Aşağıda sunulan başmakale, Rosa Luxemburg’un kaleme
aldığı son yazıdır. Alman hükümetinin Spartakist ayaklanmasını ezmesinden hemen
sonra, Karl Liebknecht ile birlikte paramiliter güçlerce [Freikorps] tutuklanıp katledilmesinden birkaç saat
önce yazılmıştır.
● ● ●
1831'de, Paskeviç’in yağmacı askerleri Praga
varoşlarına hışımla daldıktan sonra yağmacı askerlerinin Polonya’nın başkentini
istila edip isyancıları katlettiği o yılda Bakan Sebastiani, Paris Temsilciler
Meclisi'nde “Varşova'da artık düzen hâkim” diyordu.
Ebert ile Noske’nin burjuva basını ve küçük burjuva
ayaktakımının sokaklarda mendillerini sallayıp “Yaşasın!” diye haykırarak
karşıladıkları “muzaffer birlikler”in subayları da “Berlin’de düzen hâkim”
diyorlardı. Alman ordularının şerefi ve onuru, tarihin huzurunda bu sayede
kurtulmuştu. Flandres ile Argonne’da hezimete uğrayanlar, Vorwarts’deki
300 Spartakiste karşı kazandıkları bu parlak zaferle itibarlarını yeniden
kazandılar. Alman birliklerinin Belçika’ya görkemli biçimde girdiği, Liege’i
fetheden General von Emmich’in borusunu öttürdüğü o günler, Reinhardt ve
şürekâsının Berlin sokaklarında elde ettiği başarıların yanında sönük kalıyor. Vorwarts
binasının teslimini müzakere etmeye çalışan aracılar, hükümetin öfkeli
askerleri tarafından dipçiklerle dövülerek, bedenleri tanınmaz hâle sokularak
katledildiler. Tutsaklar, duvarın önüne dizilerek, kafatasları, beyinleri her
yere dağılacak şekilde öldürüldüler. Bu şanlı eylemler karşısında kim kalkar da
hâlâ Fransız, İngiliz ya da Amerikalıların karşısında alınan rezil yenilgileri
aklına getirir? Artık düşmanın adı “Spartaküs”tür, Berlin’se subayların zaferin
kokusunu aldıkları yerdir, “işçi” Noske ise Ludendorff’un başarısız olması
durumunda zaferler elde edebilecek generaldir.
Paris’te “asayiş”in tesis edilişini sarhoş kafasıyla
kutlayan ayaktakımını, Komünarların cesetleri üzerinde tepinip kutlamalar yapan
burjuvazinin işret âlemlerini kim unutabilir? Prusyalılara utanç verici bir
biçimde teslim olup topukları kıçına vura vura kaçan da, başkenti işgalci
düşmana terk eden de aynı burjuvaziydi. Ah ah… yeterince silâhı olmayan,
açlıktan kıvranan Paris proletaryasının, onların savunmasız kadınlarının ve
çocuklarının üzerine yürüdüğünde burjuvazinin, o “altın gençliğin” sevgili evlatlarının
ve subayların erkekçe cesareti kendisini nasıl da bir alev topu gibi ortaya
koymuştu. Dış düşman karşısında boyun eğen Mars’ın bu cesur oğulları,
savunmasız insanların, tutsakların ve yaralıların üzerine kuduz köpekler gibi
nasıl da saldırmışlardı.
“Varşova’da düzen hâkim!” “Paris’te düzen hâkim!”
“Berlin’de düzen hâkim!” Her elli yılda bir “düzen”in bekçilerinin kaleme
aldığı broşürler, dünyadaki tarihsel mücadele merkezlerinin birinden diğerine
yayıldı. Sevinç çığlıkları atan “galipler”, hep kanlı kıyımlarla korunmak
zorunda kalınan bir “düzen”in giderek kendi tarihsel yazgısına, o kaçınılmaz
sona yaklaşmakta olduğunu fark etmiyorlardı.
Peki Berlin’de tanık olduğumuz bu “Spartaküs haftası”
da neyin nesiydi? Bize ne kazandırdı? Neler öğretti? Hâlâ mücadelenin
ortasındayken ve karşı devrimin zafer çığlıkları yükselirken, devrimci
proleterler, olan biteni değerlendirmek, olayları ve sonuçlarını tarihin o
büyük terazisine vurmak zorunda. Devrimin yitirecek vakti yoktur, o büyük
hedefine doğru yürüyüşüne, hâlâ açık olan mezarları, geçmişin “zaferler”ini ve
“yenilgiler”ini geride bırakarak ilerleyecektir. Beynelmilel sosyalizm için
savaşan savaşçıların ilk görevi, devrimin ilkelerine uymak ve devrimin yolunu
bilinçli bir şekilde yürümektir.
Bu çatışmadan devrimci proletaryanın nihai zaferine
ulaşması beklenebilir mi? Biz, Ebert-Scheidemann iktidarını yıkıp sosyalist bir
diktatörlüğü kurma beklentisi içinde miydik? Bu soruyla ilgili tüm değişkenler
titizlikle dikkate alındığı takdirde, söz konusu soruya “Kesinlikle hayır”
cevabını verebiliriz. Devrim davasındaki zayıf halka, subayların kendilerini
karşı-devrimci amaçlar doğrultusunda halka karşı kullanılmalarına hâlen daha
imkân veren askerlerdeki politik hamlıktır. Bu bile tek başına mevcut
konjonktürde devrimin kalıcı bir zafer elde etmesinin mümkün olamayacağının
kanıtıdır. Diğer yandan, ordudaki hamlıksa, Alman devriminin genel anlamda ham
olmasına ait bir belirtidir.
Askerlerin büyük bir kısmının geldiği kırsal bölgeler,
devrimin elinin pek uzanmadığı yerlerdir. Berlin, bugüne dek hep ülkenin geri
kalanından kopuk olan bir kent olagelmiştir. Rhineland, kuzey sahili,
Brunswick, Saksonya, Württemburg gibi şehirlerdeki devrimci merkezlerin
Berlinli işçilere kalpleriyle ve ruhlarıyla destek olduğu doğrudur. Ama bugün
için bu işçiler, henüz ileri fırlayıp yürüyüşe geçmemiş, eylem düzeyinde bir
birlik içerisine girmemiş, bu birliğin gerçekleşmemiş olması, Berlin’deki işçi
sınıfının iştahını artırıp kavga etme iradesini pekiştirmemiştir. Devrimin
politik düzeyde yüzleştiği hamlığın temel sebebi, devrimi besleyecek volkanik
kaynak olarak ekonomik mücadelenin henüz ilk aşamasında bulunmasıdır. Devrimci
sınıf mücadelesinin emekleme döneminde olmasının ana sebebi budur.
Bütün bunlardan, kalıcı ve kesin bir zaferin şu an
için elde edilemeyeceğini söylemek mümkündür. Peki bu, geçen hafta verilen
mücadelenin bir “hata” olduğu anlamına mı geliyor? Eğer derdimiz, önceden
tasarlanmış bir “baskın”ı veya “darbe”yi gerçekleştirmek olsaydı, bu soruya “evet”
cevabını verebilirdik. Peki bu muharebeyle geçen haftanın fitilini ateşleyen
neydi? 6 Aralık ve 24 Aralık’ta yaşanan örnekler gibi tüm önceki olaylarda
görüldüğü üzere, bu süreci, esasen hükümetin baskı amaçlı provokasyonu
tetikledi. Daha önce Chausseestrasse’deki savunmasız göstericilere reva görülen
kan banyosunda veya denizcilerin kıyımında olduğu gibi bu sefer de Berlin
emniyet müdürlüğüne yönelik saldırı, takip eden tüm olayların sebebi olarak iş
gördü. Devrim, açık muharebe sahasında, akıllı “stratejistler”in hazırladıkları
hileye dayalı bir plana göre, kendi iradesi uyarınca gelişmez.
Devrimin düşmanları da inisiyatif geliştirirler, hatta
bir kural olarak devrimden daha çok onlar adım atarlar. Ebert-Scheidemann’ın
küstah provokasyonu ile yüzleştiklerinde devrimci işçiler ele silâh almak
zorunda kaldılar. Esasında devrimin onuru, bu saldırıyı anında, tüm gücüyle
geri püskürtmesine, böylelikle proletarya içindeki devrimci kesimlerin, ayrıca
Alman devriminin Enternasyonal’de sahip olduğu ahlakî itibar sarsılmasın diye,
karşı-devrimin ileri adım atması konusunda cesaretinin kırılmasına bağlıdır.
Berlin’deki kitlelerin anında ve kendiliğinden
geliştirdiği direniş öyle bir enerji ve kararlılıkla ilerlemiştir ki manevi
düzeyde zafer, ilkin “sokaklar”da kazanılmıştır.
Sonrasında devrimin doğasına ait, temel yasalar
hükmünü yürütmüştür: devrim bir kez yola koyuldu mu asla duramaz,
dinginleşemez, dizginlenemez. En iyi savunma, ağır bir darbe indirmektir. Bu,
her türden kavganın ilk kuralıdır ve devrimin her bir aşamasında geçerlidir.
Karşı-devrimin komuta yerleri olarak burjuva basın ve yarı resmi basın ajansı Vorwärts
[“İleri”] gazetesi binasının işçilerce kendiliğinden işgal edilmesi yerine
(talep edildiği biçimiyle) Eichorn’un görevine iade edilmesi suretiyle Berlin
proletaryasının sakinleştirilememiş olması, onun sezgilerinin sağlıklı, içten
gelen gücünün diri ve taze olduğunun bir kanıtıdır. Alınan tüm bu tedbirler,
kitlelerin sezgileri sayesinde, karşı-devrimin yenilgiyi kabul etmeyeceğini,
bilâkis, kendi gücünü genel anlamda ortaya koyacağını anlamasının bir sonucu
olarak gündeme gelmişlerdir.
Burada bir kez daha devrimin, mücadeleden geri durmak
için sürekli bahane arayıp duran küçük USPD [Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat
Partisi] türünden “devrimciler”in tüm safsatalarını ve kibrini lime lime eden
en önemli yasalarından biri çıkar karşımıza. Devrimin temel sorunu, kendisini
ortaya koyduğunda, bu devrimde, Ebert-Scheidemann hükümetinin devrilmesi sorunu
gündeme geldiğinde, sosyalizmin zaferi önemli bir engelle yüzleşir ve bu temel
sorun, tüm o bütünselliği dâhilinde tekrar tekrar ortaya çıkar. Doğa
yasalarındaki kaçınılmazlıkla mücadelenin her bir bölümünde bu sorun, mevcut
durumun ne kadar olgun olup olmadığından veya devrimin onu çözmeye ne kadar
hazırlıklı olup olmadığından bağımsız olarak, tüm yönleriyle ortaya serilir.
“Kahrolsun Ebert-Scheidemann hükümeti!” sloganı, tüm kısmî mücadeleleri
özetleyen yegâne formül olarak, her bir devrimci krizde tüm kaçınılmazlığıyla
öne çıkar. Bu da doğalında, kendi iç, nesnel mantığı gereği, mücadelenin her
bir kesitini, o bunu istesin ya da istemesin, kaynama noktasına ulaştırır.
Devrimci sürecin her bir aşamasında gündeme gelen
görevle sorunun çözümü için gerekli önkoşulların eksikliği arasındaki çelişkiye
bağlı olarak, devrim dâhilinde cereyan eden her bir muharebe, yenilgiyle
sonuçlanır. Gelgelelim devrim, tarihin kendine has bir yasası olarak, nihai
zaferin ancak bir dizi “yenilgi” ile demlenebildiği “savaş”ın yegâne biçimidir.
Peki günümüzdeki tüm devrimler ve sosyalizmin bütün
tarihi bize neyi gösteriyor? Avrupa’da sınıf mücadelesinin ilk kıvılcımı
olarak, 1831’de Lyon’da ipek dokumacılarının gerçekleştirdikleri isyan ağır bir
yenilgi ile sonuçlanmıştı; Britanya’daki Çartist hareket de yenildi; Haziran
1848’de Paris proletaryasının gerçekleştirdiği ayaklanma da ezildi; Paris
Komünü, korkunç bir yenilgi ile son buldu. Sosyalizm tüm yolunu, devrimci
mücadeleler bağlamında yaşadığı ağır yenilgilerle açabildi.
Ama aynı zamanda tarih, tüm kaçınılmazlığıyla, o nihai
zafere adım adım ilerliyor! Tarihsel deneyimi, anlayışı, gücü ve idealizmi bize
kazandıran o “yenilgiler” olmasaydı, biz bugün nerede olurduk? Bugün proleter
sınıf savaşının son muharebesine girdiğimiz şu dönemde o yenilgileri temel
alıyor, o temel üzerinde duruyoruz. O yenilgilerin teki bile olmasaydı,
kudretimiz ve anlayışımız eksik kalırdı.
