16 Ocak 2020

,

Berlin’de Düzen Hâkim


Aşağıda sunulan başmakale, Rosa Luxemburg’un kaleme aldığı son yazıdır. Alman hükümetinin Spartakist ayaklanmasını ezmesinden hemen sonra, Karl Liebknecht ile birlikte paramiliter güçlerce [Freikorps] tutuklanıp katledilmesinden birkaç saat önce yazılmıştır.

● ● ●

 

1831'de, Paskeviç’in yağmacı askerleri Praga varoşlarına hışımla daldıktan sonra yağmacı askerlerinin Polonya’nın başkentini istila edip isyancıları katlettiği o yılda Bakan Sebastiani, Paris Temsilciler Meclisi'nde “Varşova'da artık düzen hâkim” diyordu.

Ebert ile Noske’nin burjuva basını ve küçük burjuva ayaktakımının sokaklarda mendillerini sallayıp “Yaşasın!” diye haykırarak karşıladıkları “muzaffer birlikler”in subayları da “Berlin’de düzen hâkim” diyorlardı. Alman ordularının şerefi ve onuru, tarihin huzurunda bu sayede kurtulmuştu. Flandres ile Argonne’da hezimete uğrayanlar, Vorwarts’deki 300 Spartakiste karşı kazandıkları bu parlak zaferle itibarlarını yeniden kazandılar. Alman birliklerinin Belçika’ya görkemli biçimde girdiği, Liege’i fetheden General von Emmich’in borusunu öttürdüğü o günler, Reinhardt ve şürekâsının Berlin sokaklarında elde ettiği başarıların yanında sönük kalıyor. Vorwarts binasının teslimini müzakere etmeye çalışan aracılar, hükümetin öfkeli askerleri tarafından dipçiklerle dövülerek, bedenleri tanınmaz hâle sokularak katledildiler. Tutsaklar, duvarın önüne dizilerek, kafatasları, beyinleri her yere dağılacak şekilde öldürüldüler. Bu şanlı eylemler karşısında kim kalkar da hâlâ Fransız, İngiliz ya da Amerikalıların karşısında alınan rezil yenilgileri aklına getirir? Artık düşmanın adı “Spartaküs”tür, Berlin’se subayların zaferin kokusunu aldıkları yerdir, “işçi” Noske ise Ludendorff’un başarısız olması durumunda zaferler elde edebilecek generaldir.

Paris’te “asayiş”in tesis edilişini sarhoş kafasıyla kutlayan ayaktakımını, Komünarların cesetleri üzerinde tepinip kutlamalar yapan burjuvazinin işret âlemlerini kim unutabilir? Prusyalılara utanç verici bir biçimde teslim olup topukları kıçına vura vura kaçan da, başkenti işgalci düşmana terk eden de aynı burjuvaziydi. Ah ah… yeterince silâhı olmayan, açlıktan kıvranan Paris proletaryasının, onların savunmasız kadınlarının ve çocuklarının üzerine yürüdüğünde burjuvazinin, o “altın gençliğin” sevgili evlatlarının ve subayların erkekçe cesareti kendisini nasıl da bir alev topu gibi ortaya koymuştu. Dış düşman karşısında boyun eğen Mars’ın bu cesur oğulları, savunmasız insanların, tutsakların ve yaralıların üzerine kuduz köpekler gibi nasıl da saldırmışlardı.

“Varşova’da düzen hâkim!” “Paris’te düzen hâkim!” “Berlin’de düzen hâkim!” Her elli yılda bir “düzen”in bekçilerinin kaleme aldığı broşürler, dünyadaki tarihsel mücadele merkezlerinin birinden diğerine yayıldı. Sevinç çığlıkları atan “galipler”, hep kanlı kıyımlarla korunmak zorunda kalınan bir “düzen”in giderek kendi tarihsel yazgısına, o kaçınılmaz sona yaklaşmakta olduğunu fark etmiyorlardı.

Peki Berlin’de tanık olduğumuz bu “Spartaküs haftası” da neyin nesiydi? Bize ne kazandırdı? Neler öğretti? Hâlâ mücadelenin ortasındayken ve karşı devrimin zafer çığlıkları yükselirken, devrimci proleterler, olan biteni değerlendirmek, olayları ve sonuçlarını tarihin o büyük terazisine vurmak zorunda. Devrimin yitirecek vakti yoktur, o büyük hedefine doğru yürüyüşüne, hâlâ açık olan mezarları, geçmişin “zaferler”ini ve “yenilgiler”ini geride bırakarak ilerleyecektir. Beynelmilel sosyalizm için savaşan savaşçıların ilk görevi, devrimin ilkelerine uymak ve devrimin yolunu bilinçli bir şekilde yürümektir.

Bu çatışmadan devrimci proletaryanın nihai zaferine ulaşması beklenebilir mi? Biz, Ebert-Scheidemann iktidarını yıkıp sosyalist bir diktatörlüğü kurma beklentisi içinde miydik? Bu soruyla ilgili tüm değişkenler titizlikle dikkate alındığı takdirde, söz konusu soruya “Kesinlikle hayır” cevabını verebiliriz. Devrim davasındaki zayıf halka, subayların kendilerini karşı-devrimci amaçlar doğrultusunda halka karşı kullanılmalarına hâlen daha imkân veren askerlerdeki politik hamlıktır. Bu bile tek başına mevcut konjonktürde devrimin kalıcı bir zafer elde etmesinin mümkün olamayacağının kanıtıdır. Diğer yandan, ordudaki hamlıksa, Alman devriminin genel anlamda ham olmasına ait bir belirtidir.

Askerlerin büyük bir kısmının geldiği kırsal bölgeler, devrimin elinin pek uzanmadığı yerlerdir. Berlin, bugüne dek hep ülkenin geri kalanından kopuk olan bir kent olagelmiştir. Rhineland, kuzey sahili, Brunswick, Saksonya, Württemburg gibi şehirlerdeki devrimci merkezlerin Berlinli işçilere kalpleriyle ve ruhlarıyla destek olduğu doğrudur. Ama bugün için bu işçiler, henüz ileri fırlayıp yürüyüşe geçmemiş, eylem düzeyinde bir birlik içerisine girmemiş, bu birliğin gerçekleşmemiş olması, Berlin’deki işçi sınıfının iştahını artırıp kavga etme iradesini pekiştirmemiştir. Devrimin politik düzeyde yüzleştiği hamlığın temel sebebi, devrimi besleyecek volkanik kaynak olarak ekonomik mücadelenin henüz ilk aşamasında bulunmasıdır. Devrimci sınıf mücadelesinin emekleme döneminde olmasının ana sebebi budur.

Bütün bunlardan, kalıcı ve kesin bir zaferin şu an için elde edilemeyeceğini söylemek mümkündür. Peki bu, geçen hafta verilen mücadelenin bir “hata” olduğu anlamına mı geliyor? Eğer derdimiz, önceden tasarlanmış bir “baskın”ı veya “darbe”yi gerçekleştirmek olsaydı, bu soruya “evet” cevabını verebilirdik. Peki bu muharebeyle geçen haftanın fitilini ateşleyen neydi? 6 Aralık ve 24 Aralık’ta yaşanan örnekler gibi tüm önceki olaylarda görüldüğü üzere, bu süreci, esasen hükümetin baskı amaçlı provokasyonu tetikledi. Daha önce Chausseestrasse’deki savunmasız göstericilere reva görülen kan banyosunda veya denizcilerin kıyımında olduğu gibi bu sefer de Berlin emniyet müdürlüğüne yönelik saldırı, takip eden tüm olayların sebebi olarak iş gördü. Devrim, açık muharebe sahasında, akıllı “stratejistler”in hazırladıkları hileye dayalı bir plana göre, kendi iradesi uyarınca gelişmez.

Devrimin düşmanları da inisiyatif geliştirirler, hatta bir kural olarak devrimden daha çok onlar adım atarlar. Ebert-Scheidemann’ın küstah provokasyonu ile yüzleştiklerinde devrimci işçiler ele silâh almak zorunda kaldılar. Esasında devrimin onuru, bu saldırıyı anında, tüm gücüyle geri püskürtmesine, böylelikle proletarya içindeki devrimci kesimlerin, ayrıca Alman devriminin Enternasyonal’de sahip olduğu ahlakî itibar sarsılmasın diye, karşı-devrimin ileri adım atması konusunda cesaretinin kırılmasına bağlıdır.

Berlin’deki kitlelerin anında ve kendiliğinden geliştirdiği direniş öyle bir enerji ve kararlılıkla ilerlemiştir ki manevi düzeyde zafer, ilkin “sokaklar”da kazanılmıştır.

Sonrasında devrimin doğasına ait, temel yasalar hükmünü yürütmüştür: devrim bir kez yola koyuldu mu asla duramaz, dinginleşemez, dizginlenemez. En iyi savunma, ağır bir darbe indirmektir. Bu, her türden kavganın ilk kuralıdır ve devrimin her bir aşamasında geçerlidir. Karşı-devrimin komuta yerleri olarak burjuva basın ve yarı resmi basın ajansı Vorwärts [“İleri”] gazetesi binasının işçilerce kendiliğinden işgal edilmesi yerine (talep edildiği biçimiyle) Eichorn’un görevine iade edilmesi suretiyle Berlin proletaryasının sakinleştirilememiş olması, onun sezgilerinin sağlıklı, içten gelen gücünün diri ve taze olduğunun bir kanıtıdır. Alınan tüm bu tedbirler, kitlelerin sezgileri sayesinde, karşı-devrimin yenilgiyi kabul etmeyeceğini, bilâkis, kendi gücünü genel anlamda ortaya koyacağını anlamasının bir sonucu olarak gündeme gelmişlerdir.

Burada bir kez daha devrimin, mücadeleden geri durmak için sürekli bahane arayıp duran küçük USPD [Almanya Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi] türünden “devrimciler”in tüm safsatalarını ve kibrini lime lime eden en önemli yasalarından biri çıkar karşımıza. Devrimin temel sorunu, kendisini ortaya koyduğunda, bu devrimde, Ebert-Scheidemann hükümetinin devrilmesi sorunu gündeme geldiğinde, sosyalizmin zaferi önemli bir engelle yüzleşir ve bu temel sorun, tüm o bütünselliği dâhilinde tekrar tekrar ortaya çıkar. Doğa yasalarındaki kaçınılmazlıkla mücadelenin her bir bölümünde bu sorun, mevcut durumun ne kadar olgun olup olmadığından veya devrimin onu çözmeye ne kadar hazırlıklı olup olmadığından bağımsız olarak, tüm yönleriyle ortaya serilir. “Kahrolsun Ebert-Scheidemann hükümeti!” sloganı, tüm kısmî mücadeleleri özetleyen yegâne formül olarak, her bir devrimci krizde tüm kaçınılmazlığıyla öne çıkar. Bu da doğalında, kendi iç, nesnel mantığı gereği, mücadelenin her bir kesitini, o bunu istesin ya da istemesin, kaynama noktasına ulaştırır.

Devrimci sürecin her bir aşamasında gündeme gelen görevle sorunun çözümü için gerekli önkoşulların eksikliği arasındaki çelişkiye bağlı olarak, devrim dâhilinde cereyan eden her bir muharebe, yenilgiyle sonuçlanır. Gelgelelim devrim, tarihin kendine has bir yasası olarak, nihai zaferin ancak bir dizi “yenilgi” ile demlenebildiği “savaş”ın yegâne biçimidir.

Peki günümüzdeki tüm devrimler ve sosyalizmin bütün tarihi bize neyi gösteriyor? Avrupa’da sınıf mücadelesinin ilk kıvılcımı olarak, 1831’de Lyon’da ipek dokumacılarının gerçekleştirdikleri isyan ağır bir yenilgi ile sonuçlanmıştı; Britanya’daki Çartist hareket de yenildi; Haziran 1848’de Paris proletaryasının gerçekleştirdiği ayaklanma da ezildi; Paris Komünü, korkunç bir yenilgi ile son buldu. Sosyalizm tüm yolunu, devrimci mücadeleler bağlamında yaşadığı ağır yenilgilerle açabildi.

Ama aynı zamanda tarih, tüm kaçınılmazlığıyla, o nihai zafere adım adım ilerliyor! Tarihsel deneyimi, anlayışı, gücü ve idealizmi bize kazandıran o “yenilgiler” olmasaydı, biz bugün nerede olurduk? Bugün proleter sınıf savaşının son muharebesine girdiğimiz şu dönemde o yenilgileri temel alıyor, o temel üzerinde duruyoruz. O yenilgilerin teki bile olmasaydı, kudretimiz ve anlayışımız eksik kalırdı.

Devrimci mücadele, parlamenter mücadelenin antitezidir. Almanya’da son kırk yıl içerisinde parlamento nezdinde kimi “zaferler” elde etmekten başka bir şey yapmadık. Pratikte zaferden zafere koştuk. 4 Ağustos 1914’teki o büyük tarihsel sınavla yüzleştiğimizde ise politik ve moral açısından yıkıcı bir yenilgi yaşadık, korkunç bir bozgunla yüzleştik, eşi benzeri görülmemiş bir çürümeye tanıklık ettik. Bugüne dek devrimler bize yenilgiden başka bir şey vermediler. Öte yandan, tüm kaçınılmazlıklarıyla bu yaşanan yenilgiler, üst üste yığılıp gelecekte kazanılacak nihai zafer için güvence üstüne güvence sunacaktır.

Ama bir şartla. Yaşanan her bir yenilginin neden meydana geldiği sorusuna cevap verilmeli. Bu yenilgi, ileri atılan kitlelerin savaşçı enerjisinin, olgunlaşmamış tarihsel koşulların duvarına çarpıp dağılması sonucu mu yoksa devrimci itkinin kendisini sakatlayan kararsızlık, bocalama ve iç zayıflık sebebiyle mi yaşandı?

Fransa’da Şubat devrimi ilk sebebe, Almanya’daki Mart devrimi ikinci sebebe bağlı olarak yenilmiştir. 1848 yılında Parisli işçilerin sahip oldukları cesaret, tüm beynelmilel işçi sınıfının yürüttüğü sınıf mücadelesinin enerjisine kaynaklık etmiştir. Aynı yıl Almanya’da yaşanan Mart devrimi dâhilinde gerçekleşmiş esef verici olaylar, günümüz Almanyası’nda yaşanan gelişmeyi ketleyen pranga olarak iş görmüşlerdir. Resmi Alman Sosyal Demokrasisi’nin o özel tarihi dâhilinde bu olayların yankıları, Alman devriminin tanık olduğu en son gelişmelere dek kendisini hissettirmiş, yeni tecrübe ettiğimiz ağır krize bir biçimde etki etmiştir.

Peki “Spartaküs haftası”nın yaşadığı yenilgi, yukarıda bahsi edilen tarihsel sorunun ışığında, kendisini nasıl ortaya koymaktadır? Bu yenilgi, kontrol edilemeyen öfkeli devrimci enerjinin yeterince olgunlaşmamış bir durumla kesişmesinin mi yoksa zayıf ve kararsızlıklarla yüklü bir eylemin mi sonucu muydu?

Her ikisi de! Kriz, iki ayrı niteliğe sahipti. Berlinli kitlelerin güçlü, kararlı, saldırgan tutumu ile Berlin’deki liderlerin kararsızlığı, isteksizlik sonucu yaşadığı bocalamalar arasındaki çelişki, bu son yaşanan hikâyeye damgasını vurdu. Liderlik başarısız oldu. Ama yeni bir liderliğin kitlelerce, kitlelerin içinden oluşturulmaları mümkün ve gereklidir. Asıl can alıcı faktör, kitlelerdir. Onlar, devrimin nihai zaferinin üzerine inşa edileceği kayadır. Kitleler ayağa kalkıp meydan okumuş, bu süreçte yaşanan “yenilgi”, tarihsel yenilgiler zincirine bir halka olarak eklenmiştir. Bu, beynelmilel sosyalizmin hem gururu hem de gücüdür. Gelecekte elde edilecek zaferlerin bu “yenilgi”den neşet edecek olmaları, bu gerçekle alakalıdır.

“Berlin’de düzen hâkim”miş! Sizi gidi aptal dalkavuklar! Sizin “düzen”iniz kumdan kale. “Yarın devrim bir kez daha ayağa kalkacak, silâhlarını çekecek” ve savaş davulları eşliğinde sizi dehşete düşürerek şu sözü haykıracaktır:

“Vardım, varım, var olacağım!”

Rosa Luxemburg
14 Ocak 1919
Rote Fahne [“Kızıl Bayrak”]
Kaynak

0 Yorum: