“Burası soylulaştırma sahasıdır. Yoksullar burayı lütfen
sessizce terk edin.”
Giriş
ABD’de
şehirler hızla dönüştürülüyor. Mahallelerin ve düşük gelirlilere ait evlerin
yerini soylulaştırılmış lüks binalar alıyor. Yüksek kiralar, yoksulları şehir
merkezlerinden uzaklaştırıyor. Bunlar, soylulaştırma sürecinin semptomları.
Soylulaştırma,
yoksulların ve işçilerin kapitalistlerin mahallelerine yaptıkları yoğun
yatırımlar neticesinde kendi toplumlarının dışına atılma sürecini ifade ediyor.
Soylulaştırma,
her zaman bu şekilde tanımlanmıyor. Bazıları, kültürel açıklamalara
odaklanıyor. Kafeler, bisiklet yolları gibi kentte geliştirilmiş imkânlara,
çocuk yapmamak gibi yaşam tarzı tercihleri üzerinden değişen toplumsal normlara
bakıyorlar. Bu düzlemde soylulaştırma, bireysel tüketicinin tercihlerinin bir
sonucu olarak tanımlanıyor.
Bazıları
da soylulaştırmayı kolektif tüketim alışkanlıklarının sonucu olarak
değerlendiriyorlar. Bu noktada “eşcinsel soylulaştırma” gibi laflar dile
dolanıyor.
Bazı
isimlerse soylulaştırmayı beyazların siyahların mahallelerine taşınma süreci
olarak tanımlıyorlar. Bu tanımda Vaşington, Şikago ve Filedelfiya gibi büyük kent
merkezlerinde uzun zamandır ikamet eden siyahların kovulması üzerinde duruluyor.
Bir
de soylulaştırmanın “doğal” ve kaçınılmaz bir olgu olduğunu söyleyenler var. En
genel manada bu gruptakiler, soylulaştırmayı ikamet alanlarının belirlenmesine
ilişkin kanunlarda yapılacak reformla veya bireysel tercihlerin iyileştirilmesiyle
politika alanında yapılacak ince ayarlar üzerinden, kısa vadede çözüme
kavuşturulabilecek bir sorun olarak görüyorlar.[1]
Bireysel
tercihler veya politika tercihlerine odaklanmak yerine Marksistler,
soylulaştırmayı kapitalizmin kanunlarının sebep olduğu bir süreç olarak
anlıyorlar. Onu ırkçılığın ve diğer zulüm biçimlerinin beslediği sermaye
birikimi döngüsünün parası olarak görüyorlar.
Bu
makalede biz, soylulaştırma sürecine sebep olan temel güçleri Marx ve Engels’in
teorik birikimi ışığında açıklayacağız. Çalışmanın sonunda soylulaştırmaya dair
devrimci anlayışın pratik sonuçlarını ele alacağız.
Kapitalizmde
Barınma ve Soylulaştırmanın Temelleri
Kapitalizmde
barınma sorunuyla ilgili her türden tartışma, metalaşma meselesini ele alarak
başlamalıdır. Kapitalist toplumda tüm sorunlar gibi barınma sorunu da esas
olarak bir şeyin kâr amaçlı satılması ile ilgili bir sorundur. Barınma imkânı
denilen kullanım değeri, o evin kaça satılacağı anlamında değişim değerine
tabidir. Ortada onca boş ev varken ABD’de her yıl milyonlarca insanın evsiz
kalmasının sebebi buradadır. Çünkü o boş evler, yeterli değişim değerine sahip
olana dek sermayenin elinde kalmalıdır.
Kapitalistler,
sadece kâr elde etme dürtüsüyle hareket etmezler. Onlardaki asıl dürtü, kârı
maksimize etmekle ilgilidir. Bu dürtü neticesinde kapitalistler, daha kârlı
olan bölgelere ve işkollarına yatırım yaparlar. Başka bölgelerin iliğini
emerler ya da onları görmezden gelirler.
Kapitalizmin
rekabetçi niteliğine bağlı olarak bir kapitalist, kârlı bir alan bulduğunda
diğerleri de rekabet etmek için aynı alana, aynı pazara veya işkoluna
gelecektir. Zamanla kapitalistler arasında cereyan eden rekabet, ilgili alanda
elde edilen kârın oranını düşürecek, sermaye artık tüketilmiş olan o alanı terk
edip yeni yatırım alanları aramaya başlayacaktır.
Kapitalist
kentlerdeki gelişme, bu olguya dair bir örnektir. Sanayileşme sürecinde
kapitalistler, kentlere fabrikaları ve makineleri kurdular. Bu üretim
araçlarının üretme ve daha fazla emtia satma becerisini artırdılar.
Sermayenin
hareketi, insanların hareketlerini de etkiler. Kapitalist yatırım kentlere
yoğunlaşmışsa, işçiler de kentlere yoğunlaşacak demektir. Yeterince yatırım
yapılmayan kırsal alanlarda yaşayan birçok insan iş için kentlere göç eder.[2]
1820-1920
arası dönemde ABD’de kentlerde yaşayanların oranı yüzde 7,2’den 51,2’ye çıktı. Kapital’de
Marx, benzer bir sürecin feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde İngiltere’de
de yaşandığını söyler: “Sermaye, sanayinin veya ticaretin yoğunlaştığı kentte
biriktikçe sömürülebilir insan malzemesi akışı da hızlanır, işçilerin yoksul
evleri daha da sefilleşir.”[3]
Marx,
şu pasajda, işçilerin kötü yaşam koşullarından bahseder ve bugün soylulaştırma olarak
adlandırdığımız süreci genel hatlarıyla aktarır:
“İşçi sınıfının en
çalışkan kesimlerinin açlıktan kazınan mideleriyle zenginlerin kaba veya rafine
zevklerle icra ettikleri aşırı tüketim arasındaki kapitalist birikime zemin
teşkil eden bağ, ancak ekonomi yasaları bilindiği vakit görünür. Aksi takdirde
sorun, sadece ‘yoksulların barınması’ sorunuymuş gibi değerlendirilir. Konuya önyargısız
yaklaşan her gözlemci, üretim araçları belli ellerde toplaştıkça emekçilerin de
belirli bir yerde biriktiklerini görür. Yani kapitalist birikim ne kadar
hızlanırsa işçilerin evleri de o kadar yoksullaşır. Kentlerde zenginlikteki
artışa eşlik eden ‘iyileştirme’ çalışmaları dâhilinde kötü inşa edilmiş semtler
yıkılır, bankalar için saraylar ve ambarlar inşa edilir, iş dünyasının
yönettiği trafik, lüks malların taşınması ve tramvayların işletilmesi için
sokaklar genişletilir. Bu iyileştirme çalışmaları, neticede yoksulları onların
saklanacakları daha kötü ve daha kalabalık yerlere sürer. Öte yandan, herkesin
bildiği üzere, evlerin değeri ile seçkinlikleri arasında ters orantı vardır. Konut
spekülatörleri, yoksulluk denilen madenlerden en az Bolivya’daki Potosi
madenleri kadar kâr elde ederler, ikincisinin maliyeti ilkinin maliyetinden
daha düşüktür. Kapitalist birikim gibi en genel manada kapitalist mülkiyet
ilişkileri de çelişkiyle maluldür.”[4]
Burada
Marx, kapitalizm koşullarında barınma sorunu konusunda bugün de geçerli olan
eleştiriler dile getiriyor. Marx, kentlerde işçilerin barınma koşullarının
alabildiğine güvensiz ve sömürü temelli olduğunu söylüyor. Ev sahiplerinin
kiralardan kâr elde ettikleri, öte yandan, kârı azaltacağından, iyi barınma koşullarının
sağlanması için kiradan gelen paranın kullanılmadığı koşullarda, evlerin aşırı
kalabalık ve bakımsız olduğundan bahsediyor.
İngiltere’de
durum öyle kötü ki devlet yetkilileri, evlerin temizliği ile ilgili yasaları
uygulamak adına sermayenin haklarını çiğnemek zorunda kalıyorlar. Bunu yüce
gönüllü oldukları için değil, hastalık gibi toplumsal risklerin yayılmasından
korktukları için yapıyorlar. Engels, İngiltere’yle ilgili çalışmasında tam da
bundan bahsediyor:
“Her büyük şehrin bir ya
da birden fazla gecekondu mahallesi var ve bu mahallelerde mutlu sınıfların
gözünden ırak, kentten ayrıştırılmış bölgede yoğun olarak işçi sınıfı yaşıyor.”[5]
Marx,
değerlendirmesinde soylulaştırmanın ilk biçimini aktarıyor. Kârını artırma
derdiyle sermayenin kentlere yoğunlaşmayı sürdürmesi sebebiyle işçiler,
kentlerin iyileştirilmesine dönük çalışmalar için evlerinden zorla
kopartılıyorlar. Marx, yoğun bir biçimde sömürülen işçilerin yaşam koşullarının
iyileşmediğini, ortamın sermaye daha da büyüsün diye iyileştirildiğini
söylüyor.
Kapitalizm
ve Modern Çağda Soylulaştırma
Kapitalizm
koşullarında metalaşma ve eşitsiz gelişim denilen temel olgular, bugün de barınma
meselesiyle alakalı. Sadece soylulaştırma işleminin gerçekleştiği bağlam
değişti. Sermaye, on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyılın başlarına dek uzanan
süreç boyunca kentleri epey geliştirdi. Ama bir yandan da ileride yaşanacak
gelişmenin önüne engeller dikti.
Coğrafyacı
Neil Smith’in de ortaya koyduğu biçimiyle, yirminci yüzyılın ortalarında
soylulaştırma, sermayenin üretim kapasitesini artırma ihtiyacı neticesinde
gerçekleştirildi. Buna bağlı olarak arazinin ucuz ve kolay elde edilebilir
olduğu kentin dışındaki bölgelere evler inşa edildi, üretim şehir dışına kaydı,
özetle, bir varoşlaşma sürecine girildi.
Sermaye,
kâr oranını yükselteceği, bu amaç doğrultusunda, yanında daha fazla işçi götürebileceği
yeni yerlere göç etti. Neticede kentlerde arazilerin değeri düşerken,
varoşlardaki değer arttı.
Neil
Smith, bu noktada sahada mevcut olan kiralarla yeniden geliştirme yoluyla
kapitalistlerin ve ev sahiplerinin elde edebileceği potansiyel kiralar arasındaki
fark anlamında, “kira açığı” kavramına başvuruyor. Bu kavram, ilgili dönemde
ABD’de sermayenin kentten varoşa, sonra yeniden merkeze nasıl kaydığını izah
ediyor. Soylulaştırma süreci, bu kira açığı denilen olgu, kiralardan kâr elde
edildiği, bu kârın şehirlerle sınırlı kalmadığı koşullarda yeniden geliştirme
maliyetlerinin karşılanabildiği noktada devreye giriyor.
Kapitalizmde
yeniden geliştirme işlemlerinin önemli bir bölümü, binalar, sokaklar, köprüler,
ambarlar ve diğer altyapı unsurları gibi “inşa edilmiş ortam”da gerçekleştiriliyor.
Bu geliştirme, “sermayenin uzun süre boyunca, büyük ölçeklerde yatırılmasını”
gerekli kılıyor.[6] Sermaye yatırımlarının yapılması ile birlikte yatırımı
meşrulaştıracak kârın veya yeterli artı değerin geri döndürülebilmesi için bu
inşa edilmiş ortamın onlarca yıl yerinde kalması gerekiyor. Bir şey yapılmışsa
o yıkılamaz, çünkü hâlâ değer üretmektedir. Karayollarında emtia taşındıkça bu
inşa edilmiş ortam değerlenir, ücretler, kira ve ipotek kredi ödemeleri gibi
şeylere gider. Ama inşa edilmiş ortam kullanıldıkça değer yitirir.[7]
Sermayenin
binalar üzerinden dolaşımı, emtia üzerinden dolaşımından daha uzun sürer. Kapitalist
kentler, ilkin “kapitalist bir temel üzerinden inşa edilmemiştir, belediyenin
veya devletin sırtına yüklenen bir iş olarak üretilmiştir. Çünkü elde uzun süre
yatırılacak yeterli miktarda sermaye bulunmamaktadır.[8]
Bugün
devlet, kentlerin geliştirilmesinde hâlâ ana güçtür. Devlet, soylulaştırma
işlemine yetki vermekle kalmaz, ayrıca onu sübvanse eder. Örneğin ellilerde ve
altmışlarda “Kentlerin Yenilenmesi” sürecinde ülke genelinde en az 300.000 ev
zorla tahliye edilmiş, böylelikle sermayenin başlattığı yeniden geliştirme
süreci için yolu açmak amacıyla o evler yıkılmıştır.
Devlet,
hem “gecekonduların temizlenmesi” işlemini hem de bu işçilere ait evlerin
yerini alacak özel konutların inşa sürecini finanse etmiştir. Bugün merkezi
devlet ve eyalet yönetimleri, özel geliştiricilere kıymetli devlet arazilerini üç
kuruşa satmaktadır. Devlet, çıkarttığı yasalar, imar politikaları, vergi
kesintileri, bağışlar ve diğer türden teşviklerle bu soylulaştırma işlemine
rehberlik etmekte, süregiden polislik faaliyetleri ve baskı politikalarıyla “kentlerdeki
yaban otları”nı temizlediğine dair ahlakçı vaazlar vermektedir.[9]
Her
kentte arazi sınırlı olduğu için, bir kent geliştirme sürecinde belirli bir
seviyeye geldiği vakit, kârlı geliştirme fırsatları da azalır. Belirli bir
noktada kapitalistler, yeniden geliştirilmiş mahallelere yatırımı kârlı bulmamaya
başlarlar. Tabii bu, kapitalistlerin ve ev sahiplerinin kentler üzerinden kâr
elde etmeye son verecekleri anlamına gelmez.
Binalara
ve altyapıya yatırım yapmış olan kapitalistler ve ev sahipleri, “yoksulluk denilen
madenler”den kâr elde ettikleri için mutludurlar ama bu geliştirme işlemlerinin
sürdürülmesine yatırım yapmayı reddederler. Uzun vadede bu, birçok mahallede
hatta tüm kentlerde koşulların kötüleşmesine neden olur. Neticede evler, bakım
görmemeye, altyapı çökmeye başlar. Böylece yeni bir geliştirme-yatırımsızlık
döngüsüne girilir:
“Kârlılık oranının en
yüksek seviyede olduğu sermaye akışları ve kent içindeki sermayenin değer yitirmesiyle
birlikte sermayenin varoşları kayması neticesinde kira açığı oluşur. Bu açık,
yeterli büyüklüğe erişince rehabilitasyon veya yenilenme süreci, başka bir
yerdeki kârlılık oranını zorlamaya başlar, sermaye geri eski yerine akar.”[10]
Soylulaştırmayı
üreten, işte bu geliştirme-tasfiye-yeniden yatırım döngüsüdür. Uzun süre
boyunca ihmal edilmiş olan mahalleler, “yeniden geliştirme” veya “yeniden
canlandırma” işlemlerinin hedefi haline gelirler.
Joe Tache
6
Ocak 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Burada ilgili faktörlerin konuyla alakasının bulunmadığı söylenmiyor. Sadece
bunların soylulaştırmanın ardındaki temel güçleri izah etmediği üzerinde
duruluyor. Misal, Lawrence Knopp, soylulaştırmanın eşcinsel cemaatleriyle hiçbir
şekilde ilişkilendirilemeyeceğini söylüyor. Bkz.: Knopp, Lawrence. (1990).
“Some Theoretical Implications of Gay Involvement in an Urban Land Market.” Political
Geography Quarterly, Yıl. 9, Sayı. 4: s. 337-352.
[2]
Bu, modern sanayi kapitalizminin doğduğu yer olan İngiltere’de “müştereklerin
çitlenmesi”nde gördüğümüz mantık. Bu adımlar, sermaye birikiminin bir parçası
olarak atıldılar, neticede kır işçilerini çiftlikleri terk edip şehirde ücretli
çalışacakları işler aramaya mecbur eden ekonomik koşulları yarattılar. Kır
işçileri, eski üretim araçlarından kopartıldılar. Bunun için egemen sınıf,
devleti toprağı ve kaynakları ele geçirip, toprağı metalaştırmak, böylelikle o
toprağın üzerine evler inşa etmek için kullandı.
[3]
Marx, Karl (1967). Capital: A Critique of Political Economy (Cilt. 1): “The
process of production of capital”, Çeviri: S. Moore ve E. Aveling (New York:
International Publishers), s. 661.
[4]
A.g.e., s. 615-616.
[5]
Engels, Friedrich. (1845/1984). The Condition of the Working Class in
England (Londra: Penguin), s. 70.
[6]
Marx, Karl. (1885/1967). Capital: A Critique of Political Economy (Cilt
2): “The process of circulation of capital” (New York: International
Publishers), s. 233.
[7]
Marx, değer üretiminden ve değerin gerçekleşmesinden bahsederken “değerlenme”
ifadesini kullanıyor.
[8]
Marx, Capital (Cilt. 2), s. 233.
[9]
Mitchell, Don. (2020). Mean Streets: Homelessness, Public Space, and the Limits
to Capital (Atina: University of Georgia Press).