Devrimci mücadele, parlamenter mücadelenin
antitezidir. Almanya’da son kırk yıl içerisinde parlamento nezdinde kimi
“zaferler” elde etmekten başka bir şey yapmadık. Pratikte zaferden zafere
koştuk. 4 Ağustos 1914’teki o büyük tarihsel sınavla yüzleştiğimizde ise
politik ve moral açısından yıkıcı bir yenilgi yaşadık, korkunç bir bozgunla
yüzleştik, eşi benzeri görülmemiş bir çürümeye tanıklık ettik. Bugüne dek
devrimler bize yenilgiden başka bir şey vermediler. Öte yandan, tüm
kaçınılmazlıklarıyla bu yaşanan yenilgiler, üst üste yığılıp gelecekte
kazanılacak nihai zafer için güvence üstüne güvence sunacaktır.
Ama bir şartla. Yaşanan her bir yenilginin neden
meydana geldiği sorusuna cevap verilmeli. Bu yenilgi, ileri atılan kitlelerin
savaşçı enerjisinin, olgunlaşmamış tarihsel koşulların duvarına çarpıp
dağılması sonucu mu yoksa devrimci itkinin kendisini sakatlayan kararsızlık,
bocalama ve iç zayıflık sebebiyle mi yaşandı?
Fransa’da Şubat devrimi ilk sebebe, Almanya’daki Mart
devrimi ikinci sebebe bağlı olarak yenilmiştir. 1848 yılında Parisli işçilerin
sahip oldukları cesaret, tüm beynelmilel işçi sınıfının yürüttüğü sınıf
mücadelesinin enerjisine kaynaklık etmiştir. Aynı yıl Almanya’da yaşanan Mart
devrimi dâhilinde gerçekleşmiş esef verici olaylar, günümüz Almanyası’nda
yaşanan gelişmeyi ketleyen pranga olarak iş görmüşlerdir. Resmi Alman Sosyal
Demokrasisi’nin o özel tarihi dâhilinde bu olayların yankıları, Alman
devriminin tanık olduğu en son gelişmelere dek kendisini hissettirmiş, yeni
tecrübe ettiğimiz ağır krize bir biçimde etki etmiştir.
Peki “Spartaküs haftası”nın yaşadığı yenilgi, yukarıda
bahsi edilen tarihsel sorunun ışığında, kendisini nasıl ortaya koymaktadır? Bu
yenilgi, kontrol edilemeyen öfkeli devrimci enerjinin yeterince olgunlaşmamış
bir durumla kesişmesinin mi yoksa zayıf ve kararsızlıklarla yüklü bir eylemin
mi sonucu muydu?
Her ikisi de! Kriz, iki ayrı niteliğe sahipti.
Berlinli kitlelerin güçlü, kararlı, saldırgan tutumu ile Berlin’deki liderlerin
kararsızlığı, isteksizlik sonucu yaşadığı bocalamalar arasındaki çelişki, bu
son yaşanan hikâyeye damgasını vurdu. Liderlik başarısız oldu. Ama yeni bir
liderliğin kitlelerce, kitlelerin içinden oluşturulmaları mümkün ve gereklidir.
Asıl can alıcı faktör, kitlelerdir. Onlar, devrimin nihai zaferinin üzerine
inşa edileceği kayadır. Kitleler ayağa kalkıp meydan okumuş, bu süreçte yaşanan
“yenilgi”, tarihsel yenilgiler zincirine bir halka olarak eklenmiştir. Bu,
beynelmilel sosyalizmin hem gururu hem de gücüdür. Gelecekte elde edilecek
zaferlerin bu “yenilgi”den neşet edecek olmaları, bu gerçekle alakalıdır.
“Berlin’de düzen hâkim”miş! Sizi gidi aptal
dalkavuklar! Sizin “düzen”iniz kumdan kale. “Yarın devrim bir kez daha ayağa
kalkacak, silâhlarını çekecek” ve savaş davulları eşliğinde sizi dehşete
düşürerek şu sözü haykıracaktır:
“Vardım, varım, var olacağım!”
Rosa Luxemburg
14 Ocak 1919
Rote Fahne [“Kızıl Bayrak”]
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder