Paralaks
Bakış Açısı
Günümüz
İngilizcesinde “pig” (“domuz”), çiftçilerin ilgilenmekte olduğu
hayvanları, “pork” (“domuz eti”) ise bizim tüketmekte olduğumuz eti
ifade eder. Verilen iki örnekte sınıfsal bir boyutun bulunduğu açıktır: “Pig”,
imtiyazsız çiftçiler olan Saksonlardan gelen eski Sakson diline ait bir
sözcükken, “Pork” çiftçilerce yetiştirilen domuzları tüketen imtiyazlı
Norman fatihlerinin kullandığı Fransızca porque sözcüğünden gelir.
Üretimi tüketimden ayıran yarığa işaret eden bu ikilik, Kojin Karatani’nin Transkritik:
Kant ve Marx Üzerine adlı eserinin paralaks boyutuna atıfta bulunduğu temel
meseledir.[1]
İngilizce
konuşan dünyaya Japon Edebiyatının Kökenleri adlı eseri Fredric Jameson
tarafından takdim edilmiş bulunan, neslinin en dikkat çekici Japon edebiyatı
eleştirmeni Karatani, Metafor Olarak Mimarî adlı eserini müteakip,
içinde olduğumuz dönemin sermaye imparatorluğuna yönelik muhalefetin felsefî ve
politik temellerini yeniden atmaya çalışıyor.[2] Karatani’nin burada, özellikle
anarşist, kimi alternatif devrimci geleneklere dönük heterodoks teorik hevesi
ve ilgisi, Roberto Unger’in Brezilya’nın ötesine taşan üçlemesi Politika
ile kıyaslanabilir. Ancak Karatani’nin düşünce dünyası Marx’ın düşünce
dünyasına, onun da gerisinde, klasik Alman felsefesinin mirasına doğru
kapanıyor.
Karatani
şu soruyla başlıyor: Kantçı anlamda, terimin içindeki çelişkiyle
yüzleştiğimizde uygun olan cevap nedir? Karatani’nin cevabı, bir yönü diğerine
indirgeyen her türlü çabayı reddetmek (ya da hatta karşıtların bir tür
“diyalektik sentez”ini canlandırmak) gerektiğidir. Tersine, çelişkinin
indirgenemez olduğu iddia edilmeli, radikal eleştiri başka bir konuma karşıt
sınırlı bir konum olarak değil, konumlararası indirgenemez bir yarık, yani
konumlar arasındaki saf yapısal bir çatlak olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla
Kant’ın genel tavrı, şeyleri “ne kendi bakış açısından ne de başkalarının bakış
açılarından, farklılık (paralaks) üzerinden kendisini ifşa eden gerçeklikten
görmektir.”[3] Karatani, Kantçı (olgu ötesi) kendinde şey’i, bizim
kavrayışımızın ötesindeki aşkın varlık olarak değil, sadece gerçeklik
deneyimimizin indirgenemez çelişkili karakteri aracılığıyla görünebilir bir şey
olarak okur.
Değer
Teorileri
Karatani’ye
göre, klasik politik ekonomi ile (Ricardo ve onun felsefî rasyonalizme denk
manada emek-değer teorisi), değeri saf anlamda özsüz bir ilişkisel varlığa
indirgeyen neo-klasik okul (Bailey ve felsefî ampirisizm) arasındaki
karşıtlıkla yüzleştiğinde Marx’ın “politik ekonomi eleştirisi”, paralaks bakış
açısına doğru benzer bir kopuş gerçekleştirir. Marx bu karşıtlığı Kantçı
karşıtlık olarak ele alır, yani değer, hem dağıtımın dışında, üretimde, hem de
dağıtımın içinde doğuyor olmalıdır. Hem sosyal demokratik hem de komünist
versiyonlarında Marx sonrası “Marksizm”, bu paralaks bakış açısını yitirmiş ve
hakikatin mekânı, mübadele ile tüketimin “yanılsamalı” yüzeylerine karşı,
üretimin tek yönlü olarak aziz kılınması gayretine doğru ricat etmiştir.
Karatani’nin de vurguladığı biçimiyle, genç Lukács’tan Adorno’ya, oradan
Jameson’a en derinlikli şeyleşme teorisi olan meta fetişizmi, tuzağa düşmüştür.
Devrimci hareketin eksikliğine ilişkin bu düşünürlerin verdiği izahat,
işçilerin bilincinin tüketimci toplumun ayartmaları ve/ya kültürel hegemonyanın
ideolojik güçleri tarafından allak bullak edildiği yönündedir. Bunun sonucunda
da sözkonusu düşünürlerin eleştirel çalışmalarının odak noktası, kültürel
eleştiriye (sözde kültürel düşünce tarzına) -diğer isimlerde ise işçileri
burjuva ideolojisinin büyüsüne sokan ideolojik (ya da libidinal: bu Batı Marksizminde
psikoanalizin kilit rolüne işaret ediyor.) mekanizmaların ifşasına kaymıştır.
Marx’ın meta-biçim analizine yönelik ayrıntılı bir okuma yapan Karatani,
kendisini bir meta olarak sunmak için ürünün yaptığı ölümcül atlayıştaki
paralaks yarığının başa çıkılamaz sürekliliğine bakar:
(Altında
ifadesini bulan demirin) fiyat(ı) bir yandan demirdeki emek-zamanının
miktarına, yani değerine işaret eder, aynı zamanda demiri altına dönüştürmeye,
demirde içerilen emek-zamanına evrensel toplumsal emek-zamanı biçimi vermeye
dönük dindar arzuyu ifade eder. Eğer bu dönüşüm gerçekleşme noktasında
başarısız olursa, bir tonluk demir sadece bir meta değil, ayrıca bir ürün de
olamaz; sadece kullanıcı için bir kullanım-değerini ifade eden bir meta
olduğundan, yani onun emeği sadece diğerleri için yararlı bir gerçek emek ise o
sadece soyut genel emek olduğu durumda kullanıcı için yararlıdır. Dolayısıyla
demirin ya da onun sahibinin görevi, demirin altını cezp ettiği metalar
dünyasında bir yer bulmaktır. Ancak bu basit dağıtım analizinde varsaydığımız
satış fiiliyatta gerçekleşirse, sözkonusu zorluk, metanın ölümcül atlayışı
sorunu, hal yolunu bulur. Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak -yani kendisi
için kullanım değeri arz etmeyen kişiden kullanım değeri arz eden kişiye
aktarımı- bir ton demirin gerçekte bir kullanım değeri olduğunu kanıtlar ve
onun fiyatı aynı ânda gerçekleşir ve saf hayâlî altın gerçek altına
dönüştürülür.[4]
Bir
metanın satılması ve böylelikle bir meta olarak etkin biçimde kurulması yoluyla
gerçekleşen bu atlayış, Değer’in (Değer anlayışının) özde yaşadığı gelişimin
değil, Kirkegorcu iman sıçrayışı ile kıyaslanabilecek bir ölümcül atlayışla,
duyarlılık ile anlayış arasında, Kantçı sentezle kıyaslanabilecek, kullanım
değeri ve değişim değeri arasındaki geçici ve kırılgan bir “sentez”in gelişimi
sonucunda gerçekleşir: her iki durumda da dışsal anlamda birbirlerine
indirgenemez olan iki düzey biraraya getirilir. Bu kesin sonuç için Marx,
Hegelci yoldan değişim değeri ile kullanım değeri arasındaki ayrışma üzerinden
Değer anlayışına ulaşmaya ilişkin (Grundrisse elyazmalarında görünebilir
olan) özgün projesini terk eder. Kapital’de bu iki boyutun
ayrıştırılması, yani “malın ikili karakteri” çıkış noktasıdır. Tıpkı varlığın
yüklem olmadığı (yani varoluşun kavramsal yükleme indirgenemediği) Kant’ta ya
da nesnenin adına yönelik atfın, bu adın içeriğinde ve gösterdiği özellikler içinde
temellendirilemediği Saul Kripke’nin Naming and Necessity’sinde [“Adlandırma
ve Gereklilik”] olduğu gibi, sentez indirgenemez bir dışsal unsura
dayanmalıdır.
Dolayısıyla
üretim ve dağıtım arasındaki gerilim bir kez daha paralaksa ait bir gerilimdir.
Evet, değer üretim sürecinde oluşur; ancak değer, orada sadece üretilmiş meta
satıldığı ve bu sayede M-P-M çevrimi tamamlandığı noktada fiilîleştiğinden, o
yalnızca üretim alanında potansiyel olarak mevcut olduğu durumda oluşur.
Değerin üretimi ile onun gerçekleşmesi arasındaki geçici yarık bu noktada
hayatîdir: değer, dolaşım süreci başarılı bir biçimde tamamlanmadan, üretim
dâhilinde yaratılsa bile, orada dar anlamda değer yoktur -zamansallık burada
mükemmel geleceğin (futur antérieur) zamansallığıdır, yani değer hemen
gerçekleşmez, o sadece gerçekleşmiş olacak”tır. O geriye doğru, edimsel olarak
fiilîleşir. Üretimde değer “kendinde şey” olarak oluşurken, yalnızca
tamamlanmış dolaşım sürecinde “kendisi için” olur. Bu, Karatani’nin Kantiyen
değer çelişkisini, hem üretim sürecinde oluşup hem de orada oluşmayan Kantiyen
değer çelişkisini çözme yöntemidir. Bu çelişkinin nedeni, kapitalizmin biçimsel
demokrasi ve eşitliğe ihtiyaç duymasına neden olan, kendinde şey ile kendisi
için şey arasındaki yarıktır:
Sermaye
ile efendi-köle ilişkisini birbirinden kesin olarak ayıran şey, işçinin
tüketici ve mübadele değerlerinin sahibi, yani paranın sahibi olarak meseleyle
yüzleşmesi, para biçimi dâhilinde onun basit anlamda dolaşımın merkezi olması
-ebedî birçok merkezden biri olarak işçinin özgüllüğünün sönümlenmesidir.[5]
Bunun
anlamı, yeniden üretim çevriminin tamamlanması için sermayenin rollerin terse
döndüğü bu kritik noktayı aşmak zorunda oluşudur: “İlkesel olarak artı-değer,
sadece işçilerin toplamda ürettiklerini geri alması suretiyle gerçekleşir.[6]
Bu nokta Karatani için can alıcı mahiyettedir: o, bugün sermaye nizamına karşı
koymak için gerekli temel manivelayı temin eder. Proleterlerin saldırılarını
alıcı konumundan sermayeye yaklaştıkları ve sonuçta sermayenin onları ayarttığı
tekil bir noktaya odaklamaları doğal değil midir? “İşçiler hiçbir surette özne
olamıyorlarsa, onlar sadece tüketici olurlar.”[7] Belki de bu, paralaks
durumunun nihaî hâlidir: işçi-üretici ve tüketici konumu, ötekinin “derin
hakikati” olarak imtiyazlandırılmadan, aralarındaki açılmaya indirgenemeyecek
biçimde sürdürülür. (Devlet sosyalizminin planlı ekonomisi, bağdaştırma
işleminde üretime imtiyaz verirken ve buradan da kimsenin istemediği ürünler
yerine tüketicilerin ihtiyacı olan ürünleri onlara temin etme hatasını
yaparken, korkunç bir bedel ödememiş miydi?)
Bu,
Karatani’nin kilit motiflerinden birisidir: üretim faaliyetinde birbirlerine
bağlanan mali spekülasyon ile kapitalistlerin “reel” ekonomisi arasındaki
muhalefete ilkel-faşist olmayan bir yoldan, itiraz eder. Kapitalizmde üretim
süreci daha fazla para doğuran spekülatif para sürecindeki yegâne sapaktır.
Ayrıca “vurgunculuğun” mantığı, üretimi devrimcileştiren ve genişleten sürekli
dürtüyü besleyen şeydir:
Bugün
ekonomistlerin ekseriyeti, küresel mali sermayenin yürüttüğü spekülasyon
işleminin “tözel” ekonomiden bağımsız olduğu hususunda uyarıda bulunur. Ancak
onların gözden kaçırdıkları şey, tözel ekonominin kendi doğasına bağlı olarak
aynı zamanda bir yanılsama tarafından güdülüyor olması ve bu doğanın da
kapitalist ekonominin doğası olmasıdır.[8]
Sonuçta
parayla bağlantılı dört temel konum vardır: “(1) merkantilist inanç -çocuksu
bir dille, paranın “özel bir şey” olduğunu söyler; (2) Fetişizmi saf anlamda
bir yanılsama olarak horgören ve parayı toplumsal açıdan faydalı emek
miktarının işaretinden başka bir şey olarak anlamayan ve değeri metanın
yaradılışına ait bir şey olarak gören, Ricardo’nun temsil ettiği “klasik
burjuva politik ekonomisi”; (3) Sadece emek değer teorisine değil, ayrıca her
türlü “gerçek” değer nosyonuna -arz ve talep arasındaki etkileşimin basit bir
sonucu olan metanın fiyatı ya da diğer metalar için bir metanın faydası fikrine
itiraz eden neoklasik okul. Karatani, Marx’ın paradoksal biçimde, Bailey
okuması aracılığıyla, “klasik” Ricardocu emek değer teorisinin sınırlarından
nasıl koptuğuna vurgu yaparken haklıdır: Bailey, bir metanın diğer tüm
metalarla ilişkisini ifade biçimine, değerin saf ilişkisel durumuna vurgu yapan
ilk “kaba” ekonomisttir. Böylece Bailey, Marx’ın bir nesne ile onun işgal
ettiği yapısal alan arasındaki yarıkta ısrar eden biçimsel yaklaşımına giden
yolu açar: aynı yoldan bir kral miras aldığı mallar yüzünden değil, insanların
kendisine yönelik tavrı sebebiyle bir kraldır (Marx’ın özgün örneği), bir meta,
altın “doğal olarak” para olduğu için değil, tüm metaların genel eşdeğerine ait
biçimsel alanı işgal ettiği için paradır.
Ancak
hem merkantilistler hem de onların Rikardocu eleştirmenleri “tözelci”dirler.
Ricardo, para olarak hizmet gören nesnenin “doğalında” para olmadığının elbette
ki farkındaydı ve parayla ilgili o çocuksu batıl inanca gülüp geçiyor, büyülü
mallara inanan ilkel müminler olarak merkantilistleri horgörüyordu. Ancak
parayı metada doğuştan gelen değerin ikincil dışsal işaretine indirgeyip, onu
metanın dolaysız “tözel” mülkiyeti olarak kavramak suretiyle Ricardo, her şeye
rağmen değeri tekrar doğallaştırıyordu. Salt her bireyin toplumsal emeğe
katkısını tasarlayan dolaysız “emek parası” takdimi ile para fetişizminin
üstesinden gelmeyi teklif eden ilk dönem sosyalistleri ve Prudoncuları
koşullayan yanılsama budur. Marx’taki sermayenin öz yayılımına ait temsilin
tümüyle Hegelci referanslarla yüklü olmasına karşın, sermayenin
özhareketliliğinin Hegelci Nosyon’un (ya da Ruh’un) dairesel öz
hareketliliğinden uzak olmasının nedeni de buradadır.[9] Marx’ın üzerinde
durduğu nokta, bu hareketin asla kendi hızına yetişemeyecek, asla kredisini
geri kazanamayacak, ayrışma sürecinin ebediyete kadar ertelenecek olması ve
krizin en içteki kurucu öğede gerçekleştiğidir (Adorno’nun da belirttiği üzere
bu, Sermaye’nin Bütün’ünün Doğru olmayan olmasının bir işaretidir.). Başka bir
deyişle, bu hareket kendisini sonsuza dek yeniden üreten “kötü bir
sonsuzluk”tur:
“Hegelci tanımlayıcı
üslubuna rağmen […] Kapital, saikleri itibarıyla kendisini Hegel’in
felsefesinden ayırır. Kapital’in amacı, kesinlikle ‘mutlak Ruh’
değildir. Kapital, dünyayı örgütlemesine rağmen sermayenin asla kendi
sınırının ötesine gidemeyeceğini gösterir. Bu, sermayenin/aklın kendini kendi
sınırları ötesinde gerçekleştirmeye yönelik denetimsiz dürtüsünü hedef alan,
Kantçı bir eleştiridir.”[10]
Şaşırtıcı
olan şu ki daha öncesinde Hegel Üzerine Üç Çalışma adlı eserinde Adorno,
eleştirel bir üslupla, Hegel’in sistemini, aynı “maliye” terimleriyle,
kendisinin asla geri ödeyemeyeceği bir kredi ile hayatını sürdüren bir sistem
olarak niteler. Aynı “maliye” metaforu çoğunlukla dil için de kullanılır. Diğer
isimlerle birlikte Brian Rotman da anlamı daima “gelecekten ödünç alınan” ve
kendi tamamlanma ânının ebediyete dek ertelenmesine yaslanan bir olgu olarak
tanımlar.[11] O zaman ortak paylaşılan anlamlar nasıl ortaya çıkıyor? Alfred
Schuetz’un “karşılıklı idealizasyon” adını verdiği şey üzerinden: özne, sonsuz
incelemenin açmazını aynı şeyi varsaydığımız ve ortaya koyduğumuz tespiti
aracılığıyla, “hepimiz kuş derken aynı şeyi mi kastediyoruz?” sorusu ile çözer.
Bu tip bir “iman sıçraması” olmasa dil olmaz. Bu önvarsayım, yani “iman
sıçraması”, dilin işlevselliğinin normatif inşası üzerinde duran Habermasçı
damar dâhilinde, tüm konuşmacıların bunun için gayret gösterdiği (göstermek
zorunda olduğu) bir şey olarak anlaşılmamalıdır. Aksine ideal bir şey olmanın
da ötesinde bu, eğer dil ilerlemek zorunda ise tekrar tekrar baltalanması
gereken bir kurgu olarak görülmelidir. O hâlde eğer, tersine, bu önvarsayılmış
“sanki”, derinlemesine anti-normatiftir. Elbette bir Habermasçı idealin, normun
dilde kayıtlı olduğunu, gene de bu kurgunun mevcut olduğu durumun artık kurgu
değil, içinde öznenin sürtünmesiz bir uzlaşmaya vardığı pürüzsüz bir iletişim
olduğu cevabını verecektir. Ancak bu tarz bir savunma asıl meseleyi gözden kaçırır:
böylesi bir durum, girişi basit anlamda sadece mümkün (ayrıca arzu edilir de)
olmayan, ancak öte yandan, iman sıçramasının ayrıca hiçbir normatif içeriğe
sahip olmadığı, hattâ -“sözde sahip olduğumuz bir şey için neden gayret
edelim?” üzerinden gerçekleştirilecek sonraki değerlendirmeyi engelleyen bir
durumdur. Başka bir deyişle, bu “sanki”yi normatiflik olarak okumak, “iman
sıçraması”nı karşıolgusal bir kurgu olduğu ölçüde (iletişimi mümkün kılan)
verimli ve gerekli bir şey olarak kavrayamaz. Onun “hakikat etkisi”, iletişimi
mümkün kılan pozitif rolü, onun doğru olmadığı, bir kurgu içine sıçradığı
gerçeğine bağlanır; bu konum normatif değildir, zira dilin zayıflatıcı
tıkanıklığını, nihaî güvence eksikliğini, hâlihazırda başarılmış bir şey için
gösterilen gayret temsili ile önler.
Kredi
ile yaşama üzerine kurulu aynı mantık, Stalinizme giden gelecek fikrinden ödünç
alınmıştır. Standart evrimci versiyon şudur: Stalinist sosyalizm, altmışların
ortasında sistemin potansiyel olarak yorulduğu bir dönemde, Rusya’da hızlı bir
sanayileşmeyi mümkün kılmıştır. Ancak bu yargının başarısız olduğu nokta,
1917’yi takip eden tüm Sovyet komünizmi döneminin ya da tam olarak Stalin’in
1924 sonrası “tek ülkede sosyalizm inşa etme” hedefi ile ilgili iddiasının
ödünç aldığı zamana bağlı olarak yaşadığı ve “kendi geleceğine borçlu” olduğu,
yani nihaî başarısızlığın geriye dönük olarak ilk dönemi devreden çıkardığı
gerçeğini dikkate almasıdır.
Ekonomi
ve Politika
Marksçı
paralaks, ekonomi ile politika arasında değil de “politik ekonomi
eleştirisi”nin metalar mantığı ile sınıfsal çelişkiler mantığına karşı politik
mücadele arasında değil midir? Her iki mantık, sadece ontik-ampirik değil,
“aşkın”dır da. Elbette bunlar birbirlerine işaret ederler -sınıf mücadelesi
ekonominin tam kalbinde yazılıdır, dolayısıyla burası boş ve tematize edilmemiş
olarak kalmalıdır (Bu noktada Kapital’in üçüncü cildinin sınıflarla
ilişkisini beklenmedik bir biçimde nasıl kestiğine bakılabilir.). Ancak bu
karşılıklı çıkarım sarmalanır ve böylelikle aralarındaki her türlü temas
kesilir. Politik mücadelenin saf ekonomik “çıkarlar”a doğru yapılacak her türlü
çevirisi başarısızlığa mahkûmdur. Ekonomik yüzeyin, kurucu temel politik sürece
ait ikincil maddeleşmiş “çökelme”ye dönük her türlü indirgenme çabası için de
aynı şey geçerlidir.
Bu
bağlamda Marksistlerin politikasından daha Jakoben olan Badiou, Rancière ve
Balibar’ın “saf politika”sı, ekonomi yüzeyine indirgeme çabası noktasında,
Anglosakson kültür çalışmaları ile ortaklaşır. Yani Politik olana ilişkin,
Balibar’dan Rancière ve Badiou’ye oradan da Laclau-Mouffe’a tüm yeni Fransız
(ya da Fransız yönelimli) teorilerin amacı, geleneksel felsefî terimlerle
konuşarak, ekonomi yüzeyini (maddî üretimi) “ontolojik asaletten mahrum “ontik”
bir yüzeye indirgemektir. Bu ufuk dâhilinde Marx’çı bir “politik ekonomi
eleştirisi”ne yer yoktur: Marx’ın Kapital’inde metalar ve sermaye
evreninin yapısı, sadece ampirik bir yüzeye indirgenmiş değil, ayrıca toplumsal
ve politik ilişkileri üreten bir tür toplumsal açıdan aşkın, a priori bir
matrikstir. Ekonomi ve politikanın ilişkisi, nihayetinde herkesçe bilinen iki
suratlı vazo paradoksudur: tercihe bağlı olarak ya resimde iki insan suratı ya
da vazonun kendisi görülür. Aynı şekilde bizler ya politik olana odaklanırız,
ekonomi alanını ampirik “emtia hizmetleri”ne ya da ekonomik olana odaklanarak
politikayı görünümler tiyatrosuna indirgeriz. Elbette bu görünümler gelişkin
bir komünist (ya da teknokratik) toplumun oluşması ile ortadan kalkacak,
Engels’in ve Saint-Simon’ın ifadesi ile “insanların idaresi “şeylerin
idaresi”ne yol verecektir.
Marksizmin
“politik” eleştirisi, politikanın “nesnel” sosyo-ekonomik sürece ait “biçimsel”
ifadelere indirgenmesinin açıklık ve uygun politik alanın kuruculuğu ihtimalini
gözden kaçırır ve böylelikle kendi zıddına dönüşür: ekonomi alanının politikaya
indirgenemez olan biçimine. Bu gerçeklik dâhilinde toplumsal biçimleri
ekonominin belirlediğini söyleyen Fransız “politik postmarksistler”, ekonomiyi
pozitif toplumsal yüzeylerden birine indirgemekle yanlışa düşerler.
Dolayısıyla
temel paralaks görüşüne ilişkin fikir, onun paranteze alınmasının kendi
nesnesini üretmesi ile ilgilidir. Bir biçim olarak “demokrasi”, sadece ekonomik
ilişkilerin yapısı ile politik devlet aygıtının doğal mantığı paranteze
alındığında -tekil seçmenlere indirgenebilecek devlet aygıtlarına tabi olan ve
ekonomik süreçlerde gömülü bulunan insanlar soyutlandığında ortaya çıkar. Aynı
işlem “hâkimiyet mantığı” için de geçerlidir; insanlar tabiyet araçları
tarafından kontrol ya da maniple edilirler: iktidara ait bu mekanizmaların
anlaşılması için sadece demokratik tahayyül değil (Foucault’nun iktidarın
mikro-fiziğine ilişkin analizinde ve Lacan’ın “Seminer XVIII”deki iktidar
analizinde olduğu gibi), ayrıca ekonomik (yeniden) üretim sürecinden de soyutlanmalıdır.
Sonuç olarak ekonomik (yeniden) üretim de sadece devletin ve politik
ideolojinin yöntemsel açıdan paranteze alındığı noktada ortaya çıkar; birçok
Marx eleştirmeninin onun “politik ekonomi eleştirisi”nin iktidar ve devlet
teorisinden mahrum olduğundan şikâyet etmeleri şaşırtıcı değildir. Elbette
buradan kaçınılması gereken tuzak, demokratik ideoloji, iktidar pratiği ve
ekonomik (yeniden) üretim süreci gibi parçalardan müteşekkil olan toplumsal
bütünlüğü görecek bir bakış açısı ile ilgili o çocuksu fikirdir. Eğer bunlar
eşzamanlı olarak ele alınacak olurlarsa, hiçbir şey görülemez -dış hatları
gözden kaybolur. Sözkonusu paranteze alma işlemi salt bir epistemolojik işlem
değildir, o Marx’ın “gerçek soyutlama” dediği şeye cevap verir: bu soyutlama,
demokratik sürecin fiililiğinde kayıtlı olan iktidardan ve ekonomik
ilişkilerden soyutlanmadır.
Felsefe
ve Yurtsuzluk
Daha
radikal bir biçimde, felsefenin paralaks durumunu kendi doğasına bağlı kalarak
ileri sürmemiz gerekiyor mu? Yunan presokratiklerden başlayarak felsefe, gerçek
toplumsal cemaatlerin çatlaklarında, “paralaks” konumuna girmiş ve pozitif
toplumsal kimliklerle tanımlama becerisinden yoksun olanların düşüncesi olarak
ortaya çıkmıştır. Bu, Heidegger’in değerlendirmesindeki eksik olan noktadır:
onun o pek sevdiği presokratiklerden bu yana felsefîleştirme, herhangi bir
komünal kimlikten çıkmanın sonucunda oluşan “imkânsız” bir konumu ihtiva etmiş
ve hane halkı ya da polis örgütlenmesi olarak “ekonomi” dâhilinde cereyan
etmiştir. Marx’taki mübadele gibi felsefe de farklı cemaatlerin arasındaki
çatlaklarda, her türlü pozitif kimlikten yoksun olan dolaşımın kırılgan
alanında ortaya çıkar. Bu, özellikle Descartes’ta açık değil midir? Evrensel
şüphe ile ilgili manifestosunun temellendirilmesi, birine ait geleneğin bize
“garip” gelen ötekilerin geleneklerinden daha iyi olmadığı bir “çokkültürlü”
dışavurumdur:
"Üniversite
yıllarında bile bana felsefecilerin tespitleri arasında tuhaf ya da çok az
güvenilir olan herhangi bir tahayyülün mevcut olmadığı öğretildi, sonrasında
ben seyahatlerim süresince duyguları bizimkilere ters olanların barbar ya da
vahşi olmadıklarını, aksine bunların bizim aklımızdan daha büyük bir akılla
anlaşılabileceklerini fark ettim. Ayrıca akıl ve ruh açısından da benzer olan
bir insanın Fransız ya da Almanlar arasında çocukluğunu geçirdiğinde Çinliler
ya da barbarlar arasında geçirenden çok farklı olduğunu düşündüm. Aynı şekilde
giyinme tarzında bile on yıl önce bize hoş gelenin bugün bize ölçüsüz ve saçma
geldiğini fark ettim. Bu yolla geleneklerin ve örneklerin bizi her türlü
bilgiden daha fazla ikna ettiği, böylelikle çoğunluğun sesinin keşfedilmesi
biraz zor olan gerçeklerin içindeki her türden değerin ispatını vermediğini,
zira bu türden gerçeklerin bir milletten çok bir insan tarafından keşfedilmesi
gerektiğini anladım. Ancak ben, fikirleri diğerlerine nazaran tercih edilebilir
görünen bir insanın üzerine parmağımı koydum ve tabiri caizse işlemimin yönünü
belirleme noktasında kendimi sınırlanmış olarak buldum.”[12]
Böylelikle
Karatani, cogitonun maddî olmayan karakterini vurgulamakla kendini haklı
çıkartır: “olumlayıcı bir biçimde konuşmak mümkün değil; en kısa sürede onun
işlevi kaybolur.”[13] Cogito maddî bir varlık değil, saf yapısal bir işlev,
doğası gereği ancak maddî komünal sistemlerin çatlaklarında ortaya çıkabilen
bir boş alandır (Lacan: $). Demek ki cogitonun ortaya çıkışı ile Spinoza ve
Descartes için geçerli olan maddî komünal kimliklerin kaybı ve dağılması
arasında esaslı bir bağlantı mevcuttur. Spinoza, Kartezyen cogitoyu olumlu bir
ontolojik varlık olarak eleştirse de o cogitoyu “açıktan ifade edilmiş bir
konum”, öze ilişkin radikal bir şüphenin alanı olarak onaylar; Spinoza bu
konuda Descartes’ın da ilerisine gider ve ne Yahudi ne de Hristiyan olan bu
düşünür, toplumsal mekânlar arasındaki çatlaklardan söz eder.
Bu
Kartezyen çokkültürcü açılışın ve göreceleştirmenin ilk adım olduğu tespiti
üzerinden sözkonusu yaklaşıma kolaylıkla cevap verilebilir. Belirli bir felsefî
bilgiye ulaşma yolunda miras alınmış fikirler terk edilir; gerçek eve girmek
için sahte ve güçsüz olan evden çıkılır. Hegel, Descartes’ın cogitoyu keşfini,
uzun bir deniz seyahatinden sonra toprağa basan gemici ile kıyaslar. Kartezyen
evsizlik, demek ki sadece “inkârın inkârı”nı önceden haber veren, aldatıcı bir
taktiksel hamle değil, ayrıca gerçek kavramsal evin nihayet keşfedilmesi ile
yanlış geleneksel evin aşılmasıdır. Heidegger de bu bağlam dâhilinde Novalis’in
gerçek kayıp eve duyulan hasret olarak yaptığı felsefe tarifini alıntılayıp
onaylayarak kendi konumunu meşrulaştırmıyor muydu? Ancak gene de bu yaklaşımdan
şüphe edilebilir. Her şeyden önce Kant muhalif bir tanık olarak durmaktadır
karşımızda: aşkıncı felsefesinde evsizlik indirgenemez bir nitelik arz eder
-sonsuza dek ayrışmış bir hâlde kalacağız, iki boyut arasındaki kırılgan konuma
ve hiçbir garantisi olmayan bir “iman sıçraması”na mahkûmuz. Hegel’e göre bu
yeni “ev”, evsizlik yolu dâhilinde, tam da inkârın açık hareketi değil midir?
Bu
kurucu “evsizlik” felsefesinin sözkonusu çizgileri arasında Karatani, Hegel’in
karşısında durarak, Kant’ın kozmopolitan “dünya sivil toplumu” fikrini savunur.
Bu toplum, basit anlamda yurttaşlığın bir ulus-devletten çıkıp, küresel aşkın
devlete doğru genişlemesi demek değildir. Karatani’ye göre o, insanların
“organik” etnik varlığı ile belirli bir kültürel gelenek içinde
kimliklendirilmesinden radikal anlamda farklı bir kimliklendirmeye doğru
kaymasını ihtiva eder. Karatani bu noktada Deleuze’ün “bireysellik-özel
oluş-genellik üçlemesine karşıt “evrensel tekillik” anlayışına atıfta bulunur.
Bu karşıtlık Kant ve Hegel’in karşısında konumlanır. Hegel’e göre “dünya sivil
toplumu” maddî bir içerikten yoksun, özel olanın arabuluculuğundan ve sonuç
olarak tam bir gerçeklik gücünden mahrum soyut bir fikirdir. Bir bireyin
evrensel insanlığa etkin biçimde iştirak etmesi ancak belirli bir ulus-devlet
ile birlikte kimliklendirilmesi yoluyla gerçekleşebilir -ben yalnızca bir
Alman, İngiliz ya da Fransız vb. olduğum için “insan”ımdır.
Aksine
Kant’a göre, “dünya sivil toplumu” evrensel tekillik paradoksuna yol açar, yani
evrensele doğrudan iştirak eden özelin arabulucuğunu by-pass eden tekil bir
özneye işaret eder. Evrensel olanla kimliklendirme işlemi küresel maddeyi
(“insanlığı”) kuşatarak gerçekleştirilen bir işlem değil, evrensel etik-politik
ilke ile -evrensel dinî kolektifle, bilimsel bir kolektifle, küresel devrimci
bir örgütle, yani tümü ilkesel olarak herkese açık olan bir ilke ile yapılan
bir işlemdir. Karatani’nin tespit ettiği üzere tam da bu, Kant’ın o ünlü
metni Aydınlanma Nedir?’de “özel” olana karşı “kamusal”ı konumlandırırken
kastettiği şeydir. Ona göre “özel olan”, cemaate karşı duran birey değil, bir
insanın belirli bir kimliğine ait komünal-kurumsal talimattır, öte yandan
“kamusal” ise bir insanın aklî pratiğindeki ulusötesi evrenselliktir.
Dolayısıyla buradaki paradoks, “kamusal” yüzeyin evrensel boyutuna tekil bir
birey olarak iştirak etmesi suretiyle gerçekleşir. Burada birey, maddî komünal
kimliğin ya karşısında konumlanır ya da ondan ihraç edilir. Bir kişi gerçek
anlamda evrensel olabilmesi için onun radikal manada tekil olması ve komünal
kimliklerin arasındaki çatlaklarda konumlanması gerekir.
Ancak
tam da bu bizim ilk eleştirel ihtarı yapmamıza neden olacaktır. Karatani,
gerçekte “Hegel’e bir şans mı veriyor”, yoksa onu (Hegel ile ilgili sıkça
yapılan eleştirilerde olduğu üzere) uygun bir yalancı tanık konumuna mı
taşıyor? Buradaki yetersizliğin olumsuz kanıtı, Karatani’nin kitabının göze
çarpan özelliğidir: Karatani, Kant’ın aşkıncı eleştirisi ile Marx’ın politik
ekonomi eleştirisi arasındaki paralelliği doğrudan kullanan, ancak bu işlemi
karşı eleştirel bir yönden (meta evreninin yapısı Kant’ın aşkın uzamına ait
yapı ile aynıdır.) gerçekleştiren Alfred Sohn-Rethel’e yönelik, şüpheye sevk
edecek biçimde, herhangi bir atıfta bulunmamaktadır.[14] Karatani, sadece
eleştirel olmayan bir üslup dâhilinde, Kant’ın mantığının hâlihazırda meta
fetişizmine ait yapı tarafından “kirlenmiş” olduğunu açığa çıkartarak, yani
yalnızca Hegel’in metaların evrenindeki çelişkileri çözecek araçları yalnızca
Hegel’in temin ettiğini görerek Kant’a sırtını yaslayabilir.
İktidarın
Piyangoları
Tüm
bu söylenenlerin dışında Karatani’nin Kant okumasına ait kimi ayrıntılar
sorgulanabilir. Paranın çelişkisini “aşkıncı” bir yoldan çözmeyi teklif eden
Karatani (para olan ve olmayan bir x’e muhtacız -ve bu çözüm sonrasında
iktidara tatbik edilir- kendinde bir iktidar olan bir varlıkta
fetişleştirilmeyen merkezî bir iktidara muhtacız.), doğuştan gelen özellikleri
nedeniyle nesne olabilen, ancak estetik sistemde belirli bir yer kaplayan
nesneden söz eden Duchamp’ın yapısal türdeşlik fikrini anımsatır. Ancak bu,
Claude Lefort’un demokrasiyi iktidar alanının özgün anlamda boş olduğu, onu
geçici olarak seçilmiş temsilcilerle doldurulan bir politik nizam olarak tarif
edişine denk düşer. Bu hat boyunca Karatani’nin bizi yönetecek olanları
belirleyen seçimleri piyango ile birleştiren anlayışı, göründüğünden daha
geleneksel bir nitelik arz eder. Karatani’nin ifade ettiği örnekler Antik Yunan
kökenli ise de, esasında temelde ortaya koyduğu öneri, paradoksal olarak,
Hegel’in monarşi teorisine benzer bir görevi ifa eder.
Bu
birleşme üzerinden Karatani, burjuva diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğü
arasındaki farka ilişkin delice görünebilecek tarifi yapma riskini üstlenir:
“Eğer gizli oylama aracılığıyla evrensel oy hakkı, yani parlamenter demokrasi
burjuva diktatörlüğü ise piyangonun takdimi de proletarya diktatörlüğü olarak
varsayılmalıdır.”[15] Demek ki “merkez aynı zamanda hem vardır hem de
yoktur.”[16]: o boş yer, aşkın bir x olarak var olur ve mevcut pozitif varlık
olarak var olmaz. Ancak bu gerçekten de “iktidar fetişizmi”nin altını oymak
için kâfi midir? O, pek ünlü fetişist inkâr mantığını takiben, muhtemelen bir
bireyin geçici olarak bir iktidar alanını ve iktidarın karizmasını işgal
etmesine izin verir: “Çok iyi biliyorum ki o da benim gibi sıradan bir insandır,
ancak (iktidarda olduğu sırada o aşkın bir gücün aracıdır, onda iktidar konuşur
ve eyler.).” Sonuçta esas görev, metafizik önermelerin (Tanrı, ruhun
ölümsüzlüğü vb.) silinerek ifade edildiği Kant’ın çözümlerine ait genel matriks
dâhilinde kalarak, iktidar alanının mistik niteliğinden kurtulmak mıdır?
Son
olarak Karatani’nin Marx’ın artı-değere ve sömürüye ilişkin fikirlerine yönelik
değerlendirmelerinde tuhaf bir boşluk mevcuttur: bu değerlendirmeler, standart
emek-değer teorisine dönük Marx’ın eleştirisindeki kilit unsuru tümüyle göz
ardı ederler. Marx’a göre işçiler, işlerinin tam değeri inkâr edildiği için
sömürülmezler -işçilerin ücretleri temelde “âdil”dir, sattıkları işgücünün tüm
meta değeri onlara ödenir. Aslında sömürü, bu metanın kullanım değeri özgün
olduğu için gerçekleşir; işçi kendi değerinden daha yüksek bir değer üretir ve
bu artığa kapitalistlerce el konulur. Aksine Karatani, sömürüyü değer
sistemleri arasındaki fiyat farkına indirger: aralıksız gerçekleşen teknolojik
yenilenme sayesinde kapitalistler, işçilere ödemek zorunda olduklarından daha
fazla emek ürünü satabilirler. Burada kapitalist sömürü, yapısal açıdan
tüccarların faaliyetine benzer bir konuma yerleştirilir. Tüccarlar farklı
alanlarda alıp satarlar ve (sattıkları yerden) ucuz olan ürünü (aldıkları
yerden) pahalı olan yerde elden çıkartırlar:
“Yalnızca değer sistemleri
arasında fiyat farkı vardır: (işgücünü satan) a ile (metaları satın alan) b
arasında artı değer oluşur. Buna nisbî artı değer denilir ve yalnızca aralıksız
devam eden teknolojik yenilenme sayesinde temin edilir. Bu endüstriyel sermayenin
iki farklı sistem arasındaki çatlaklarda daha fazla artı değer kazanmasının
nedeni budur.”[17]
Karatani,
çalışmasını, “sermayeye karşı ekonomik eylem modeli” olarak takdim ettiği Yerel
Mübadele Ticaret Sistemi deneyimine ilişkin öneride bulunarak sonlandırır.
Ancak bunun, artık bir fetiş olmayacak, sadece emek-para, yani her bireyin
toplumsal ürüne yaptığı katkıyı tasarlayan şeffaf bir aygıt olarak iş görecek
mübadele alanı tuzağından bizi uzak tutacağını görmemiz hayli güçtür. Ancak
gene de Karatani’nin kitabı, kapitalizme yönelik “kültürel” direnişteki
tıkanıklığı aşmak isteyen herkes için bir zorunluluktur ve o Marx’ın politik
ekonomi eleştirisinin güncel olduğunu yeniden iddia etmektedir.
Karatani’nin
teorisinin nesnel ironisi, onun aynı zamanda kendi öznel konumunu belirlemiş
olan paralaks ayrışmasına ait bir alegori olarak da okunabiliyor oluşudur:
Karatani’nin kendisi de Osaka ile bugün çalışmakta olduğu Doğu Yakası
akademyası arasındaki ayrışmanın içindedir; yazıları edebî-kültürel analizlerle
sosyo-politik çalışmayı ayrıştırmaktadır; bu çalışmanın kendisi, “yapısökümcü”
Marx’çı politik ekonomi okuması ile Japonya’daki Yeni Birlikçi Hareket’teki
pratik sorumluluğunu da ayırmaktadır. Eleştirel bir hatayı işaret etmenin
ötesinde, Karatani’nin bu paralaks konumu gerçeğin fihristi olarak iş
görmektedir: hayatımızın farklı düzeyleri arasındaki uzlaşmaz yarıklarla
damgalanmış olan günümüzün küreselleşmiş evreninde, paralaks görüşlerine ve çözülmemiş
karşıtlıklara yönelik böylesi bir bağlılık, deneyimimizin bütünlüğünü ele
alırken kullanacağımız yegâne yoldur.
Slavoj Žižek
Ocak-Şubat 2004
Dipnotlar:
[1] Bkz.: Kojin Karatani, Transcritique. On Kant and Marx, Cambridge, ma
2003.
[2]
Origins of Modern Japanese Literature, Durham, nc 1993; Architecture
as Metaphor: Language, Number, Money, Cambridge, ma 1995. Karatani’nin
Japon eleştiri dünyasındaki konumu için bkz.: Asada Akira, “A Left within the
Place of Nothingness”, NLR sayı: 5, Eylül-Ekim 2000, s.. 24, 35–36.
[3]
K. Karatani, Transcritique. On Kant and Marx, s. 3.
[4]
Karl Marx, ‘A Contribution to the Critique of Political Economy’ (Politik
Ekonominin Eleştirisine Katkı), Collected Works içinde, Cilt: 29, New
York 1976, s. 390.
[5]
Karl Marx, Grundrisse, Harmondsworth 1993, s. 420–1.
[6]
Karatani, a.g.e., s. 20.
[7]
A.g.e., s. 290.
[8]
A.g.e., s. 241.
[9]
Diğerleri yanında bkz.: Helmut Reichelt, Zur logischen Struktur des
Kapitalbegriffs, Frankfurt 1969.
[10]
Karatani, a.g.e., s. 9.
[11]
Bkz.: Brian Rotman, Signifying Nothing: the Semiotics of Zero, Londra
1975.
[12]
Discourse on Method, Notre Dame, 1994, s. 33.
[13]
Karatani, a.g.e., s. 134.
[14]
Alfred Sohn-Rethel, Intellectual and Manual Labour: a Critique of
Epistemology, Londra 1978.
[15]
Karatani, a.g.e., s. 183. Karatani, Atina demokrasisindeki kurayla seçim
yöntemine başvurur. Ancak bu, kura çekmenin ve oy kullanmanın bir bileşkesi
değildir. Karatani’nin savunduğu, 1268’de kurulan Venedik Dükü’nün oligarşik
seçim sürecine yakın bir şeydir. Burada dük kendisine intikal eden kraliyet
yetkilerini üstlenmekle yükümlü kılınır. Konsey için otuz üye oylanır, ardından
dokuz kişi seçilir. Ardından bu dokuz kişi kırk geçici seçmen belirler, kura
ile on iki kişi seçilir, bunlar da yirmi beş kişiyi seçerler. Bu sayı dokuza
indirilir ve bu dokuzun içinden beş kişi öne çıkar. Bu kırk beş kişi on bir
kişilik seçimi belirleyecek gruba doğru daraltılır; Dük’ün seçileceği
kardinaller meclisindeki toplantıda son kırk bir kişiyi belirlemek için on bire
dokuz bir çoğunluk gereklidir. Bu labirente benzer işleme, herhangi bir grubun
ya da ailenin sonuca usulsüz biçimde tesir etmemesi amacıyla ihtiyaç duyulur.
Bunun dışında Dük’ün gereğinden fazla yetkiyi eline almasına mani olmak için
yapacağı görevlerin bir listesi hazırlanır (Kızları veya oğulları cumhuriyet
dışından evlenemez, dükün sadece başkalarının huzurunda resmî mektupları açma
izni vardır vb.).
[16]
Karatani, a.g.e., s. 183.
[17]
A.g.e., s. 239.
0 Yorum:
Yorum Gönder