Pages

11 Ekim 2024

Psödomarksizmin Tarihi Kökleri

Devrim Belirtileri

Tarih, büyük alt üstlükler ve değişiklikler önüne geldiği zaman toplumda bazı kıyamet işaretleri belirir. Din hurafesine göre; güneş batıdan doğar, yecüc mecüc Çin Seddi’ni yaran, Deccal çıkar! Bunlar, her büyük devrimlerin mistikleştirilmiş ve kişiselleştirilmiş ifadeleridir.

Modern toplum devrimlerinin öncesinde de birtakım kıyamet işaretleri belirir. Deccal, insanların ruhunda çıkar. Psikolojik hoşnutsuzluk, çarçabuk birtakım unsurları fışkırtır. 

Her sınıf, kendine göre bir sürü sol eğilimler ortaya atar. Hele kapitalist sınıfı devrim savaşında kendisine ne kadar az güvenirse, sosyalist doktrinleri üzerinde o kadar çok demagoji yapar. Mesela, Almanya’dan İtalya’ya kadar Avrupa’yı baştan başa saran 1848 devrimlerinden önce, ortalıkta hüküm süren ruh ve fikir hareketlerini, 1844’lerde Marks’a yazdığı mektuplarında, Engels gayet canlı anlatır.

“Barmen’de polis komiseri komünisttir. Kolonya’da, Düsseldorf’da Elberfelet’de bulundum. Her tarafta adım başında insanın ayağına bir komünist takılıyor.” “En saf, en görenekçi ve dünyada hiçbir şeyle ilgili olmayan kalabalık, hemen komünizme karşı antuzyazm (coşku)”

Lenin’in (1913’de yazıp da 28 Kasım 1920 tarihli “Pravda”da çıkan) Engels hakkındaki bir yazısı şu karşılaştırmayı yapar:

“1844 Alman taşrasındaki genel hayat, 1905 devriminden önce XX. Yüzyıl başlangıcındaki Rus hayatını hatırlatır. Herkes, politika eğilimini besler, herkes hükümete karşı muhalefetle kaynar.”

Yakın Tarihten Birkaç Yaprak

Türkiye’de de, dünya savaşından hemen sonra, yukarıda anlatılanlara pek benzer durumlar görüldü. Zaman oldu, Meclis, İştirakiyyun Partisi liderlerinden Nazım’ı çoğunlukla içişleri bakanı seçti. Yunanlılar Bursa’yı aldıkları zaman, Burdur Vekili İsmail Suphi şöyle bağırmıştı: “Kutsal değerlerimizi korumak için gerekirse şeytan olacağız, Bolşevik olacağız.” (Meclis notları)

Serbest Partici ve Şimdiki Yeni Adam’ın sahibi İsmail Hakkı, bir soruya şu cevabı verir:

“Kanun önünde eşitsin dediğimiz insanlar, köpekler gibi açlıktan ölüyorlar! Servetler, gösterişler, savurganlıklar, bu çaresizlerin leşi üzerinde yükseliyor.” (Kurtuluş, 1920 Şubat)

Prof. Mehmet Vehbi Sarıdal, Sosyalizm ve Uygulaması’nı tercüme ederken, Türkiye hakkındaki şu kanısını başa geçirir:

“Ne Türkiye proletaryasının örgütsüzlüğü, ne de Türkiye’nin sanat ve fabrikalar ülkesi olmaktan ziyade çiftçi bir ülke olduğu iddiası, bugün tamamıyla yeni ve bilimsel esaslara dayanarak karşımıza çıkan sosyalizm sisteminin Türkiye’de uygulanamayacak bir şey olduğu sonucunu vermez.” (Kurtuluş, 20 Eylül 1919)

Ressam Namık İsmail, “Sanat ve Sosyalizm”i şöyle anlatır:

“İnsanlar değişebilirler ve değişiyorlar. Değişmek istemeyenler, memnun olanlardır. Zanneder misiniz ki, dünyada saltanatlar, servetler olmasaydı sanatlardan mahrum kalırdık. Sanat bir süs değil, bir ihtiyaçtır.” (Kurtuluş, Kasım 1919)

Din adamları komünist:

“Darülhikmetül İslâmiye adına dergilerden birinde yayınlanan bir makalede, İslamiyet’in sendikalizm ve kapitalizmden daha çok sosyalizm ve komünizme yakın olduğu söyleniyor. Sosyalizm aleyhinde propaganda yapanlar, İslamiyet’e karşıttır diye herkesi aldatmaya çalışıyorlar. Darülhikmetül İslamiye’nin bu açıklaması ile propagandacıların elinden bir silah uçmuş ve gitmiş bulunuyor.” (20 Kasım 1919)

Farmasonlar Komünist:

“Dünyanın bütün insanlarının ve ulusların birliği için toplanan ve çalışan uluslararası sosyalist kongreleriyle el ele, bütün farmasonluk alemi her gericiliğe, her militarizme karşı çalışmaya ahdetmiştir.” (Farmason Kongresi Kararlarından, 20 Ekim 1919)

Türkiye’deki Marksist harekete sürtünüp geçen tipler arasında, bir de Nazım Hikmet gibileri vardır. Bunlar, burjuva toplumundaki kimliklerini, konumlarını, Marksizm kılığına bürünerek elde ettiklerinden, bu kılıktan bir türlü ayrılamazlar. Şair Nazım Hikmet’in şiirlerle vermek istediği “sözde Marksist” şekli, eğreti bir gömlek gibi soyup atınız: Altından, Babıâli kaldırımlarında her dakika rastladığımız bir küçük burjuva şairliği fırlayıp çıkacaktır. İşte Nazım’ın bazı radikal “Marksist” terimlerle sahnede yürütmek isteyişi, hep o “edebi kimliği”ni maskeleyerek mistikleştirmek ve korumak kaygısındandır. Bu tipler, muhakkak ki, Marksizme herkesten daha zararlıdırlar. Bir zamanlar ateşli komünist geçinen Şevket Süreyya, Vedat Nedim, Ahmet Cevat ve ilh. gibilerinden söz bile etmek istemiyoruz.

Şimdiki Sahte (Kalp) Marksizmin Sebebi

Türkiye’de, akım olarak ilk doğan sosyalizm, tarihi materyalizm, yani bilimsel sosyalizm oldu. (Aydınlık ve Kurtuluş dergileri gibi, 1919-1925) Bunun iki sebebi vardı:

Avrupa’da Marksizm doktrini proletaryanın biricik devrim (İnkılâp) teorisi haline geldikten ve proletarya devrimleri (ihtilal) çağına girildikten sonra, Türkiye proletaryası sosyalizmi benimsedi.

Türkiye, yarı sömürgelikten Kurtuluş Savaşı’na giriştiği andan itibaren, komşu Bolşevik devrimi ile el ele verdi; objektif olarak Avrupa’daki komünist, Spartakist isyanları ile müttefik oldu. Avrupa’daki devrim hareketlerinin fikriyatı ise, Marksizm idi.

Onun için Türkiye’de -gerçek Marksizme karşı çıkan- her sahte (kalp) sosyalistlik, ister istemez Marks’tan referanslar yapacaktı. Örnek olarak Kadro Dergisi etrafındaki grubu alalım. Şevket Süreyya, Vedat Nedim kadroculuğu, Tarihi Materyalizm etiketi altında demagoji yapıyordu. Bu gibi demagojiler, Marks’ın ismini ve Marksizmin bazı “zararları” giderilmiş formüllerini dillerine dolayarak öne sürülürler. 1914-1918 Dünya Savaşı’ndan daha uzun süren ve maddi manevi tahribatı dünya savaşından aşağı kalmayan, sosyal sonuçları ise gittikçe yaklaşan bir dünya krizi içindeyiz. 6-7 yıllık düzelmez kriz yüzünden maddi durumları kötüleşen kitleler radikalleştikçe, psikolojik hoşnutsuzluk yayılıyor. İşte bu atmosferde yeni sosyal zaruretler beliriyor.

Hoşnutsuzluğa çevirme hareketi yapmak için bir sahte (kalp) Marksizm kışkırtmak ve bu Marksizmin iç yüzünü -yani anti Marksistliğini- başarı uğruna gizlemek.

Bu sayede konspirasyon (gizlilik) ve illegalite (yasa dışılık) eğilimlerini önlemek üzere bir psödomarksizm kapıcığı açmak ve ilh.

Bu gibi zaruretler sonucunda Marksizm etrafındaki doğru yanlış yayına “gözetici ve denetleyici” bir hoşgörü… Bu bakımdan Türkiye’de bugün en devrimci akımın da, en gerici ve demagojik akımın da Marks etrafında seferber hale gelmesi -bir zıtlık olmasına karşın- tarihi bir zaruret gibi görülüyor.

Bize düşen görev, Marks’ın kelimesini değil, Marksizmin ruhunu temsil edenle etmeyeni birbirinden ayırt etmek, sahte (kalp) Marksizmin manevralarını doğmadan boğmaktır.

Hikmet Kıvılcımlı

[Kaynak: Marksizm Kalpazanları Kimlerdir – Kerim Sadi, Hikmet Kıvılcımlı, Marksizm Bibliyoteği Yayınları, 1936.]

10 Ekim 2024

İsrail’e Petrolü Kimler Satıyor?


Arka Plan

Şubat 2024’te petrol ve diğer geleneksel enerji kaynaklarına dair araştırmalar yapan Uluslararası Petrolü Değiştirme Örgütü (Oil Change International) İsrail’e ham petrol ve rafine petrol ürünlerini taşıyan tedarik zincirlerine dair genel bir değerlendirme sunmak adına, Veri Masası (Data Desk) isimli yazılım programı ile yürüttüğü araştırmada, esas olarak ülkelerin silâhlı kuvvetlerine aktarılan yakıta odaklanıyor. Bu araştırma, Mart 2024’te yayınlandı [Bkz.: İsrail’e Giden Ham Petrol ve Yakıt Tedarik Zincirlerinin Ardındaki Ülkeler ve İşletmeler].

İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları ve Uluslararası Adalet Mahkemesi’nin İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal edip etmediği, bu saldırıların yasa dışı olup olmadığıyla ilgili hükümleri üzerinden, Uluslararası Petrolü Değiştirme Örgütü, Veri Masası aracılığıyla, Mart-Temmuz 2024 arası dönemde İsrail’in yaptığı yakıt ithalatı ile ilgili verileri inceledi.

Bu yeni analiz, aynı zamanda Mayıs 2024’te Hollanda’da faaliyet yürüten Çokuluslu Şirketler Araştırma Merkezi’nin yayınladığı, ABD ordusunun jet yakıtı tedariki ile ilgili bir başka araştırmayı da aktarıyor. Bu dosya, bu anlamda, 21 Ekim 2023-12 Temmuz 2024 arası dönemde İsrail’e ulaşan yakıt nakliyatını kapsıyor. Bazı ülkeler, Gazze krizi sebebiyle yakıt nakliyatı konusunda bazı adımlar attılar.

Haziran 2024’te Kolombiya, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nden bir karar çıkana dek İsrail’e yönelik kömür ihracatına ambargo koyduğunu açıkladı. Gazze ablukasına dek İsrail’in kömür ithalatının yarıdan fazlası, Kolombiya kaynaklıydı.

