İki Yol
İki yaklaşım var: birinde tarih, “üretim ilişkileri
ile üretim güçleri arasındaki gerilim” üzerinden tarif ediliyor, diğerinde ise
tarihin “sınıflar mücadelesi tarihi” olduğu söyleniyor.
Üretim güçlerini esas alan yaklaşım ise üretimin ve
güçlerin sınıfsal niteliğini, ne’liğini dikkate almıyor. Onları sınıftan ve
sınırdan azade bir yüceye ve metafiziğe fırlatıp atıyor. Onların sınıfsal
niteliğini ve ne’liğini dikkate almamak için bu yaklaşımı benimsiyor.
Buradan da solun belirli bir bölümü, siyasetini üretim
güçlerine ayarlamayı meziyet kabul ediyor. Ama kimse, “bu üretim ve güçler,
sınıf ve siyaset dışı mıdır?” sorusunu sormuyor. Sınıf ve siyaset dışına çıkmak
adına, sınıftan azade kimlik savunmak için, üretimci bir fikriyat kurgulanıyor.
Sınıfın ve siyasetin dışına çıkartılması, ilerlemenin
ve gelişmenin gerilimi ve çelişkiyi sevmiyor oluşu ile ilgili. Küçük burjuvalar
da sevmiyorlar.
Bu bağlamda, çeşitli renklere bürünen küçük
burjuvalar, sahneye çıkıyorlar, efendi gördükleri sermayeye veya devlete,
“çelişki, gerilim istemiyor musun, bana destek ver o zaman” diyorlar. Bunların “sosyalizm”
dedikleri şey, çelişkisiz, gerilimsiz bir masaldan ve yalandan ibaret.
Deprem
“Depremde yoksullar ölür” diyenler, “deprem değil bina
öldürür” diyenlere eklemleniyor. Bu son depremle birlikte AKP’nin şehirleri
yeniden TOKİ’leştirme, inşa etme siyasetine sol siyaset de bağlanıyor.
“Depremde yoksullar ölür” diyen sol örgütler, nedense
üretim güçlerinin gelişiminde yoksullara, işçilere, ezilenlere dikkat
kesilmiyorlar. Sınıf ve siyaset üstü uhrevi bir olgu olarak üretim güçleri
anlayışı, siyaseti de belirliyor. Ama yoksulluk, zulüm, sömürü, bu siyaseti
asla bağlamıyor, ilgilendirmiyor.
Esasen CHP bağlamında tanımlı üretimcilik ideolojisi,
“ülke üretmiyor ki gelişsin”ciler, hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyorlar. Bu ideoloji,
sosyalist hareketi koyun gibi güdüyor.
Eskiden “hepsi AKP’liydi, gerici yobazdı gebersin”
diyenler, nasıl oluyorsa bu depremde farklı bir tepki geliştirip halkla
dayanışma yönünde adım atıyorlar. Bu adım bile ancak CHP’nin talimatı ile
gerçekleşebiliyor. Adımlar, ona göre ayarlanıyor. Seçim hesaplarına ve pazarlıklarına
uyarlanıyor. Siyasetini üretim güçlerine ayarlayanlar, gizli ya da açık
CHP’cilik yapıyorlar. Sınıfı ve devrimi geri plana atıp gelişmeye kilitlenenler,
bu burjuva partisinin yoluna revan oluyorlar.
17 Ağustos
17 Ağustos depreminde ÖDP öncülüğünde solun
yapabildiği tek şey, İstanbul’daki depremde toplanma merkezlerinin haritasını
çıkartabilmekti. O dönem ABD başkanı Bill Clinton geldi, “tek kurtuluşunuz
inşaat” dedi, inşaatların önündeki engeller kaldırıldı ve en çok da o toplanma
merkezleri haritasından faydalanıldı. Oralara AVM’ler, siteler inşa edildi.
Sonra o ÖDP içinden çıkma bir örgütün şefi, “biz kadınların AVM’lerde dolaşma
özgürlüğünü savunuyoruz” dedi. Öte yandan haritayı hazırlayan örgütün belkemiği
TMMOB idi ve bu kentsel dönüşüme, betonlaşma sürecine tek bir laf etmedi. Hatta
ona onay verdi. Gerekli imzalar ve izinler oradan alındı. Gezi’deki tek itirazı
da imza yetkisinin elinden alınmasına yönelikti.
Aynı dönemde ÖDP’nin bağlı olduğu Avrupa’dan, Avrupa
Birliği’nden madenler konusunda bir emir geldi. Emir, Avrupa’daki maden
işlerini Türkiye’ye taşere etmekle ilgiliydi. Aynı kuruma bağlı maden
mühendisleri, ağızlarını açıp tek laf etmediler. Tek bir itiraz geliştirmediler.
Rant için sürece onay verdiler. O dönem Kemal Derviş öncülüğünde çıkartılan
madencilik yasasıyla Kaz Dağları’ndan Aladağlar’a kadar tüm coğrafya yağmaya
açıldı. Birileri kârları ve çıkarları için bu sürece karşı duracak bir direnişi
örmeyi düşünmediler. Bugün de AKP’ye karşı direnişin örülmesi mümkün değil.
Sınıf
Sürecin tabii ki tarihsel bir zemini var. İlk Kemalist
kadrolar, komünist hareketi her yönden ipotek altına alıyorlar. Talat Paşa’nın
Enternasyonal sevdası, Mustafa Kemal’in Komintern delegasyonunda karşılık
buluyor. Ama burada “bizde batıdaki gibi sınıf yok, o yüzden sosyalizm bizde
olmaz” deniliyor. Bu hat, hiç bozulmadan bugüne dek geliyor. Bugün yoksulu,
ezileni ve işçiyi görmeyen sol örgütler, bu hattı takip ediyorlar. İşçi-köylü
iktidarının yerini burjuva iktidarı iyi yönde geliştirme fikri alıyor.
İlerleme ve gelişme için çelişki/gerilim istenmiyor.
Sınıfsal çelişki, sumen altı ediliyor, halı altına süpürülüyor. Örgütler, sumen
ve halı olarak iş görüyorlar. Üretim ve kalkınma putlaştırılıyor. Ekonomi
bilgisi yüceltiliyor. Marksizmi Reagan’dan çok önce Türkiye devleti kendisine
örgütlüyor.
Emekçi doğu halklarının kurtuluşu için fikir üretme
derdiyle kurulmuş olan KUTV mezunları, devlete bağlanıyorlar. Siyasetlerini
üretim güçlerine ayarlayanlar, ister Kürt ister Türk coğrafyasında olsun, döne
dolaşa devlete eklemleniyorlar.
Bu bağlamda mesele, sınıfsal/politik ayrışma, yarılma,
saflaşmayı asla kabul etmeyen, düz pürüzsüz bir zeminde yan yana gelmiş özel
bireylerin özel ekonomi bilgilerini yarıştırması oluyor. Herkes, kendisini
ülkeyi yöneten bir teknokrat, bürokrat veya diplomat gibi
tasavvur ediyor, herkes hayal görmek için solcu oluyor. Solculuk, ranta kul
oluyor.
Kadro
Kadro dergisi,
devleti sınıftan ve siyasetten azade bir yere yerleştiriyor. Sermayeye aynı
işlemi yapanlar, onların eksiklerini tamamlıyorlar. Bugün sermayenin de
Kadrocuları var.
Sınıftan ve siyasetten azade her türden oluşum, sınıfı
ve siyaseti ister istemez eziyor. Siyasetlerini üretim güçlerine göre
ayarlayanlar, tüm sol örgütleri ezip düzlemek gibi bir görevi yerine getirmeye
çalışıyorlar. Herkes, devlette buna göre göreve ve işleve sahip olabiliyor.
Az çok solculuk tedrisatından geçmiş olan Cem Dizdar,
solcu avukat babası sayesinde TRT’de bir köşe kapıyor. Eksik ve güdük solcu
ekonomi bilgisiyle futbol konusunda ahkâm kesiyor. Sürekli “üretim”den
bahsediyor ve burjuva sistematiği dâhilinde futbol endüstrisinin gelişimine
odaklanıyor.
Bugün sol örgütlerin çoğu, bu düzeyde. O örgütler, sivil
toplum kuruluşları, fikir kulüpleri, dernekler olarak genel nizama bağlılar. O
nizamın gelişiminden pay istiyorlar. Buna “solculuk” diyorlar. Solculuğu pay istemek
ve pazarlık üzerinden tarif ediyorlar. Üstelik hepsi de bu bağlılık sayesinde
kadroya ve belirli bir yere sahip olduklarını gayet iyi biliyor. Sonuçta
Kadroculuk, üç beş eski TKP’liyle, Milli Eğitim’e çeviri yapan üç beş kadrodan
ibaret değil.
Ermeni Altınlarının Peşinde
Ermenicilik meselesi de bu bağlılık arayışının bir
sonucu. Bir yandan Kadro dergisi gibi devleti üretim meselesine bağlayıp
onu sınıflar mücadelesinden azade kılan yaklaşım galebe çalıyor, bir yandan da “Ermeni-Rum”
denilerek altınların peşine düşülüyor, buradan, nizamın sermaye tarafına
bağlanma sözü veriliyor.
“Aslolan üretimdir”: CHP ve türevleri, bundan başka
bir şey söylemiyorlar. “Ne için?” veya “kim için?” sorusu sorulmuyor.
Bugün siyasetini üretim güçlerine bağlayanlar, utangaç
biçimde CHP’li olduklarını söylüyorlar aslında. Ermeni altınları da ülkenin
üretimini besleyen ateş için önemli. İlerleme ve burjuva devrimi savunusundan
başka solculuk bilmeyenler için Ermeni’nin, Rum’un bir önemi yok. Sadece
“varolan zenginliği tükettiniz, o yüzden bu hâldeyiz” diyebiliyorlar. Bunlar en
fazla, gençlere “ülkeyi terk edin” tavsiyesinde bulunabiliyorlar.
Kırmız
“Lenin Rumlara soykırım yapmış” diyen Tamer Çilingir
ile “ilk TKP Ermeni düşmanıdır” yorumunda bulunan Sait Çetinoğlu, esasen Ekim
ve Lenin düşmanıdır. Bu anlamda, diğer Kadrocu hatta bağlıdır. Çünkü bunlar,
sınıfsal politik farklılıkları göz ardı ederek, Ekim’e karşı savaşan Ermenileri
dost kabul ediyorlar. Ekalliyet temelinde belirlenmiş bu çizgi, “burjuva
devrimi için bu ekalliyetin parasına ihtiyaç vardı, onu solcu şekilde kullanmak
gerekiyordu” diyor esasında.
Dolayısıyla, “Mustafa Suphi ve arkadaşlarında egemen”
olduğunu söylediği İttihatçılığa yönelik eleştiri, bir liberal eleştiri olarak
gündeme geliyor.[1] Suphi’nin İttihatçılarla ilgili kanaatlerine bakılmıyor,
onlarla mücadelesi görülmüyor. İttifak yaptığı Şeyh Servet’in ittihatçılarla
ilgili değerlendirmeleri üzerinde durulmuyor. Suphi’nin, Enver Paşa’nın
tahakkümüne girmiş ilk TKF pratiğini nasıl tasfiye ettiği incelenmiyor. Görünen
o ki bu cehalet, kastidir.
Sonra aynı cehaletle Enver’in partisinden kalan
isimlerin Ermenilere yönelik suçlarını listeleyip bu suçları Suphi’nin sırtına
yüklüyorlar. Bu uyanıklığa bu ülkede “teorisyenlik” deniliyor. Üstelik bu
konuda Sait’in peşine takıldığı “karga” ise liberallerle dans etmeyi çok seven
bir isim olan Emrah Cilasun.
Sait Bey, savaşın orta yerinde, onca karışıklığın
karşısında net, saf ideolojik kimlikler arıyor. O, Ermeni kimlikçiliğini tam
olarak sınıf ve siyaset dışı olduğu için değerli görüyor. Kendinden menkul
“komünistlik” kimliğini sınıftan ve siyasetten kaçıran Cilasun’la yan yana
gelmesi, gayet doğal.
Ankara Yolu
Mete Tunçay, Sait Çetinoğlu ve Emrah Cilasun gibi
liberallere göre “Suphiler ölmeseydi de Ankara’ya gelseydi, Mustafa Kemal’in
hükümetine gireceklerdi.” Buradaki mesele, bu küçük burjuvaların herkesi
kendileri gibi küçük burjuva sanmaları. Sağcılar, komünistlerin tarihsel;
liberaller, toplumsal zeminlerinin olmadığını söyleyip duruyorlar. Komünist
hareket ikisiyle mücadele ederek kendisine yol açıyor. Açamadığı için
tarihsel-toplumsal bağlar kuramıyor, ancak o bağlardan azade olmayı özgürlük
diye satan ve yaşayan bireyleri çağırabiliyor.
Oysa tarihsel ve toplumsal zemin açısından komünist
hareket, kuvve ve fiil açısından, esasen güçlüydü. O yüzden katliam ve tasfiye
ile karşılandı. Süreç içerisinde hareket, kendisini liberallerin ve sağcı
çevrelerin iddialarına göre inşa etmiş, bu güçlü zeminden uzaklaşmış, devletin
ve sermayenin soluna eklemlenmiştir.
Dolayısıyla, kimi münferit denemeler dışında kimse,
yoksulların, ezilenlerin, işçilerin düşmana karşı yekvücut örgütlenmesi
üzerinde durmamıştır. İçteki liberallerin de bunda payı büyüktür. Devleti ve
üretimi sınıf ve siyaset dışına kaçırıp yüceltenler, resmi kanala girmişlerdir.
Suphi’nin bayrağını küçük burjuvalarda değil, yoksulların, ezilenlerin,
işçilerin mücadelelerinde aramak gerekir.
Eren Balkır
29 Ocak 2020
Dipnot:
[1] Sait Çetinoğlu, “Kırmızı Yanlışlarımı Çok Severim”, 20 Mayıs 2015, YDY.
0 Yorum:
Yorum Gönder