Faşist
rejimin krizi, sosyalist siyasetçi Giacomo Matteotti’nin öldürülmesiyle başladı,
faşizmin genel muhtevasını ve dış görünüşünü daha netleştirip belirginleştirdi.
Roma
yürüyüşünden önce faşist parti, ne idüğü belirsiz bir yapıydı. Ta başından beri
hareketin içinde olan kara gömleklilere göre faşizm, bir parti değil,
hareketti. O, politik bir olgudan çok manevi bir olguydu ve her şeyin ötesinde
[Birinci Dünya Savaşı esnasında İtalyanların 3 Kasım 1918’de elde ettikleri]
Vittorio Veneto zaferinin ve yol açtığı sonuçların değersizleştirilmesine dönük
siyasete karşı tepkinin adı idi.
Faşist
Mücadele Birliklerinin İttifakı’nın (fasci) genel terkibi ve yapısı,
faşistlerin ideolojik kafa karışıklığını izah ediyor. Zira İttifak,
destekçilerini farklı toplumsal kategorilerden devşirmişti. Örgütün saflarında
öğrenciler, subaylar, edebiyatçılar, memurlar, asiller, köylüler, hatta işçiler
vardı. Faşist hareketin üst kadrosu da epey renkliydi. İçinde Mussolini ve Farinacci
gibi sosyalist muhalifler, Igliori ve De Vecchi gibi savaşlarda yer almış eski askerler,
Filippo Marinetti ve Emilio Settimelli gibi kabına sığmayan ve tuhaf fütürist yazarlar,
kısa süre önce saflara katılmış Massimo Rocca gibi eski anarşistler, Cessare
Rossi ve Michele Bianchi gibi sendikacılar, Casalini gibi Mazzinici
cumhuriyetçiler, Giunta ve Giuriati gibi fiumeciler, ayrıca Savoy Dükalığı’na
bağlı asillere mensup katı kralcı isimler yer alıyordu. Köken itibarıyla
cumhuriyetçi, ruhban karşıtı, put kırıcı bir hareket olan faşizm, parti hâline
gelince rejim ve kilise karşıtı tutumunu yumuşatıp tarafsız bir konuma savruldu.
Milletin
bayrağı, her türden savaş kaçkınının, doktrindeki ve programdaki tüm aldatıcı sözlerin üzerini örttü. Faşistler, kendilerini İtalyanlığın yegâne temsilcisi addettiler.
Vatanseverliğin tekelini üstlerine aldılar. Savaşta yer alanları ve gazileri
partiye toplamak için uğraştılar. Bu noktada Mussolini ve kendisine bağlı
yardımcılardaki demagoji ve oportünizm, sosyalistlerin kötü siyasetinden epey
istifade etti. Sosyalistlerin yersiz ve anlamsız savaş karşıtı lafları, savaşta
yer alanların büyük bölümünü onlardan uzaklaştırdı.
Roma’nın
ve iktidarın ele geçirilmesi ile birlikte faşistlerin sesi daha fazla duyulmaya
başlandı. Zaman içerisinde faşistlerin etrafını kuşatan liberal, demokrat ve
Katolik unsurlar, faşizmin ruhlarındaki ve zihinlerindeki gündelik etkisini
kırmaya çalıştılar. Başarının halesine kapılıp faşizmin safına geçen insan
sayısı da epey çoktu. Terkip itibarıyla faşizm, maneviyat ve toplumsallık
açısından heterojen bir niteliğe kavuştu. Bu, Mussolini’nin darbeyi tam
anlamıyla yapmasına mani oldu. Mussolini’yi iktidara taşıyan, bir ayaklanma
idi. Ama o, kısa süre içerisinde meclisteki çoğunluğun desteğini aramaya başladı.
Bu noktada taviz ve alışveriş üzerine kurulu bir siyaseti yürürlüğe koydu.
Kendi diktatörlüğünü hukukî bir düzleme taşımaya çalıştı. Diktatörlükle meclis
arasında salınıp durdu. Faşizmin en kısa sürede legalleşmesi gerektiğini
söyledi. Ama bu iniş çıkışlı politika, faşist birliğin altını oyacak
çelişkileri hiçbir şekilde ortadan kaldırmadı. Kısa süre içerisinde faşizmin
bünyesinde iki çelişkili ruh hâli ve akıl açığa çıktı.
Aşırıcılar,
faşist devrimin İtalya krallığının anayasasının bir parçası hâline gelmesi gerektiğini
söylüyorlardı. Onların kanaatine göre, demokratik liberal devletin yerini
faşist devlet almalıydı. Revizyonist hizipse parti politikasının düzeltilmesini
savunuyordu. Bu hizip, köylerde keyfi bir biçimde uygulanan şiddeti kınadı.
Faşist partiye bağlı bölge şefleri, köylerde despotik ve Ortaçağ’a has bir
rejim tesis etmişlerdi.
Faşist
mangalara ve çetelere karşı çıkan revizyonistler kazan kaldırdılar. En önemli liderlerinden
Massimo Rocca, aşırıcı liderlerle ateşli polemikler içine girdi. Bu
polemiklerin önemli sonuçları oldu. Revizyonistlerin niyeti, faşizmin
işleyişini ve ideolojisini düzeltmek ve yeniden tanımlamaktı. O güne dek sadece
eylemle haşır neşir olmuş olan faşizm, teoriye de ihtiyaç duymaya başlamıştı.
Bu
süreçte Curzio Suckert faşizme, Katolik, ortaçağcı, liberalizm ve Rönesans
karşıtı bir ruh aşıladı. Rönesans’ın, Protestanlığın, liberalizmin ruhu,
İtalyanlığın manevi çıkarlarına aykırı, her şeyi çözen, nihilist bir ruh olarak
tarif edildi. Faşistler, ilk giriştikleri maceralardan beri kendilerini her
şeyden önce millete fikir aşılayanlar, açıktan Rönenansçı köklere sahip bir
fikri kazandıranlar olarak tarif ettiklerinin farkında değillerdi.
Anlaşılan
o ki bu çelişki, onları pek rahatsız etmiyordu. Mario Pantaleoni ve Michele Bianchi,
kafalarındaki faşist devlet projesinin bir sendikacı devlet projesi olduğunu söylüyordu.
Revizyonistler ise muğlâk bir liberalizmin rengine boyanmışlardı. Massimo Rocca’nın
tezleri tüm aşırıcıların tepkisine yol açtı. Rocca, eskiden faşist hareket
tarafından tehlikeli bir heretik olarak damgalanmış bir isimdi.
Mussolini
bu tartışmalara hiç karışmadı. Polemiklere müdahil olmadı ve faşizm içerisinde orta
yolcu bir konum aldı. Kendisi, hiçbir soruya net bir cevap vermeyecek kadar
dikkatli biriydi. “Her şeyden önce bir partinin teorik muhtevası neden
önemlidir? O muhtevaya asıl gücünü ve canlılığını, sahip olduğu uyum, irade ve
onu teşkil edenlerin ruhu verir.”
Faşizmi
tanımlamaya dönük çalışmaların belirli bir noktaya ulaştığı noktada Matteotti suikastı
gerçekleşti. İlk başta Mussolini, faşist safları temizleme niyetinde olduğunu açıkladı.
Senatoda, işlenen suçun yol açtığı fırtınanın ağır yükü altığında yaptığı konuşmada,
siyasetin normalleştirilmesine ilişkin bir planın ana hatlarını sundu. O dönemde
Mussolini’den hükümetine destek sunan liberallerin taleplerini karşılaması istendi.
Ama halktaki huzursuzluğu gidermeye dönük tüm çabalar başarısız oldu. Faşizm, zamanla
sempatizanlarını ve müttefiklerini yitirmeye başladı. İlk başta sosyalist devrimden
korktukları için faşist saflara iltihak etmiş liberal ve demokrat unsurlar,
süreç içerisinde Mussolini hükümetini tüm faşist olmayan görüşlerden
uzaklaştırdı. Bu kopuş, faşizmi daha da savaşçı bir konuma sürükledi.
Partideki
aşırıcı zihniyet, galebe çaldı. Mussolini, bazen muhalefetin o mücadeleci
ruhunu zayıflatmak veya dağıtmak umuduyla uzlaşmacı bir dil kullansa da
gerçekte faşizm, yüzünü savaşçı bir taktiğe çevirdi. Yeni kurulan milli
mecliste faşist parti, tümüyle aşırıcı unsurların hâkimiyetine girdi. Bu
kesimin en fazla öne çıkan lideri ise Farinacci idi.
Başını
Bottai’nin çektiği revizyonistler, ana hatta teslim oldular. Ardından
Mussolini, İtalya anayasasında yapılacak reformlar için bir komisyon kurdu.
Faşist basında faşistlerin devletin birliği anlayışının yerini demokratik
liberal devlet anlayışının alacağına dair haberler çıktı. Faşist partideki bu
akıl, en uyumlu ve en saldırgan yansımasını, milletvekili Giunta’nın meclis
başkanı yardımcılığından istifa etmesinde buldu. Giunta, kral vekilinin muhalif
faşistlere karşı gerçekleştirilen saldırılardan sorumlu tutulup yargılanmasını istemesi
üzerine istifa etmişti.
Aşırıcı
kanadın lideri Cesare Forni, faşist partinin çoğunluğu tarafından, bu süreçte
açıktan yapılan dayanışma açıklamaları ile korunmaya çalışıldı. Ama bu,
sürdürülmesi mümkün olmayan bir tavırdı. Bir sonraki oylamada faşist çoğunluk
tutumunu değiştirince protestolarla yüzleşti.
Mussolini’nin
faşist vekillerin görevlerinden el çektirilmelerini sağlamak için tüm yetkisini
kullanması gerekiyordu. Ama o, Michele Bianchi ile Farinacci’nin meclis içi
taktiklerle ilgili kanaatlerden beslenen oportünist manevralar karşısında
hoşnutsuzluğunu beyan etmesine mani olamadı.
Süper
faşizm, ultra faşizm veya adına ne derseniz deyin, bu faşizmin tek bir rengi
yoktu. Farinacci’ye bağlı mangacı, çeteci faşizmden Michele Bianchi ile Curzio
Suckert’in bütünleşmeci faşizme kadar birçok farklı eğilim söz konusuydu.
Farinacci,
kara gömlek mangalarındaki ruhun cisimleşmiş hâliydi. Cezalandırma amaçlı baskınlarla
sendikalara ve kooperatiflere saldıran da, faşist diktatörlük sürecini
başlatmak için Roma’ya yürüyen de onlardı.
Farinacci,
bir yaptığı bir yaptığını tutmayan, teoriyle değil de eylemle ilgilenen,
yerinde duramayan bir kişilikti. O, faşizm akımının en gerçek tiplerinden
biriydi. Kontrol altında tuttuğu Cremona şehrinde Cremona Nuova [“Yeni
Cremona”] isminde bir gazete çıkartıyor, bu gazete üzerinden muhalif grupları
ve siyasetçileri mütemadiyen ikinci bir “faşist dalga” ile tehdit ediyordu. Ona
göre “ilk dalga”, Roma’nın fethedilmesini sağlayan dalga idi. İkinci dalga,
yine bir Aziz Bartalmay Yortusu esnasında, bir gecede faşist rejimin tüm muhaliflerinin
silinip atılmasını ifade ediyordu. Farinacci bu açıklamasında, 1572 yılında Fransa’da
Kalvinistlere yönelik olarak gerçekleştirilen kıyım sürecine atıfta
bulunuyordu.
Eski
bir demiryolu işçisi ve eski sosyalist olan Farinacci’de lider ve ajitatörlerde
görülen bir ruh hâli hâkimdi. Makalelerinde ve konuşmalarında dilbilgisi
üzerinde bilhassa titizleniyordu. Muhalif basın, onun konuşma ve yazılarındaki
bu özellik üzerinde duruyordu.
Farinacci’nin
sözlerinde ve düşüncesinde demokrasi, dilbilgisi yanlışları ve sosyalizme yönelik
düşmanlık iç içe geçmişti. O, her zaman gerçek bir kara gömlekli olmak
istemişti. L’Impero of Rome gazetesindeki faşistler, Farinacci’nin
yanında daha fazla entelektüel kalıyorlardı, ama öte yandan Farinecci, o
faşistlere kıyasla duygu ve düşüncelerini daha yalın ve daha çok ortaya koyan
biriydi.
L'Impero
of Rome gazetesinin yayın yönetmenliğini fütürizm akımından gelen
Mario Carli ve Emilio Settimelli ismindeki iki yazar üstlenmişti. Bu isimlerin
faşizmden istedikleri tek şey vardı, o da parlamenter rejimi tasfiye etmesiydi.
Gazete, açıktan emperyalizm yanlısıydı. Ona göre, Roma İmparatorluğu’ndaki
baltacıların baltasını kuşanmış faşist bir İtalya, dünya tarihinin mevcut
kısmında oldukça ulvi bir göreve sahipti. L’Impero of Rome, aynı zamanda
ikinci faşist dalga fikrine de destek çıkıyordu.
Michele
Bianchi ve Curzio Suckert, bütünleşmeci faşizmin teorisyenleriydi.
Sendikalardan veya loncalardan oluşan, dikine inşa edilmiş bir birlik olarak
tasavvur edilen faşist devlet tekniğinin genel hatlarını oluşturan Bianchi idi.
Suckert ise La Conquista dello Stato [“Devletin Fethi”] dergisinin
direktörü olarak, felsefi söylemlerin üretilmesinden sorumluydu.
Faşist
parti içerisinde bu eğilim de kendisine yer buldu. Ilımlı, muhafazakâr bir
eğilim olarak liberalizmi veya Rönesans’ı reddetmeyen, faşizmin normalleşmesi
için çalışan, Mussolini hükümetini bürokraside meşruiyet elde edeceği bir yola
sokmaya uğraşan isimler, bu eğilim bünyesinde faaliyet yürüttüler.
Ilımlı
eğilimin çekirdeğini ise, darbeden hemen sonra faşizm içinde eriyen L’Idea Nazionale
[“Ulusun Ülküsü”] dergisi mensubu eski milliyetçiler oluşturuyordu. Bu milliyetçilerin
ideolojisi, eski liberal sağın ideolojisiyle neredeyse aynıydı. Korkusuz olan kralcılarsa
faşist darbenin krallığın temelleri ve anayasa üzerinden kimi tavizlerde bulunmasına
karşı çıktılar. Faşizmin bu mutedil yanını ise Federzoni ve Paolucci temsil ediyordu.
Gelgelelim
sahip oldukları zihniyet, mizaç ve geçmiş üzerinden Federzoni ile Paolucci’ye bağlı
faşistler, esasen gerçekte faşist değillerdi. Onlar, aslında sağduyulu ve
ölçülü birer muhafazakârdı. Ne aşırı ölçüde romantiklerdi ne de Ortaçağ
konusunda ümitsiz bir nostaljiye teslim olmuşlardı. Liderlik yapacak ruha da
sahip değillerdi. Ama Farinacci, faşistlerin en hakiki timsali idi. O, eli
sopalı, taşralı, bağnaz ve her yanı yangın yerine çevirecek bir savaşçıydı.
Onun için faşizm, bir anlayış ya da teori değil, savaş nidalarıyla harekete
geçen bir tutkuydu.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder