“Fanon öfkeliydi.
Dolayısıyla onu okuyanlar da öfkeli olmalı. Yeryüzünün lanetlileri hâlen daha
bizim aramızda, buna öfkelenilmeli. Öfke değişimi sağlayacak politik programlar
üretmez, ama o belki de en temel politik duygudur. Onsuz umut da yoktur.”[1]
Geçen
on yıl boyunca Fanon’un kitaplarına yönelik ilgi epey arttı. Peki bu artışı
sağlayan neydi, Fanon’a yüzümüzü dönmemize ne sebep oldu, Yeryüzünün
Lanetlileri’ni ve Siyah Deri Beyaz Maskeler’i neden okumaya
başladık?
Artık
bu sorulara yeni sorular eşlik etmeli: Fanon’un kitaplarını yanlış okuyanlar,
devrimci milliyetçi potansiyelin sulandırılması sürecine nasıl katkı sundular?
Bu
noktada Lewis Gordon’ın What Fanon Said: A Philosophical Introduction to his
Life and Thought [Fanon Ne Dedi: Hayatı ve Düşüncesi İçin Felsefî Bir
Giriş] ile David Macey’nin Fanon: A Biography [Fanon: Bir Biyografi]
çalışmaları üzerinde durmak gerekiyor. Bu kitaplar, Fanon’u onun hayatında
yaşanan olaylar üzerinden inceliyorlar ve Fanon’un toplumsal gerçekliği anlama,
analiz etme yöntemini kavramaya çalışıyorlar.
Aynı
ölçüde önemli olan ama nadiren atıfta bulunulan iki çalışmadan da bahsetmek
gerekiyor: ilki, Neil Lazarus’un (1999, 2011) diğeri Benita Parry’nin (2004)
kitabı. Lazarus’un The Postcolonial Unconscious [Postkolonyal
Bilinçaltı] isimli çalışması mükemmel bir kitap. Parry ise Postcolonialism:
A Materialist Critique [Postkolonyalizm: Materyalist Eleştiri] isimli
kitabında Fanon’u yanlış okuyan araştırmacıların yaklaşımına eklemleniyor.
Geç
kapitalizm döneminde neoliberalleşme sürecinin hızlanması ile birlikte sermaye
birikimine yönelik dürtü yoğunlaştı ve bu yoğunlaşma mevcut döneme damgasını
vurdu.[2] dünya genelinde birçok farklı özgül biçimiyle karşımıza çıkan bu
genel maddi gerçeklik, sınıftan ırka, toplumsal cinsiyetten engelliliğe ve
cinselliğe birçok toplumsal kategoriyi koşullandırıyor. Ama öte yandan
akademide bu maddi gerçekliği tartışmaktan imtina eden bir eğilim de açığa
çıkıyor. Bunun önemli bir nedeni Marksizme sırt dönülmüş olması, ama aynı
zamanda postkolonyal ve postmodern yaklaşımların kazandığı popülarite.
Neoliberal üniversite, uzmanlaşmayı, kârı, buna bağlı olarak, daha az
eleştiriyi ve radikal düşünceyi teşvik etmesi sebebiyle bu noktada önemli bir
rol oynuyor. Söz konusu eğilim bağlamında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan
ayaklanmalar farklı açılardan ele alınıyor, ama bu değerlendirmelerde küresel
kapitalist sistem analiz edilmediği gibi toplumsal adalet meselesi
neoliberalizm ve neokolonyalizm temelinde değerlendirilmiyor.
Neoliberalizmi
bilhassa Marksist açıdan ele alma noktasında akademinin ayağı geri geri
gidiyor. Fanon da sömürgecilik karşıtı teorinin o uzun geçmişi bağlamında tam
da bu noktada öne çıkıyor.
Kendilerini
postkolonyalist olarak tanımlayan akademisyenlerin neokolonyalizm kavramını
redde tabi tutmaları, gerçekten de üzücü bir durum. Bu isimler, mevcut durumda
küresel ilişkilerin farklılıklar içerdiğini ve karmaşık olduğunu söylüyorlar,
ayrıca Doğu-Batı ikiliğinden bahsetmemek gerektiği üzerinde duruyorlar.
Derrida,
ikiliklerin ortadan kaldırılmazdan önce baş aşağı çevrilmeleri gerektiğini
söylüyor. Demek ki onlardan kurtulmak için baş aşağı çevrilmeleri ve
kullanılmaları gerekiyor (Parry 2004, s. 16).
Benita
Parry (2004) ve Neil Lazarus’un (2011) “karmaşıklık”tan ve “farklılık”tan söz
etmeleri, esasında çoğu kez eleştirinin keskin kenarını yumuşatmak suretiyle
iktidara hizmet eden bir adım olarak iş görüyor. Dolayısıyla küresel ilişkiler
konusunda karmaşıklıktan ve farklılıktan dem vuranlara ihtiyatla yaklaşmak
gerekiyor.
Fanon’un
kitaplarının ikilikler üretme tuzağına düştüğünü söyleyebiliriz. Fanon, ırk,
kapitalizm, milliyetçilik ve neokolonyalizm meselelerine temas ediyor ve bu
başlıkları Batı ile sömürge (yeni sömürge) dünya arasındaki güç ilişkisi
bağlamında ele alıyor. Fanon’un psikiyatri konusundaki birikimi, onun
sömürgeciliğin ve ırksal hâkimiyetin psiko-sosyal etkilerini incelemesini, öte
yandan da bu hâkimiyetin dayandığı ekonomik ve politik süreçleri aktarmasını
mümkün kılıyor. Kitaplarında birbiriyle kesişen ilgili yapıları Cezayir
Bağımsızlık Savaşı’nın bir parçası olmasının kazandırdığı imkânlar dairesinde
inceliyor. Teorik faaliyeti psikoanaliz kaynaklı önermelere dayanıyor,
Gordon’ın da ifade ettiği biçimiyle, Fanon’un psikoanaliz temelli çalışmaları,
cinselliğe değil ırka vurgu yapıyor.
Ellilerde
ve altmışlarda Fanon’un ele aldığı sorunların büyük bir kısmı, bugün
kendilerini başka bir biçimde ortaya koyuyor. Arap ayaklanmaları, bu gerçeğin
bir delili. Peki buradan ayaklanmalarda kapitalizmin, neokolonyalizmin ve
milliyetçiliğin bir yeri olmadığını söyleyebilir miyiz?
Fanon,
esasen tam da bu bağlamda geçerliliğini muhafaza ediyor. Ama gene de bizim
“hangi Fanon?” sorusunu sormamız gerekiyor.
Bu
makalede benim niyetim, Fanon’a farklı açılardan yaklaşan ve ondaki devrimci
potansiyeli bir biçimde muhafaza eden iki Fanon okumasını tartışmak. Üzerinde
duracağım ilk kitap, Lewis Gordon’ın yakında yayınlanacak olan ve Fanon’un
kitaplarında ırk meselesinin sahip olduğu hâkimiyeti analiz eden What Fanon
Said: A Philosophical Introduction to his Life and Thought. İkinci çalışma,
Neil Lazarus’un The Postcolonial Unconscious isimli kitap için kaleme
aldığı bölüm ile Nationalism and Cultural Practice in the Postcolonial World
[“Postkolonyal Dünyada Milliyetçilik ve Kültürel Pratik”] için yazdığı bölüm.
Ayrıca Benita Parry’nin Postcolonialism: A Materialist Critique isimli,
milliyetçilik meselesine odaklanan kitabı üzerinde de durulacak.
Bu
çalışmalar, Fanon’un vurgulanacak başlığın değiştirilmesi suretiyle farklı bir
biçimde okunabileceğinin birer delili. Ama öte yandan tüm yazarların Fanon’un
bugün de geçerli olan çalışmalar kaleme almış, sömürgecilik karşıtı devrimci
bir düşünür olduğunu kabul ettiklerini söylemek gerekiyor.
Lewis
Gordon ve Irk Sorunu
Lewis
Gordon, What Fanon Said isimli kitabına yazdığı önsözde Fanon’un ırk
meselesini nasıl ele aldığından bahsediyor:
“Afrikalı aydınların
düşüncesini, bu aydınların inceledikleri düşünürlere indirgeme eğiliminin
dışına çıkmak gerek. Örneğin Jean-Paul Sartre; Aimé Césaire, Fanon ve Léopold
Sédar Senghor gibi siyahî aydınlarla ilgili yorumlarını ‘Césaire’ci,’ ‘Fanoncu’
ve ‘Senghorcu’ olmadan dillendiriyor; Simon de Beauvoir, Richard Wright’ın
çalışmalarını ‘Wright’çı’ olmadan yorumluyor; Max Weber, W. E. B. Du Bois’in
kitaplarını ‘Du Boisçi’ olmadan yorumluyor. O vakit siyahî yazarlar, beyaz
Avrupalı yazarlara dair yorumda bulunduklarında neden farklı bir hikâye
üzerinde duruluyor? Akademi, Du Bois’in Herderci, Hegelci, Marxçı veya Weberci
olup olmadığını; Senghor’un Heideggerci ve Fanon’un hakkında yorumda bulunduğu
isimler bağlamında Adlerci, Bergsoncu, Freudcu, Hegelci, Husserlci, Lacancı,
Marxçı, Merleau-Pontici ve Sartre’cı vs. olup olmadığını anlamaya çalışıyor.”
(2015, s. 18).
Burada
siyahî aydınları kendi hayat hikâyelerine indirgeme eğilimi söz konusu. Başka
bir ifadeyle burada, “beyaz aydınlar fikirleri ve teoriyi üretir, siyahî
aydınlarsa deneyimlerle işgörürler” türünden bir varsayım üzerinde duruluyor.
Burada mesele, Sartre’ın Fanoncu veya de Beauvoir’nın Wright’çı olduğunu
söylemekte değil, bunun tam tersini iddia etmekte.
Siyahî
aydınları beyaz aydınlar her daim okurlar ve anlarlar. Buradan Lewis Gordon,
ırkı kitabının merkezine yerleştirir. Kitabın ilk birkaç bölümü, Fanon’un ırkı,
bilhassa psikolojik açıdan tartışırken başvurduğu yollara odaklanır. Fanon’un
Fransa’da bir çocuğun kendisini gördüğünde annesine korktuğunu söylediği anıyla
ilgili o ağır deneyimi, bu noktada merkezî bir rol oynar ve buradan Fanon,
ırklararası ilişkileri analize tabi tutar.
Gordon’ın
Fanon’un kitaplarına karşı belirli bir zaafı olduğu, onun söz konusu kitapların
bugün de geçerli olduğunu düşündüğü açıktır. Gordon, kitabı boyunca birkaç
yerde Fanon’un yirminci yüzyılın başlarında Martinik’in veya Cezayir’in hâline
dair analizlerinin bugün de geçerli olduğunu söyler.
Gordon
bir yandan da Fanon’un tartışmalara sebep olan toplumsal cinsiyet politikasına
dair ayrıntılı bir analiz gerçekleştirir.[3] Fanon’un Mayotte Capécia’nın Je
Suis Martiniquaise [Ben Martinikliyim] isimli kitabına dair yorumları
konusunda birçok beyaz feminist (ve liberal gelenek içerisinde faaliyet yürüten
beyaz olmayan feminist) ona saldırmıştır. Bu feministler, Fanon’un Capécia’da
aşağılık kompleksi bulunduğu ile ilgili yorumunu cinsiyetçi olarak
değerlendirmiş, kitaplarının tamamını bu okuma üzerinden çöpe atmışlardır.
Bence
Fanon’un bu kitaba ilişkin okuması cinsiyetçi değil, aksine bu
değerlendirmesinde Fanon, ırkın ve toplumsal cinsiyetin karmaşık arzu
biçimlerini üretme noktasında nasıl kesiştiklerini ortaya koymaktadır.
Capécia’nın sadece beyaz erkekleri arzuluyor oluşu, Fanon’a göre, beyaz olma,
beyazlık mertebesine ulaşma arzusundan başka bir anlama sahip değildir.
Dolayısıyla Fanon, bu tür bir arzunun eleştirilmesi gerektiğini söyler.
Fanon’un yaptığı okuma, esasında toplumsal cinsiyeti ırkla ilgili eleştirel bir
gözle analize tabi tutar ve beyaz feministler bu okumadan tam da bu sebeple
rahatsız olurlar.
Gordon,
Fanon’un Capécia okumasının cinsiyetçi olduğuna dair tespitleri bir kenara
iter, ancak o da Fanon’u “epistemik cinsiyetçilik”le eleştirir. Bu noktada
Lewis Gordon, Fanon’un çalışmalarının Simone de Beauvoir’ya çok şey borçlu
olduğunu, ama Fanon’un Fransız yazardan alıntı yapmadığını veya onun etkisini
herhangi bir şekilde bahis konusu etmediğini söyler.
“Fanon’un Beauvoir’ya
borçlu olduğunu hiç söylememiş olmasını mazur görmek mümkün değil. […] Şurası
açık ki Beauvoir, Fanon’un fikriyatına fazlasıyla düşünsel besin sağlamakla
kalmıyor, aynı zamanda kendisinden, Kara Deri Beyaz Maskeler kitabını
yazdığı sıralarda en az iki kez önemli katkı alıyor. Beauvoir’nın düşünce
düzeyinde varolması ama alıntı noktasında isminin dışlanması, bir tür epistemik
cinsiyetçilik.” (A.g.e., s. 58).
Gordon,
Fanon’u cinsiyetçi olarak niteleyip onu bu temelde çöpe atan okumaları
eleştiriyor, ama kendisi de Fanon’un kitaplarında cinsiyetçiliğe dair izler
bulunduğunu söylüyor. Buna ek olarak Fanon’un belirli zamanlarda Cezayirli
kadınlarla ilgili olarak yürüttüğü tartışmaları, Batı’nın kamusal alanla özel
alan arasında yaptığı ayrıma dair değerlendirmeleri ve çarşafın, tesettürün
rolüne aşırı vurgu yapması üzerinde duruluyor.
Lâkin
bu noktada şunu söylemek lazım: Gordon, Fanon’un Cezayirli kadınların
bağımsızlık savaşı içerisindeki konumlarına dair teorik analizinin doğru
olduğunu söylüyor:
“Fanon’un olguları
resmedişinin doğru olup olmadığı, onun analizinin temel noktasını etkilemez:
Cezayirli kadınları özgürleştirme meselesi, kadınların (1) Fransızlara ve diğer
Avrupa halklarına göre aşağıda konumlamasına neden olan bir yapıya bu özgürleştirici
yaklaşım dayatıldığında nasıl ciddiye alınabilir; (2) Cezayirli kadınların ve
erkeklerin tabiyetini muhafaza etmek için kullanılan zulüm sürdüğü sürece bu
özgürleştirme meselesi nasıl bir değer kazanabilir.” (A.g.e., s. 150).
Fanon’un
Fransız yerleşimci-sömürgeci güçler ile Cezayirli kadınlar arasındaki ilişkiye
dair analizi, temelde psikoanaliz üzerine inşa edilmiştir. Bu analiz dâhilinde
Fanon, Fransız yerleşimcilerin Cezayirli kadınların çarşaflarını, başörtülerini
çıkartmayı ve onlarla cinsel ilişki kurmayı, yani ülkenin bekâretini bozmayı
hayal ettiklerini söyler. (A.g.e.)
Fanon,
sürekli Cezayirli kadınların Cezayir devriminin ayrılmaz parçası olduğu
üzerinde durur. Gordon ise bu kadınların kadın olarak verdikleri
özgürlük mücadelesinin sömürgeciliğe ve köleliğe karşı verilen mücadelenin
doğal sonucu olduğundan bahseder. Bu, Asya Cibar’ın Cezayir, Angela Davis’in
ise Amerika bağlamında vurguladığı bir husustur (A.g.e., s. 155). Tabii
ki bu, kadınların sadece bağımsızlık ve cinsiyet eşitliği ya da patriarkaya son
vermek için mücadele ettiği değil, farklı mücadelelerin birbirleriyle
bağlantılı olduğu kanalların açıldığı anlamına gelmektedir.
Birçok
feministin Fanon’la temas kurmak istememesini, postkolonyal feminizm sahasının
zenginleştirilmesi konusunda kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendirmek
gerekir. Oysa Fanon’un kapitalizm, sınıfsal ilişkiler, neokolonyalizm ve
milliyetçilikle ilgili analizleri, eskiden sömürge olan ülkeler bağlamı
dâhilinde çalışma yürüten feministlerin eserlerini büyük ölçüde besleyecektir.
Kaleme
aldığı makalesinde Ashley Bohrer, Silvia Federici ve Mariarosa Dalla Costa gibi
birçok anti-emperyalist Marksist feministin Fanon’u sömürgeciliği ve
neokolonyalizmi tartışmak için kullandığını söylemektedir. Marksist feminizm
için merkezî bir konuma sahip olan bu iki feministi Fanon’un nasıl etkilediğini
inceleyen Bohrer, “Fanon’un düşüncelerinin Marksist kapitalist patriarka
analizi için temel teşkil ettiğini” söylemektedir (2015, s. 379).
Fanon,
temelde kolonyalizmin her şeyden önce ekonomi düzleminde analiz edilmesi
gerektiği iddiasındadır:
“Sömürge dünyası, ekonomik
şiddetin, özellikle ezilenlerin emeğinin şiddet ve baskı yoluyla temellük
edilmesine ilişkin gerçeğin yapılandırdığı bir dünyadır.” (A.g.e., s.
380).
Bu
ekonomik sömürü, karmaşık toplumsallaşma ağları aracılığıyla sömürge tarafından
içselleştirilir. Bu sebeple kültürel emperyalizm ekonomik emperyalizmin
mütemmim cüzüdür.
Fanon’u
Marksist olarak etiketleyen insanların sayısı çok az olsa da yukarıdaki
pasajdan onun sömürge kapitalizmi konusunda önemli analizler ortaya koyduğunu
söylemek mümkündür.
Bana
kalırsa Fanon’un “Marksizmi germe” talebi, dünyanın güneyindeki yoksul
ülkelerde faaliyet yürüten feministler için faydalı bir taleptir, çünkü burada
Fanon, hem Marksizmi merkeze koymak hem de (emperyalist ülkelerden farklı
olarak) sömürgelerde kapitalizmin hayatı koşullandırma yollarını görmenin
gerektiğini söylemektedir. Başka bir ifadeyle “Marksizmi germe” meselesi,
sömürgeciliği kapitalist birikim için merkezî kabul etmeyen ve kapitalizmin
postkolonyal dünyada nasıl farklı olduğu üzerinde durmayan (Mbembé 2001)
Avrupamerkezci Marksist değerlendirmeleri kapı dışarı etmek için bir araç
olarak görülebilir.
Bohrer,
Fanon’un analizinin İtalya’daki Marksist feminizm üzerinde kalıcı bir etkiye
yol açtığını söyler. Bu tespit, Fanon’un materyalist kapitalizm eleştirilerinin
önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Örneğin
günümüzün en önemli feministlerinden biri olan Silvia Federici, Fanon’un adını
kendisini en çok etkilediğini söylediği Samir Amin ve Andre Gunder Frank ile
birlikte anar.
Marksist
feministler, uzun zamandır Marx’ı kadınların evde gerçekleştirdikleri toplumsal
yeniden üretimi önemli bir konu başlığı olarak dışarıda tutmuş olması sebebiyle
eleştirmektedirler. Federici ve Dalla Costa, ayrıca (daha önce Rosa
Luxemburg’un da işaret ettiği) emeğin sömürgelerdeki ayrıksı biçiminin
dışlandığından söz etmektedir. Yoksul ülkelerdeki Marksistlerin sömürgeciliği
kapitalist birikimin merkezine yerleştiren eleştirilerine baktığımızda
Marksizmin gerilip genişletilebileceğini, genişletilmesi gerektiğini
söyleyebiliriz.
Fanon,
tam da bu sebeple Güneyli feministlerin üzerinde durmaları gereken bir isimdir.
Onun kapitalizmle ve sömürgecilikle ilgili kitapları, sunduğu malzemeler ve
fikirler bağlamında bugün daha da fazla önem arz etmektedir. Dünya genelinde
liberal feminizmin hâkimiyeti dikkate alındığında bu, üzerinde durulması
gereken önemli bir konudur.
Lazarus,
Parry ve “Postkolonyal” Fanon
Peki
Güney’e odaklanan çalışmalar kaleme almış postkolonyalizm teorisyenleri Fanon’u
nasıl okudu? Bu okumaların pek ümit verici olmadıklarını söylemek lazım.
Neil
Lazarus, The Postcolonial Unconscious isimli çalışmasının başlarında
Fanon’un dekolonizasyon dönemi boyunca sömürgecilik karşıtı yazarlar arasında
istisnayı teşkil ettiğini, ama postkolonyalizm üzerine çalışma yürüten
akademisyenlerin süreç içerisinde onunla ilişki kurduğunu söylüyor. Bu ilişki
dâhilinde Fanon’un çalışmaları, özne olma meselesini ele alan postmodern teorik
söyleme teslim oluyor (2011, s. 122).
Üçüncü
Dünya’daki sömürgecilik karşıtı milliyetçiliği savunan Fanon’un yerini Homi
Bhahba[4] gibi özneye odaklanan isimlerin almış olmasını nasıl açıklamak
gerek?[5] Lazarus şu tespiti yapıyor:
“Üçüncü Dünya’nın 1945
sonrasında sömürgelikten çıkma mücadelesi dâhilinde karşılık bulan tarihsel
itiraz, dünya genelinde Samir Amin’in ‘tek yanlı sermayenin mantığı’ dediği
şeyin konsolidasyonu ve yeniden dünya genelinde savunulması ışığında ele alınmalı.”
(A.g.e., 124)
Neoliberalizmin
zaferi ve ABD’nin liderliğinde neo-emperyalist dünya düzenin kurulması, Fanon’u
yeniden okumayı gerekli kılıyor ve bu noktada sadece postkolonyal değil ayrıca
post-milliyetçi, post-kurtuluşçu, post-Marksist ve post-modern bir Fanon gündeme
geliyor. (A.g.e.) Başka bir ifadeyle devrimci Fanon, yukarıda bahsedilen
yer değiştirme ile birlikte karşıtına dönüşüyor.
İlk
Fanon ile ikinci Fanon arasındaki ikinci temel farklılıksa ilkinin
milliyetçiliğe odaklanması ama ikincisinin milliyetçiliğe kör olması. Oysa
Fanon’u en fazla etkileyen şey, Cezayir kurtuluş savaşı. Dolayısıyla
sömürgecilik karşıtı milliyetçilik, şiddet, sınıf, ideoloji ve en genel anlamda
Üçüncü Dünya, onun çalışmalarında ana konu başlıkları olarak öne çıkıyor. Bu
anlamda Fanon, milliyetçiliği alabildiğine yıkıcı bir güç olarak gören genel
eğilime karşı kürek sallıyor.
Benita
Parry’nin de ifade ettiği biçimiyle, postkolonyalizm çalışmalarında milliyetçi
söylemleri hor gören bir eğilim söz konusu (2012, s. 35). Milliyetçiliği küçük
görmek yerine Parry, doğru bir yaklaşım dâhilinde, postkolonyalizm sahasının
çoğunlukla sömürgeciliği kültürel bir olay olarak analiz ettiğini, metinlerin
aracılığına başvurduğunu, sömürgeciliği meydana getiren somut, maddi
sosyo-ekonomik ve devlet temelli süreçlere odaklanmadığını söylüyor.
Esasında
bugün maddi sosyo-ekonomik güçlere ve milli dinamiklere vurgu yapan Fanon’u
okumak, onun postmodernizmin ağır etkisi altında bulunan bir saha tarafından
temellük edildiği koşullarda gayet zor bir iş.
Lazarus,
milliyetçilik konusunda şu tespiti yapıyor:
“Postkolonyallik
meselesini inceleyen kimi teorisyenler, Fanon’un burjuva milliyetçiliğine
yönelik suçlamalarından yararlanmaya çalıştılar. Oysa Fanon’un bakış açısı, bu
konuda söz konusu teorisyenlerin önüne aşılması mümkün olmayan sorunlar
çıkartıyor. Asıl güçlük, milliyetçiliği açıktan reddetmeyen Fanon’un alternatif
bir milliyetçi bakış açısı sunuyor olmasından kaynaklanıyor.” (1999, s. 78).
Başka
bir ifadeyle, postkolonyalizm çalışmaları yürüten birçok isim milliyetçiliği
alabildiğine modern ve negatif bir güç olarak görürken Fanon milliyetçiliği,
kurtuluşun aracı olarak görüyor ama aynı zamanda burjuva milliyetçiliğindeki
tuzaklar konusunda bizi uyarıyor.
Fanon’a
göre milliyetçi projenin kapitalist de sosyalist de olması mümkün. Kapitalizme
ve emperyalizme vurgu yapan Fanon bu noktada, Marksizmi günümüzde yapılan
analizlerde çok fazla kullanmayan postkolonyalizm teorisyenlerinden ayrılıyor.
Benim
için asıl önemli olansa Fanon’daki sömürgecilik karşıtı milliyetçiliğin, doğası
gereği anti-emperyalist ve anti-kapitalist olan bir enternasyonalizmle
ilişkilenme imkân sunması. Bu ilişki, bugünlerde yapılan birçok çalışmada eksik
olan ana unsur.
Son
bölümde Lazarus’un sömürgecilik karşıtlığının önemi ile ilgili şu tespitini
aktaracağım.
“Milliyetçi kurtuluş
mücadelesinin her noktasında karşımıza çıkan devrimci yiğitliğe dair hatıranın
canlı tutulması çok önemli bir meseledir. Daha da önemli olansa bu mücadelenin
elde ettiği somut başarıların hâlen daha sağsalim varlığını koruyor olması ve
toplumsal, kültürel pratiğe bugün canlı bir kaynak temin etmeyi sürdürmesidir.
Sömürgecilik karşıtı mücadele deneyimi, dünya genelinde yüz milyonlarca insanın
hayatını değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda bu değişimler hiçbir vakit terse
çevrilememiştir. Sömürgelikten kurtulma imkânının bulunduğu dönemde yaşanan
yenilgilerin ne kadar büyük olduklarının bir önemi yoktur, sömürgecilik karşıtı
mücadelenin bugüne dek direnmeyi bilen dayanışmacılığı, hâlen daha ağırlığını
ve etkisini korumaktadır” (1999, s. 120-121).
Bu
alıntının yanında Lazarus’un ve Parry’nin Fanon okumaları, Fanon’un ellilerde
ve altmışlarda verilen sömürgecilik karşıtı mücadelelere, bilhassa Cezayir
bağımsızlık savaşına çok önemli katkılar sunduğunu ortaya koymaktadır. Bu
yazarlar, Fanon’u söz konusu çerçeve dâhilinde okumakta, böylelikle Fanon’u
sterilize etmeye, onu maddi analizden yoksun postmodernist külliyatın bir
parçası kılmaya dönük postkolonyalizm çalışmalarını eleştirme imkânı
bulmaktadırlar.
Lewis
Gordon’a göre Fanon’un en büyük katkısı, ırkla ve Siyah karşıtı ırkçılığın
oluşturulma yolları ile ilgili olarak yaptığı çalışmalarıdır. Gordon, ayrıca
Fanon’un Siyah karşıtı ırkçılıkla mücadele eden eylemciler ve teorisyenler için
sahip olduğu merkezî konum üzerinde durur. Öte yandan David Macey ise Fanon’un
Cezayir bağımsızlık savaşına bağlılığına odaklanır.
İki
yazar, Fanon’u farklı bir kişilik olarak takdim etmektedir: Birine göre Fanon,
sömürgecilik ve kapitalizm karşıtı bir devrimci, diğerine göre dünya genelinde
gelişmekte olan Siyah karşıtı ırkçılığın teorisinidir. Her iki isim açısından
Fanon, her şeyden önce Cezayirli bir devrimcidir.
Tabii
bu, tüm bu yazarların Fanon’un eserlerinde karşımıza çıkan birçok farklı boyutu
gördüğü anlamına gelmez. Parry ve Lazarus, Fanon’un ırkla ve onun Cezayir
mücadelesine derinden bağlı oluşuyla ilgilenirken Gordon, Cezayir’in Fanon’un
düşüncesinde ve onun küresel sisteme yönelik materyalist eleştirilerinde
merkezî bir yere sahip olduğunu söyler. Her iki yazar da farklı yere vurgu
yapar ve Fanon’u farklı açılardan okur.
Fanon’u
farklı şekillerde okuma becerisinin teorik planda önemli bir fayda
sağlayacağını söylemek mümkünse de bu, çoğulculuğu olumlu ve yararlı bir şey
olarak gören liberalizmin tuzağına düşmemize sebep olabilir. Daha önce
bahsettiğim gibi, Lazarus ve Parry’nin, Bhabha türünden postkolonyalizm
teorisyenlerinin Fanon’u nasıl yanlış okuduklarına dair anlatımları, tüm
okumaların aynı ölçüde geçerli olduğunu kabul etme tehlikesine işaret eder.
Fanon’un
kitaplarında merkezî konu başlıkları asla göz ardı edilmemelidir: Onun tüm
çalışmaları, ırkçılık karşıtlığı, milliyetçilik, sınıf analizi, her şeyden önce
zulme karşı mücadele konusunda sürekli yaptığı çağrı üzerine kuruludur.
Sara Salim
Kaynak
Dipnotlar:
[1] David Macey, Frantz Fanon: A Life, Granta Books, 2000, s. 503.
[2]
Bu sürecin mükemmel bir eleştirisi için bkz.: Klein, Naomi, The shock
doctrine: The rise of disaster capitalism, Macmillan, 2007.
[3]
Bu konunun ayrıntılı bir analizi için bkz.: Sharpley-Whiting, T. Denean.
“Anti-black femininity and mixed-race identity: Engaging Fanon to reread
Capécia.” Fanon: A Critical Reader içinde (1996): s. 155-162.
[4]
Ayrıntılı bir tartışma için bkz.: Lazarus 2011, s. 136-137.
[5]
Burada şu hususu vurgulamakta fayda var: genelde Edward Said, maddi olanı hüküm
altına almaya yönelik, postkolonyalizm teorisinde görülen eğilimin bir parçası
olarak görülmez.
Kaynakça:
Gordon, Lewis. What Fanon Said: A Philosophical Introduction to His Life and
Thought. Fordham University Press, 2015.
Lazarus,
Neil. Nationalism and Cultural Practice in the Postcolonial World.
Cambridge University Press, 1999.
Lazarus,
Neil. The Postcolonial Unconscious. Cambridge University Press, 2011.
Macey,
David. Frantz Fanon: A Life. Granta Books, 2000.
Mbembé,
J-A. On the Postcolony. Cilt. 41. Univ of California Press, 2001.
Parry,
Benita. Postcolonial Studies: A Materialist Critique. Routledge, 2004.
0 Yorum:
Yorum Gönder