Eşref
Dehgani, Mesud Ahmedzade ile Samed Behrengi’nin yazılarından etkilenerek,
ağabeyi Behruz ile birlikte altmışların sonunda gerilla hareketine katıldı.
1970’te Puyan örgütünün üyesi olan Dehgani, Mayıs 1971’de, Siyahkel
saldırısından aylar sonra tutuklanıp hapse atıldı. Şah’ın polisi ve SAVAK
mensuplarının işkencelerine direnen Dehgani, Halkın Mücahidleri üyesi kadın
gerilla Nahid Celali ile birlikte Mart 1973’te Kasr Hapishanesi’nden firar etti.
Hapishaneden
kaçtıktan kısa bir süre sonra yayınladığı hatıratı, hapishanede kaldığı süre
boyunca gördüğü işkenceleri tüm detaylarıyla aktarmaktaydı. Bu çalışmada
Dehgani, gerilla hareketinin yanlışları yanı sıra, ileride tutsak düşeceklere
işkencelere dayanma ile ilgili tekniklerden bahsetmekteydi. Politik çevrelerde
yaygın olarak dağıtılan bu kitap, muhalif radyo istasyonlarında okundu. 1978’de
İngilizceye çevrilen kitap, yabancı okurlar için Yeni Delhi’de yayımlandı.
Yetmişlerin sonunda her politik İranlı, bu kadın gerillanın ismini bilmekteydi.
Bazılarının
fazla duygusal ve işkence meselesine kitli olması sebebiyle bir kenara attığı
kitap, aynı zamanda epey bilgi yüklüydü. İranlı bir gerilla kadının sesini
işitmemizi sağlayan hatıratta Dehgani, kendisinden ve hareket içerisindeki
direnişten bahsetmekteydi. Cinsel kimliği konusunda genelde mütevazı laflar
etmeyi tercih eden yazar, bazen “kadın” kategorisine ilişkin olarak, kendisini
nasıl gördüğüne dair sözler de sarf ediyordu.
Dehgani
hatıratında, kadın gardiyanları “cadalozlar” olarak anıyordu. Yüzünden kan
gelene dek kendisine yumruk ve tokat atan bu gardiyanlar, mahkûmların uyumasına
izin vermez, tuvalete gitmelerine yasak koyar, bulunduğu yerleri kontrol
altında tutardı. Dehgani’nin “kendini beğenmiş” ve “edepsiz” olarak tasvir
ettiği bu gardiyanlar, Pehlevi’nin inşa ettiği kadınlıktaki düşüklüğe sahipti.
Dehgani’ye göre onlar, çürümenin suç ortaklarıydı.
Hatıratında
aktardığına göre, işkence gören devrimcilerden birinin önünde bu gardiyanlardan
biri çırılçıplak dans etmişti. Aslında bu tür aktarımlar üzerinden Dehgani,
devrimci kadınlara ilişkin bir tasvir sunuyordu. Şah yanlısı kadınların “Batı’nın kültür emperyalizminin (garpzadegi)
uzantısı” olduklarını, cinsel açıdan hafifmeşrep hareket ettiklerini söylüyordu.
Yetmişlerde bu hatırat radyolardan okunduğunda dinleyenler, Batı’nın kirlettiği
kadın ile kadın gerillaları karşı karşıya getirme imkânı buldular.
Kitabında
Dehgani, kadınlarla ilgili meselelerin kültüre değil, üstyapıya ait meseleler
olduğunu söylüyordu. Kitabın ilk sayfalarında Dehgani, şu değerlendirmeyi
sunmaktaydı:
“Bir kadın erkekle
birlikte sınıf bilincine kavuşup yozlaşmış sınıfsal yapının kökünden sökülüp
atılması gerektiğine dair belirli bir farkındalığa ve anlayışa sahip olduğu an,
gerici ölçütlerin ve değerlerin değil beşeriyetin kadını hâline gelir. Böylesi
bir kadın, insanların adil ve şerefli bir yere sahip oldukları bir toplumun
inşa edildiği sürece katkıda bulunur. Kadınlara ne kadar özgürlük verileceği
sorusunun hükmünü yitirdiği böylesi bir toplumda erkekler ve kadınlar gerçek
özgürlüğe kavuşurlar. İlerleme için kadın-erkek herkes yan yana mücadele
ederler.”[1]
Dehgani,
bir yandan da fuhuş suçlamasıyla hapiste bulunan kadınlarla da vakit
geçirmekteydi. Ona göre “fuhuş”, zengin aristokratların başını çektiği
sömürünün bir biçimiydi. Bu kadınlar, sosyal adaletin ve eşitliğin olmaması,
yoksulluğun hükmünü yürütmesi sebebiyle hapisteydiler.[2]
Hapiste
tanıştığı emekçi kadınlar sayesinde Dehgani, kapitalizmi toplumsal cinsiyet temelinde
eleştirme imkânı buldu. Bu noktada Dehgani, İran burjuvazisinden ve ülkeye sızan
Batı kapitalizminden bahsetmekteydi. Hapishanedeki fahişeler, kapitalizmin yol
açtığı yıkımın birer yansımasıydı.
Kitabın
belirli yerlerinde Dehgani, politik projesinden de bahsediyordu. Bu noktada
amaçlarından birinin rejimin yenilmez olduğuna dair efsaneyi yerle bir etmek
için mücadeleyi yükseltmek olduğunu söylüyordu.[3]
1957’de
kurulduğundan beri Şah’ın gizli polis gücü SAVAK sayesinde rejim, her şeye
kadir, kudretli bir güç olduğuna dair bir imaja kavuşmuştu. Her yanı sarmış
muhbirler ağı ve işkenceler, bu imajı perçinleyen unsurlardı. Bu sayede rejim,
yurttaşlarının her an nerede olduğundan haberdar olabilmekteydi.[4]
Bu
konuda ABD’li bir ziyaretçinin şu tespiti de ilgili değerlendirmeyi destekler
nitelikteydi:
“SAVAK, yürüttüğü
faaliyetler konusunda zerre hesap vermediği için mevcut korkuyu bir biçimde
yoğunlaştırmaktadır. İran’da insanlar ortadan kaybolmaktadır ve bu kayıpların kaydı
bile tutulmamaktadır.”[5]
Bu
insanlar bulunsa bile üzerlerinde işkencelerden kalma ağır izlerle
dönebilmektedirler evlerine. Guatemala’daki iç savaş üzerinden işkence
meselesini ele alan Irene Matthews’e göre mesele, “cesetleri saklamak veya
insanların kazara öldüklerini söylemek değil, onları bile isteye, herkesin gözü
önünde öldürmekti. Bu tür faaliyetler, devlet yetkililerinin cezadan muaf
oluşlarına ait birer simge gibiydi.”[6]
SAVAK
da benzer bir stratejiyi kullanıyordu. Böylece rejimin üstün olduğuna dair
hissin pekişmesini sağlıyordu. Hiç işkencehane görmemiş kişiler bile hayatta
kalanların anlattıkları hikâyelerden buraların nasıl yerler olduğunu
öğreniyordu.
Bu
dönemde rejimin işkencelerinde şehit düşen kadın ve erkeklerin resimleri
insanların ellerinde dolaşmaya başladı. Halk, rejimin gençlere neler yaptığını
bu sayede öğrendi. Bir yazar, o günlerde şunu yazıyordu: “Ölülerimiz nerede?
Devlet, tek bir cesedi yakınlarına teslim etmiş değil.”[7]
Sonuçta
insanların bedenlerinin görünmesini sağlayacak kıyafet kanununu çıkartan da,
belirli göçebe kabileleri belirli yerlere yerleştiren de bazılarını yerinden
yurdundan eden de aynı güçtü. Şah’a göre rejim, herkesin bedenine dilediğinde
el koyabilir, dilediğinde onu unutturabilirdi.
Eril Tarih
kitabında Rıza Baraheni, Şah’ın kendi tebaasından insanların etini yiyen bir
soydan geldiğini söylüyor, bu aileye mensup şahları “Yamyam Hükümdarlar” olarak
nitelendiriyordu. Yazara göre, “Şah’ın işkenceci rejimi, genç erkek ve kadın eti
peşinde koşan ecdadıyla alakalıydı.”[8]
Kitabın
başında Medes kralının hikâyesi anlatılmaktaydı. Bu kral, Şah’ın mitolojik
atası Büyük Kirus’un dedesi idi. Kral, kendisine itaat etmeyen bir vezirine
ateşte pişirilmiş torununun etini yedirmişti. Yemek bitince vezire bir tepside
torunun başı takdim edildi.[9]
Pehlevi
tarihinin esasında yamyamlık tarihi olduğuna dair bu anlatıya göre Beyaz
Devrim’den beri Şah, hanedanlığın temelindeki efsaneler üzerinde duruyor,
kralların ta 2.500 yıl öncesinde yaşamış Büyük Kirus’tan beri varolan Pers
İmparatorluğu’nun başındaki isimlerin torunları olduğunu söylüyordu.[10].
Oysa
Rıza Baraheni’ye göre Şah’ın Aryan geçmişinden miras aldığı tek şey, insanların
bedenlerini parçalatıp yeme alışkanlığı idi.[11] Şah’ın kendisini tanımlama
noktasında kullandığı tarih, esasında “bebek katillerinin tarihi” idi.[12] Rejim
tarafından hapse atılmış bir isim olarak Baraheni’ye göre, Şah’ın bedenler
üzerinde kurduğu tekeliyet, soyut bir fikirden ibaret değildi. Yurttaşların
fiziken yok edilmesi üzerinde duran anlayış, 2.500 yıl öncesinde olduğu gibi
bugün de baskı aygıtının temel unsurlarından biriydi.
Sonuçta
altmışlarda ve yetmişlerde rejimin uyguladığı zulüm çehre değiştirdi: artık
mesele, kadınların örtünmemesi, başörtünün kaldırılması değil, bedenlerin yok
edilmesi veya işkenceden geçirilmesi meselesiydi. Şah, böylece devletin en
mahrem yerlere bile girebileceğini dolaylı olarak söylemiş oluyordu. Bu dönemde
devletin her yerde olduğuna dair anlayış öylesine güçlendi ki sıradan insanlar,
evlerinin her bir köşesinin SAVAK tarafından izlendiğini düşünmeye başladılar.
Önemli olan, Şah’ın böyle bir güce sahip olması veya olmaması değildi. Bu
dedikodular sayesinde rejimin yenilmezliğine dair efsane giderek güçlendi.
Dolayısıyla
işkenceye dayanmış olması, bir de üstüne üstlük zekâsıyla Şah’ı alt edip
hapishaneden kaçması ile Eşref Dehgani, rejimin halk, bilhassa kadınlar üzerinde
kurduğu tahakküm zincirlerini kırmayı bildi. İrlanda’da bir devrimci örgütün
1980 yılında çıkarttığı bir yayında şu tespite yer verilmekteydi:
“Dehgani, direnişin simgesidir.
[…] Dehgani, onun Mayıs 1971’de yakalandıktan sonra gördüğü işkencelere
dayanması ve Mart 1973’te hapisten kaçması sebebiyle bağlı olduğu komünist
örgütüne karşı olanların bile kendisine hayranlık duyduğu bir isimdir.”[13]
Dehgani’nin
hatıratının İngilizce baskısına yazdığı önsözde solcu Hintli gazeteci Romesh Thapar
da onu “otoriter rejim karşısında insanı tüm korkularından arındıran bir
tutkuya sahip bir devrimci” olarak tarif etmekteydi.[14]
Aynı
şekilde gördükleri işkenceler sonrası Cezayirli kadın gerillalar Buhayrad ve Bupaşa
da anılarında Dehgani’yi aşkın bir insan, “tutkusuyla insanı korkularından
arındıran bir devrimci” olarak tarif etmekteydi. Çünkü Dehgani, rejimin zulmüne
başkaldırmış, tüm işkencelere ve baskılara karşı dimdik durmuş bir isimdi.
Dehgani’nin
gördüğü işkencelerde çözülmediğine dair hikâyeler, pratikte onu yenilmez bir
insan olarak takdim etmekteydi. “İşkencenin başında gardiyanlar gelip onu
izlerlerdi. Muhtemelen devrimci bir kıza yapılan işkence onlara ilginç
geliyordu.”[15] Dehgani’nin anlattığına göre, ağzından tek kelime alamayan
işkenceci Hüzeyin Zade mırıldanarak, “bu akşam kendimden nefret ettim”
demişti.[16]
İşkencelere
karşı gösterdiği direnç, ona işkencecileri karşısında bükülmez bir kudret
bahşetmişti. Onun iradesini kıramadıkça işkenceciler yerin dibine batıyorlardı.
Dehgani’ye göre, kendisi gardiyanlar karşısında bir “üst insan” olarak
varoluyordu.
“Hepsi de beni güçlü bir
insan olarak görüyordu. Sonrasında istihbarattan isimler, Evin Hapishanesi’nden
işkencede çözülmeden çıkmayı başaran bu kişiyi görmek istediklerini
söylemişler. Hatta benim judo veya karatede siyah kuşak sahibi olduğum
iddiasında bulunmuşlar. Bu tür gerçekliği olmayan iddialara inanmışlar. Bir
seferinde kadın gardiyanlardan birinin bir memurun yatağımın yanından geçerken
elini silâhına götürdüğünü ve yatağa yaklaşmamak için yarım daire çizerek
ilerlediğini söylediğini işitmiştim.”[17]
Hapishanedeyken
Dehgani, kendisini ve yoldaşlarını devrimci kahramanlar geleneğinin birer
parçası olarak görüyordu. İşkence esnasında direnmek için aklına Batista’ya
karşı isyanı başlatmış olan Kübalı General Camilo Cienfuegos’u getiriyordu.[19]
Bir yoldaşının işkencedeki direnişini Vietnam’da kendisini yakan Budistlerin
eylemine benzetmekteydi.[20] Yoldaşlarıyla birlikte beynelmilel devrim marşları
söylüyordu. Yoldaşları Rukiye Danişkari ve Şahin Tevekküli ile birlikte Viet
Kong’un şehit savaşçısı Nguyen Van Troi’nin şiirlerini ezbere okuyordu.[21]
Hatta bazen politik tutsaklarla iletişim kurmak için Salvador Allende’nin
kampanya şarkısı “Venceremos”u söyleyerek duvarda ritim tutuyorlardı.[22] Ekmekten
sıkılı yumruk, hançer, makineli tüfek, tüfek, lale ve siyah balık şeklinde figürler
yapıp birbirlerine veriyorlardı.[23] Bu türden detayların da ortaya koyduğu
biçimiyle, içeride ve dışarıda direnişin kullandığı sözcükler ve imgeler, genel
anlamda dünyada kullanımda olan devrime ait repertuvardan temin edilmişlerdi. Politik
tutsaklar arasında en güçlü semboller ise, devrim ve kurtuluş geleneğine ait,
döneme has sembollerdi.
Gelgelelim
beynelmilel sözcükleri ve imgeleri sadece Dehgani ve yoldaşları kullanmıyordu. Ona
işkence edenler de Dehgani’yi sürekli bir yıl önce Sandinist hareket üyesi
Patrick Arguello ile birlikte uçak kaçıran Leyla Halid’e benzetiyorlardı.
İşkencede gösterdiği dirence atıfla işkenceciler birbirlerine, “başımıza Leyla
Halid kesildi gene” diyorlardı.[24] Hatta bazen ona “sevgili Leyla”[25]
diyorlardı. Bu ifadeyi esasen alay etmek için kullanıyorlardı, zira İranlılarla
Araplar arasında varolan kültürel gerilimlere bağlı olarak burada aslında Leyla
Halid’in Arap ve Filistinli oluşu üzerinde durulmaktaydı. İşkencecilerin
buradaki amacı, Dehgani’yi aşağılamaktı. Ama gene de Dehgani’nin militanlığına
atıfta bulunurken işkenceciler, dönemin ünlü kadın gerillalarına atıfta bulunma
mecburiyeti duyuyorlardı.
Oysa
zaten Leyla Halid, hatta ondan da önce Cezayirli özgürlük savaşçıları Cemile
Buhayrad ve Cemile Bupaşa, İranlı kadınlara kadınların devrimcileşmesi
ihtimaline dair güçlü bir imge temin etmişti. Halkın Fedaileri örgütüne mensup
bir devrimcinin ifadesiyle:
“Leyla Halid, Cemile
Bupaşa gibi büyük bir kadındır. O, kadınların direnişinin sembolüdür. O, bize
başka kadınların mücadeleye nasıl girecekleri konusunda çok şey öğretmekte, bu
konuda ciddi fırsatlar sunmaktadır. Leyla Halid gibi isimler, bizim ilham
kaynağımızdır.”[26]
İranlı kadınlara sadece bu isimler değil, başka
devrimci kadınlar da ilham vermiştir. İranlı kadınlar, o devrimci kadınların
resimlerini solcu metinlerde ve gazetelerde görmüşlerdir. Bu kadınların dünya
genelinde nasıl şöhret sahibi olduklarını öğrenmiş, onlarla ilgili olarak
anlatılan efsaneleri dinlemişlerdir. Leyla Halid ve Cemile Bupaşa, sadece model
değil, ayrıca İranlı politik kadınlara devrimde nasıl bir yere sahip olacakları
konusunda belirli bir anlayış da sunmuştur.
Arielle Sadie Gordon
[Kaynak: The Women with a Gun: A History of the
Iranian Revolution’s Most Famous Icon, Güz 2015-Bahar 2016, Doktora Tezi,
Brandeis Üniversitesi Tarih Bölümü.]
Dipnotlar
[1]
Ashraf Dehqani, Torture and Resistance in
Iran (1978), s. 20-21.
[2]
A.g.e., s. 98.
[3]
A.g.e., s. 24.
[4]
Bu imajı desteklemek için Pehlevi tarihinden örnekler bulunur. Rıza Şah, bazı
göçebe kabileleri otoritelerini zayıflatıp kontrol altına almak için belirli
yerlere yerleştirmiştir. Bu proje, 1963’teki toprak reformlarıyla tamama
erdirilmiştir. Böylece göçebe toplulukların hayatı geçmişe ait bir unsur hâline
gelmiş, altmışlarda bürokrasi, bu türden adımlarla daha da büyümüştür. Özünde bu
projeyi önemli kılan bir husus da bedenlerin hareketlerine belirli
kısıtlamaların getirilmesidir. Artık devlet nezdinde insanlar hareket etmekte, ama bunu kendi iradelerine uygun olarak gerçekleştirememektedir. Zorla yerleştirmeler
sayesinde devlet, insanların nerede olduklarını her daim bileceği bir konuma
gelmiş, onları kontrol etmesi daha da kolaylaşmıştır. Bkz. Ansari, Modern Iran (2007), s. 60-61.
[5]
Frances FitzGerald, “Giving the Shah Everything He Wants,” Harper’s Magazine, Kasım 1974.
[6]
Irene Matthews, “Translating/Transgressing/Torture…” Marguerite R. Waller &
Jennifer Rycenga (ed.), Frontline
Feminisms: Women, War, and Resistance içinde (New York & London:
Routledge, 2001), s. 87.
[7]
Baraheni, The Crowned Cannibals (1977),
s. 64.
[8]
Baraheni, The Crowned Cannibals (1977),
s. 64.
[9]
A.g.e., s. 19-21.
[10]
Altmışların başında petrol fiyatlarında yaşanan ani yükseliş sayesinde Şah, Büyük
Medeniyet dediği projesini yürürlüğe koyacak sermayeyi bulmuştur. Bu projede
hedef, Pehlevi hanedanlığının eski günlerine dönmek, onun sahip olduğu ihtişamı
ve büyüklüğü aşmaktır. 1963’te eşi Ferah Diba’ya Şahbanu unvanıyla taç
giydirmiştir. Şahbanu “Hanım Şah” anlamına gelen, Sasanilerde kullanılan bir
unvandır. O günden sonra Kraliçe Ferah İmparatoriçe olarak anılmaya
başlanmıştır. Oysa bu, Pehlevi İran’ında veya Kaçarlar’da daha önce
kullanılmamış olan bir unvandır. 1971’de, İran’da gerilla hareketi Siyahkel’de
ilk fitili ateşlediği o yılda Şah da Pers İmparatorluğu’nun ve İran krallığının
2.500’üncü yıl dönümünü kutlamak için festivaller düzenlenmesini emretmiştir.
200 milyon doları aşan maliyetiyle bu kutlamalar, sadece varolan eşitsizliğin
daha da derinleştiğinin ispatı olarak iş görmüşlerdir. Hatta Şah, Parsiyalıların
düzenlediği türde askerî geçit törenleri tertip edilmesini emretmiştir. Son gün
Kirus Silindiri’nin sergilendiği Şahyad Kulesi’nde Şah için taç giyme töreni
düzenlenmiştir. 1979’da bu kule, Şah’ın yıkılışının ve devrimin zaferinin en
önemli mimari sembollerinden biri hâline gelmiştir.
[11]
Baraheni kitabında, ayrıca Büyük Şah Abbas gibi krallardan da söz eder. Bu kral, mahkeme salonuna yamyamlar getirtir, yargılanan vezire, şaire veya yazara sağa
ya da sola dönmesini emreder, oradaki yamyamın onu yemesini söylermiş. Kralın
emirleri anında yerine getirilirmiş. Hatta Chardin isimli bir Fransız seyyahın
anlattığına göre, mahkeme salonundan ayrılıp evine gittiğinde aynanın karşısına
geçip “başım hâlâ omzumun üzerinde mi?” diye bakarmış. Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 22-23.
[12]
Baraheni, The Crowned Cannibals (1977),
s. 64.
[13]
“Ashraf Dehqani Speaks”, International
Newsletter: Iran, Revolution in the Making içinde, (Dublin, İrlanda, Kasım 1980);
IISH, Siagzar Berelian Collection, Box 14.
[14]
Romesh Thapar, “Foreword,” Dehqani, Torture
and Resistance içinde (1978), s. ix.
[15]
Dehqani, Torture and Resistance in Iran
(1978), s. 12.
[16]
A.g.e., s. 22.
[17]
A.g.e., s. 23.
[18]
A.g.e., s. 92.
[19]
A.g.e., s. 79.
[20]
A.g.e., s. 59.
[21] A.g.e., s. 73.
[22]
A.g.e., s. 74, 80.
[23]
A.g.e., s. 74.
[24]
A.g.e., s. 26.
[25]
A.g.e., s. 41.
[26]
Zöhre Hayyam ile söyleşi: Manijeh Nasrabadi, “‘Women Can Do Anything Men Can
Do’: Gender and the Affects of Solidarity in the U.S. Iranian Student Movement,
1961-1979,” Women’s Studies Quarterly
42:3-4 (Güz/Kış 2014): s. 140.
0 Yorum:
Yorum Gönder