Pages

28 Kasım 2016

Fidel Castro Şiiri


Fidel Castro Şiiri
(Protesto Şarkısı)

Halk minnettar o eyleme geçmiş sözlere,
Şarkılar söyleyen o harekete.
Ülkemin şarabından koydum bu yüzden
O uzak diyarlardan getirdiğim kâseye:
Yerin altında yaşayan insanların kanı var içinde
Biliyorum onlar, çıkıp o gölgeden
Senin boğazına dizildi.
Yüzlerce yıldır yaşayan
Buz tutmuş topraklardan ateş çıkartan
Madencilerdir onlar.
Kömür için denizin altına iniyorlar
Birer hayalet gibi geri dönüyorlar
Bitmek bilmeyen geceye alışıklar.
Günışığı çalınmış onlardan.
Bu kâsede onca ızdırap
Onca mesafe yüklü.
Rayihanın ve baharın gelişini
Madenlerin dibinden hisseden,
Karanlığın ve yanılsamaların hükmettiği
Tutsak insanların mutluluğu bu.

Mutlular çünkü biliyorlar o Adamın

En duru sabahlara ulaşmak için mücadele ettiğini.
La Pampa’nın yalnız evlatları
Güneyin madencileri
Patagonya soğuğunun çobanları
Kalay ve gümüşün babaları görüyor Küba’yı
Dağlarla evli olanlar
Chuquicamata’dan bakır çıkartanlar,
Yollara saklanmış insanlar
Saf bir nostaljiye bağlı o halk
Tarlaların ve atölyelerin kadınları
Çocukluklarına ağlayan çocuklar
Sana bu kâseyi gönderdi, Fidel.
İçi alabildiğine umut dolu
İçince bileceksin
Senin zaferinin ülkemin
Yaşlanmış şarabı gibi olduğunu
Anlayacaksın bir değil
Birçok insanın elinden çıktığını.
Bir damla değil,
Nehirlerdir orada akan.
İçinde tek bir asker yok
Onlarca cenktir yaşanan.
Onlar seni destekliyor
Çünkü sen o uzun mücadelemizin
Müşterek onurunu temsil ediyorsun.
Küba düşerse biz de düşeriz.
O düşse gelir kaldırırız
Çiçek açarsa özü bizdendir.
Cüret edip de Küba’nın o ak alnına dokunsalar
Yerler hemen halkın yumruğunu
Toprağa gömdüğümüz silâhları çıkartır
Kan ve gururla gelir savunuruz
Can Küba’mızı.
Pablo Neruda

27 Kasım 2016

Hodbin


Kimlikçi siyaset, bir tür bencillik biçimi olarak zuhur ediyor. Maddî ilişkileri dikine kesen dinamikler, bu sayede etkisizleştiriliyorlar.

Fidel Castro’nun ölümünü takip eden bir gün içerisinde onunla ilgili olarak edilen küfürlerde bir yandan eşcinsel edebiyatına, bir yandan da Kürd edebiyatına sığınılıyor. Dolayısıyla, ABD rejimi ile Küba’daki düzen arasındaki sınırlar kaldırılıyor. Castro’nun kendisi dışında, öznel varlığı ötesinde kazandığı anlam ve bağlam, bu küçük burjuva siyaset şahsında dağıtılmaya çalışılıyor.

Bugün bir bencillik biçimi olarak Müslüman olmakla, Kürd olmak veya solcu olmak arasında yaşanan bir yarışa tanıklık ediliyor. Dikkatleri başka yöne çekmek adına, başkaları eleştiriliyor. O eleştirilere bakarak, o eleştirilerin sahiplerini eleştirmek mümkün. “Kürd”, bir tür bencil varlığın ideolojik etiketi hâline geliyor. Bu, “kadın”, “sol” gibi etiketler için de geçerli.

Düzenin ördüğü duvarları yıkmak zorunlu.

* * *

Almanya’daki Avakiancı hareketin şeflerinden Emrah Cilasun, son dönemde bu hatta gerilediğini somut örneklerle kanıtlıyor. Artık Tarafçı, liberal Ayşe Hür’ün çizgisine oturan Cilasun, Avakiancılığı sırf bu bencilliğe fikrî gerekçe ve zemin sunduğu için benimsiyor. Tüm Amerikancı troçkizmin savunucuları, Castro’ya küfrediyorlar. Cilasun da onlardan geri kalmıyor. Çünkü Avakiancılığın o “büyük sentez”i, esasen Avrupa’nın kampüs maoizmi ile Amerikan troçkizmi arasında gerçekleşiyor. Bu sentez, tarihte tepe noktadaki şahısların “burjuva” ilân edilerek, kendi küçük burjuvalığını gizleme amacını güdüyor. O liderleri şeytanlaştırıp taşlamak hiçbir sorunu halletmiyor, sadece ameli bir olmazlığa fırlatıp atıyor.

Cilasun, Castro’yu burjuva kapitalist olmakla eleştiriyor. Amerika’da çıkan burjuva dergilerden ilham alan bu yaklaşım, Castro’yu dünyanın en zenginleri listesinde başa yazıyor. O dergiler, toprakların ve fabrikaların sahibinin Castro olduğu tezviratını üretiyorlar. Onlar ve Cilasun, özünde devrim öncesi hâkim olan pavyonların ve kumarhanelerin sahipleri adına konuşuyorlar. Buna solcu kılıf bulmak ise ancak batı aydınlanmacılığı övgüsü ile mümkün oluyor.

Cilasun, Maçoğlu’nu işte bu zeminde ateşe atıyor. Maçoğlu’nun Bursa’daki bir CHP’li belediye başkanından plaket almasını eleştiriyor. Ama kendisinin neden Enver Aysever’gille röportaj[1] yaptığına zerre izahat getirmiyor. Çünkü Aysever’gillerin o belediye başkanından daha az Kemalist olduğunu zannediyor. Böylelikle Said-i Nursi ile ilgili kitabını ona kimlerin yazdırdığını, belgeleri kimlerin verdiğini örtbas etme imkânı buluyor. Ayrıca Kaypakkaya’yı liberalizme bağlamaya çalışıyor. Kitabını basan yayınevinin ardındaki zarfta Kemalist, mazrufta Fethullahçı olan eli sorgulamıyor. Bir tekinli olarak, Tekin’sizlere saldırmayı iş belliyor.

* * *

Bob Avakian’ın tek esprisi, Maoizmin din hâline geldiği tespiti.[2] Bunun üzerinden dine karşı savaş başlatıyor ve ABD devletinin 11 Eylül sonrası açtığı savaşa bir biçimde eklemleniyor. Dile dökülen allı pullu lafların hiçbir önemi bulunmuyor. Sentez, ancak bu zeminde gerçekleşebiliyor.

Zannediyorlar ki 1968’in cinsellik, altkültür, kimlik üzerine kurulu siyaseti, emperyalizme ve kapitalizme karşı geliştirilmiş. Oysa o dönemin aktörleri, açıktan söylüyorlar, tek hedefin Sovyetler olduğunu. Bugün o küfür edebiyatı, Castro’nun vefatı ile birlikte yeniden gündeme geliyor. Çünkü efendiler, insanların kendileri dışında bir güç adına, kolektif bir faaliyet içerisine girmesini istemiyorlar. Kendi özgürlük ve demokrasi kurgusunun galebe çalması için uğraşıyorlar.

* * *

Sadece Kürd’ü gördüğünü söyleyen, Kürd’e kör. Salt kadına bakan, kadına düşman. Yalnızca kendi sol fikirlerini yaldızlamakla meşgul olan, sosyalizmin altını oyuyor. Dinimiz de dilimiz de, elimiz de sömürülene ve ezilene göre biçimlenmeyi bekliyor. Efendilerin, “sadece kendinizi düşünün” edebiyatına örgütlenenlerin bu ağır işi üstlenmeleri mümkün değil.

Kendi bencil varlıklarını öne çıkartanlar, misal Castro’yu da birey olarak değerlendiriyorlar. Raul’un Fidel’in kardeşi olduğu için başa geçtiğini zannediyorlar, Raul’un devrim ordusunun komutanlarından olduğunu görmek istemiyorlar. Castro’nun ahlaksızları, hırsızları, gaspçıları, Batista uşaklarını cezalandırdığına kızıyorlar, üstelik sol adına.

* * *

AKP yanlısı Müslümanlar da benzer bir dili İran üzerinden ediniyorlar. Suriye ve İran bağlamında, batıdan gelen tüm liberal zırvaya kul oluyorlar. Ne emperyalizmle ne de kapitalizmle dertleri var. Bu nedenle sol liberallerin Castro ile ilgili değerlendirmelerini paylaşıyorlar. Kişinin dışındaki bir güce bağlanması, müşterek bir aidiyete örgütlenmesi ve şiddetli bir dalga ile zulmün kalelerini dövmesi, ancak bu sayede önleniyor. AKP, o dalgayı kırmak için var. Sol, her şeyi kendi üzerine alıyor!

Bugün Tayyip’in yerinde Alper Taş ya da Demirtaş ya da Kemal Okuyan olsa, Tayyip’in yaptıklarına benzer şeyler yapmak zorunda. O nedenle, kendilerinde gördükleri, laiklik, aydınlanma gibi vasıfları öne çıkartıyorlar. İktidara gelseler, Syriza gibi olacaklarını biliyorlar. Bu yüzden sadece biçimsel ayrımlara vurgu yapıyorlar. En özü, Avrupa solculuğuna kaçıyorlar. AB savunuculuğu yapıyorlar.

“Bu ülkenin Syriza’sı benim” diye aralarında yarışanlar, Syriza’ya yönelik saldırıyı protesto etmiyorlar, Syriza’nın halkına yönelik saldırısına dair tek bir şey söylemiyorlar. Herkes, burjuva siyasetinin prangalarından memnun. Sadece efendilerin kendilerini işaret edecekleri günü bekliyorlar. Bu burjuva siyaset pazarında ihtiyaç yaratmak için uğraşıyorlar.

Solun önce kendi dalgakıranları ile uğraşması gerekiyor. Kendine yeterli, kendinden menkul, kendi varlığını yücelten, bencilliği solculuk zanneden yanını kesip atması şart.

Eren Balkır
27 Kasım 2016

Dipnotlar:
[1] Selnur Aysever, “Emrah Cilasun ile İbrahim Kaypakkaya Üzerine”, 30 Nisan 2017, Aykırı.

[2] Avakian ile ilgili bir eleştiri için bkz.: Pavel Andreyev, “Bob Avakyan Eleştirisi”, 26 Ocak 2016, İştirakî.

Küba’yla Dayanışma

Fidel Castro’nun ölümü üzerine, Washington’daki kanalizasyondan fışkıran ve oradan Miami’deki Küçük Havana’ya ve plütokrasiye ait medya organlarına akan o acınası sevinç gösterilerini görünce hiç şaşırmadım. Bu şebeke, Küba deneyiminden nefret etmeye her daim meyilli olmuştu. Bu nefretin en önemli nedeni de kimilerinin pazarlık masasında sahip oldukları servetlerini kaybetmiş olmalarıydı. ABD sahillerine yalnızca yüz elli kilometre ötedeki bir deneyime bu nedenle düşmanca yaklaşıyorlardı.

Castro karşıtı ekibin içinde Gloria Estefan da var. Castro’nun ölümünü kutluyor. Ama babası Leonardo García’nın diktatör Batista’nın koruması olduğundan ve CIA’in Domuzlar Körfezi’ndeki başarısız işgal girişiminde aktif olarak yer almış olmasından hiç söz etmiyor. Estefan, babasının yaptıklarından dolayı suçlanamaz elbette, ama bu sevinç gösterisini ve kendisini vareden genel bağlamı da gözden kaçırmamak gerekiyor.

Bu çevrelerin dayanışma içerisinde olmasını beklememiz tabii ki mümkün değil. Bu insanlar, Küba’daki yönetimi devirmek ve Batistacıların iktidarını yeniden tesis etmek için çok uğraştılar.

Benim Küba’yla dayanışma faaliyetlerim Hindistan’da başladı. Küba Devrimi hakkında yazılanları okuduktan sonra dayanışma faaliyetlerine katıldım. Bu süreçte Castro’nun 1983’te Bağımsızlar Hareketi’nin Delhi’de yaptığı konuşmayı izleme fırsatı buldum.

Küba’nın özel bir dönemden geçtiği doksanlar boyunca Hindistan Komünist Partisi (Marksist) ve Hindistan Komünist Partisi, on bin ton buğday ve on bin ton pirinç yetiştirip Küba’ya gönderdi. Yoldaş Harkishan Singh Surjeet, tüm Pencab’ı gezip çiftçilerden Küba’ya buğday bağışı yapmalarını rica etti. Tüm mahsul Kalküta limanı üzerinden Havana’ya gitti. Her bir Kübalı, böylelikle Hint ekmeğinden bir dilim tatma imkânı buldu. Bunun üzerine Castro, Yoldaş Surjeet’e “Ekmek Adam” demeye başlamıştı. Surjeet, 2008’de vefat edince Fidel, onu takdir eden yazısında bu ifadeyi tekrar kullandı.

On yıl önce Üçüncü Asya Pasifik Bölgesel Küba’yla Dayanışma Konferansı’na katıldım. Aşağıdaki fotoğrafta kızım Zalia Maya ile birlikte görünüyorum. Konferans sonrası tuttuğum günlüğü CounterPunch yayınladı. Konferans süresince yaşanan en önemli olay Tomás Gutiérrez Alea’nın Azgelişmişliğin Hatıratı (1968) isimli çalışmasını yayınlayan Sergio Corrieri Hernandez’de röportaj yapma imkânı bulmamdı. Hernandez, o röportajda dayanışmanın körü körüne destek demek olmadığını, devrimin hayatta kalıp başarılı olması için ne tür bir yardımda bulunulması gerektiği konusunda Küba ile belirli bir sohbet içerisinde olmak gerektiğini söylemiş ve şunları aktarmıştı: “Toplumumuzun, yaşadığımız güçlüklerin ve yapılan hataların inceleneceği devasa bir proje hazırlanıyor. Başında Fidel var. Proje, işyerlerinde, eğitim kurumlarında sürüyor ve tek amacı toplumu ilerletmek.”

Castro ve Küba Devrimi ile ilgili olarak Batı medyasında yapılan miyoplara has değerlendirmeler hiç umurumda değil. Bu medyanın Castro ve Küba hakkında herhangi bir hükümde bulunabilecek zerre birikimi yok.

Vijay Prashad

26 Kasım 2016

Devrimin İlhamı


Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, 25 Kasım 2016 Cuma günü Küba’nın eski başbakanı ve sonrasında cumhurbaşkanı olan, tarihsel enternasyonal devrimci lider, Yoldaş Fidel Castro Ruz’un kaybı üzerine, Küba halkına, Filistin halkına ve dünyadaki devrimci hareketlere başsağlığı diliyoruz.

Kendisini 1959’da ABD emperyalizmine ve onun kuklası Batista rejimine karşı elde ettiği devrimci zaferde ortaya koyan, emperyalizm ve kapitalizmle mücadeleye dönük o enternasyonalist, devrimci bağlılığı dâhilinde Castro her zaman emperyalizm, Siyonizm, ırkçılık ve kapitalizm karşısında, dünyanın mazlum halklarının yanında yer almıştır. Ömrü boyunca Fidel, Venezuela, Bolivya, Nikaragua, El Salvador’daki ve tüm kıtadaki devrimci mücadeleyi desteklemiş ve bu mücadele için örnek teşkil etmiştir. Castro’nun enternasyonal devrimci dayanışma ve mücadele üzerinden geride bıraktığı miras, Angola’dan Güney Afrika’ya, Filistin’den Mozambik’e, Bolivya’dan El Salvador’a dünyanın birçok ülkesinde sınırları aşıp devrime, demokrasiye ve sosyalizme uzanan bir örnek olarak iş görmeye devam etmektedir.

Dünyanın emperyalist güçlerin hâkimiyeti altında olduğu bir dönemde, ABD emperyalizmine yaşattığı yenilgiler ve Küba devriminin gerçekliği ile mirasından öğrenmek, bu mirası aziz tutmak gerekmektedir. Küba devriminin elde ettiği zafer, silâhlı mücadelenin gerçekleştirdiği bir zaferdir. Bu zafer, tümüyle halka aittir. Fidel ve yoldaşları, sadece 1959’daki zafer ânında değil, o devrimi takip eden onlarca yıl boyunca, devrimin zaferini güvence altına almak adına, işçileri ve köylüleri seferber etmiştir. Tüm çelişkilerine karşın Küba devrimi, üretimin millîleştirilmesi, servetin bölüştürülmesi ve ücretsiz eğitim ve sağlık sisteminin inşası konusunda önemli bir örnek ortaya koymuştur.

Castro’nun hayatı ve tüm Küba devrimi tarihi boyunca Filistin halkının ulusal kurtuluş hareketi ve Filistin devrimine verilen destek, dünyadaki ilerici güçler ve mücadele içerisindeki halklar arasında devrimci ittifakların kurulması meselesini merkeze alan anti-emperyalist yaklaşımın odağındaki yerini her zaman korumuştur. Filistin halkı ve Küba halkı, Latin Amerika’da, Afrika’da ve Arap dünyasında emperyalizm ve ona bağlı güçlere karşı koyma noktasında, her düzeyde yan yana durmuştur. Üç kıtayı kucaklayan ittifak ve Bağlantısızlar Hareketi dâhilinde Küba, uluslararası mücadelenin her yönünde, Filistin halkının ve onun kurtuluş hareketinin yanında yer almış, emperyalizme, sömürgeciliğe ve onun Filistin’deki tezahürü olan Siyonizme karşı gelişen kolektif hareket konusunda devrimci bir ittifak kurmuştur. Siyonizm, ırkçı zulmün önemli bir silâhıdır. Bu gerçeği Fidel Castro, Küba halkı ve devleti de kabul etmiştir. Söz konusu birlik, yıllar içerisinde dağılmamıştır. Siyonizmin silâhları 2014’te Gazze’yi vurduğunda, Castro Filistin halkını katleden bu “mide bulandırıcı faşizmi” ağır bir dille eleştirmiştir. Ayrıca bugün Küba’da uzun süreli burs programları sayesinde onlarca Filistinli öğrenci eğitim görmeye devam etmektedir.

Fidel Castro’nun vefatı ile onun yoldaşlarını, Che Guevara, Celia Sanchez, Camilo Cienfuegos, Haydee Santamaria’yı ve yeni Küba’yı kurmak, devrimci toplumu inşa etmek için mücadele etmiş olan onca insanı da hatırlıyoruz. Bu, sadece yas tutacağımız ve geçmişi hatırlayacağımız bir ân değil, aynı zamanda Filistin’de demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zaferi adına devrimci fikirlerimizin tekrar hayat bulmasını sağlamak için uğraşacağımız bir zamandır.

Castro, “devrim, geçmişle gelecek arasında süren bir ölüm kalım mücadelesidir” demektedir. Ömrü boyunca o, bu geleceğe can vermek, varlık kazandırmak için bıkıp usanmaksızın mücadele etmiştir. İçinde olduğumuz moment, Siyonizmi ve emperyalizmi yenmek için Filistin devrimine, Arap devrimine ve uluslararası devrime odaklanmamızı, onları incelememizi ve geliştirmemizi, aynı zamanda kurtuluşa, adalete, demokrasiye ve sosyalizme kavuşacağımız o gelecek için mücadele etmemizi talep etmektedir.

FHKC
26 Kasım 2016
Kaynak

Filistin'den Küba'ya Selam

Samidoun Filistinli Tutsaklarla Dayanışma Ağı, 25 Kasım 2016 Cuma günü vefat eden Fidel Castro’nun ömrü boyunca verdiği mücadeleyi ve devrimini selamlar. Castro, Küba halkı, Latin Amerika halkları ve tüm dünya için devrimci mücadelenin bir sembolü ve uygulayıcısıdır.

Hukuk öğrencisi, sonrasında avukat olarak Fidel, Karayipler ve tüm Latin Amerika’da ABD’nin, ayrıca onun destekleyip dayattığı sağcı hükümetlerin oynadığı role karşı mücadeleye bağlı kalmış olan bir komünist ve anti-emperyalisttir. Devrimci faaliyeti ve mücadelesi üzerinden Küba’da hapse atılmış, serbest kaldıktan sonra 26 Temmuz Hareketi’ni kurmuştur. Örgüt, sonrasında Küba Devrimi’ni inşa etmiş, ABD destekli diktatör Fulgencio Batista’yı 1959’da mağlup etmiştir. Mahkemede yaptığı “Tarih Beni Aklayacak” konuşmasında, halk devrimini tüm cüretiyle savunmuştur: “Ama ben hapishaneden korkmuyorum, çünkü yetmiş yoldaşımın canını alan sefil bir zorbanın öfkesi beni asla ürkütmüyor. Mahkûm edin beni. Önemi yok bunun. Tarih beni aklayacak.”

Castro, enternasyonalizm ilkesini ve bu yönde atılan adımları sürekli destekler ve Filistin halkını da içerecek biçimde tüm Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki halkların sömürgecilik karşıtı, devrimci mücadelelerine destek verip o mücadelelerle dayanışma içerisinde olur. Dünyanın şaşkınlıkla izlediği, Filistin halkına yönelik süregiden soykırıma son verilmesi için eyleme geçilmesini talep etmiştir. 1975’te Küba, Birleşmiş Milletler’in 3379 sayılı kararının altına imza atmış, Siyonizmin ırkçı niteliğini ortaya koymuştur. Küba’nın o dönemde aldığı konumu aktaran bildirisinde dile geldiği biçimiyle, “Filistin’i işgal eden Siyonist İsrail rejiminin emperyalist kökenleri ve ırkçı yapısı ile Güney Afrika’da siyahları sömüren rejimin yapısı birdir.”

Castro, bu anlamda yalnız da değildir. O, Latin Amerika’da Filistin’e yönelik sergilenen dayanışmanın önemli bir sembolüdür. Bu dayanışma, kıta genelinde süren halk hareketleri ve Venezuela ile Bolivya gibi ülkeler nezdinde devam etmiş, Latin Amerika genelinde Filistin halkının mücadelesine yönelik destek ve İsrail devleti ile kurulan bağların kopartılmasına dönük talep varlığını sürdürmüştür. Bu dayanışma, sadece Filistin ile de sınırlı değildir. Castro ve başında olduğu Küba hükümeti, Afrika’daki halk hareketlerinin ırk ayrımcılığı ve emperyalizme karşı mücadelesiyle dayanışma içerisinde olmuş, bu kıtaya sağlık alanında önemli destekler sunmuştur. Castro, aynı zamanda ABD’deki siyah devrimci hareketleri de dâhil, emperyalist uluslarda varolan toplumsal hareketler ve ezilen halklarla bağlar kurmaya çalışmıştır. Tüm ömrü boyunca, Küba devriminin lideri, ardından Küba’nın başbakanı ve cumhurbaşkanı olarak mücadelenin bir sembolü hâline gelen Castro, Küba’daki ve dünyadaki mücadeleci insanlarla birlikte, her daim kapitalizme ve emperyalizme karşı çıkmıştır.

2014’te Castro, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısına tepki olarak, tüm dünyada yankı bulan, yürekleri dağlayan bir mesaj yayınlamış ve şunları söylemiştir:

“İnsanlık tarihinde bugün, faşizmin yeni ve mide bulandırıcı bir biçimi, tüm o gücüyle açığa çıkıyor. […] Bu İsrail hükümeti, dünyanın bugün Filistin halkının maruz kaldığı dehşet verici soykırıma neden sessiz kalacağına inanıyor? O, ABD imparatorluğunun bu utanç verici katliamın suç ortağı olduğu gerçeğini herkesin göz ardı edeceğini mi umuyor?”

İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsaklar, bilhassa Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin solcu tutsakları, hapishanelerde Fidel Castro’yu anacaklarını duyurdular ve onun devrimci mücadelesi ile enternasyonalizme olan bağlılığına atıfta bulundular. Samidoun da kurtuluş mücadelesinin o büyük insanının acı kaybının yasını tutan, onun ve Küba halkının tarihsel başarılarını selamlayan, ayrıca zafer ve kurtuluş yolunda yürümeye devam edeceğine söz veren bu tutsaklarla ve dünya üzerinde mücadele eden halklarla birlikte olduğunu beyan eder.

Samidoun
26 Kasım 2016
Kaynak

Mandela ve Küba



Sizlerin ırkçılığın kökünün sistemli bir biçimde kurutulması davasına gösterdiğiniz bağlılığın eşi benzeri yok.

Büyük bir alçak gönüllülükle geldik buraya. Yüreğimizdeki o derin duyguyla buradayız. Küba halkına minnettarız, sırtımıza yüklediği o büyük borcun farkındayız. Afrika ile kurulan ilişkilerde onun sergilediği diğerkâmlığı başka hangi ülke gösterebilirdi ki? Küba’nın sağlık emekçilerinden ve eğitimcilerinden dünyada kaç ülke istifade ediyor? Küba’nın yardımını talep eden ama Küba’nın bu yardım talebini elinin tersiyle ittiğine tanıklık eden tek bir ülke var mı? Emperyalizmin tehdit ettiği veya ulusal kurtuluş mücadelesi verip de Küba’nın desteğini görmeyen tek bir ülke gösterebilir misiniz?

Küba’nın teşkil ettiği uluslararası güçlerin Angola halkına yardım ettiğini ilkin hapisteyken işittim. Angolalılar, 1975’te CIA’in finanse ettiği Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi [FNLA], paralı askerler, Angola’nın Tam Bağımsızlığı İçin Ulusal Birlik [UNITA] ve Zaireli askerlerin saldırısına maruz kalınca, Küba Angola’ya herkesin inanmakta güçlük çekeceği miktarlarda yardım etti.

Biz Afrikalılar, egemenliğimizi elimizden alan, topraklarımızı işlemek isteyen ülkelerin kurbanları olmaya alışmışız. Afrika tarihinde başka bir halkın bizi savunmak için ayağa kalkması pek görülen bir durum değil.

Aynı zamanda bizler, bu desteğin Küba açısından zaten alışıldık ve yaygın bir eylem biçimi olduğunu biliyoruz. Angola’da dövüşüp ölenlerin, bu ülkeye gelen gönüllülerin küçük bir kısmını teşkil ettiğinin farkındayız. Küba halkı için enternasyonalizm sırf basit bir sözden ibaret değil…

Cuito Cuanavale’de [14 Ağustos 1987-23 Mart 1988] Güney Afrika’ya bağlı o ırkçı ordunun aldığı yenilgi, tüm Afrika’nın zaferidir! Irk ayrımcısı ordunun yenilgisi, Güney Afrika’da mücadele eden insanlar için ilham kaynağıdır.

Onlar, Cuito Cuanavale’de yenilmemiş olsalardı, örgütlerimiz üzerindeki yasak kalkmayacaktı! Cuito Cuanavale’deki ordunun yaşadığı yenilgi, bugün benim burada olmamı mümkün kıldı! Cuito Cuanavale, ırk ayrımcısı rejim denilen belâdan ülkemizi ve kıtamızı kurtarma mücadelemizde önemli bir dönüm noktasıdır!

Cuito Cuanavale’de yaşanan nihai yenilgi sonucu Pretoria rejiminin komşularını istikrarsızlaştırma kapasitesi önemli oranda azaldı ve bölgedeki güçler dengesi değişti. Bu süreç, halkımızın ülke içerisinde verdiği mücadelelerle birlikte Pretoria’nın [Güney Afrika’nın başkenti] müzakere etmek zorunda olduğunu anlamasını sağladı.

Nelson Mandela

[Kaynak: Nelson Mandela ve Fidel Castro, How Far We Slaves Have Come!, Pathfinder Press, New York, 1991, s. 9-10.]

Tarih Beni Aklayacak

[…] “Tarih beni aklayacak” dediğimde, bu cümleyi, özünde en onurlu davayı ve en adil düşünceyi savunduğuma dair o güvenimle dile getiriyordum.

Bu sözü ederken, esasında geleceğin o davayı ve düşünceyi bir biçimde kabul edeceğini de söylemiş oluyordum. Çünkü gelecekte o fikirler gerçeğe dönüşeceklerdi. Gelecekte insanlar olan biteni öğreneceklerdi. Bizim ve düşmanlarımızın yaptıklarını, bizim ne uğruna dövüştüğümüzü, düşmanlarımızın hedeflerini ve kimin haklı olduğunu göreceklerdi. Herkes, bizim mi yoksa bizi yargılamakta olan, anayasa önünde ettikleri sadakat yeminini ayaklar altına almış yargıçların mı haklı olduğunu anlayacaktı. O yargıçlar zorba bir rejime hizmet ediyorlardı. Onlara meydan okudum. Bir gün vatanımızda muzaffer olacak fikirleri savunduğuma kaniydim. Bu inanca ve kanaate hâlâ sahibim. İnsanlığın meşru davası mevziler kazanacak ve er geç zafer muzaffer olacaktır.

Fidel Castro

[Kaynak: Borge ve Castro, Face to Face with Fidel Castro: A Conversation with Tomas Borge, Ocean Press, Melbourne, 1993, s. 13.]

Fidel



Hayatının ve karakterinin muhtelif özellikleri, Fidel’i yoldaşlarından ve takipçilerinden büyük ölçüde ayırıyordu.

Fidel, hangi harekete iştirak ederse etsin, o hareketin lideri olmasını sağlayacak muazzam bir şahsiyete sahipti.

Fidel yüreklilik, kuvvet, cesaret ve insanların isteklerini kavrama konusunda olağanüstü bir anlayışa sahipti.

Onda verili bir durumu tüm bütünlüğü ile, tek bir ayrıntıyı gözden kaçırmadan idrak etmek adına bilgi ve deneyimden istifade etme becerisi mevcuttu.

Geleceğe sarsılmaz bir imanla bağlıydı.

Görme kabiliyetindeki genişlik sayesinde olayları önceden görebiliyor, eylem içerisindeyken nelerin olabileceğini seziyor, her daim daha da ötesini görüyor, her şeyi yoldaşlarının anladığından daha iyi anlıyordu.

O, hareketi birleştirme, onu zayıflatacak ayrışmalara direnme becerisine sahipti. Geleceğe olan imanı ve öngörü becerisi ile Fidel Castro, bugün Küba Devrimi’nin kurduğu o müthiş yapıyı sıfırdan inşa etme noktasında Küba’da herkesten fazla çaba sarfetti.

Che Guevara

Selam Yoldaşa



Gazeteci: Çelik yeleği her zaman giyiyor musunuz?

Castro: Ne yeleği?

Gazeteci: Herkes, sizin kurşungeçirmez yelek giydiğinizi söylüyor.

Castro: Yok.

New York’a bu şekilde ineceğim.

Bendeki çelik yelek ahlakî. Daha güçlü üstelik. Beni her zaman o yelek korudu.

* * *

1959’da “devrim, üzerine güller serpilmiş bir yatak değil. O, geçmişle gelecek arasındaki mücadele” diyor Castro.

O, geçmişin geleceğe uzanan kavgası şimdi. Canı artık gözümüzdeki fere, yumruğumuzdaki tere karıştı. Selam olsun yoldaşa, komutana, vatanına… [İştirakî]

  

25 Kasım 2016

İsrail'in Yeşil Boyası


Filistinlilerin topraklarını müsadere eden ve hükümetin bu toprakları “Yahudileştirmesi”ne katkı sunan, devlet destekli İsrail kurumu JNF [Yahudi Ulusal Kurumu], yeşile boyama faaliyetlerinin hâkim olduğu dönemde para kazanma yolu olarak ağaç dikimi işlerinden istifade etmesine karşın, kendisini bir “çevre” grubu olarak pazarlamaya çalışıyor.

Kurumun internet sitesi, bugünlerde Filistinlilere ait toprakların su, ormancılık ve ekoloji gibi başlıklar altında yeniden işlemekten bahsediyor. JNF, Birleşik Krallık ve başka ülkelerden 2012’de “Yeşil Pazar” adı altında fon temin etmesine karşılık, kendisine bağlı gönüllülerden “Negev’in yeşil olması, yaşanabilir bir yer hâline gelmesi için her gün iki saatlerini ayırmalarını” istiyor.

Orada yaşayan Filistinliler ve Bedeviler ise Negev’in (Arapçada Nekeb) nesillerdir yaşadıkları bir yer olduğunu, İsrail’in kendilerini oradan zorla çıkarttığını söylüyorlar. İşte JNF, devletle birlikte buranın geri kalan kısmını, Yahudi olmadıkları için birçok haktan mahrum olan, ama sözde İsrail vatandaşı kabul edilen Bedeviler için yaşanabilir hâle getirmeye çalışıyor. Nekeb Bedevi Komitesi başkanı Usame Ukbi İsrail’in bu bölgenin boş olduğu iddialarını alaya alarak, “bu büyük bir yalan” diyor.[1] Bu yalan, Siyonistlerin Filistin’in “halksız topraklar” olduğuna dair o eski yalanına benziyor. Bu yalan uyarınca ilk öncülerin gelip “çölü yeşerttikleri”nden bahsediliyor. Yeşil Pazar, Birleşik Krallık’ta JNF’i Durdur isimli grup adına çalışma yürütenlerin üzerinde durdukları bir mesele. Bu grup, JNF’in sürmekte olan etnik temizliğin üzerini örten bir kılıf olarak iş gördüğünü söylüyor. Anlaşıldığı kadarıyla, JNF, Bedevilerin yaşamak için mücadele verdikleri ata topraklarına dikmek için ağaç satın almak amacıyla GOD TV’den de para alıyor. İngiltere merkezli bu Hristiyan Siyonist kanalın kurucusu, JNF ormanına Tanrı kendisine “Oğlumun dönüşü için toprağı hazırlayın” talimatını verdikten sonra fon aktardığını söylüyor.[2]

Ağaçların dikileceği yer, Bedevi köyü Arakib yakınlarındaki bölge. Köydeki insanlar, evlerini her yaptığında İsrail güçleri gelip yıkmış. Bu, onlarca kez tekrarlanmış. Burası, JNF’in de yardımıyla İsrail’in yıllardır el koyduğu, elli bin nüfusluk bir Bedevi köyü. Ama köy “Bedevi” köyü olarak kabul edilmiyor. Bedeviler, 2013’te köyden çıkartılma tehdidiyle yüzleşmişler. Bu tehdidin ana nedeni, devletin “Prawer Planı”nı onaylaması. Planın amacı ise Negev’in doğu ve batı bölümlerini Araplardan ayıracak bir dizi Yahudi yerleşiminin inşası için bölgedeki kırk bin insanı zorla evlerinden çıkartmak.[3] İnsan Hakları Gözlemevi’nde çalışan araştırmacı Noga Malkin’in tespitine göre, İsrail’in Negev’deki Bedevi topraklarını ele geçirmek için başvurduğu taktikler, “onun Batı Şeria’da yürüttüğü yerleşim politikaları”na benziyor. Yerleşimlere en azından şifahen karşı çıkan uluslararası aktörler, “Negev’de yaşanan toprağa el koyma girişimlerinden habersizler.” Malkin, bu noktada aralarında Almanya ve İspanya’nın da bulunduğu kırk dokuz ülkeden gelen diplomatların 2005’te JNF’in Arakib köyüne ait topraklar üzerine diktiği “Elçiler Ormanı”nın açılışına katılmasını örnek veriyor.[4] Filistinlilere karşı işlenmiş suçların örtbas edilmesi için dikilmiş bir ormanın kutlama olmadan açılması, tabii ki mümkün değil.

JNF’in bugünlerde “Ofer Ormanı” içerisinde kalan İczim, Menara, Caba ve Ayn Hevd gibi Filistin köylerinin harabeleri etrafına veya üzerine diktiği ağaçlar, çevresel felâketi daha da derinleştirdi. Burası, 2010’da kırk dört kişinin öldüğü, binlerce dönüm arazideki ABD’den gelen bağışlarla dikilmiş ağaçların yok olduğu büyük yangının yaşandığı Hayfa’nın güneyindeki bir bölge. Yangın sonrası İsrailli yetkililer bile, JNF’in yerele ait olmayan çam ağaçlarını sık biçimde dikmeyi alışkanlık hâline getirdiğinden yakındılar. Bu uygulama, ilk gelen Siyonist yerleşimcilerin gözlerinin önündeki manzarayı geldikleri Doğu Avrupa’da aşina oldukları manzaraya benzetme amacını güdüyordu. Ama süreç içerisinde bu toprağa yabancı olan ağaçlar, kuru Akdeniz iklimi sebebiyle kolay yanabildiğinden, bölgenin yangınlara hassas bir yer hâline gelmesine neden oldu.[5] Bu, JNF’in yanlış çevre yönetiminin yol açtığı ilk felâket de değildi. Ellilerde kurum, Filistin’in kuzeyindeki Hula Vadisi’nde bulunan, işe yaramayan “bataklık” gibi görünen, altmış dönüm doğal sulak araziyi kurutup tarıma açtı, yollar yaptı ve buradan bataklık kömürü çıkarttı. Sonuçta bir felâket yaşandı. Bataklık kömürünün yol açtığı nitrat ve sülfat Tiberyas Gölü’ne sızdı ve suyun kalitesini düşürdü. “Kömürün açığa çıkartılmasıyla, yanması kolay, verimsiz kara bir toza dönüştü. Vadide esen sert rüzgârlar toz fırtınalarına yol açtı, bu fırtınalar da mahsule zarar verdi. Tüm bölgeyi üç metre kalınlığında toz kapladı.”[6] Doksanlarda İsrail, bölgenin yaklaşık yüzde onunu yeniden suyla doldurup hasarı azaltmaya çalıştı. Fakat artık çok geçti. Tahminlere göre, yüz kadar hayvan türü yok oldu. “Tatlı suda yaşayan çok sayıda bitki türünün soyu tükendi, birçok göçmen kuş sürüsü Afrika-Avrupa arası kullandıkları güzergâhta başka konaklama yerleri buldu.”[7] Maalesef İsrail’in yanlış yönetiminden kaynaklanan bu ölçekteki bir çevre felâketi, sadece geçmişte yaşanan bir şey değil. Hâlihazırda yaşanan, belki de en büyük felâket ise Ölü Deniz’in hızla buharlaşması. Bu da İsrail’in Ürdün Nehri’ne ait subaşlarını “ulusal su kanalları” adıyla bölmesiyle alakalı bir gelişme. Sonuçta Tel Aviv Üniversitesi çevre bilimi uzmanı profesör Marcelo Sternberg’in tahminine göre, Hristiyanların İsa’yı vaftiz edildiğine inandıkları efsanevî suyolu, “balık havuzlarından akan bir kanaldan ve çıkış suyundan” daha ufak bir dereye dönüştü.

Ali Ebunima

[Kaynak: The Battle For Justice in Palestine, Haymarket Books, 2014.]

Dipnotlar:
[1] Asa Winstanley, “Stop the JNF Campaign Makes Steady Gains as Israel Charity Goes ‘On the Retreat’ in UK,” Electronic Intifada, 22 Şubat 2012.

[2] Jonathan Cook, “Christian Extremists Assist Israel in Displacing Negev Bedouin,” Electronic Intifada, 28 Aralık 2010.

[3] Ali Abunimah, “Video: Bedouins Resist Israeli Plan to Expel 40,000 and ‘Judaize’ their Land,” Electronic Intifada, 21 Temmuz 2013.

[4] Noga Malkin, “Erasing Links to the Land in the Negev,” HRW, 11 Mart 2011.

[5] Joel Greenberg, “Forest Fire Fuels Review of Israel’s Tree-Planting Tradition,” Washington Post, 26 Aralık 2010; Max Blumenthal, “The Carmel Wildfire Is Burning All Illusions in Israel,” Electronic Intifada, 6 Aralık 2010.

[6] Tamara Zieve, “This Week in History: Swamps, Birds, Water Wars,” Jerusalem Post, 28 Ekim 2012.

[7] A.g.e.

23 Kasım 2016

Fark Yaraları


“Kolektif siyasi eylemler söz konusu olduğunda sistemin bilindik stratejisi, magazinleştirme, karikatürleştirme ve kitschleştirmedir”[1] tespiti doğru ise yazar, özünde solun büyük bir kısmını, en azından son beş yıldır, sistemin bir parçası olarak görüyor olmalıdır. Çünkü sol, Gezi gibi kolektif siyasi eylemlere tam da yazarın dediğini yapmıştır. Bu edimi hâlen sürmektedir. Kolektif siyasi eylemi magazinleştiren, karikatürleştiren, kiçleştiren, solun bizatihi kendisidir.

* * *

Gezi’de şehid düşen Ali İsmail’in yaşından ve gençliğinden bahsedildiğinde “vah yazık” sesleri yükseliyordu kitleden. Sistemin örgütlediği ve örgütlendiği moment, burasıdır. Hayat bireysel tercihlere kapatılmakta, politizasyon imkânları bu tercihlerdeki kısıtlanmada aranmaktadır. Maalesef Vatansever de o allı pullu, akademik metninde aynı yerde durmaktadır. AKP’yi “burjuva devrimi” olarak selamlayan bir dergide yazmak, bu oluşa mecburdur.

Çünkü yazara göre “kişisel olan siyasidir” mottosu, asli nirengi noktasıdır. Bu, yıllardır “siyasi olan kişisel olanı sınırlandırmasın” yaygarasının bir sonucudur. Sinan Çetin’in Prenses filmini giderek içselleştirenlerin bugün AKP’ye cevap üretmeleri zaten mümkün değildir.

Doksanlarda sohbetlerin, iç oda tartışmalarının ana konusu, politizasyon meselesidir. Politikanın nerede arandığı, ne tür bağlara ve bağlama sahip olduğu meselesi, kısıtlayıcı bulunduğu için o sohbetlerin ve odaların eşiğinden içeri girememiştir.

Aslı Vatansever, yaranın farkındadır, ama farkındalığı yaralı değildir. Tek çiziğe, kırışıklığa tahammül edemeyen, özünde burjuva değerini görme derdinde olan bir kurumun, akademinin parçasıdır, politikaya ancak onun sınırları dâhilinde, bir konu [subject] olarak yer açabilmektedir. Demek ki “sınırlandırmasın” diyenler, kendi sınırlarının mahkûmudurlar.

Yazarın tek yarası, politikanın fiilî ağırlığıdır. Kişisel olanda aranan politika, ağırlığın azaltılması içindir. Had bilmemek ve hesap vermemek derdiyle politika, kişiselin sınırlarına çekilir. Devlet, gene o kişi dolayımıyla örgütlenir. Kişinin kolektifle ulaşacağı menzil ve ufuk, bu tür düsturlarla karartılır. Sistem, o menzile ve ufka düşmandır. Tüm hamleleri bunun içindir.

* * *

20 Kasım Kartal mitingi, Yeni Kapı’dır. Kürd hareketi ile CHP arasında tampon olarak örgütlenebileceğini zanneden Haziran’ın bu mitinginin ilk bir saati, HDP’li gençlerin sloganlarını susturmak, dövizlerini indirmekle geçmiştir. Kemalizme coşkulu bir selam çakan Kemal Okuyan Jr.’ın fazla şekle, üsluba boğulmuş konuşmasında, bir tek CHP’ye “niye gelmedin?” diye kızılmıştır. Miting, genel mânâda beklenen coşkuya karşın, sönüktür. Demek ki coşku bile CHP’ye endekslidir. CHP’lileri örgütleyeceklerini zanneden yüksek siyaset, CHP’nin en alçak siyasetine gerilemiştir. CHP’nin haddi ve sorumluluğu vardır; ondan insan kapmak isteyenler, farklarını ancak hadsizlik ve sorumsuzluk üzerinden çekebilmektedirler.

Kronolojik açıdan 15 Temmuz ardından TBMM’de oluşan mutabakat, CHP-Haziran’ın Taksim mitingi ile boyutlandırılmış, çerçeveyi ise Tayyip Yenikapı’da çizmiştir. 20 Kasım’da HDP’nin “meclise geri döneceğiz” açıklaması yapması, bu açıdan tesadüfî değildir. Her şey tutarlıdır. Kriz momenti sürprizlere kapalıdır.

Politika, büyük ölçüde kişiselleşmiştir. Kişinin dertleri, bir tek Tayyip sayesinde politikleşebilmektedir. O süreçte önceye ve sonraya yer yoktur. Dalda pişmiş armutları uygun bir silkelemeyle sepetine doldurabileceklerini düşünmektedirler. Kimsenin, tarihsel-toplumsal gerilimlere ve oradan oluşan çatlaklarda yaşanan sınıflar mücadelesine örgütlenmek gibi bir derdi yoktur. “Bu bazı gruplar” ifadesi de sorunludur. Soyut kavramları örtü olarak kullanıp yaraları ve farkları silmek yanlıştır. Kendini dünyayı yerinden oynatacak kudrette görenler, kudret bağlamında oluşan farkları ve ayrışmaları da göremeyecek, elindeki çekici her çiviye sallayacaktır.

Bu bulanıklıkta sol, AKP’de kendi ayna aksini görmektedir. Buradan politika çıkmaz, çıkmayacaktır. Sosyalist olmak bile kimliğe indirgenmiştir. Kişisel olana kapatılmıştır. “Vatansızım, ne idüğü belirsiz insanım, yüceyim, yücedeyim”den başka bir şey söylenmemektedir. Çöpe atılan eski ezberlerin kıymeti artık bilinmelidir.

* * *

“Aktif tanıklar” derneğinin de politika üretmesi mümkün değildir. O dernek, sadece ranttan beslenirken, vicdanını temize çekmek isteyenleri yan yana getirir. Geçmişin “dayanışma” sözcüğü dahi bu süreçte dönüşür. Eskiden “karşılıklı sorumluluğa, tekâfül-ü içtimaiye”ye denk düşen dayanışma, bugün sorumsuzluğun alanı hâline gelmiştir.

Doksanların ÖDP’sinde “Özgürlük” sözcüğü Devyol’un; “Dayanışma” eski TKP’lilerin önerdiği kelimelerdir. İki kelime de tepe kadrolar onların içlerini boşalttıktan sonra “partilenebilmişlerdir”.

Eğer faşizm olmamış devrimin boşluğuna doğuyorsa, antifaşist mücadele o boşluğun hesabını vermeyenlere karşı verilecek kavgayı da içeriyor olmalıdır. Ayrım ve fark yaralamalıdır, yaralar kanamalıdır.

Bir sol siyasetler toplantısında Gezi konuşulurken bu karalamanın sahibi fakir, ancak şunları söyleyebilmiştir: “Gezi’nin ilk günlerinde İstiklal’den ara sokaklara kaçan kitlenin önündeki bir grup, yolun ortasındaki çukura o karanlıkta insanlar düşmesin diye kenetlenip bir halka oluşturmuşlardır. Gezi hiçbir şey değilse işte bu halkadır, cemdir.” O toplantıda bahsi geçen parti ve emeğin partisi olduğunu söyleyenler, “biz Gezi’yi başka şekilde anlıyoruz” demişlerdir. Mitingler, kitlesiz pankartlar, inanılmayan kelimelerin yan yana dizildiği sloganlardan önce bu mesele sorgulanmalıdır.

* * *

Ancak kendisi gibi olana tahammül eden, küçük gettolarından gayet memnun olanlar, fark yaralarından, yaralarının fark edilmesinden rahatsızdırlar. Bu yüzden kendi benzerlerini aramaktadırlar. Kişisel olmayanın siyaset dışına atıldığı, siyasete lâyık görmediği mevcut gerçeklikte, kişileri aşan dinamikler, kavgalar, iğdiş edilmek, magazinleştirilmek, karikatürleştirilmek ve kitschleştirilmek zorundadır. Buna karşı vereceğimiz cevap, “ben genel bütünü gören, ona aktif tanık olan, özel bir hedefe, esasen evine dönmeye çalışan özel bir kişiyim” olamaz.

Siyasi olanın kişiselleştirilmesi, kişisel olanın siyasileştirilmesiyle at başı ilerler. Devrimcilik, politika, her daim eksik olanın namluya sürülmesidir. Fark yaralarının kanatılması, o kanla geriye dönüşsüz ayrımlar çekilmesi, elzem olan budur.

Eren Balkır
23 Kasım 2016

Dipnot:
[1] Aslı Vatansever, “Siyasi Eylemden Kişisel Trajediye”, 22 Kasım 2016, Birikim.

19 Kasım 2016

SHÖH'ninTrump’ın Seçilmesiyle İlgili Bildirisi


Hakikatin bize verdiği emir değişmedi: örgütlenin ve tüm siyahların hayatları önemli olana dek, devlet destekli tüm şiddet pratiğine son verin.

Bu topraklara el konulduğu günden beri hakikat hiç değişmedi: siyahlar ve kadınlar güçlenince beyazlar hemen öfkeleniyorlar. Geçen hafta bu öfke kendisini, kendisini Amerikan hükümetinin en üst mevkiine beyazların üstün olduğunu düşünen birinin seçilmesinde dışavurdu.

Siyahların Hayatları Önemlidir hareketinin örgütlenmesinin üzerinden geçen üç yıl içerisinde biz daha fazla güvenlik talep edip durduk. Bu konuda bir gıdım ilerleme sağlanmadı. Tek isteğimiz, siyah karşıtı devlet şiddetinin son bulması. Biz beyazların kendi cemaatlerini örgütlemelerini, dayanışmanın önemini idrak edip sevdiklerine cüretle yardım etmelerini ve bizim için, kendileri için ve demokrasi için meydana çıkmalarını istiyoruz.

Bu seçimi önceleyen aylar dâhilinde bizler, beyaz üstüncülüğünün kökünü kurutma konusunda beyazlardan destek talep ettik. Oysa bazıları bizi ırkçılık döneminin bittiğine ikna etmeye çalıştılar, bu tür sözlerin sarf edildiği dönemde siyahların ve diğer beyaz olmayan kesimlerin hakları ellerinden alınıyordu. Beyaz üstünlükçülüğü, bu seçimin sonuçlarındaki en önemli değişkenler olan ırkçılığı ve cinsiyetçiliği ayaklar altına alma kararımızın daha da pekişmesini sağladı.

Herkes politik açıdan aynı fikirde olmasa da biz gene de kolektif insanlığımızın onay göreceği koşulları hak ettiğimizi düşünüyoruz. Hayal kırıklığı veya öfkeden çok ihanete uğramış gibi hissediyoruz.

Donald Trump, herkese esasen daha fazla ölüm, hakların çalınması ve sınırdışı etmeye dönük girişimler vaat etti. Görevdeyken devreye sokacağı şiddet ve başkalarına şiddet uygulama konusunda vereceği izinler, şimdiden ipuçlarını ortaya koymaya başladı bile.

Bu gerçeklik karşısında bizler aynı kararlılıktayız: kendimizi ve cemaatlerimizi koruyacağız.

Ama gene de şu soruyu da sormayı ihmal etmiyoruz: bu ülke için en hayırlı olana beyaz seçmenlerin yarısından fazlasının karar verdiği bilgisi ile gelecek nesillerin refahı ile ilgili vizyonumuzu nasıl uzlaştıracağız?

Örgütleniyoruz.

Tek bildiğimiz bu: halkın katılımı demokrasinin icrası için yegâne yol. Hayatlarımız seçim sandıklarının etrafında dönmüyor. Gelecek nesillerin güvenini kazanmaya, tüm halkın ekonomik, sosyal ve politik iktidarını savunmaya mecburuz. Davaya bağlılığımıza dair zerre şüphemiz yok. Halk iktidarı kurulacak, ülkenin siyahlar için güvenli bir yer hâline gelmesi amacıyla örgütleneceğiz. Gözdağı ve korku üzerine kurulu düzen yıkılacak, herkesi kucaklayan, adalete bağlı bir düzen tesis edilecek.

Bizim beyaz üstünlükçülüğü ve ona yönelik gizli yönelimin kökünü kurutacak derinlikli bir stratejiye ihtiyacımız var. Bu politik momente yol açan, Amerikan tarihindeki siyah düşmanlığı ile hesaplaşmak zorundayız.

Gerçek özgürlüğe yönelik derin bir özlem duyuyor, halkımıza olan sevdamız ile faaliyet yürütüyoruz. Çalışmamızın merkezinde en çok kıyıya köşeye atılmış olanlar duruyor, onların liderliğini üstlenmeye çalışıyoruz. Kolektif kurtuluşumuz için mücadele yürütüyoruz, çünkü bizler, siyahlar özgür olana dek kimsenin özgür olamayacağını biliyoruz. Bu mücadele içerisinde başkalarıyla kurulacak empatiye her daim bağlıyız. Ama varlığımız konusunda bizden tavizde bulunmamızı isteyenlerle, faşistlerle ve ırkçılarla asla müzakere etmeyiz, etmeyeceğiz.

Varlığımız tüm çıplaklığı ile ortada. Hayatta kalmak ve yaşamak hakkımız. İnsanlığın kabul gördüğü ve onurlandırıldığı bir dünyada yaşamak hakkımız. Bizler inançlarımızın saygı gördüğü, kimliklerimize hürmet edildiği, ailelerimizin öncelikli kılındığı bir dünyanın somutluk kazanması için örgütleniyoruz. Çocuklarımızın korunduğu, suyumuzun aziz olduğu, kaderlerimiz konusunda karar verme hususunda adil imkâna sahip olduğumuz bir dünyayı hak ediyoruz.

Kazanmak bizim görevimiz, bu yüzden mücadeleye devam edeceğiz. Dün olduğu gibi bugün de tazminat, ekonomik adalet, siyahların geleceğine dair taahhüt, ABD ile tüm dünya genelinde onlara karşı yürütülen savaşın son bulmasını talep ediyoruz.

İşimiz ileride daha da zorlaşacak, ama o konuda hiçbir şey değişmeyecek.

Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi Küresel Ağı
17 Kasım 2016
Kaynak