İlk Bulgular

* Bu araştırmada 21 Ekim 2023-12 Temmuz 2024 arası dönemde İsrail’e sevk edilen ham petrol ve rafine petrol ürünleri yüklü 65 sevkiyatın izini sürdük. Bu sevkiyatın yüzde 54’ünün, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Filistin halkının Soykırım Sözleşmesi uyarınca makul kimi haklara sahip olduğuna hükmetmesinden sonra, bağlı olduğu limandan ayrıldığı görülüyor.

* Şirketlerin sorumluluğu: Özel ve belirli bir yatırımcıya ait petrol şirketleri, yürüttükleri operasyonlar ve sahip oldukları mülkler üzerinden İsrail’e ham petrol tedarikine katkı sunma konusunda suç ortaklığı yapıyorlar. Bu şirketler, İsrail petrolünün yüzde 66’sını temin ediyorlar. BP, Chevron, Eni, ExxonMobil, Shell ve TotalEnergies gibi büyük petrol şirketleri, Ekim ayından beri İsrail’e temin edilen ham petrolün yüzde 35’inin sevkine aracılık ettiler. Bu şirketler yanında devlete ait kuruluşlar, özel kurumlar ve petrol üreticileri de İsrail rafinerilerine akan petrolden kârlar elde ettiler. Bu yakıtların belirli bir kısmının İsrail’in elindeki savaş makinesini beslediği biliniyor.

* ABD ordusunun yardımı: ABD, esas olarak askeri jetler için kullanılan JP-8 ve diğer rafine yakıtları İsrail’e temin ediyor.

* Azerbaycan ve Kazakistan: Bu iki ülke, ana tedarikçi. İkisi de ilgili dönemde toplam ham petrolün yarısını temin etmişler. Azerbaycan’ın payı yüzde 28’ken Kazakistan’ın payı yüzde 22. Azerbaycan petrolünün tamamı Bakû-Tiflis-Ceyhan boru hattı üzerinden aktarılmış. Bu hattın mülkü büyük ölçüde BP’ye ait ve bizzat onun tarafından işletiliyor. Bu ham petrol, Ceyhan limanından yüklenip İsrail’e gönderiliyor.

* Orta ve Batı Afrikalı Tedarikçiler: Afrikalı ülkelerin payı yüzde 37. Bu toplamın yüzde 22’si Gabon kaynaklı. Nijerya’nın payı yüzde 9 iken, Kongo’nunki yüzde 6.

* Brezilya: Savaş başladığından beri temin edilen petrolün yüzde 9’u Brezilya kaynaklı. Brezilya, aynı zamanda Nisan ayı içerisinde İsrail’e petrol gemisi de göndermiş. İsrail’in ana petrol tedarikçilerinden biri olan ama bir yandan da İsrail’in eylemlerini eleştiren Brezilya Cumhurbaşkanı Lula, petrol ambargosuyla ateşkesi zorlama imkânına sahip bir isim.

* Akdeniz ve Avrupa ile ilişkiler: İsrail’e yakıt temin eden ülkeler listesinde İtalya, Yunanistan ve Arnavutluk da var. Kendisi aslında petrol ithal ediyor olmasına rağmen İtalya, İsrail’e bir ham petrol bir de neft tankeri gönderdi. Yunanistan, Haziran ayı içerisinde mazot sevkiyatı gerçekleştirdi, Kıbrıs ise Gabon, Nijerya ve Kazakistan’dan gelen ham petrolün İsrail’e aktarılmasına dönük katkılarda bulundu.

* Rusya kaynaklı rafine ürünler: Aralık 2023’ten bu yana Rusya’dan İsrail’e rafine ürün yüklü yedi sevkiyat yapıldı. Bu ürünlerin önemli bir kısmını, rafinerilerde benzin ve mazotun daha fazla üretilmesini sağlamak için kullanılan vakum gaz yağı teşkil ediyordu.


Ülkelerin ve Şirketlerin Rolü

Ham Petrol

21 Ekim 2023-12 Temmuz 2024 arası dönemde gerçekleştirilen 46 ham petrol sevkiyatının izini sürdük. Toplam hacim 4,1 milyon tondu. Bunun 1,9 milyonu, yani yüzde 46’sı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin verdiği hükmün ardından gerçekleştirilmişti. Yukarıda da belirtildiği üzere, İsrail’e savaş başladığından beri yedi ülkenin ham petrol temin ettiğini biliyoruz. Yarısı, Azerbaycan ve Kazakistan kaynaklı. Kaynağı bilinmeyen bir yerden toplam 125.000 tonluk iki sevkiyat gerçekleştirilmiş. Bunun toplamdaki oranı yüzde 3. Bunlardan biri Mısır’da yüklenmiş. Bu, muhtemelen Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır’dan petrol taşıyan, Mısır’dan geçen SUMED boru hattından gelmiş.

Tablo 1. Şirketlerin İsrail’e Sevkedilen Petroldeki Payları

İsrail’in Elindeki Ham Petrolle Şirketlerin İlişkisi

Uluslararası petrol şirketleri İsrail’e petrol temin eden ülkelerdeki petrol üretimlerinde önemli bir paya sahip. Örneğin ham petrolün yarısına kaynaklık eden Azerbaycan ve Kazakistan’da bu uluslararası petrol şirketleri, hem petrol üretiminde hem de petrolün taşınmasında kullanılan boru hatlarında önemli bir yere sahipler.

Aşağıdaki analizde biz, tek tek şirketlerle İsrail’in savaş başladığından beri satın aldığı ham petrol arasındaki ilişkileri değerlendirmek için iki veri kümesinden istifade ediyoruz. Burada esas olarak altı şirkete odaklanıyoruz. İlk veri kümesinde Petrolü Değiştirme Örgütü’nün sunduğu, menşe ülke ve ham petrolün kalitesiyle ilgili olarak Veri Masası’nın derlediği verilerden yararlanıyoruz. İkinci küme ise sevkiyat verilerinde tanımlanmış sahalarda ve ülkelerde gerçekleşen petrol üretiminde şirketlerin payı ile ilgili olarak Rystad Energy’nin sunduğu verileri değerlendiriyoruz.

Azerbaycan, Kazakistan ve İtalya, ham petrolü gibi sevkiyat verilerinde listelenmiş ham petrol sınıflandırmalarıyla bağlantılı petrol sahalarına baktıktan sonra şirketlerin bu sahalarında gerçekleşen üretimdeki paylarını analiz ediyoruz. Kongo, Brezilya, Gabon ve Nijerya gibi yerlerde ise bu ülkelerde faal olan şirketlerin toplam üretimdeki paylarını inceliyoruz. Ardından da her bir ülkedeki şirketin üretimdeki payını İsrail’in satın aldığı petrol miktarına bölüyoruz. Bu analizde altı petrol şirketi öne çıkıyor.

Azerbaycan

İlgili dönemde İsrail’e ham petrol satanlar içerisinde en büyük pay, yüzde 28’le Azerbaycan’a ait.

Azerbaycan petrolü, BP’nin işlettiği, mülkiyetinin yüzde 30’una sahip olduğu Bakû-Tiflis-Ceyhan boru hattı ile taşınıyor. BP’nin aktardığına göre, bu boru hattını ağırlıklı olarak Şah Deniz sahasında ham petrol karıştırılarak yoğunlaştırılan, bunun yanında Azeri-Çirağ-Güneşli’deki derin deniz sondajlarının gerçekleştirildiği petrol sahalarından gelen petrol besliyor. Bu petrolün ve sahalarda üretilen yoğunlaştırılmış ürünlerin özellikleri ekteki tabloda veriliyor. Bu anlamda, İsrail’e giden Azerbaycan petrolünün yüzde 30’una BP’nin, yüzde 5’ine Exxon’un kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz.

Kazakistan

Kazakistan, İsrail’e giden petrolün yüzde 22’sini temin ediyor. Petrol, Chevron, Eni, Shell, Exxon gibi petrol şirketlerinin sahip olduğu Hazar Boru Hattı üzerinden aktarılıyor. Hazar Boru Hattı Kazak ve Rus kaynaklı ham petrolü naklediyor ama İsrail’e yönelik sevkiyatların menşe ülkesi Kazakistan olarak kaydediliyor. Bu boru hattının temin ettiği Kazak petrolü ağırlık olarak Hazar Denizi’nde ve sahil şeridinde bulunan Tengiz, Kaşaghan ve Karaçaganak petrol sahalarında çıkartılıyor. Bu ürünün özellikleri Tablo 3’te aktarılıyor. İsrail’in ithal ettiği Kazak petrolünü bahsi geçen şirketler üzerinden ele almak gerekiyor.

İtalya

İtalya, bu dönemde 30.000 ton ham petrol sevk etti. Bu toplam içerisinde yüzde 1’lik paya sahip. Petrol Basilicata’da bulunan Val D’Agri petrol sahasından geldiği için listede Val D'Agri ham petrolü olarak kaydedilmiş. Petrol sahasını Eni ve Shell işletiyor. Eni’nin payı yüzde 61’ken Shell’in payı yüzde 39.

Diğer Ülkeler

Geri kalan petrolün yüzde 46’sının kaynağı Nijerya, Gabon, Brezilya ve Kongo. Yüzde 3’ün kaynağı bilinmiyor. Tüm bu ülkelerdeki petrol üretiminde şirketlerin sahip olduğu payın analizi Tablo’da verildi. Diğer şirketlere dair analizler ise aşağıda ele alındı.

Şirketlerin Sorumluluğu

Bu dönemde İsrail’e sevk edilen ham petrolün yüzde 35’ini petrol şirketleri temin etti. Diğer özel şirketler ve yatırımcıya ait petrol şirketlerinin payı ise yüzde 30. Devlete ait şirketler, muhtemelen yüzde 34’lük bir paya sahip. Aşağıdaki tabloda tüm bu rakamlar ve petrol şirketlerin payları veriliyor. Listenin başında Chevron ve BP duruyor. Petrolün yüzde 8’ini bunlar temin ediyor. Bunun sebebi, Chevron’un Kazak, BP’nin Azeri petrolünde önemli bir paya sahip olması.

İngiltere Uluslararası Hukuk ve Kıyaslamalı Hukuk bölümünde İşletme ve İnsan Hakları kürsüsünde çalışan Dr. Irene Pietropaoli’nin aktardığına göre;

“Şirketler, yöneticileri, müdürleri ve diğer liderleri soykırım suçuyla aynı zamanda insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamında yargılanabilir. Soykırım Sözleşmesi’nin Altıncı Maddesi’nde de belirtildiği üzere ‘tüzel kişilikler olarak şirket sahipleri, şirket yöneticileri gerçek kişiler, şirketlerse tüzel kişilikler olarak soykırım faaliyetlerinden sorumlu tutulabilirler.”

Dr. Pietrapaoli ayrıca şu tespitini aktarıyor:

“Menşe ülkedeki mevzuattan bağımsız olarak İsrail hükümetine petrol, yakıt ve askeri malzeme satan şirketler, Birleşmiş Milletler’in İşletmelerin ve İnsanların Haklarıyla İlgili Kılavuz İlkeleri’nde kabul ettiği biçimiyle, insan haklarına saygının ötesinde, insan hakları hukukuna, uluslararası insani hukuka ve uluslararası ceza hukukuna saygı göstermek gibi bir sorumluluğa sahipler. İsrail’e jet yakıtı ve petrol temin eden, bu anlamda, orduya maddi destek sunan şirketler, savaş suçları, soykırım ve diğer suçlarla ilgili uluslararası hukuk uyarınca İsrail’e suç ortaklığı yapıyorlar.”

Jet Yakıtı ve Diğer Rafine Petrol Ürünleri

Bu incelemede, 21 Ekim 2023-6 Temmuz 2024 arası dönemde İsrail’e satılan rafine petrol ürünlerini içeren 19 sevkiyatı ele aldık. Bu sevkiyatların 15’i, yani toplam satışın yüzde 79’unun limandan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin verdiği hükmün ardından ayrılmış olduğu görülüyor. En büyük tedarikçi ABD. Bu dönemde yaklaşık 250.000 ton rafine petrol ürünü göndermiş. Bunların büyük bir kısmı, esas olarak savaş uçaklarında kullanılan JP-8 yakıtı. Biz bu raporu kaleme alırken, İsrail’e yeni bir sevkiyat daha yapıldı. ABD, İsrail’e giden rafine ürünlerin yüzde 36’sını temin ederken, Rusya yüzde 28’ini temin etmiş. Amerika dışı sevkiyatlarsa akaryakıttan, mazottan, vakum gaz yağından ve neftten oluşuyor. İsrail’e rafine ürünler satan ülkeler arasında ayrıca Brezilya, Arnavutluk, Yunanistan ve İtalya bulunuyor.


ABD’nin Askeri Yardımı

İsrail, savaş başladığından beri ABD’den JP-8 Jet yakıtı alıyor. Tankerlerden biri savaştan önce gönderilmiş, diğer ikisi ise savaştan sonra gelmiş. Hepsinin de geldiği yer Teksas Corpus Christi’deki Valero’s Bill Greehey rafinerisi.

Ağustos 2024’ün başında ABD bandıralı Overseai Santorini isimli petrol gemisi İsrail’e jet yakıtı taşımış. Geminin sigortacıları İngiliz Mutual Steam Gemi Sigortası Birliği ve Towers Watson, Wills’deki Lloyds Slip. ABD aynı zamanda Corpus Christi’den niteliği belirtilmemiş rafine ürünler yüklü iki gemi, bir de mazot yüklü bir başka gemi göndermiş.


Akdeniz Ülkeleri

İsrail’in Akdeniz’deki komşularının oynadığı rol de raporda inceleniyor. Haziran ayında İtalya, İsrail’e neft sevketti. Ertesi ay aynı ülkeden ham petrol yüklü bir gemi geldi. Yunanistan ise İsrail’e mazot yüklü bir gemi gönderdi.

Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan, İsrail’e petrolün ve petrol ürünlerinin aktarımında önemli bir role sahip. Ceyhan limanı, Bakû-Tiflis-Ceyhan boru hattının son noktası. Türkiye, sevkiyatın yüzde 26’sının gemilere yüklendiği yer. Kıbrıs’ın payı yüzde 21 iken Yunanistan’ın payı yüzde 5. Dolayısıyla bu üç ülke, dokuz ay içerisinde İsrail’e gönderilen ham petrolün ve rafine petrol ürünlerinin yarısından fazlasının yönetiminden sorumlu. Son olarak, Veri Masası’nın analizi, İsrail’e 37 petrol gemisinin gittiğini, bunların yüzde 41’inin Malta, yüzde 22’sinin Yunanistan bandıralı olduğunu ortaya koyuyor.

Dr. Pietropaoli’nin üçüncü tarafların ve şirketlerin Gazze’de süren soykırıma mani olma ve bu konuda İsrail’i cezalandırmayla ilgili yükümlülüklerine dair tespitleri, devletlerin sorumluluklarına işaret ediyor, bir yandan da İsrail’e petrol tedarik etmek suretiyle ilgili devletlerin ilgili yükümlülükleri ihlal edip etmediği sorusunu gündeme getiriyor. Dr. Pietrapaoli, eposta yoluyla gönderdiği açıklamada şunları söylüyor:

“Devletlerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin geçici emrine uyma yükümlülüğü soykırıma mani olma ve soykırımı gerçekleştiren ülkeyi cezalandırma konusunda adım atmayı gerekli kılan, Soykırım Sözleşmesi’nin birinci maddesinden kaynaklanıyor. ‘Hakların zarar görme ihtimaline dair hükümde bulunan mahkemenin verdiği geçici emir, devletlerin, kişilerin ve kurumların Gazze’de süren soykırım konusunda suçlanma ihtimallerinin bulunduğunu ortaya koyuyor. Bu anlamda, devletler İsrail ordusunun Gazze’de yürüttüğü operasyonlara sunduğu askeri veya başka türden yardımlar sebebiyle Soykırım Sözleşmesi uyarınca soykırıma suç ortaklığı yapmakla suçlanma riskiyle yüzleşmelerine neden olabileceğini görmek zorundalar.”

Uluslararası Petrolü Değiştirme Örgütü
19 Ağustos 2024
Kaynak

09 Ekim 2024

Sert Adam: Che Guevara

Che Guevara, bizim kuşağa mensup diğer tüm devrimcilerden çok daha hızlı ve çok daha kendiliğinden bir biçimde politik bir efsane hâline geldi. Bu konuda tek istisna, Patrice Lumumba’dır.

Che’nin ölümünü takip eden birkaç güç içerisinde politik bir efsane hâline geldiği görüldü. Onun böylesine sıra dışı bir biçimde yüceltilmiş olması, tarihçilere ve sosyologlara düşünmek ve araştırmak için çok fazla malzeme sundu. Sebebi ne olursa olsun, ortada herkes için çok net olan bir husus vardı: Che efsanesinin gerçeklikle ilişkisi sınırlı.

Herkes, onun cesur, yakışıklı, genç, aydın ve ezilenlerin kurtuluşu için hayatını feda etmiş bir devrimci olduğunu kabul ediyor. Ama tam da bu noktada farklı görüşler geliştiriliyor.

Che imajı, politik bilince sahip gençlere hâkim oluyor. Bu imaja göre Che, örnek alınacak bir isyancı, burjuvazinin yönelimlerini de, eski tip komünist öğretiyi de bürokrasiyi de reddeden, gerilla hayatı için olağan pratiklerini geride bırakan, bakanlık koltuğunu terk edip ormandaki karargâhına giden bir devrimci.

O uzun saçları ve sakalları yüzünden hippiler bile ona sahip çıktılar. Onun resmini ağaçlara, kâğıtlara işlediler. Renkli ışıklara konu oldu.

Bu Che imajının Stalinizm sonrası dönemin devrimcilerinin ve muhaliflerinin bir kahramanı olduğunu söylemek mümkün. Oysa bu yeni sol, birbirinden tümüyle farklı ideolojik unsurları içeren bir toplam. Şurası açık ki Che, bu solun tüm bileşenlerine cazip geliyor, ama görünüşe göre, orta sınıfa mensup gençlerin teşkil ettikleri bu hareketin önemli bir kısmını oluşturan romantik, liberter, avangart kesim için o, özel bir gücü ifade ediyor.

Esasında bu Guevara imajı (İngiliz romantizminin öncü isimlerinden Lord Byron’a atıfla) Bayrıncı değilse bile romantik bir imaj. Che’nin gerilla faaliyeti yürüttüğü Camiri şehri, altmışların Misolonki’si. Misolonki, Lord Byron’ın Yunanistan bağımsızlığı için geldiği ülkede bir hastalığa yakalanıp öldüğü yer. Dolayısıyla, bu kıyas doğru değil. Evet, Che devrimciydi ama baktığı yer, ölçü aldığı kişi Byron, Berkeleyli öğrenciler, hatta Bolívar değil, Lenin’di.

Bugün gene de Che’nin Bolşevik olma veya Bolşevizm alanına yakınlaşma sürecinde nasıl bir yol kat ettiğini bilemiyoruz. “Bolşevizm”, liberterizmin zıt kutbunda duran bir politik yaklaşım.

Che, Arjantin’deki üniversitesinde veya muhtemelen ilk evliliğinde girdiği Troçkist ortamda Marksizmden etkilenmiş olsa da o, Fidel’in seferine katıldığında Marksist olduğunu iddia etmiyordu. Kitaba bağlı veya değil, hiçbir komünist örgüte girmemişti. Kendi ifadesiyle, “kendiliğinden, biraz da şiirsel bir azimle”, tüm o tecrübesizliği ve düşüncesizliğiyle bir maceraya daldı. Ama gene de onun birçok yoldaşından daha Marksist olduğunu söylemek mümkün. Bu Marksizm, büyük olasılıkla onun Guatemalalı isimlerle kurduğu temasların ve onlarla birlikte edindiği deneyimlerin bir sonucu.

Che, Sierra Maestra’dan inanmış, fikrini netleştirmiş bir kişi olarak çıktı. Sanayi bakanı iken hiç kaçırmadığı okuma gruplarında Marksist yazına dair bilgisini geliştirdi. Bolşevizmle yolu farklı bir şekilde kesişti. Onu asıl etkileyen şey, temas kurduğu, haklarında pek fazla şey bilmediği komünist örgütler değildi. Muhtemelen Che, Çarlık Rusyası’nda veya Çin’deki bir devrimciyle aynı sonuçlara ulaşarak Bolşevik olmuştu.

Bolşevizmle yolunun kesişmesi, bir yanıyla stratejiyle alakalı bir meseleydi. Strateji konusunda kendisini Lenin’den çok Mao’ya yakın buluyor, onu bir üslup olarak tarif ediyordu. Bolşevizmin klasik üslubu, kendi sistemi içerisinde romantizm ve retorik karşıtı bir üsluptu. Başka bir ifadeyle Bolşevizm, etkili bir militanın kaslarını hareket ettirmeden önce acı verecek kararlar alma becerisinin, gerçeklik karşısında sakin kalmayı bilen bir beynin gerisinde (entelektüel) devrimciyi harekete geçiren ana motivasyon kaynağı olan, “sevgi denilen o büyük duygu”yu toprağa gömdü.

Bolşevizmin aklında sadece devrimi mesleki bir beceri olarak gören, o vasıflarının ve becerilerinin bir kısmını hayatına feda etmeye hazır olan, kahramanlığı yüceltmeden, işinde verimli olmaya çalışan (Brecht’in ifadesiyle, “ayakkabılarından çok ülkeleri değiştiren”) dinamik ve hareketli olan profesyonel devrimci vardı.

Korkuya kul-köle olmuş insanın gerillayla bir işi olamazdı. Bu nedenle, kaleme aldığı Küba Devrimci Savaşı’ndan Hatıralar kitabında korku meselesine hiç yer ayırmadı. Ona göre korku, “tehlikeyi ölçüp biçmeyen” Camilo Cienfuegos’un zayıf yanıydı. “O korkuyla oynadı, onu oyun gibi gördü. Matadorun boğayla oynaması gibi oynadı onunla. Camilo’yu kendi karakteri öldürdü.”

Ne var ki bu Hatıralar kitabı, kendi ölümüne sebep olan cesaretine dair hiçbir şey söylemiyor. Latin Amerika’da henüz inşa edilmemiş olan insani doğa konusunda verdiği tavize hiç değinmiyor. Ama Che, bir yandan da orada, silâhının bakımı konusunda gerekli ihtimamı göstermediği için pişman olduğunu söylüyor.

Bolşevizm, sert bir üsluptu. Guevara, kendisini sert bir adama dönüştürdü. Ona göre disiplinsiz, örgütsüz ve lidersiz isyan, beyhudeydi. Devrimci öncüye mensup kadrolar, üstlenecekleri görevlerin bir sınırı olduğunu anlamamışlarsa ve gerekli verimliliği ortaya koymuyorlarsa, bir işe yaramazlardı. Eylemlerinin herhangi bir olumlu sonuç üretmesi mümkün değildi.

Hatıralar kitabı, esas olarak şunu söylüyordu: coşku, tek başına yeterli değildir. Gerillalar, disiplin olmadan hayatta kalamazlar (disiplinsizlik ölümle cezalandırılmalıdır), devrimciler, kendi işleri konusunda pratik bilgiye sahip olmalı, gönüllü püritenizm üzre hareket etmelidirler. Oysa bu hususlar, birçok savaşçının isyan ordusuna katılmasını sağlayan gerekçelerle çelişen kabullerdi.

Devrimcilik, tam zamanlı icra edilmesi gereken bir işti. Boş geçen belirli kesitler haricinde devrimci, hayatın lütuflarına sırtını dönmeliydi. Genç bir Bodlerci olarak Guevara, kendisini bir püritene dönüştürdü, bir aydın olarak sadece mücadelenin ihtiyaçlarıyla ilgilendi. Bir aydın ve birinci sınıf bir akıl olarak Che, kendisini bıraktığında bile güçlü ve kontrol altındaki bir duyguyla hareket ediyordu. Klasik bir şairin elinden çıkacak düzyazılara imza attı.

Kültür ve sanat konusunda dile getirdiği o kısa ve net ifadelerde, onun birçok genç isyancı aydının sahiplendiği avangart sanata ve avangart politikaya sempati duymadığı görülüyor. Che, aynı zamanda “sosyalist gerçekçiliğin” karşısına doğalında nefret ettiği “özgürlük” anlayışını çıkartan bir isim de değildi. O, “yirminci yüzyılda açığa çıkan dekadans edebi akımına mensup olmak oldukça ciddi bir hataydı, ama bizim bu hatayı revizyonizme kapıları ardına kadar açma pahasına, aşmamız gerekiyor” diyendi.

Meselemizi kısaca özetlersek; devrimci solu kitaba bağlı-kitaba karşı, Kalvinist-Anabaptist, Jakoben-baldırıçıplak, Marksist-Bakuninci diye bölen o bitmek bilmeyen tartışmada Che, hep ilk taraftadır, ikinci tarafa karşıdır. Bu gerçek, hem genç isyancıların ve muhaliflerin hâkim olduğu ortamda bu kişilerin Che’yi sembollerden biri olarak belirlemiş, ona kitap karşıtı ve liberter damgası vurmuş olmaları, hem de ismiyle ilişkilendirilen gönüllü gerilla eyleminin sahiplendiği devrimci strateji ve taktiğin benimsenmiş olması sebebiyle örtbas edilmiştir.

Ama gene de Bolşevizmle arasındaki benzerlikler de görünür hâle gelmiştir. Hiç şüphe yok ki liberter gelenek de belirli ölçüde iradecilik içerir. Onun derdi, bireyi tarihsel veya önceden belirlenmiş kaderin prangalarından kurtarmaktır. Fakat öte yandan, Bolşevizmde Jakoben tarzı benimsemiş devrimcilere has özellikler de mevcuttur. Bu devrimciler, öznenin inisiyatifine, örgüte, liderliğe ve tarihsel düzlemde kaçınılmaz olanda tespit edilen, eylemi felç edecek kesinliklere karşı geliştirilecek strateji anlayışına vurgu yaparlar. 1914 öncesinde ve bugünde olduğu gibi bu tarihsel kaçınılmazlık, düşmanın kısa süre içerisinde çökeceği öngörüsünde bulunmamıza imkân vermemektedir.

Che, tıpkı Lenin gibi tarihsel materyalizme iman etmiş bir isimdi, ama Lenin bile gönüllü bir avuç seçkin ismin gerçekleştireceği silâhlı darbelerden yana olduğu için eleştirilmişti.

Che’nin romantik devrim okuluna karşı olan klasik okula bağlı bir isim olduğunu vurgulamak gereksiz. Bu açıdan, onun romantiklerce bir sembol olarak benimsenmesinin bir anlamı yok. Dolayısıyla, Hatıralar kitabının kapağı üzerine sıra dışı ve kitabın ana niteliğiyle alakası olmayan laflar etmek anlamsız. Che’nin yazılarında ve konuşmalarında kullandığı dil gerçekçi, sisteme bağlı, hatta pedagojik niteliği haiz, içeriği net bir dil. O hayranlık duyulacak ekonomi bilgisiyle örülmüş düzyazıları, her türlü jargondan, kişiye has gevezeliklerden uzak.

Neyse ki bu Hatıralar kitabı, tüm asarına başlamak için başvurabileceğimiz en iyi giriş çalışması değil. Kitap, bir tarih kitabından ziyade, sadece başkalarını sönüp gitmiş hatıraları karşısında kendi deneyimlerini öne çıkartmaları konusunda cesaretlendirmek için yazılmış, olaylara dair tutulmuş kişisel kaydı içeren bir çalışma. Tarih incelemesi için gerekli tüm hammadde, kitabın sağına soluna serpiştirilmiş. Dolayısıyla kitap, meselesini her yönüyle inceleyen yazılarını güçlü kılan sistemli düşünme pratiğinden yoksun.

Bu mütevazı ve parçalar hâlinde kaleme alınmış hatıratı yayıncısı farklı şekillerde, birkaç cilt hâlinde bastı. Tümü tarihsiz olarak aktarılan, Küba’daki gerilla mücadelesine ait deneyimle az çok bağlantılı olan bu yazıların çevirisi de pek güvenilir değil. Che, Küba’daki gerilla mücadelesi konusunda hem yanlış hem de kusurlu bir kitabı yayımlamak istemiş olamaz. Fakat gelgelelim, elimizde böylesine yanlış ve kusurlu bir çalışma var. Bu hatıratın editörlerinin giriş bölümünde görüş aktarmamış olmaları veya Che’nin hatıratla ilgili bir makalesine yer vermemeleri gerçekten üzücü bir durum. Örneğin kitaba Che’nin “Küba Devrimi’nin İdeolojisine Dair İnceleme İçin Notlar” isimli makalesi alınabilirdi.

Fakat ne kadar kusurlu olsa da kitap, bu kadar becerikli, açık fikirli, pratik, intihara kapalı bir devrimcinin yürüdüğü yolu neden bu şekilde sonlandırdığı konusunda önemli kimi ipuçları sunuyor. Hatıralar, ellilerin sonunda Kübalı isyancıları rahatlamaya sevk eden o sıra dışı durumu gözler önüne seriyor. İsyancılar, o dönemde sistemin çöküşün eşiğinde olduğunu, etkili olabilecek alternatif bir hükümeti kurmak için hazırlık yapmaları gerektiğini düşünüyorlar.

Guevara’nın Gerilla Savaşı kitabında tartıştığı teknik sebeplere bağlı olarak, güçlü örgütlere sahip olan şehirler, polise ve askere komuta eden yöneticileri deviremiyorlar. Öte yandan, yüzlerce gerilla, seksen ve yüz kırk kişinin teşkil ettiği iki ayrı birlikten oluşan, Las Villas’a sefer düzenleyen gerilla gücü, istikrarlı bir yapıya sahip olan rejimi gene de tehdit edemiyor. Ama bu güç, alternatif bir hükümet için gerekli çekirdek yapıyı oluşturdukları vakit önemli bir politik tehdit hâline geliyor. Herkes, bu güçle uzlaşmanın yolunu arıyor ama bunun için çok geç kalınıyor.

Fidel, şartları müzakere etmeyeceğini söylüyor, böylelikle düşman güçlere teslimiyetten başka bir seçenek bırakmıyor. Yanlış bir yaklaşım üzerinden, toplumsal devrimci olarak görülmeyen Fidel, eski devletin cesedini kucağında buluyor. Bu koşullarda devrimciler, stratejik ve taktiksel açıdan ayaklanma ile gerilla savaşı, müzakereyle uzlaşmazlık arasında tercih yapmak zorunda kalıyorlar. Bu noktada gerillalar zafer için yola koyuluyorlar, silâhlı ya da barışçıl, başka bir muhalefet biçiminin bulunmadığını söylüyorlar.

Buradan ABD’nin başka bir devrime izin vermeme kararlılığını bir yana koyacak olsak bile, farklı ve nispeten daha karmaşık bir nitelik arz eden politik koşullarda bu tipte bir gerilla gücünün aynı şekilde başarılı olacağını söyleyemeyiz. Fidel’in hareketinin sunduğu derslerin büyük bir kısmının genelde uygulanabilecek dersler olduğunu, Küba’da gerillanın sunduğu şablonun kullanılacak yegâne şablon, yürünen yolun tek yol olduğunu iddia edemeyiz.

Régis Debray’nin de kabul ettiği biçimiyle, Kübalı devrimciler, Vietnamlı devrimcilerden çok farklı bir yol yürüdüler. İkinci bir devrimin başarısı için bir gerilla gücüne ihtiyaç duyabileceğimiz Bolivya türü bir ülkede bu gücün ayaklanma sürecinin diğer odaklarına (foko) tabi olan bir rol oynama ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta gerillayı politik üst komutayla eşitlemek yanlış. Guevara’nın da tespit ettiği biçimiyle, “tarihin kabul etmeyeceği yegâne şey, proletaryanın politikasını analiz ve icra edenlerin yanlış yaptıkları gerçeğidir.”

Neyse ki Che öldükten sonra elde edilmiş olan bu başarı, onun bu açıklamasının yanlış olduğunu ispatladı. İrlanda’nın kurtulmasını sağlayan, Pearse veya Connolly’nin planlı bir biçimde gerçekleştirdiği feda eyleminde örneklenen devrimci hamle teorisi, genelde geçmişteki yenilgileri rasyonalize etmek için kullanılır. Guevara’nın yazılarında bu teoriye bağlı olduğuna dair herhangi bir işarete rastlanmasa da bu teorinin her zaman yanlış olmadığını söylemek gerekir.

Ölü Che, her ne kadar canlı Che’den farklı ve daha ufak bir politik güç olsa da bu vasfını hâlen daha koruyor. Che, herkese ilham veren önemli bir imaj ve model. O, sözleri ve eylemleri ciddiyetle incelenmesi gereken bir devrimci savaşçı ve düşünür. Davasına bağlı kişiler bile onu eleştirel incelemeye tabi tutmalı. Ama ne yazık ki ölümü sonrasında imajın gerçeği karartma riskiyle karşı karşıyayız. Bu ihtimal gerçekleşecek olursa vay hâlimize.

Eric Hobsbawm
Nisan 1968

[Kaynak: Viva La Revoción: Eric Hobsbawm on Latin America, Little Brown, 2016.]

08 Ekim 2024

Hasan Nasrallah Filistin’in Kurtuluşu Yolunda Öldü


İsrail’in Cuma günü Beyrut’un güneyindeki mahalleye yönelik gerçekleştirdiği, büyük bir yıkıma yol açan bombalı saldırısında Hizbullah’ın genel sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürmüş olması, görünen o ki, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok, umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak.

Zaten amaçlanan tam da buydu.

Hizbullah’ın Cumartesi günü teyit ettiği Nasrallah suikastı, İsrail’in Lübnan’a yönelik olarak gerçekleştirdiği, vahşet düzeyi açısından Tel Aviv’in Gazze’de yürüttüğü soykırımın yol açtığı vahşete denk olan geniş çaplı ve ucu açık saldırının ilk aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından yaşandı.

Bunlar, neredeyse bir yıldır süren soykırımı müteakip, hazmetmesi bile zor düşünceler.

Önce çağrı cihazı ve telsiz saldırıları yaşandı, ardından Hizbullah’ın üst düzey liderleri ve şimdi de bizzat örgütün lideri peşi sıra katledildi.

Nasrallah’ın da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt, çağrı cihazı saldırılarıyla gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortadaydı.

Nasrallah’ın Direniş Ekseni’nin en önemli ve en güvenilir, taktik ve stratejiyi düşünen, en zor zamanlarda bile destekçilerine ilham ve güven veren lider olarak sahip olduğu konuma dair ne söylense abartılı olmaz.

Sayıca daha çok olan Nasrallah destekçilerinin acısı, ölümü sonrası İsrail’in, Vaşington’un ve kimi Arap başkentlerinin duyduğu mutluluktan daha büyük.

Direniş cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda hiçbir şüphe yok, zira o, sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda tüm kaynaklarını seferber eden ABD ve Batı’yla karşı karşıya.

Bir de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine olan inancı da sarsacak.

Bu saldırılar, Tel Aviv’in Gazze’de bir yıl boyunca yüzleştiği askeri başarısızlık ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri saldırısını önleyememesinin ardından, Batılı ve Arap destekçileri nezdinde kaybettiği prestijini geri kazanmasına da katkı sunacak.

Her ne kadar Hizbullah, tarihî Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi, direniş örgütünün İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir karşılık vermediğini sorguluyor, üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken.

İsrail’in Temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesinin ardından misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da pek çok kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir algı var.

“Şok ve Dehşet” Zafer Demek Değil

Gazze’de gözlerimizin önünde canlı canlı cereyan eden soykırımın yaşandığı bu bir yılın ardından oluşan duygu selinin ve hızla değişen durumun orta yerinde, bugün itibarıyla soykırımın varlık alanını Lübnan’ı kapsayacak şekilde genişlettiği koşullarda, uzun vadeli bir değerlendirme yapmak zor. Ama gene de sağlıklı bir analiz için de bu değerlendirmenin yapılması gerekiyor.

Bu noktada şu gerçeği anımsamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, ister işgalci olsun isterse sömürgeci, güçlü taraf saldırıya geçtiğinde, genellikle hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.

Esasında “şok ve dehşet”, doksanlarda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde açıktan methedilen, Batı’ya, özellikle de Amerika’ya ait bir askeri doktrinin adıdır.

“Hızlı hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, şiddet gösterilerinin karşı tarafı boğacak şekilde sergilenmesini, bu sayede düşmanı moral olarak çökertip felç etmeyi amaçlar.

Doktrini kaleme alan yazarlara göre amaç, “taktiksel ve stratejik düzeylerde düşmanın direnmesini imkânsız kılmak, bunun için onun olaylara algılama ve kavrama becerisini yok edecek şekilde zihnine aşırı yük bindirmektir.”

Son yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz şey, tam da budur.

11 Eylül 2001 saldırılarından birkaç hafta önce ABD Afganistan’a saldırmış, Usame bin Ladin’i topraklarında barındırdığı bahanesiyle Taliban hükümetini hızlı bir müdahaleyle devirmişti.

Bu çarçabuk elde edilen başarının ardından Amerika’da oluşan güven, Vaşington’u bir sonraki projesini, yürürlüğe koyması konusunda teşvik etti: Mart 2003’teki Irak işgali.

Saddam Hüseyin hükümetinin hızla devrilişi, Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol altına alması ardından Başkan George W. Bush, o yılın 1 Mayıs’ında meşhur “Görev Başarıyla Tamamlandı” konuşmasını yaptı, ancak ABD, hem Afganistan’da hem de Irak’ta sergilenen direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu sözlerin altında ezildi.

Bu hızlı ya da öyleymiş gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.

Artık “Afganistan Belgeleri” sayesinde biliyoruz ki, Washington’daki savaş tellâlları savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl boyunca Amerikan halkına zafere ulaşmak üzere oldukları yalanını söylediler.

Sonra Amerika, Ağustos 2021’de Afganistan’dan çekildi. Bu çekilme sürecinin onur kırıcı niteliği, en çok da Kabil Havalimanı’nda yaşananlarda açığa çıktı. Orada Vietnam’ın Saygon şehrindeki ABD büyükelçiliğinin çatısına inmiş helikopterlere mağlup edilmiş Amerikalıların bindirildiği o kaotik sahnelere benzer sahneler cereyan etti.

Süreç içerisinde İsrail de benzer şeyler yaşadı. 1982’de kendisinin “Celile Barış Harekâtı” adını verdiği saldırı dâhilinde İsrail, Lübnan’a girdi, bu saldırıda Siyonist yerleşimci devlet, tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatıp işgal etti.

O süreçte İsrail, on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletti, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Lübnan’dan çıkarttı. Ne var ki Tel Aviv’in başarı addettiği bu işgal harekâtı hızla başarısızlığa evrildi.

Uzun süren işgal boyunca örgütlerin, özellikle İsrail işgali sırasında henüz varolmayan Hizbullah’ın sergilediği direniş, giderek büyüdü.

Hizbullah ve diğer direniş örgütleri, yirmi yıl boyunca karşı tarafı yoran yoğun bir yıpratma savaşı yürüttüler, ta ki İsrail, Mayıs 2000’de yaşadığı yenilgi neticesinde, işgal ettiği Güney Lübnan’dan çekilene kadar.

İsrail’in Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu bölümünün tümüyle kontrol altına alındığına dair sürekli dillendirilen iddialar hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam ediyor.

Şimdiye dek İsrail ve Amerika’nın hazırladığı, savaştan yenilgiyle çıkacak Hamas’ın yerine Arapların desteğini arkasına almış işbirlikçi bir Filistinli gücü ikame etmeyi öngören plan, suya düştü.

İsrail’in Lübnan’da gösterişli bir “başarı” elde etmek istemesinin ardındaki dürtülerden biri, belki de dikkatleri Gazze’de hâlen daha sergilemekte olduğu, onu bitap düşüren başarısızlıktan başka yöne çekme isteğidir.

Dönüm Noktası

İçinde bulunduğumuz, iç karartıcı moment, Batı’nın desteğini arkasına almış, ırkçı yerleşimci-sömürgeci Siyonizmden kurtulmak için uzun zamandır yürütülen bölgesel savaşta önemli bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırdır yürüttüğü yağmaya ve yol açtığı dehşete rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.

Bilâkis, ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.

Nasrallah suikastı da Amerikan bombaları ve savaş uçakları gibi Vaşington’un sunduğu diğer yardımlar da İsrail’in hayatta kalmak için bel bağladığı güç olarak ABD’nin çöküş sürecinde hiçbir değişikliğe yol açmayacak.

Bir de Siyonistlerin suikastı birincil taktik olarak kullandıkları gerçeğini hiç unutmamak gerekiyor. Siyonistlerin tek tek liderleri değil, kararlılıkları kolaylıkla kırılamayan tüm halkları hedef aldıkları bilinmeli.

Nasrallah, 1992 yılında selefi Abbas Musevi İsrail tarafından katledildikten sonra Hizbullah’ın başına geçti. Nasrallah, örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce kavuşturdu.

Hizbullah’ın gücü tek bir kişinin iradesini değil, Nasrallah’ın da her daim dile getirdiği gibi, kurtuluş yolunda muazzam fedakârlıklar yapmaya istekli, davaya derinden bağlı bir toplumsal tabanı temel alıyor.

Madem “Hamas’ın bir fikir, bir parti” olduğunu söyleyen İsrail ordusu Hamas’ın ortadan kaldırılamayacağını kabul ediyor, Hizbullah için ne diyecek?

Asıl iç karartıcı husus şu: Filistin’i ve bölgeyi Siyonizmden kurtarmak için verilen savaşın şiddeti, Avrupa-Amerika imparatorluğunun hedef aldığı Cezayir, Vietnam ve Güney Afrika gibi ülkelerin kurtarılması için yürütülmüş savaşların şiddetinden daha düşük olmayacak.

Her şeyden önce bugün de işgalci ve sömürgeci güçler aynı ülkeler. Bu ülkelerde topraklarını ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı duydukları, soykırımı bir seçenek olarak gündemde tutan nefret hiçbir şekilde azalmadı.

Kendisinden öncekiler gibi Nasrallah da hayatını Filistin’in kurtuluşu yolunda feda etti ve bilinsin ki bu mücadele bugün sona ermiş değil.

Ali Ebunima
28 Eylül 2024
Kaynak

07 Ekim 2024

O Boyun Eğmeyen İrade Yoluna Devam Edecek

Abdülcevad Ömer Söyleşisi


Louis Allday

17 Kasım 2023

 

Bu söyleşiyi kabul ettiğin için sana çok teşekkür ederim, Abdülcevad. 

Mondoweiss’ta çıkan “Filistin İçin Mücadelede Ümit Verici Patolojiler: Adam Shatz’e Cevap” isimli son makalenin aklımı başımdan aldığını söylemem gerek. Dolayısıyla, seninle konuşmak mutluluk verici.

Kaleme aldığın makalede, Adam Shatz’in London Book Review’de [“Londra Kitap Eleştirisi”] çıkan “Kinci Patolojiler” isimli makalesine cevap veriyorsun, ama aslında yazı, çok daha fazla şey söylüyor. Dürüst olmam gerekirse, 7 Ekim’le ilgili bugüne dek okuduğum en iyi yazı. Shatz’in makalesine hangi gerekçelerle cevap verdin, cevap vermeyi neden önemli gördün?

Adam Schatz’in makalesinde beni asıl rahatsız eden şey, ondaki Filistinlilerin uyguladığı şiddete yönelik tiksinti veya Gazze’de yaşanan olaylara dair izlenimini muhafaza etmek adına, İsrail ordusunun uyguladığı sansürün, yanlış ve yanıltıcı bilgilerin biçimlendirdiği İsrail dilinin benimsenmiş olması değil. Makaledeki asıl mesele, Shatz’in direnişi indirgemeci bir yaklaşımla ele alması, direnişi “ilkel dürtüler”e ve kontrolsüz tutkulara indirgemesi, bunun dışında, her türden ihtimali görmezden gelmesiydi.

Eleştirimde değinmedim ama aslında bu maraz, sadece Shatz’e değil, tüm liberallerin analizlerine has. Judith Butler gibi isimler, direnişi ahlaken çöpe atıyorlar ama genel manada liberaller, direnişin politik potansiyelini önemsizleştiriyorlar. Bu arada, Butler makalesinde yas meselesine odaklanırken, Shatz, en azından direnişin politik ve askeri mantığına, bunun yanında, taşıdığı imkânlara dair kafa yoruyor. Ama bunu yaparken Shatz, nihayetinde bu imkânları distopik ve karanlık olgular olarak ele alıyor, buradan da onları faşizmdeki yükselişin kaçınılmaz bir sonuç olduğunu söylüyor. O, bize sadece bir kâbustan bahsediyor.

Bence düşünürler, sadece kâbuslardan bahsediyorlarsa, bilerek ya da bilmeyerek statükoyu onaylayıp ona destek sunuyorlardır. Bize canavarları anlatıp, bizim mevcut yapılara bağlı kalmamızı, gerçekliğin olduğu gibi sürüp gitmesi için çalışmamızı, hatta Gassân Kenefâni’nin dediği gibi, Filistinlileri kendilerinin olmayan bir dünyada yaşamaya devam etmeleri yönünde teşvik etmemizi söylüyorlar. Shatz’e göre kâbus ufukta görünmüş durumda, oysa biz Filistinliler, zaten 75 yıldır bir kâbusun içinde yaşıyoruz.

Burada tam anlamıyla politik bir günah söz konusu. Çünkü bugün Filistin direnişi, duyguların tutkularla iç içe geçerek oluşturduğu bir yapı üzerinden hareket ediyor. Tüm güçlü yanlarını açığa çıkartmak için uğraşıyor, politik ihtimaller denizine açılmak için elindeki en ufak gücü devreye sokuyor. Bunu da tarihte bir yarık açmak için yapıyor. Evet, bir kâbusun gerçek olması olası, evet, Filistin direnişi kusursuz değil, ama kâbus da bu mücadelenin sunacağı yegâne şey değil.

Müttefik bildiğimiz ama bu olasılıklara mani olan kişileri ben “affedilemez” buluyorum. Şiddete yönelik tiksintiyle veya Filistinlilerin eylemlerine dair, ahlak düzleminde dile getirilmiş kınamalarla zerre ilgilenmiyorum. Her türden kurumun ortaya koyduğu direniş eleştirilmeli.

Ben inatla, tarihin de ortaya koyduğu biçimiyle, Gazze denilen hapishanede olan biten her şeyin takdim edilenden çok farklı olduğunu söylüyorum. Ben, burada Filistinli savaşçıların sivil öldürmediklerini tabii ki söylemiyorum. Sadece bize takdim edilen imajın en iyi hâliyle eksik olduğunu iddia ediyorum. Bu savaş sona erdiğinde, meselenin daha karmaşık yönlerini ele alan bir dilin geliştirilmesi gerekiyor.

Ama bugün birçok düşünür, düşünceye karşı, düşünme pratiğine karşıt bir tutum alıyorlar. Düşünmeye yönelik reddiye, faşistlerden bekleyeceğimiz bir davranış biçimi, solculardan veya ilericilerden değil. Zizek, bu tutumun başka bir örneği. Adam, Filistinlilerin eylemlerini ve ortaya koyduğu direnişi Filistin’deki mahrumiyetin ve umutsuzluğun bir yansıması olarak ele alıyor. Nedense o çok başarılı felsefeciler ve yazarlar, birden birer indirgemeciye ve ideologa dönüşüyorlar.

Filistinliler umutsuzluğa düştüklerinde ve yüzlerini direnişe çevirmediklerinde, Mahmud Abbas’a yani birer işbirlikçiye dönüşüyorlar. Bu da onları sahneden silip atıyor, değersizleştiriyor. Direniş her daim umut verici bir marazdır, nihayetinde zaferi getirmese bile böyledir.

Senin sözlerin bana Mehdi Amil’in “Direnmediğin sürece yenilmezsin” sözünü anımsattı. Filistin direnişine yönelik düşünceyi çöpe atan tepkilere dair sözlerini düşünürken aklıma 7 Ekim sonrası içlerinde Filistin davasına görünüşte destek sunanlar da dâhil çok az sayıda insanın böylesi bir operasyonun yürütülmesi konusunda belirlenmiş stratejik hedefleri ve niyetleri değerlendirmeyi istemedikleri veya değerlendirmedikleri gerçeği geldi. Birçok kişi, 7 Ekim operasyonunu basit bir yaklaşımla ele aldı, onu Gazze’nin uzun süredir işgal altında oluşunun ve bu işgalin yol açtığı çilenin sebep olduğu öfkenin ve şiddetin kaçınılmaz veya kendiliğinden patlaması olarak değerlendirdi. Sense makalende, İsrail’in olaylara dair sözlerinin hiçbir hükmünün kalmadığı koşullarda, bu yaklaşımın neden yanlış ve kibirli bir yaklaşım olduğunu net bir dille ifade ediyorsun. Burada argümanını kısaca izah edebilir misin?

Direniş, derin köklere ve uzun bir tarihe sahip. Batılı aydınlar da birçok Filistinli de direnişler arasındaki bağları büyük ölçüde görmezden geliyorlar. Filistin üniversiteleri, direniş çalışmaları konusunda akademik programlar hazırlamıyorlar. Bu, bence üzerinde durulması gereken, ihmal edilen bir husus.

Yezid Sayig’in Filistin devriminin çöküşünü doğru bir biçimde tasvir eden detaylı akademik analizleri bile kapsamlı çalışmalar değil. Bazen hatta bu çalışmalar, Filistinlilerin uluslararası sisteme zarar verme becerisi konusunda kötüleyici bir dil kullanıyorlar. Yoldan çıkmış, zındık olarak görülen Filistinli savaşçı ile ilgili klişe, meselenin anlaşılmamasını sağlıyor. Bu tür klişelerin şarkiyatçılığın ürünü olduğunu görmek gerekiyor.

İlgili şarkiyatçı dil, Mahmud Abbas gibi isimleri işbirlikçi tutumları ve Filistinlilere uyguladığı işkence sebebiyle övüyor, hatta bu tür isimleri politika ve ahlak düzleminde meşrulaştırıyor, buna karşılık, Filistinli savaşçıyı düşünsel alanda ilgilenmeye değer bir olgu olarak görmüyor, onu idrak etme gereği bile duymuyor.

Filistinlilerin mücadelelerini dile dökecekleri alan, hukuk alanıyla ve liberallerin mağduriyet üzerine kurulu yaklaşımları ile sınırlı. Liberallerin bu yaklaşımları, faillik, sivil direniş ve sivil itaatsizlik gibi konuları yüzeysel ele alıyor, buna karşılık, Filistinli kurtuluş örgütlerini besleyen koşulları ve Filistinlilerin yüzleştikleri ağır gerçekleri görmezden geliyor. Çelişkili ama belki de utanç verici bir tutum dâhilinde, birer askere dönüşmüş olan, Filistinli savaşçıları ve onların askeri mantığını idrak etme meselesine yoğunlaşan âlimlerse, direnişi onun altını oyup mağlup etmek için anlamaya çalışıyorlar.

Gazze’de yaşanan olaylar konusunda ise şu söylenebilir: Filistinlilerin askeri stratejisi, askeriyeye ve güvenlik kurumlarına ait tesisleri hedef alma, yerleşimleri ele geçirme ve bölgenin derinliklerine nüfuz etme üzerine kuruluydu. Bu gerilla taktiğinde amaç, İsraillilerin toprakları ele geçirme çabalarına engel olmanın yanında, İsrail’in saldırı imkânlarını ortadan kaldırmak ve müzakere için alan açmaktı. Bu yaklaşım, bize örtük olarak İsrail’in Filistinli eylemcilerin saldırılarına verdikleri cevaplarda İsraillilerin hayatlarına pek saygı duymadıklarını ortaya koydu.

Burada şu gerçeği vurgulamak gerekiyor: Filistinlilerin direnişi, bir açık bulmayı, fırsat kollanacak anlarda çatlaklar belirlemeyi tek çare olarak gören, düşmanından daha zayıf bir güç olarak hareket ediyor. Operasyona iki ilâ üç bin savaşçı dâhil oldu. Saldırı, her iki tarafı da şaşırttı. Düşman arazisine sızanlar da savunmaya geçenler de kafa karışıklığı yaşadılar.

Eğer eylemcilerin derdi, ayrım gözetmeden, karşılarına çıkanları öldürmek olsaydı, ilk günlerde yaralı ve ölü İsrailli sayısı çok fazla olurdu. Kullanılan güçlerin sayısı, bu güçlerin ikmal edilme yöntemleri ve tüm bölgelerde kurdukları hâkimiyet, bize bunu söylüyor. Sivil alanlarda saatlerce çatışmış olsalardı, o binlerce savaşçı, daha fazla ölüme sebep olurdu.

Diğer üzerinde durulması gereken husus ise militarizmin İsrail toplumunun iliklerine işlemiş olduğu gerçeği. Saldırılarda birçok insanda silâh olduğu görüldü, çok sayıda İsrailli silâh kullandı. Twitter’da ilk günler birçok İsrailli gazetecinin ve yurttaşın Filistinli savaşçıların asker ya da polis değil, bizzat sivillerce püskürtüldüğünü ve öldürüldüğünü söyleyen mesajlara rastlandı. Demek ki eylemciler, sadece askerle ve özel birimlerle çatışmaya girmemişlerdi, aslında asker olan siviller ve askeri eğitim almış polisler de çatışmalara dâhil oldu. Bunlar, genel resmin çok küçük bir parçası ama gene de önemli. Çünkü İsrail, bu süreçte Gazze’deki Filistinlileri soykırıma uğratma niyetini açıktan beyan etmek için moral düzeyinde aldığı yara bereyi bir biçimde kullandı ve onu bu maksatla devreye soktu.

Sahayı bilen her gözlemci, ordunun kimliğinin merkezinde durduğu, yerleşimlerdeki nüfusa güvende olduklarına dair bir his vermek zorunda olduğu gerçeği dikkate alındığında, İsrail’in Aksa Tufanı Operasyonu neticesinde büyük bir darbe aldığını söylüyor. Sence bu, İsrail’in aşamayacağı, üstesinden gelemeyeceği türden bir psikolojik darbe midir? Uzun vadede bu darbe ne tür sonuçlara yol açacak? Bilhassa İsrail ordusunun bugünlerde, Gazze’de ve yoğunluğu ile kapsamı giderek artan Hizbullah saldırıları neticesinde kuzeyde yaşadığı kayıplar konusunda neler söyleyebilirsin?

Siyonistlerdeki üstün olduklarına dair anlayışı paranoyak bir dünya anlayışı biçimlendirdi. Siyonizmin kurucu babalarından olan Zev Jabonitski’nin dile getirdiği biçimiyle, Demir Duvar anlayışını merkeze koyan askeri doktrin bu anlayışı besledi.

İsrailliler “varoluşsal kaygı”nın pençesinde kıvranıyorlar. “Yahudi devleti”nin bekasını dert edinen kapsamlı bir korku yönetiyor onları. Düşünce kuruluşları, gazeteleri ve askeri dergileri incelendiğinde Filistin nüfusundaki artış, Filistin direnişi, İran’ın nükleer programı, hatta Arap ordularının imkân ve becerileri gibi tehdit algılarına kafayı takmış oldukları görülüyor. İsrail, her zaman tetikte olmak zorunda olan, dünyayı farazi veya gerçek, yakın ya da uzak herhangi bir tehdit var mı diye durmadan tarayıp duran bir ülke.

Oysa bu sürekli tetikte olma hâli, bilinmeyeni bilme dürtüsü, her şeyi paranoyak bir çift gözle sürekli kontrol altında tutma arzusu, onca gelişmiş gözetleme teknolojisi, istihbarat faaliyeti, siber alandaki imkân ve beceriler, yapay zekâ, savunma ve saldırı amaçlı askeri stratejiler, İsrail’i o Demir Duvar’ın aşılamayacağına inanmaya itiyor. Oysa bizatihi bu inancın kendisi bir kusur.

7 Ekim günü İsrail’in güvenlik duvarı delindi. Sürekli dillendirilen tehditlere ve kabul edilen zarar görme ihtimallerine rağmen ülke, kendisini güvende olduğuna ikna etti. Zarar görme ihtimaline ilişkin kamusal alanda süren tartışma, çelişkili bir biçimde, yenilmezliğe dair yanlış bir anlayışa sebep oldu. Sonrasında Arap ülkeleriyle normalleşme çabaları bu anlayışı besledi.

Dolayısıyla, 7 Ekim olayları, bu ülkenin hiçbir şekilde zarar görmeyeceğine dair yanılsamaya son verdi. Bir tehdidi veya zarar görme ihtimalini soyut bir ihtimal olarak ele almakla onunla travmalara yol açacak bir gerçeklik olarak yüzleşmek arasında önemli bir fark söz konusu. Kısa süre içerisinde bu zarar görme ihtimali, potansiyel bir risk olmaktan çıkıp ülkeyi harap edecek bir gerçekliğe evrildi, “yıkıcı bir deneyim”e dönüştü. Sanki “Tanrı”, aniden onların ölümlü olduklarını anlamış gibiydi, başka bir ifadeyle, tanrı, her şeyden önce İsraillilerin insan olduğunu keşfetmişti. Tam da bu sebeple operasyon sonrası İsrail’in liberalleri, hatta sözde solcuları birer faşiste dönüştü. Ben Gvir, birkaç küçük istisnayla yüzleşildiği koşullarda, İsrail’in kolektif sesi olarak çıktı sahneye.

Bana kalırsa, bu deneyimin kapsamı ve derinliği, Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’da hâlihazırda sürmekte olan savaşa bağlı. İsrail, gerçekleştirdiği saldırı dâhilinde o ağır yenilgi sonrası bir zafer anlatısı inşa edip halkını ona bağlayabilecek mi göreceğiz. Süre giden harekâtın sonuçları ne olursa olsun, İsrail’deki güvenlik aygıtına ve orduya yönelik güven ve bağlılık zayıfladı.

İsrail, saldırıya ilk elden Nekbe’yi ve etnik temizliği anımsatan bir tepki verdi. Sonra Batı Şeria’daki Filistinlileri ve Gazzelileri Sina Yarımadası’na sürme ihtimali gündeme geldi. Buradan şunu söylemek gerekiyor: İsrail, uluslararası planda Filistin’deki gerçeğe kör bakma arzusu olduğunu gördüğü vakit, bu yüzyılda yeni bir Nekbe’yi gerçekleştirmeye çalışacaktır.

Son beş hafta içerisinde İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı şiddet, dünya genelinde kınamalarla ve halkın öfkesiyle, geniş katılımlı eylemlerle, yürüyüşlerle, Filistin’le dayanışma amacıyla dünya ölçeğinde yapılan başka türde doğrudan eylem türleriyle karşılandı. Bu gelişme sence ne kadar önemli? Uluslararası dayanışmanın bu mücadelede önemli bir faktör hâline gelebileceğini düşünüyor musun?

Birçok kişi, Filistin’le dayanışmanın mücadelemizin işitildiğini gösteren, psikolojik rahatlama sağlayan desteği Filistinlilere sunmayı ifade ettiğini düşünüyor. Bense daha çok denklemin diğer tarafıyla, Filistinlilerin mücadelesinin küresel kuzey, Arap dünyası ve küresel güneydeki insanlar için kurumsal, ekonomik ve yapısal gerçekleri ifşa ediyor oluşuyla ilgileniyorum.

Bence Filistin mücadelesi, gerçekleri ifşa ediyor, faşizmi aleni kılıyor, ilgili toplumlarda yaşanacak radikal politik ve ekonomik değişimin gerçekleşeceği yolları gösteriyor. Daha doğrusu, bu yolları göstermek zorunda.

Filistin, ne milliyetçi ne de dini bir dava. İnsana kendisini iyi hissettirecek bir olgu olarak da görülemez. O, salt ateşkesi sağlama amaçlı bir hareket değil.

Biz, dünyaya kanımızla, bilhassa adil, ekonomik açıdan eşit, sömürgelikten kurtulmuş, ırkçı tutumlardan arınmış bir dünya isteyenlere bir hediye sunduk. Öncülük ettiğimiz dünya, emperyalizmlerin gizli söylemlerini ifşa ediyor, iktidar merkezlerini şizofrenik duruşlarını ve riyakâr tutumlarını ortaya sermeye zorluyor. Filistin mücadelesi, tam da bu sebeple evrensel bir mücadele, Filistin, tam da bu sebeple hakikatin onun değersizleştiği, ciddiye alınmadığı momentte yoğunlaştığı bir yer. Filistin, aynı zamanda emperyalizmin merkezlerinde ırkçılıkla yoğrulmuş eşitsizliklerin çilesini çekenlerin Filistin’de ve verdiği mücadeleyle politik düzlemde doğalında ilişkilenebildiği bir ülke.

Filistin mücadelesi solu harekete geçirdi, yeni politik eylemlilik biçimlerinin inşa edilmesine katkı sundu. Tam da bu sebeple İsrail yanlısı ağlar, bugün korkutma ve gözdağı taktikleriyle tartışmalara son vermek için uğraşıp duruyorlar.

Bununla birlikte, salt politik açıdan, Filistin’de uzun savaş konusunda belirli bir uzlaşmanın bulunmaması, dünya genelinde halkların hareketliliğinin açığa çıkarttığı enerji ve savaş karşıtı hareketlerin yeniden canlanması, politik iktidara baskı uyguladı ve Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıların alanını daralttı.

Anlaşılır kimi sebepler neticesinde dünyanın önemli bir bölümü, geçen ay içerisinde Gazze’ye odaklanırken İsrail, senin de bulunduğun Batı Şeria’da uyguladığı şiddetin düzeyini yukarı çekti. 7 Ekim’den beri orada neler olup bittiğinden biraz olsun bahsedebilir misin, bu yaşananlar, Filistin’de Siyonist yerleşimci sömürgeciliğe karşı verilen genel mücadeleyle ne tür bağlantılara sahip?

Bugün Batı Şeria’da ayrı ama iç içe geçmiş iki mücadeleye tanık olunuyor. İlki, halkın İsrailli yerleşimcilere ve orduya karşı gerçekleştirdiği eylemleri içeren silâhlı direniş. İkincisi ise Filistin Yönetimi’ne karşı sürdürülen politik mücadele. Bu iki çelişkiyle birbiriyle bağlantılı, ama ikisi, hem aynı anda hem de birbirinden ayrı şeyler olarak yaşanıyor.

Bilhassa göçmen kamplarında, köylerde ve eski şehirlerde Filistinli işçiler, Filistin Yönetimi’nden kopuyorlar. Bunun sonucunda söz konusu bölgelerde silâhlı gruplar oluşuyor. Üst ve orta sınıfa mensup, Filistin Yönetimi’ne bağımlı ve politik olarak onunla yürüyen kişiler, bu silâhlı harekete şüpheyle yaklaşıyorlar. Bu desteğe karşın Filistin Yönetimi, önemli itirazlarla yüzleşiyor. İçteki ayaklanmaların ve İsrail’deki politik yapıların Ben Gvir ve ona bağlı yerleşimci hareketinin açıktan dile getirdiği, ama çoğunlukla gizli kalan arzularının baskısıyla Filistin Yönetimi, İsrail’le güvenlik konusunda işbirliği yapıyor. Oysa bugün Siyonist hareket, bu bağımlılık ilişkisinden kopmak niyetinde. Zira Siyonist hareket, askeri tavır geliştirme konusunda kararlı, bu anlamda, Filistinlileri topraklarından kopartmayı amaçlıyor. Baskının üçüncü biçimi ise Amerikalı, Avrupalı ve Arap paydaşların kayıtsızlığından kaynaklanıyor. Bugün dur-bekle stratejisini benimsemiş olan Filistin Yönetimi, Gazze’deki direniş dayanmayı ve ivme kazanmayı becerirse, kendisini dezavantajlı bir konumda bulabilir.

Hâlihazırda İsrail ordusu, Batı Şeria’da kapsamlı operasyonlar yürütüyor. Bu şehirde, özellikle kuzeyindeki Tulkerim ve Cenin gibi şehirlerde varolan özsavunma alanlarında hiçbir engelle karşılaşmadan, özel operasyonlar yürütüyor, insanları tutukluyor. Buna karşılık, Batı Şeria’da Filistinliler kitlesel gösteriler düzenliyorlar, İsrail güçleriyle çatışıyorlar. Ayrıca İsrail, politik ve toplumsal eylemcileri tutukluyor.

7 Ekim’den beri Batı Şeria genelinde 2.000’in üzerinde Filistinli tutuklandı. İsrail ordusu ve yerleşimciler, bu süre zarfında 200 kadar Filistinliyi katletti. Endişe verici olansa İsraillilerin bir yandan da Batı Şeria’daki yerleşimcileri silahlandırıyor olması. Bu çalışma neticesinde şehirde İsrail ordusu yanında bir de aktif silâhlı bir milis kuvveti oluşturuldu.

Kısa süre önce Amid Falih’in bir makalesini yayımladık. Falih o makalesinde 7 Ekim’in Oslo Anlaşmaları’nın ölümünü ifade ettiğini söylüyor. Sen bu görüşe katılıyor musun? Katılıyorsan eğer, sence 7 Ekim özelde Batı Şeria, genelde Filistin kurtuluş hareketinin geleceği konusunda neyi ifade ediyor?

Ben de analize katılıyorum ama bir şerh düşüyorum. Zira ben, zaferin de yenilginin de olası sonuçlar olduğunu düşünüyorum. Filistin Yönetimi’yle ve neoliberal politik paradigmayla yaşanan bu çatışmadan güçlenerek çıkmamız mümkün. Ama aynı zamanda Gazze’de Dayton’ın geliştirdiği güvenlik doktrininin yeniden uygulanması için gerekli zemini teşkil edecek bir şokla da yüzleşilebilir.

Savaş, geçici bir andır. Ben, farklı bir sonucun oluşmasını umut etsem de Filistinlilerin hayatta kalmak için çaba harcayan, savunmasız bir halk olduğunu görmemiz gerekiyor. Filistinliler, kendilerini yok etmeye çalışan güçlere karşı hayatta kalmak için hem İsrail’le işbirliği kuruyorlar hem de ona karşı direniş sergiliyorlar. Bunlar, birbirinden farklı yaklaşımlar olsa da özünde her ikisi de hayatta kalmak için geliştirilmiş stratejiler. Gazze’de bugün süren çatışma, Filistinlileri bu hayatta kalma stratejilerinden birini çöpe atıp diğerine bağlanmak zorunda bırakabilir.

İsrail’in ABD’nin askeri yardımına ve desteğine bağlılığının ölçüsü geçen ay içerisinde çarpıcı bir biçimde görüldü. Artık İsrail’in kendi başına ayakta kalabilecek bir güç olmadığı herkesin malumu. Tam da bu sebeple bölgesel savaş riski mevcut. Siz, ABD yönetici sınıfının İsrail’le ilişkilerinin yeniden gözden geçirildiği koşullarda bu sınıfın önemli bir kısmının İsrail’i ABD çıkarları için bir ayak bağı olarak görmesi mümkün mü? Görmeleri durumunda bu ne tür sonuçlar doğurabilir?

Amerikan yönetici sınıfının İsrail’in stratejik bir yük olduğunu kabul edebileceğini sanmıyorum. Son yirmi yıl içerisinde İsrail’in stratejik değeriyle ilgili şüpheleri müesses nizama mensup kişiler dillendirdiler. Orduya ve dış politikaya hizmet eden, prestijli kurumlarda çalışan kimi uzmanlar, profesörler ve dış politika âleminin önemli akademisyenleri benzer tespitlerde bulundular. Ama gene de İsrail lobisinin gücünü ve nüfuzunu koruduğunu, ABD’nin tarihsel, kültürel ve seçimle alakalı sebeplere bağlı olarak gelecekte de İsrail’den kopmayacağını görmek gerek.

Lobinin argümanı da Amerika’nın Ortadoğu’daki konumuna dair tespitler de Filistin meselesinin kaçınılmaz bir sonuç olduğuna, dünyanın gidişatıyla bir alakasının bulunmadığına dair hatalı inancı temel alıyorlar. Bu bakış açısı, Gazze ve Batı Şeria’da süregiden çatışmalarda İsrail hedeflerine ulaşamazsa boşa düşer ve onun temelsiz olduğu görülür.

Fakat belki de diğer bir önemli husus da İsrail’in Hizbullah’ı ve İran’ı saldırılardan caydırmak için Amerika’nın askeri gücüne ihtiyaç duyması. Kendi toplumu bile o ilân ettiği bağımsızlığın bir komedi olduğunu görüyor. Siyonistlerdeki İsrail’in “Yahudi”lere ait bağımsız gücün cisimleşmiş hâli olduğuna dair inanç aşınıyor.

Politik açıdan süreçte ABD, İsrail siyasetine, uzun vadede gerçekleştireceği yürüyüşe, iç siyasetine ve kimi politik adımlarına daha fazla hâkim olacakmış gibi görünüyor. Bu, Filistinliler için hayırlı bir gelişme değil. İsrail’in Amerika’ya ait askeri endüstrilere, finansal güce, diplomatik nüfuza ve bölgede kurduğu ittifaklar sistemine yönelik bağımlılığın ne düzeye ulaştığını görmek gerekiyor. İlişkilerde üstün olan ABD. Bu anlamda, “Vaşington’a uzanan yol Tel Aviv veya Kudüs’ten geçer” anlayışı terse dönmüş durumda. Tel Aviv, gerçekte kırılgan yapısını muhafaza eden Amerika’ya ait gücün bir karakolu.

Bu söylediklerime ek olarak, İsraillilerin 7 Ekim olaylarını Amerika’nın ve Avrupa’nın gücünü artırmak, politik ve stratejik gerçeklerle hesaplaşıp, onları yeniden tarif etmeye çalışmak için kullandığını ifade etmek gerekiyor.

Geçen ay içerisinde tanık olduğumuz olayların yol açtığı dehşete, Gazze ve diğer yerlerde insanların çekmekte olduğu çileye rağmen ben, gene de Filistin’de Siyonist sömürgeci projenin sonunu getirecek sürecin başladığına inanıyorum. Bu görüşüm sence fazla iyimser olan, gerçek dışı bir değerlendirme mi yoksa sen de böyle mi düşünüyorsun?

Dünya, yaşananlardan şu dersi çıkartmalı: Filistin mücadelesi, tüm kuşakları kucaklayan bir mücadeledir. İlk elden alınacak sonuçlara bakmadan ilerler. Filistinliler, her türden çatlağı kullanmaya çalışır, yeni yollar açmak için uğraşır, örgütler kurar, topraklarını geri almak için kültürel, toplumsal, ekonomik ve teknolojik kaynaklarını harekete geçirir. Onlarda yola devam etme konusunda kimsenin boyun eğdiremediği bir irade mevcuttur. Rüzgâr tersten esmeye başlasa da yenilgi yerleşik bir hâl alsa da o iradeyi kimse kıramaz. Onlar, yorulmak nedir bilmeden, adalet peşindedirler. Mevcut çatışma, hayatta kalma çabası içerisinde önemli ve yol açıcı bir gelişmedir. Uzun vadede olacaklara dair bir işarettir.

Şuan elimizde analizinizi destekleyen bir dizi gösterge mevcut. Filistin, dünya sahnesine acilen ele alınması gereken bir mesele olarak çıkıyor. Buna ek olarak, Filistinlilerin direnişi, Gazze’de İsrail’in yürüttüğü operasyonları içinden çıkılmaz bir hâle sokan, aktif bir ittifak sistemi meydana getirdi. İsrail, aynı zamanda ekonomik, politik ve psikolojik bir yükü omuzlamak zorunda kalıyor. Bu yük, İsrail’i fedakârlıkta bulunmaya itse de aynı zamanda onu nüfuzunun ve elindeki imkânların sınırlarını kavramak zorunda bırakıyor. Oluşacak sonuçlar, çatışmanın nasıl ilerleyeceğine ve bölgede tırmanma potansiyeline bağlı olsa da eldeki ilk işaretler, İsrail’in 7 Ekim olaylarını aşacak yenilgilerle yüzleşebileceğini ortaya koyuyor.

İsrail’in Gazze için belirlediği stratejik hedeflerin bir yönü yok. Taktiksel kimi başarılar ulaşsa da askeri operasyonlar için belirlenmiş sınırlı süre dâhilinde uzun vadeli stratejik kazanımlar elde etmesi pek mümkün değil. Şu önemli: Amerika’nın bölgedeki politik ve askeri faaliyetleri, İsrail’in Gazze için belirlediği operasyon süresiyle uyumlu değil. İsrail, meseleye dikkatle yaklaşıyor ve yavaş hareket ediyor. Stratejik düzlemde çatışma süresini uzatmakta olan Filistin direnişini net bir müdahaleyle aşamayacakmış gibi görünüyor. Direniş, kısa süreli çatışmadan ziyade, savunma amaçlı muharebe için kendi kaynaklarını ve personelini korumayı amaçlıyor, bu bağlamda, uzun soluklu bir mücadeleye hazırlanıyor.

Hizbullah’ı ve İran’ı saldırıdan vazgeçirme çabalarının da en iyi hâliyle geçici çözüm olduğunu söylemek gerekiyor. Diplomatik çözüm yolu bulunamazsa ve kırmızıçizgiler aşılacak olursa, Beyrut ve Tahran’da yapılan stratejik hesaplarda hızlı bir değişikliğe tanık olunabilir.

Amerikalı ve İngiliz yurttaşlar, Filistin-İsrail çatışmasına ilgi göstermeseler de artan enflasyon, ekonomideki zayıflama ve askerlerinin İsrail yanında savaşa girme ihtimali gibi meselelerle yüzleşmek zorunda kalabilirler.

Tam da bu sebeple ABD, bugün İsrail’in askeri operasyonlarını yoğunlaştırıp hızlandırmasını istiyor. İsrail ise sadece sivil kayıplara gelecek muhtemel tepkileri dert etmekle kalmıyor, ayrıca askeri düzeyde, ülke içerisinde kamuoyunun duygularını ve düşüncelerini olumsuz yönde etkileyebilecek kayıpların yaşanmasından da korkuyor.

Hâlihazırda İsrail, 360.000 üzerinde yedek askerini seferber etti. Ayrıca İsraillileri Lübnan sınırına ve Gazze’ye gönderiyor. 200.000’den fazla İsraillinin ülkeye dönmesi bekleniyor. Oluşan ekonomik yük, turizm, tarım, restoranlar, barlar, yüksek teknoloji gibi çalışanlarının önemli bir kısmı askerde olan sektörleri etkiliyor.

Hizbullah’ın baskılarını artırmasıyla İsrail, kararlar almak zorunda kalıyor. Bu noktada, İsrail savaşın alanını genişletip genişletmeyeceğine, bu fedakârlıkta bulunma isteği ile birlik ruhunu Hizbullah’la kapışmak için mi yoksa savaşın dozunu düşürmek için mi kullanacak, karar vermek zorunda. Ayrıca bir de Gazze’deki Filistinli örgütlerin rehin tuttukları İsraillilerin ailelerinin uyguladığı baskılar var. Orta vadede net zaferler elde edemezse, İsrail, halkını bu düzeyde seferber edemez.

Bugün görülüyor ki İsrail zafere ulaştığına dair bir imajı oluşturma çabası içerisinde. Böylelikle 7 Ekim olayları sonrası İsrail ordusu ve istihbarat aygıtı nefes alacak.

Vaktini ve bu çok önemli analizlerini bizimle paylaştığın için sana çok teşekkür ederim, Abdülcevad. Buraya değinmediğimiz, ama senin önemli görüp eklemek istediğin başka bir konu var mıydı?

Ben teşekkür ederim, Louis. Üzerinde durulması gereken bir husus da Filistin yanlısı kişilere yönelik saldırılar. Etnik-milliyetçi faşizmi reddedenlerin antisemitizm damgası yemeleri trajik değilse bile komik bir durum.

Son dönemde antisemitik görüşler dillendiren Hristiyan Siyonistlerin Vaşington’daki gösterilerde Yahudi cemaatine mensup sağcı Siyonistlerle güç birliği yaptıklarına tanıklık ettik. Bu ittifak, Yahudilerin tehlikede olma ve zarar görmeye dair hafızalarının bir tür silâha dönüştürüldüğünü ortaya koyuyor. Artık bu hafıza, bizatihi antisemitistlerin bir silâhı. Dahası, antisemitizmin kullandığı söylemler, sadece Filistin yanlılarını susturmak için kullanılmıyor, ayrıca bunlar, Filistinlilere ve mücadelelerine Yahudilerin ve ilericilerin sundukları desteği ortadan kaldırmayı amaçlıyorlar.

Öğrenci örgütlerinin yasaklanmasıyla, Filistin haklarına destek sunan tanınmış insanların peşine düşülmesiyle birlikte yaratılan korku iklimi, tam da George Orwell’in romanında bahsini ettiği şeye denk düşüyor. Bugün gerçek cesaret, korkulara rağmen hakikati söylemeyi, eleştirel sorguyu kesintisiz bir biçimde gerçekleştirmeyi ve her konunun tabulaşmasına karşı çıkmayı içeriyor. Filistin direnişinin, tarihinin, evrim sürecinin ve politik iddiasının anlaşılması ve eleştirilmesi de cesarete ihtiyaç duyuyor.

Kaynak