26 Ocak 2020

, ,

Eşref Dehgani

Eşref Dehgani, Mesud Ahmedzade ile Samed Behrengi’nin yazılarından etkilenerek, ağabeyi Behruz ile birlikte altmışların sonunda gerilla hareketine katıldı. 1970’te Puyan örgütünün üyesi olan Dehgani, Mayıs 1971’de, Siyahkel saldırısından aylar sonra tutuklanıp hapse atıldı. Şah’ın polisi ve SAVAK mensuplarının işkencelerine direnen Dehgani, Halkın Mücahidleri üyesi kadın gerilla Nahid Celali ile birlikte Mart 1973’te Kasr Hapishanesi’nden firar etti.

Hapishaneden kaçtıktan kısa bir süre sonra yayınladığı hatıratı, hapishanede kaldığı süre boyunca gördüğü işkenceleri tüm detaylarıyla aktarmaktaydı. 

Bu çalışmada Dehgani, gerilla hareketinin yanlışları yanı sıra, ileride tutsak düşeceklere işkencelere dayanma ile ilgili tekniklerden bahsetmekteydi. Politik çevrelerde yaygın olarak dağıtılan bu kitap, muhalif radyo istasyonlarında okundu. 1978’de İngilizceye çevrilen kitap, yabancı okurlar için Yeni Delhi’de yayımlandı. Yetmişlerin sonunda her politik İranlı, bu kadın gerillanın ismini bilmekteydi.

Bazılarının fazla duygusal ve işkence meselesine kitli olması sebebiyle bir kenara attığı kitap, aynı zamanda epey bilgi yüklüydü. İranlı bir gerilla kadının sesini işitmemizi sağlayan hatıratta Dehgani, kendisinden ve hareket içerisindeki direnişten bahsetmekteydi. Cinsel kimliği konusunda genelde mütevazı laflar etmeyi tercih eden yazar, bazen “kadın” kategorisine ilişkin olarak, kendisini nasıl gördüğüne dair sözler de sarf ediyordu.

Dehgani hatıratında, kadın gardiyanları “cadalozlar” olarak anıyordu. Yüzünden kan gelene dek kendisine yumruk ve tokat atan bu gardiyanlar, mahkûmların uyumasına izin vermez, tuvalete gitmelerine yasak koyar, bulunduğu yerleri kontrol altında tutardı. Dehgani’nin “kendini beğenmiş” ve “edepsiz” olarak tasvir ettiği bu gardiyanlar, Pehlevi’nin inşa ettiği kadınlıktaki düşüklüğe sahipti. Dehgani’ye göre onlar, çürümenin suç ortaklarıydı.

Hatıratında aktardığına göre, işkence gören devrimcilerden birinin önünde bu gardiyanlardan biri çırılçıplak dans etmişti. Aslında bu tür aktarımlar üzerinden Dehgani, devrimci kadınlara ilişkin bir tasvir sunuyordu. Şah yanlısı kadınların “Batı’nın kültür emperyalizminin (garpzadegi) uzantısı” olduklarını, cinsel açıdan hafifmeşrep hareket ettiklerini söylüyordu. Yetmişlerde bu hatırat radyolardan okunduğunda dinleyenler, Batı’nın kirlettiği kadın ile kadın gerillaları karşı karşıya getirme imkânı buldular.

Kitabında Dehgani, kadınlarla ilgili meselelerin kültüre değil, üstyapıya ait meseleler olduğunu söylüyordu. Kitabın ilk sayfalarında Dehgani, şu değerlendirmeyi sunmaktaydı:

“Bir kadın erkekle birlikte sınıf bilincine kavuşup yozlaşmış sınıfsal yapının kökünden sökülüp atılması gerektiğine dair belirli bir farkındalığa ve anlayışa sahip olduğu an, gerici ölçütlerin ve değerlerin değil beşeriyetin kadını hâline gelir. Böylesi bir kadın, insanların adil ve şerefli bir yere sahip oldukları bir toplumun inşa edildiği sürece katkıda bulunur. Kadınlara ne kadar özgürlük verileceği sorusunun hükmünü yitirdiği böylesi bir toplumda erkekler ve kadınlar gerçek özgürlüğe kavuşurlar. İlerleme için kadın-erkek herkes yan yana mücadele ederler.”[1]

Dehgani, bir yandan da fuhuş suçlamasıyla hapiste bulunan kadınlarla da vakit geçirmekteydi. Ona göre “fuhuş”, zengin aristokratların başını çektiği sömürünün bir biçimiydi. Bu kadınlar, sosyal adaletin ve eşitliğin olmaması, yoksulluğun hükmünü yürütmesi sebebiyle hapisteydiler.[2]

Hapiste tanıştığı emekçi kadınlar sayesinde Dehgani, kapitalizmi toplumsal cinsiyet temelinde eleştirme imkânı buldu. Bu noktada Dehgani, İran burjuvazisinden ve ülkeye sızan Batı kapitalizminden bahsetmekteydi. Hapishanedeki fahişeler, kapitalizmin yol açtığı yıkımın birer yansımasıydı.

Kitabın belirli yerlerinde Dehgani, politik projesinden de bahsediyordu. Bu noktada amaçlarından birinin rejimin yenilmez olduğuna dair efsaneyi yerle bir etmek için mücadeleyi yükseltmek olduğunu söylüyordu.[3]

1957’de kurulduğundan beri Şah’ın gizli polis gücü SAVAK sayesinde rejim, her şeye kadir, kudretli bir güç olduğuna dair bir imaja kavuşmuştu. Her yanı sarmış muhbirler ağı ve işkenceler, bu imajı perçinleyen unsurlardı. Bu sayede rejim, yurttaşlarının her an nerede olduğundan haberdar olabilmekteydi.[4]

Bu konuda ABD’li bir ziyaretçinin şu tespiti de ilgili değerlendirmeyi destekler nitelikteydi:

“SAVAK, yürüttüğü faaliyetler konusunda zerre hesap vermediği için mevcut korkuyu bir biçimde yoğunlaştırmaktadır. İran’da insanlar ortadan kaybolmaktadır ve bu kayıpların kaydı bile tutulmamaktadır.”[5]

Bu insanlar bulunsa bile üzerlerinde işkencelerden kalma ağır izlerle dönebilmektedirler evlerine. Guatemala’daki iç savaş üzerinden işkence meselesini ele alan Irene Matthews’e göre mesele, “cesetleri saklamak veya insanların kazara öldüklerini söylemek değil, onları bile isteye, herkesin gözü önünde öldürmekti. Bu tür faaliyetler, devlet yetkililerinin cezadan muaf oluşlarına ait birer simge gibiydi.”[6]

SAVAK da benzer bir stratejiyi kullanıyordu. Böylece rejimin üstün olduğuna dair hissin pekişmesini sağlıyordu. Hiç işkencehane görmemiş kişiler bile hayatta kalanların anlattıkları hikâyelerden buraların nasıl yerler olduğunu öğreniyordu.

Bu dönemde rejimin işkencelerinde şehit düşen kadın ve erkeklerin resimleri insanların ellerinde dolaşmaya başladı. Halk, rejimin gençlere neler yaptığını bu sayede öğrendi. Bir yazar, o günlerde şunu yazıyordu: “Ölülerimiz nerede? Devlet, tek bir cesedi yakınlarına teslim etmiş değil.”[7]

Sonuçta insanların bedenlerinin görünmesini sağlayacak kıyafet kanununu çıkartan da, belirli göçebe kabileleri belirli yerlere yerleştiren de bazılarını yerinden yurdundan eden de aynı güçtü. Şah’a göre rejim, herkesin bedenine dilediğinde el koyabilir, dilediğinde onu unutturabilirdi.

Eril Tarih kitabında Rıza Baraheni, Şah’ın kendi tebaasından insanların etini yiyen bir soydan geldiğini söylüyor, bu aileye mensup şahları “Yamyam Hükümdarlar” olarak nitelendiriyordu. Yazara göre, “Şah’ın işkenceci rejimi, genç erkek ve kadın eti peşinde koşan ecdadıyla alakalıydı.”[8]

Kitabın başında Medes kralının hikâyesi anlatılmaktaydı. Bu kral, Şah’ın mitolojik atası Büyük Kirus’un dedesi idi. Kral, kendisine itaat etmeyen bir vezirine ateşte pişirilmiş torununun etini yedirmişti. Yemek bitince vezire bir tepside torunun başı takdim edildi.[9]

Pehlevi tarihinin esasında yamyamlık tarihi olduğuna dair bu anlatıya göre Beyaz Devrim’den beri Şah, hanedanlığın temelindeki efsaneler üzerinde duruyor, kralların ta 2.500 yıl öncesinde yaşamış Büyük Kirus’tan beri varolan Pers İmparatorluğu’nun başındaki isimlerin torunları olduğunu söylüyordu.[10].

Oysa Rıza Baraheni’ye göre Şah’ın Aryan geçmişinden miras aldığı tek şey, insanların bedenlerini parçalatıp yeme alışkanlığı idi.[11] Şah’ın kendisini tanımlama noktasında kullandığı tarih, esasında “bebek katillerinin tarihi” idi.[12] Rejim tarafından hapse atılmış bir isim olarak Baraheni’ye göre, Şah’ın bedenler üzerinde kurduğu tekeliyet, soyut bir fikirden ibaret değildi. Yurttaşların fiziken yok edilmesi üzerinde duran anlayış, 2.500 yıl öncesinde olduğu gibi bugün de baskı aygıtının temel unsurlarından biriydi.

Sonuçta altmışlarda ve yetmişlerde rejimin uyguladığı zulüm çehre değiştirdi: artık mesele, kadınların örtünmemesi, başörtünün kaldırılması değil, bedenlerin yok edilmesi veya işkenceden geçirilmesi meselesiydi. Şah, böylece devletin en mahrem yerlere bile girebileceğini dolaylı olarak söylemiş oluyordu. Bu dönemde devletin her yerde olduğuna dair anlayış öylesine güçlendi ki sıradan insanlar, evlerinin her bir köşesinin SAVAK tarafından izlendiğini düşünmeye başladılar. Önemli olan, Şah’ın böyle bir güce sahip olması veya olmaması değildi. Bu dedikodular sayesinde rejimin yenilmezliğine dair efsane giderek güçlendi.

Dolayısıyla işkenceye dayanmış olması, bir de üstüne üstlük zekâsıyla Şah’ı alt edip hapishaneden kaçması ile Eşref Dehgani, rejimin halk, bilhassa kadınlar üzerinde kurduğu tahakküm zincirlerini kırmayı bildi. İrlanda’da bir devrimci örgütün 1980 yılında çıkarttığı bir yayında şu tespite yer verilmekteydi:

“Dehgani, direnişin simgesidir. […] Dehgani, onun Mayıs 1971’de yakalandıktan sonra gördüğü işkencelere dayanması ve Mart 1973’te hapisten kaçması sebebiyle bağlı olduğu komünist örgütüne karşı olanların bile kendisine hayranlık duyduğu bir isimdir.”[13]

Dehgani’nin hatıratının İngilizce baskısına yazdığı önsözde solcu Hintli gazeteci Romesh Thapar da onu “otoriter rejim karşısında insanı tüm korkularından arındıran bir tutkuya sahip bir devrimci” olarak tarif etmekteydi.[14]

Aynı şekilde gördükleri işkenceler sonrası Cezayirli kadın gerillalar Buhayrad ve Bupaşa da anılarında Dehgani’yi aşkın bir insan, “tutkusuyla insanı korkularından arındıran bir devrimci” olarak tarif etmekteydi. Çünkü Dehgani, rejimin zulmüne başkaldırmış, tüm işkencelere ve baskılara karşı dimdik durmuş bir isimdi.

Dehgani’nin gördüğü işkencelerde çözülmediğine dair hikâyeler, pratikte onu yenilmez bir insan olarak takdim etmekteydi. “İşkencenin başında gardiyanlar gelip onu izlerlerdi. Muhtemelen devrimci bir kıza yapılan işkence onlara ilginç geliyordu.”[15] Dehgani’nin anlattığına göre, ağzından tek kelime alamayan işkenceci Hüzeyin Zade mırıldanarak, “bu akşam kendimden nefret ettim” demişti.[16]

İşkencelere karşı gösterdiği direnç, ona işkencecileri karşısında bükülmez bir kudret bahşetmişti. Onun iradesini kıramadıkça işkenceciler yerin dibine batıyorlardı. Dehgani’ye göre, kendisi gardiyanlar karşısında bir “üst insan” olarak varoluyordu.

“Hepsi de beni güçlü bir insan olarak görüyordu. Sonrasında istihbarattan isimler, Evin Hapishanesi’nden işkencede çözülmeden çıkmayı başaran bu kişiyi görmek istediklerini söylemişler. Hatta benim judo veya karatede siyah kuşak sahibi olduğum iddiasında bulunmuşlar. Bu tür gerçekliği olmayan iddialara inanmışlar. Bir seferinde kadın gardiyanlardan birinin bir memurun yatağımın yanından geçerken elini silâhına götürdüğünü ve yatağa yaklaşmamak için yarım daire çizerek ilerlediğini söylediğini işitmiştim.”[17]

Hatırat, solcular arasında ve radyo istasyonlarında yaygın olarak okundu. Dehgani, bu sayede Şah’ın kadın bedeni üzerinde kurduğunu iddia ettiği kontrol karşısında bir tür üst-kadın olarak resmedilmeye başladı. O tecavüz ve şişe sokma gibi işkence yöntemlerine direnmenin adıydı. Onun hikâyesi sayesinde Şah’ın gücünün kırılgan olduğu görülmüş oldu. Davaya yeterince bağlılık gösterildiği takdirde düzen, illaki yıkılacaktı.

Cesaretiyle rejimin zayıflığını ortaya koyan bir üst-kadın olarak Dehgani, muhalefetin benimsediği toplumsal cinsiyet politikasına da önemli katkılarda bulundu. Askerî mahkemeye çıktığında Dehgani ve kadın yoldaşı Rukiye Danişkari’ye erkeklerle salonda bulunmalarına izin verilmedi. Hâkimler, muhtemelen erkeklerin kadınların bulunduğu ortamda alacakları cezaları sessizce karşılamayacaklarını düşünmüşlerdi. Gardiyanlar, militan kadınların salondaki varlığının erkekleri harekete geçireceğinden korkmuşlardı. Dehgani, kitabında bir gardiyanın şu sözünü aktarıyordu: “Eğer mahkeme salonunda uslu durur, slogan atmazsan, erkek yoldaşlarınla birlikte temyize başvurmanıza izin veririz.”[18] Gardiyanlar, kadınların varlığının devrimci ruhu canlandırmasından korkmuşlardı.

Hapishanedeyken Dehgani, kendisini ve yoldaşlarını devrimci kahramanlar geleneğinin birer parçası olarak görüyordu. İşkence esnasında direnmek için aklına Batista’ya karşı isyanı başlatmış olan Kübalı General Camilo Cienfuegos’u getiriyordu.[19] Bir yoldaşının işkencedeki direnişini Vietnam’da kendisini yakan Budistlerin eylemine benzetmekteydi.[20] Yoldaşlarıyla birlikte beynelmilel devrim marşları söylüyordu. Yoldaşları Rukiye Danişkari ve Şahin Tevekküli ile birlikte Viet Kong’un şehit savaşçısı Nguyen Van Troi’nin şiirlerini ezbere okuyordu.[21] Hatta bazen politik tutsaklarla iletişim kurmak için Salvador Allende’nin kampanya şarkısı “Venceremos”u söyleyerek duvarda ritim tutuyorlardı.[22] Ekmekten sıkılı yumruk, hançer, makineli tüfek, tüfek, lale ve siyah balık şeklinde figürler yapıp birbirlerine veriyorlardı.[23] Bu türden detayların da ortaya koyduğu biçimiyle, içeride ve dışarıda direnişin kullandığı sözcükler ve imgeler, genel anlamda dünyada kullanımda olan devrime ait repertuvardan temin edilmişlerdi. Politik tutsaklar arasında en güçlü semboller ise, devrim ve kurtuluş geleneğine ait, döneme has sembollerdi.

Gelgelelim beynelmilel sözcükleri ve imgeleri sadece Dehgani ve yoldaşları kullanmıyordu. Ona işkence edenler de Dehgani’yi sürekli bir yıl önce Sandinist hareket üyesi Patrick Arguello ile birlikte uçak kaçıran Leyla Halid’e benzetiyorlardı. İşkencede gösterdiği dirence atıfla işkenceciler birbirlerine, “başımıza Leyla Halid kesildi gene” diyorlardı.[24] Hatta bazen ona “sevgili Leyla”[25] diyorlardı. Bu ifadeyi esasen alay etmek için kullanıyorlardı, zira İranlılarla Araplar arasında varolan kültürel gerilimlere bağlı olarak burada aslında Leyla Halid’in Arap ve Filistinli oluşu üzerinde durulmaktaydı. İşkencecilerin buradaki amacı, Dehgani’yi aşağılamaktı. Ama gene de Dehgani’nin militanlığına atıfta bulunurken işkenceciler, dönemin ünlü kadın gerillalarına atıfta bulunma mecburiyeti duyuyorlardı.

Oysa zaten Leyla Halid, hatta ondan da önce Cezayirli özgürlük savaşçıları Cemile Buhayrad ve Cemile Bupaşa, İranlı kadınlara kadınların devrimcileşmesi ihtimaline dair güçlü bir imge temin etmişti. Halkın Fedaileri örgütüne mensup bir devrimcinin ifadesiyle:

“Leyla Halid, Cemile Bupaşa gibi büyük bir kadındır. O, kadınların direnişinin sembolüdür. O, bize başka kadınların mücadeleye nasıl girecekleri konusunda çok şey öğretmekte, bu konuda ciddi fırsatlar sunmaktadır. Leyla Halid gibi isimler, bizim ilham kaynağımızdır.”[26]

İranlı kadınlara sadece bu isimler değil, başka devrimci kadınlar da ilham vermiştir. İranlı kadınlar, o devrimci kadınların resimlerini solcu metinlerde ve gazetelerde görmüşlerdir. Bu kadınların dünya genelinde nasıl şöhret sahibi olduklarını öğrenmiş, onlarla ilgili olarak anlatılan efsaneleri dinlemişlerdir. Leyla Halid ve Cemile Bupaşa, sadece model değil, ayrıca İranlı politik kadınlara devrimde nasıl bir yere sahip olacakları konusunda belirli bir anlayış da sunmuştur.

Arielle Sadie Gordon

[Kaynak: The Women with a Gun: A History of the Iranian Revolution’s Most Famous Icon, Güz 2015-Bahar 2016, Doktora Tezi, Brandeis Üniversitesi Tarih Bölümü.]

Dipnotlar:
[1] Ashraf Dehqani, Torture and Resistance in Iran (1978), s. 20-21.

[2] A.g.e., s. 98.

[3] A.g.e., s. 24.

[4] Bu imajı desteklemek için Pehlevi tarihinden örnekler bulunur. Rıza Şah, bazı göçebe kabileleri otoritelerini zayıflatıp kontrol altına almak için belirli yerlere yerleştirmiştir. Bu proje, 1963’teki toprak reformlarıyla tamama erdirilmiştir. Böylece göçebe toplulukların hayatı geçmişe ait bir unsur hâline gelmiş, altmışlarda bürokrasi, bu türden adımlarla daha da büyümüştür. Özünde bu projeyi önemli kılan bir husus da bedenlerin hareketlerine belirli kısıtlamaların getirilmesidir. Artık devlet nezdinde insanlar hareket etmekte, ama bunu kendi iradelerine uygun olarak gerçekleştirememektedir. Zorla yerleştirmeler sayesinde devlet, insanların nerede olduklarını her daim bileceği bir konuma gelmiş, onları kontrol etmesi daha da kolaylaşmıştır. Bkz. Ansari, Modern Iran (2007), s. 60-61.

[5] Frances FitzGerald, “Giving the Shah Everything He Wants,” Harper’s Magazine, Kasım 1974.

[6] Irene Matthews, “Translating/Transgressing/Torture…” Yayına Hz.: Marguerite R. Waller & Jennifer Rycenga, Frontline Feminisms: Women, War, and Resistance içinde (New York & Londra: Routledge, 2001), s. 87.

[7] Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 64.

[8] Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 64.

[9] A.g.e., s. 19-21.

[10] Altmışların başında petrol fiyatlarında yaşanan ani yükseliş sayesinde Şah, Büyük Medeniyet dediği projesini yürürlüğe koyacak sermayeyi bulmuştur. Bu projede hedef, Pehlevi hanedanlığının eski günlerine dönmek, onun sahip olduğu ihtişamı ve büyüklüğü aşmaktır. 1963’te eşi Ferah Diba’ya Şahbanu unvanıyla taç giydirmiştir. Şahbanu “Hanım Şah” anlamına gelen, Sasanilerde kullanılan bir unvandır. O günden sonra Kraliçe Ferah İmparatoriçe olarak anılmaya başlanmıştır. Oysa bu, Pehlevi İran’ında veya Kaçarlar’da daha önce kullanılmamış olan bir unvandır. 1971’de, İran’da gerilla hareketi Siyahkel’de ilk fitili ateşlediği o yılda Şah da Pers İmparatorluğu’nun ve İran krallığının 2.500’üncü yıl dönümünü kutlamak için festivaller düzenlenmesini emretmiştir. 200 milyon doları aşan maliyetiyle bu kutlamalar, sadece varolan eşitsizliğin daha da derinleştiğinin ispatı olarak iş görmüşlerdir. Hatta Şah, Parsiyalıların düzenlediği türde askerî geçit törenleri tertip edilmesini emretmiştir. Son gün Kirus Silindiri’nin sergilendiği Şahyad Kulesi’nde Şah için taç giyme töreni düzenlenmiştir. 1979’da bu kule, Şah’ın yıkılışının ve devrimin zaferinin en önemli mimari sembollerinden biri hâline gelmiştir.

[11] Baraheni kitabında, ayrıca Büyük Şah Abbas gibi krallardan da söz eder. Bu kral, mahkeme salonuna yamyamlar getirtir, yargılanan vezire, şaire veya yazara sağa ya da sola dönmesini emreder, oradaki yamyamın onu yemesini söylermiş. Kralın emirleri anında yerine getirilirmiş. Hatta Chardin isimli bir Fransız seyyahın anlattığına göre, mahkeme salonundan ayrılıp evine gittiğinde aynanın karşısına geçip “başım hâlâ omzumun üzerinde mi?” diye bakarmış. Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 22-23.

[12] Baraheni, The Crowned Cannibals (1977), s. 64.

[13] “Ashraf Dehqani Speaks”, International Newsletter: Iran, Revolution in the Making içinde, (Dublin, İrlanda, Kasım 1980); IISH, Siagzar Berelian Collection, Box 14.

[14] Romesh Thapar, “Foreword,” Dehqani, Torture and Resistance içinde (1978), s. ix.

[15] Dehqani, Torture and Resistance in Iran (1978), s. 12.

[16] A.g.e., s. 22.

[17] A.g.e., s. 23.

[18] A.g.e., s. 92.

[19] A.g.e., s. 79.

[20] A.g.e., s. 59.

[21] A.g.e., s. 73.

[22] A.g.e., s. 74, 80.

[23] A.g.e., s. 74.

[24] A.g.e., s. 26.

[25] A.g.e., s. 41.

[26] Zöhre Hayyam ile söyleşi: Manijeh Nasrabadi, “‘Women Can Do Anything Men Can Do’: Gender and the Affects of Solidarity in the U.S. Iranian Student Movement, 1961-1979,” Women’s Studies Quarterly 42:3-4 (Güz/Kış 2014): s. 140.

0 Yorum: