29 Ocak 2020

,

Muayere


İki Yol

İki yaklaşım var: birinde tarih, “üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki gerilim” üzerinden tarif ediliyor, diğerinde ise tarihin “sınıflar mücadelesi tarihi” olduğu söyleniyor.

Üretim güçlerini esas alan yaklaşım ise üretimin ve güçlerin sınıfsal niteliğini, ne’liğini dikkate almıyor. Onları sınıftan ve sınırdan azade bir yüceye ve metafiziğe fırlatıp atıyor. Onların sınıfsal niteliğini ve ne’liğini dikkate almamak için bu yaklaşımı benimsiyor.

Buradan da solun belirli bir bölümü, siyasetini üretim güçlerine ayarlamayı meziyet kabul ediyor. Ama kimse, “bu üretim ve güçler, sınıf ve siyaset dışı mıdır?” sorusunu sormuyor. Sınıf ve siyaset dışına çıkmak adına, sınıftan azade kimlik savunmak için, üretimci bir fikriyat kurgulanıyor.

Sınıfın ve siyasetin dışına çıkartılması, ilerlemenin ve gelişmenin gerilimi ve çelişkiyi sevmiyor oluşu ile ilgili. Küçük burjuvalar da sevmiyorlar.

Bu bağlamda, çeşitli renklere bürünen küçük burjuvalar, sahneye çıkıyorlar, efendi gördükleri sermayeye veya devlete, “çelişki, gerilim istemiyor musun, bana destek ver o zaman” diyorlar. Bunların “sosyalizm” dedikleri şey, çelişkisiz, gerilimsiz bir masaldan ve yalandan ibaret.

Deprem

“Depremde yoksullar ölür” diyenler, “deprem değil bina öldürür” diyenlere eklemleniyor. Bu son depremle birlikte AKP’nin şehirleri yeniden TOKİ’leştirme, inşa etme siyasetine sol siyaset de bağlanıyor.

“Depremde yoksullar ölür” diyen sol örgütler, nedense üretim güçlerinin gelişiminde yoksullara, işçilere, ezilenlere dikkat kesilmiyorlar. Sınıf ve siyaset üstü uhrevi bir olgu olarak üretim güçleri anlayışı, siyaseti de belirliyor. Ama yoksulluk, zulüm, sömürü, bu siyaseti asla bağlamıyor, ilgilendirmiyor.

Esasen CHP bağlamında tanımlı üretimcilik ideolojisi, “ülke üretmiyor ki gelişsin”ciler, hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyorlar. Bu ideoloji, sosyalist hareketi koyun gibi güdüyor.

Eskiden “hepsi AKP’liydi, gerici yobazdı gebersin” diyenler, nasıl oluyorsa bu depremde farklı bir tepki geliştirip halkla dayanışma yönünde adım atıyorlar. Bu adım bile ancak CHP’nin talimatı ile gerçekleşebiliyor. Adımlar, ona göre ayarlanıyor. Seçim hesaplarına ve pazarlıklarına uyarlanıyor. Siyasetini üretim güçlerine ayarlayanlar, gizli ya da açık CHP’cilik yapıyorlar. Sınıfı ve devrimi geri plana atıp gelişmeye kilitlenenler, bu burjuva partisinin yoluna revan oluyorlar.

17 Ağustos

17 Ağustos depreminde ÖDP öncülüğünde solun yapabildiği tek şey, İstanbul’daki depremde toplanma merkezlerinin haritasını çıkartabilmekti. O dönem ABD başkanı Bill Clinton geldi, “tek kurtuluşunuz inşaat” dedi, inşaatların önündeki engeller kaldırıldı ve en çok da o toplanma merkezleri haritasından faydalanıldı. Oralara AVM’ler, siteler inşa edildi. Sonra o ÖDP içinden çıkma bir örgütün şefi, “biz kadınların AVM’lerde dolaşma özgürlüğünü savunuyoruz” dedi. Öte yandan haritayı hazırlayan örgütün belkemiği TMMOB idi ve bu kentsel dönüşüme, betonlaşma sürecine tek bir laf etmedi. Hatta ona onay verdi. Gerekli imzalar ve izinler oradan alındı. Gezi’deki tek itirazı da imza yetkisinin elinden alınmasına yönelikti.

Aynı dönemde ÖDP’nin bağlı olduğu Avrupa’dan, Avrupa Birliği’nden madenler konusunda bir emir geldi. Emir, Avrupa’daki maden işlerini Türkiye’ye taşere etmekle ilgiliydi. Aynı kuruma bağlı maden mühendisleri, ağızlarını açıp tek laf etmediler. Tek bir itiraz geliştirmediler. Rant için sürece onay verdiler. O dönem Kemal Derviş öncülüğünde çıkartılan madencilik yasasıyla Kaz Dağları’ndan Aladağlar’a kadar tüm coğrafya yağmaya açıldı. Birileri kârları ve çıkarları için bu sürece karşı duracak bir direnişi örmeyi düşünmediler. Bugün de AKP’ye karşı direnişin örülmesi mümkün değil.

Sınıf

Sürecin tabii ki tarihsel bir zemini var. İlk Kemalist kadrolar, komünist hareketi her yönden ipotek altına alıyorlar. Talat Paşa’nın Enternasyonal sevdası, Mustafa Kemal’in Komintern delegasyonunda karşılık buluyor. Ama burada “bizde batıdaki gibi sınıf yok, o yüzden sosyalizm bizde olmaz” deniliyor. Bu hat, hiç bozulmadan bugüne dek geliyor. Bugün yoksulu, ezileni ve işçiyi görmeyen sol örgütler, bu hattı takip ediyorlar. İşçi-köylü iktidarının yerini burjuva iktidarı iyi yönde geliştirme fikri alıyor.

İlerleme ve gelişme için çelişki/gerilim istenmiyor. Sınıfsal çelişki, sumen altı ediliyor, halı altına süpürülüyor. Örgütler, sumen ve halı olarak iş görüyorlar. Üretim ve kalkınma putlaştırılıyor. Ekonomi bilgisi yüceltiliyor. Marksizmi Reagan’dan çok önce Türkiye devleti kendisine örgütlüyor.

Emekçi doğu halklarının kurtuluşu için fikir üretme derdiyle kurulmuş olan KUTV mezunları, devlete bağlanıyorlar. Siyasetlerini üretim güçlerine ayarlayanlar, ister Kürt ister Türk coğrafyasında olsun, döne dolaşa devlete eklemleniyorlar.

Bu bağlamda mesele, sınıfsal/politik ayrışma, yarılma, saflaşmayı asla kabul etmeyen, düz pürüzsüz bir zeminde yan yana gelmiş özel bireylerin özel ekonomi bilgilerini yarıştırması oluyor. Herkes, kendisini ülkeyi yöneten bir teknokrat, bürokrat veya diplomat gibi tasavvur ediyor, herkes hayal görmek için solcu oluyor. Solculuk, ranta kul oluyor.

Kadro

Kadro dergisi, devleti sınıftan ve siyasetten azade bir yere yerleştiriyor. Sermayeye aynı işlemi yapanlar, onların eksiklerini tamamlıyorlar. Bugün sermayenin de Kadrocuları var.

Sınıftan ve siyasetten azade her türden oluşum, sınıfı ve siyaseti ister istemez eziyor. Siyasetlerini üretim güçlerine göre ayarlayanlar, tüm sol örgütleri ezip düzlemek gibi bir görevi yerine getirmeye çalışıyorlar. Herkes, devlette buna göre göreve ve işleve sahip olabiliyor.

Az çok solculuk tedrisatından geçmiş olan Cem Dizdar, solcu avukat babası sayesinde TRT’de bir köşe kapıyor. Eksik ve güdük solcu ekonomi bilgisiyle futbol konusunda ahkâm kesiyor. Sürekli “üretim”den bahsediyor ve burjuva sistematiği dâhilinde futbol endüstrisinin gelişimine odaklanıyor.

Bugün sol örgütlerin çoğu, bu düzeyde. O örgütler, sivil toplum kuruluşları, fikir kulüpleri, dernekler olarak genel nizama bağlılar. O nizamın gelişiminden pay istiyorlar. Buna “solculuk” diyorlar. Solculuğu pay istemek ve pazarlık üzerinden tarif ediyorlar. Üstelik hepsi de bu bağlılık sayesinde kadroya ve belirli bir yere sahip olduklarını gayet iyi biliyor. Sonuçta Kadroculuk, üç beş eski TKP’liyle, Milli Eğitim’e çeviri yapan üç beş kadrodan ibaret değil.

Ermeni Altınlarının Peşinde

Ermenicilik meselesi de bu bağlılık arayışının bir sonucu. Bir yandan Kadro dergisi gibi devleti üretim meselesine bağlayıp onu sınıflar mücadelesinden azade kılan yaklaşım galebe çalıyor, bir yandan da “Ermeni-Rum” denilerek altınların peşine düşülüyor, buradan, nizamın sermaye tarafına bağlanma sözü veriliyor.

“Aslolan üretimdir”: CHP ve türevleri, bundan başka bir şey söylemiyorlar. “Ne için?” veya “kim için?” sorusu sorulmuyor.

Bugün siyasetini üretim güçlerine bağlayanlar, utangaç biçimde CHP’li olduklarını söylüyorlar aslında. Ermeni altınları da ülkenin üretimini besleyen ateş için önemli. İlerleme ve burjuva devrimi savunusundan başka solculuk bilmeyenler için Ermeni’nin, Rum’un bir önemi yok. Sadece “varolan zenginliği tükettiniz, o yüzden bu hâldeyiz” diyebiliyorlar. Bunlar en fazla, gençlere “ülkeyi terk edin” tavsiyesinde bulunabiliyorlar.

Kırmız

“Lenin Rumlara soykırım yapmış” diyen Tamer Çilingir ile “ilk TKP Ermeni düşmanıdır” yorumunda bulunan Sait Çetinoğlu, esasen Ekim ve Lenin düşmanıdır. Bu anlamda, diğer Kadrocu hatta bağlıdır. Çünkü bunlar, sınıfsal politik farklılıkları göz ardı ederek, Ekim’e karşı savaşan Ermenileri dost kabul ediyorlar. Ekalliyet temelinde belirlenmiş bu çizgi, “burjuva devrimi için bu ekalliyetin parasına ihtiyaç vardı, onu solcu şekilde kullanmak gerekiyordu” diyor esasında.

Dolayısıyla, “Mustafa Suphi ve arkadaşlarında egemen” olduğunu söylediği İttihatçılığa yönelik eleştiri, bir liberal eleştiri olarak gündeme geliyor.[1] Suphi’nin İttihatçılarla ilgili kanaatlerine bakılmıyor, onlarla mücadelesi görülmüyor. İttifak yaptığı Şeyh Servet’in ittihatçılarla ilgili değerlendirmeleri üzerinde durulmuyor. Suphi’nin, Enver Paşa’nın tahakkümüne girmiş ilk TKF pratiğini nasıl tasfiye ettiği incelenmiyor. Görünen o ki bu cehalet, kastidir.

Sonra aynı cehaletle Enver’in partisinden kalan isimlerin Ermenilere yönelik suçlarını listeleyip bu suçları Suphi’nin sırtına yüklüyorlar. Bu uyanıklığa bu ülkede “teorisyenlik” deniliyor. Üstelik bu konuda Sait’in peşine takıldığı “karga” ise liberallerle dans etmeyi çok seven bir isim olan Emrah Cilasun.

Sait Bey, savaşın orta yerinde, onca karışıklığın karşısında net, saf ideolojik kimlikler arıyor. O, Ermeni kimlikçiliğini tam olarak sınıf ve siyaset dışı olduğu için değerli görüyor. Kendinden menkul “komünistlik” kimliğini sınıftan ve siyasetten kaçıran Cilasun’la yan yana gelmesi, gayet doğal.

Ankara Yolu

Mete Tunçay, Sait Çetinoğlu ve Emrah Cilasun gibi liberallere göre “Suphiler ölmeseydi de Ankara’ya gelseydi, Mustafa Kemal’in hükümetine gireceklerdi.” Buradaki mesele, bu küçük burjuvaların herkesi kendileri gibi küçük burjuva sanmaları. Sağcılar, komünistlerin tarihsel; liberaller, toplumsal zeminlerinin olmadığını söyleyip duruyorlar. Komünist hareket ikisiyle mücadele ederek kendisine yol açıyor. Açamadığı için tarihsel-toplumsal bağlar kuramıyor, ancak o bağlardan azade olmayı özgürlük diye satan ve yaşayan bireyleri çağırabiliyor.

Oysa tarihsel ve toplumsal zemin açısından komünist hareket, kuvve ve fiil açısından, esasen güçlüydü. O yüzden katliam ve tasfiye ile karşılandı. Süreç içerisinde hareket, kendisini liberallerin ve sağcı çevrelerin iddialarına göre inşa etmiş, bu güçlü zeminden uzaklaşmış, devletin ve sermayenin soluna eklemlenmiştir.

Dolayısıyla, kimi münferit denemeler dışında kimse, yoksulların, ezilenlerin, işçilerin düşmana karşı yekvücut örgütlenmesi üzerinde durmamıştır. İçteki liberallerin de bunda payı büyüktür. Devleti ve üretimi sınıf ve siyaset dışına kaçırıp yüceltenler, resmi kanala girmişlerdir. Suphi’nin bayrağını küçük burjuvalarda değil, yoksulların, ezilenlerin, işçilerin mücadelelerinde aramak gerekir.

Eren Balkır
29 Ocak 2020

Dipnot:
[1] Sait Çetinoğlu, “Kırmızı Yanlışlarımı Çok Severim”, 20 Mayıs 2015, YDY.

0 Yorum: