık izni, ücretli izin, okula erişim gibi hakların genişlemesini gözeten hareketlerle açık bir benzeşmezlik var. Vurgudaki bu kayma, siyasi imkânlar ufkunda bir daralmanın zımnen kabulünü ima ediyor.

Biyopolitik eğilimleriyle uyumlu olarak “yaşam”cı gündem, kolektif bir müzakere yoluyla ulaşılacak bir uzlaşının peşinde değil. Daha ziyade, amaçlarına sırf ahlaki zorlama yoluyla ulaşmaya çabalıyor. Yaşamların korunması talebinin gücü, apaçık basitliğinden geliyor. Ama bu basitlik, aynı zamanda onun tepemize inip duran bir ahlak sopasına dönüşmesini de koşulluyor. Bu davaya ve ilgili taleplere dönük eleştiri, talep sahiplerince hemen ölümlere kayıtsızlık olarak damgalanabiliyor.

Pratikte bu retorik tarzı, birleştirici olmaktan çok bölücü, çünkü ikna olmamışları peşinen kötülüyor. Ama eğer örtülü hedef, ahlaki olarak aydınlanmış seçkinlerin sorgusuzca kabul edilmiş idaresi için ideolojik bir kılıf yaratmaksa bu kötüleme şu görüşten kaynaklanıyor demektir: seçkinlerin yönetimini gerekli kılan halkın sözde ahlaki düşüklüğüdür. Yaşamcı siyasetin uyuşturucu ve terörle mücadele gibi eski tezahürleri, bu davanın bazılarının yaşamlarını koruma görüntüsü altında başkalarınınkini mahvederken, bir yandan da hesap vermez, layüsel bir iktidarın berkitilmesine yol verdiğini açıkça gösterdi. Kurbanlar için duyulan kaygı böylece kurbanlaştırma için tam yetkiye dönüştü, ama davanın ahlaki saflığı, bu türden itirazları davayı güdenlerin gözünde değersiz kılıyordu.

Ezcümle, yaşamları korumaya dönük arzu, teknokratik siyaset karşıtlığının duygusal yüzü olarak işlevlenebilir. Siyasi davaların bu terimlerle ifade edilmesi, devletin biyopolitik bir koruyucu olarak rolünün altını çizip siyasetin bu amaca indirgenmesini güdülüyor, ki bu da genişletilmiş bir bürokratik denetim rejiminin önünü açmak demek. (Devlete verilen) Bu yetki, onyıllara yayılmış kemer sıkma politikaları sonucu kamusal yatırımların da yok edilmesiyle tahkim edilmiş oldu. İyi bir yaşamın nasıl olabileceğine dair ortak bir görüşün yokluğunda geriye sadece yaşamın kendisi kalıyor. Bu öncülü kabul eden herhangi bir siyasetin bugünün açmazlarını aşması mümkün görünmüyor.

Geoff Shullenberger
23 Aralık 2020
Kaynak

0 Yorum: