31
Aralık 1947 günü gecesi Palmah ismini taşıyan, Yahudi Hagana milislerine bağlı
elit birlik, Filistinlilerin yaşadığı Beledü’ş Şeyh köyüne saldırdı. Evlere
ateş açan milisler, erkekleri sokaklara sürükleye sürükleye çıkarttıktan sonra
infaz ettiler. O gece aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu en az altmış
Filistinli katledildi.
Beledü’ş
Şeyh’teki bu katliam, Hayfa yakınlarında yaşayan Filistinlileri silâhlı
ekiplerle kovalayan Siyonistlerin niyetini ortaya koyuyordu. Dört ay sonra
Yahudilerin kurduğu İrgun ve Stern örgütlerine mensup milislerin Palmah
desteğiyle gerçekleştirdiği Deyr Yasin katliamında ise en az 107 Filistinli
öldürüldü. Bu katliamla birlikte Siyonist terörizminin yol açtığı korku, yeni
bir zirveye ulaştı. Saldırılar neticesinde on binlerce Filistinli, evlerini
terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle Nekbe denilen süreç başladı.
İsrail,
Hagana ve İrgun milislerinin 1948’de, İsrail Savunma Kuvvetleri, Mossad ve Şin
Bet’in sonrasında uyguladığı yerleşimci-sömürgeci şiddetinin üzerine kurulu, bu
şiddetle ayakta duran bir ülkedir. Onca katliam, Gazze’de, Lübnan’da,
Suriye’de, Batı Şeria’da, Mısır’da ve Ürdün’de dökülen onca gözyaşı olmasaydı,
İsrail varolamazdı.
Yahudilerin
üstün olduğu fikri üzerinden uygulanan yerleşimci şiddeti, hem Siyonizmin
işlediği ilk günah hem de onun işleyişinin dayandığı ana mantıktır. İsrail,
İsrail İşçi Partisi lideri Yigal Allon gibi isimlerin temsil ettiği sol
Siyonizmin ve sonrasında Likud partisi lideri olarak başbakanlık koltuğuna
oturacak olan İrgun Milisleri komutanı Menahim Begin’in temsil ettiği sağ
Siyonizmin eseridir. Siyonizmin iki kanadı da tarihi Filistin ve ötesini
kapsayan planlar etrafında birleşmiştir.
İsrail’in
ilk cumhurbaşkanı Hayim Vayzman, 1937’de şunu söyleyen isimdir: “Zamanla tüm
ülkeye yayılacağız. […] Ülkenin taksim edilmesine yönelik hamle, önümüzdeki
yirmi beş-otuz yıl için yaptığımız bir ayarlamadan ibarettir.” İlk Siyonist
liderlerin hayalinde, Batı Şeria’daki Filistinlileri terörize edip İsrail
ülkesi denilen Judea ve Samaria’ya kadar yerleşimler kurma niyetinde olan
yerleşimcilerle yol almak vardır.
Bu,
bugünün liberal Siyonistlerini rahatsız edecek bir tarihyazımı. Her şeyin
ötesinde Batı Şeria’nın Siyonist yerleşimlerine açılmasına dönük pratikleri
eleştiriyor. Bugün Uluslararası Adalet Divanı, kısa süre önce Batı Şeria’yı
yetmiş yıldır işgal eden ve burada yerleşimler kuran İsrail’i uluslararası
hukuk uyarınca suçlu, bu faaliyetlerini illegal buldu.
Onlarca
yıldır liberal Siyonist yazarlar, Batı Şeria yerleşimcilerini ve onlara yardım
edenleri kutsal bir ülküyü yozlaştıran kişiler olarak takdim etmeye çalıştılar.
Oysa gerçekte bu kişiler, Siyonist yerleşimci sömürgeciliğin, saf, katıksız
şiddetin, dayanağını kutsal kitaptan alan ırkçılığın, açgözlülüğün ve
hırsızlığın, medya kanalıyla alınan eğitimler, hasbara faaliyetleri olmadan
somutlaşmış ruhunu temsil ediyorlardı.
Bu
yerleşimciler, Siyonist projenin niteliğini dürüstçe ortaya koyuyorlar.
Birileri, bu yerleşimcileri bir sapmaymış gibi görüp münferit bir olaymış gibi
sunmaya çalışıyorlar. Bu anlamda liberal Siyonist yorumcuların niyeti, bu
yerleşimleri kontrollü bir şekilde imha edip İsrail’e meşruiyetini yeniden
kazandırmak.
Akademisyen
Sinahan, bu pratiği “eleştirel kontrgerilla faaliyeti” olarak niteliyor. Bu
faaliyetin amacı, “İsrail’in yıkılışı ile oluşacak enkazın altından
Filistinlileri değil, Siyonizmi kurtarmak.”
Kontrgerilla
eleştirisi, farklı politik imkânları ortadan kaldırıp dili kontrol altına alma
aracı. Siyonistler, makul ve kabul edilebilir İsrail eleştirilerinin
ölçütlerini bizzat belirliyorlar, böylece bu eleştirinin kendi çıkarlarına
hizmet etmesini sağlıyorlar. Dolayısıyla, İsrail eleştirisinin menzili
kısalıyor, o makul sonuca, yani sömürgecilik karşıtı direnişe ulaşmıyor.
Akademisyen
ve gazeteci Ronen Bergman, kontrgerilla eleştirmenliğinin tipik bir örneği.
1972’de Beledü’ş Şeyh’in kuzeyinde bulunan, Hayfa’ya bağlı Kiryat Bialik isimli
bir mahallede dünyaya geldi. Askerlik hizmetinin ardından İsrail’in iç siyaseti
üzerine yazılar yazan Bergman, bu süreçte devletin güvenlik aygıtından epey
beslendi. 2018’de Rise and Kill First: The Secret History of Israel’s
Targeted Assassinations [“Önce Sen Kalk ve Öldür: İsrail’in Hedef Gözeterek
Gerçekleştirdiği Suikastların Gizli Tarihi”] isminde bir kitap yazdı. Mossad’ın
suikast programlarının taktiksel açıdan başarılı ama politik düzlemde yanlış
olduğunu söylediği kitabında, bu eylemlerin İsrail üzerindeki olumsuz etkileri
üzerinde duruyordu.
2018’de
Bergman, New York Times yazarı oldu. Mayıs 2024’te Mazzetti ile
birlikte, Batı Şeria’daki yerleşimci terörizmle ilgili o üstünkörü kaleme
alınmış, yerleşimcilik pratiğini mahkûm eden altmış sayfalık araştırmasını
yayımladı.
“Cezasız
Kalanlar” ismini taşıyan çalışmada yazarlar, okurlarına bir yandan Batı
Şeria’da yerleşimler kurmak için kırk elli yıl uğraşmış Yahudi “aşırıcılar”ın
hikâyesini anlatıyorlar, bir yandan da bu yerleşimcilerin ideolojisini İsrail
devletinin kalbinde gelişme imkânı bulmuş, bu ülkeye yabancı, bağnaz bir
Siyonizm çeşidi olarak takdim ediyorlar.
Bu,
tarafsızlıkla yürütülmüş bir araştırma değil. Bergman ve Mazzetti, elde
ettikleri bulguların kendilerini yalın çıplak ortaya koymasına izin
vermiyorlar, onları İsrail’i ve kökenlerini temize çıkartacak bir çerçeveye
yerleştiriyorlar. Araştırma, esasen İsrail devletini yerleşimci sömürgeciliğin
inşa ettiği yapıdan kopartma girişimi. Bu niyeti kitabın giriş bölümünün
başlığında görmek mümkün: “Aşırıcılar İsrail’i Nasıl Ele Geçirdiler?” Bu
başlıkla yazarlar, eskiden tali ve kıyıda köşede tutulan radikal bir
ideolojinin zamanla İsrail’deki politik iktidarın merkezine nasıl taşındığını
anlatacakları imasında bulunuyorlar. Bu temelde yazarlar, yerleşimcilerin
şiddetinin İsrail’in temel değerleriyle çeliştiğini iddia ediyorlar. Hatta bir
yerde, “Bu genç millet sahip olduğu demokratik ideallere ne pahasına sırtını
döndü, bu dönüş neden bu kadar hızlı gerçekleşti?” diye soruyorlar. Araştırma,
bir yandan da bir uyarıyı içeriyor: “Batı Şeria’da korkunç sonuçlar doğuracak
Üçüncü İntifada’nın ateşi harlanıyor.” Yerleşimcileri eleştiren yazarlar,
Siyonizmi itiraz edilmesi gereken bir alandan ziyade, sahada ele alınması
gereken bir olgu, daimi bir politik gerçeklik olarak ele alıyorlar.
“Cezasız
Kalanlar”, kontrgerilla eleştirisinin son örneği ama bu pratik yeni bir şey
değil. İzlerini seksenlerde İsrail’in resmi Nekbe tarihine itiraz etmeye
başlayan, Benny Morris’in başını çektiği Yeni Tarihçiler’e dek sürmek mümkün. O
dönemde bu eleştiri pratiğinin amacı, bugün olduğu gibi makul bir tarih
incelemesi sunmak değil, Siyonizmin meşruiyet iddiasını kökten silip atmadan,
onun eleştirilebilir olduğunu göstermekti.
Tom
Segev gibi Yeni Tarihçiler, Filistinlilerin İsrail’in kuruluşu sırasında fena
hâlde kandırıldıklarını söylediler ama bir yandan da “kurucu babalar”ın
“adaletin ve hukukun Yahudi Siyonist ve evrensel değerlerini temel alan, modern
ve demokratik bir ülke kurduklarını” iddia ettiler. Mary Turfah’ın tespitiyle
bu Yeni Tarihçiler hareketi, nihayetinde “kontrollü muhalefet”in bir biçimiydi.
Kontrgerilla
eleştirisi de diğer türler gibi belirli klişeleri temel alıyor. Bu eleştiride,
yerleşimciler ve onlara destek olan Binyamin Netanyahu ve Itamar Ben Gvir gibi
isimler birer engel, kötü Siyonist olarak kurgulanıyorlar. Bu kurgu, doğalında
efsanevi bir karakter olarak iyi Siyonistin varlığına işaret ediyor. İyi
Siyonist, “barış süreci” ve Filistin Yönetimi eliyle kurulacak Filistin devleti
fikrine bağlılar ama bu devletin ancak İsraillilerin güvenliği temin edildiği
takdirde kurulmasını istiyorlar. Yalnız bu şartın net bir çerçevesi çizilmiyor.
İyi
Siyonist, sağcı bir İsrail’in öldürdüğü başbakan Rabin sonrası başbakan olan
Ehud Barak’a denk düşüyor. New York Times’ın dergisinde 1999 yılında
çıkan “Barış. Nokta” başlıklı yazıda Barak, “teokrasi inşa etmek gibi bir
hayali olan dindar İsrailliler”e karşı “ılımlı “yerleşimci liderleri” ile
“barış yanlısı İsrailliler”in desteğiyle demokrasiyi güçlendirmek isteyen bir isim
olarak takdim ediliyor.
İsrail’in
liberal gazetesi Haaretz, 2017’de Ramallah’taki bir baskında şehit
edilen Basil Arac’ın dile getirdiği “kontrgerillanın ilerici kanadı”nın
parçası. İşgale, yerleşimci hareketine, Gazze kuşatmasına, Netanyahu’daki
faşist eğilimlere yönelik eleştiriler yapan gazete Siyonist projeyi yıkıma
sürükleyecek eğilimlere karşı ona kol kanat gerenlerin hizmetinde.
Örneğin
2013 yılında gazetenin köşe yazarlarından Ari Şavit, “yerleşimcilerin İsrail’i
tarihsel yolundan çıkartıp farklı bir yola soktuğunu” söyledi. Üç yıl sonra
yazdığı yazısında ise Şavit, “ilk çıkılan yolun Yahudileri çölü yeşerten bir
güce, Siyon ülkesinde ve Kudüs’te özgür bir ulus olmak isteyen, kendi vatanında
güçlü, mağrur ve egemen bireyler olarak yaşayan devlet kurucularına
dönüştürdüğünü” söylüyordu. Makaledeki kontrgerilla eleştirisi, New Yorker yayın
yönetmeni David Remnick, Amerikan liberalizminin savunucularının methiyeleriyle
karşılandı. Remnick yazdığı yazıda, “Haaretz’in İsrail, Gazze ve Batı Şeria’da
olan biten şeylerin ardındaki gerçeklerle eksik ve kusurlu bir biçimde de
uğraştığını” söylüyordu.
ABD’de
bu kontrgerilla eleştirisini en yalın ve açık şekilde dile döken isimlerden
biri de Atlantic dergisinin yayın yönetmeni, eskilerin IDF’e
bağlı gardiyanı Jeffrey Goldberg. En az yirmi yıldır kontrgerilla eleştirisi
yapan Goldberg 2004’teki yazısında, “Siyonizmin ezilen bir halkın kurtuluş
hareketi olduğunu, yerleşimcilerin bu hareketi köktenci bir teolojiye
dönüştürmeye çalıştıklarını” iddia ediyordu. 2011’de yerleşimcileri “Yahudi
Hamas” olmakla, “Siyonizmin sapık bir kolu”na dönüşmekle eleştirdi. İddiasına
göre yerleşimcilerin görüşleri Siyonizmin kurucularının yabancı olduğu
görüşlerdi, dolayısıyla “İsrail, Yahudiler ve Yahudilik için bir felâketi ifade
ediyor”du.
Oysa
İsrail’in asli kurucusu David Ben Gurion, bugün Goldberg’in sapıklık olarak
addettiği ve yerleşimcilerle ilişkilendirdiği, toprakla alakalı aynı türden
hırsları dile dökmüş bir isimdi. Gurion şunu söylüyordu: “Ürdün’ün varolma
hakkı yok. […] Ürdün’ün batısındaki topraklar İsrail’e ait özerk bir bölge
hâline gelmeli.”
Goldberg,
“kendi katliamlarına mani olmak için Yahudilerin başvurduğu yol” olarak gördüğü
Nekbe’yi savunuyor, bugün varolan Yahudi yerleşimlerinin “herkesin nekbesi”
hâline geleceği uyarısında bulunuyor. Bu anlamda, “Batı Şeria’daki Yahudi
yerleşimcilerin etnik temizlik anlamına gelecek iğrenç eylemlere imza attığını”
söyledikten birkaç ay sonra “İsrail’in hukuken Filistinli çocukları öldürme
hakkı bulunduğunu” yazan Atlantic yazarı Graeme Wood gibi düşünüyor.
Uzun
zamandır New York Times’da köşe yazarlığı yapan Nick Kristof’ta da aynı
türden bilişsel tutarsızlık mevcut. Haziran ayının sonlarında Kristof, “İsrail
ile Filistin arasındaki barış sürecinin hızlandırılması için bizim başka
insanlara ait toprakları ele geçirip işgal etmenin yanlış olduğunu kabul
etmemiz gerek. Bu yanlışlığın nedeni öyle karmaşık ve ince bir dengeye
ayarlanmış bir olgu değil. Dümdüz ve alenen yanlış bir şey bu” diye yazdı.
Burada İsrail devletine onay vermek adına paranteze aldığı Nekbe’ye değil, Batı
Şeria’nın işgaline atıfta bulunuyordu.
Eleştirel
kontrgerilla faaliyetine sadece basın alanında değil, bu dili esas alan
stratejiye adanmış kitapların yayımlandığı yayıncılık alanında da
karşılaşıyoruz. Misal, New Republic’in yayın yönetmeni Peter Beinart’ı
2012 tarihli The Crisis of Zionism [“Siyonizmin Krizi”] kitabını ele
alalım. Kitap, İsrail’in sahip olduğunu iddia ettiği demokratik ilkelerin dini
yerleşimci hareketinin yozlaştırıcı etkisinden kurtarılması gerektiğini
söylüyor. Bu kitap, büyük bir örgünün basit bir düğümü yalnızca. Onun yanında, Times
dergisi muhabiri Isabel Kershner’in The Land of Hope and Fear: Israel’s
Battle for its Inner Soul [“Umut ve Korku Ülkesi: İsrail’in İç Ruhu İçin
Verdiği Mücadele” -2023] isimli kitabını, Gerşom Gorenberg’ün The Unmaking
of Israel’ini [“İsrail’in Tahribi” -2011] ve Bernard Aşivay’ın The
Tragedy of Zionism [“Siyonizmin Trajedisi” -1985] anmak gerekiyor.
Aşivay’ın kitabı da “Emek Siyonizmi”ne ağıtlar yakıyor ve bu eski Siyonizmin
aşırıcı yeni Siyonizmin eline geçtiğini söylüyor. Bu yazar da yerleşimci
sömürgeciliğin mantığına bile isteye körleşiyor. Altmışlarda yazıları sebebiyle
İsrail Komünist Partisi’nden ihraç edilen Siyonizm karşıtı İsrailli Moşe
Mahover, Aşivay’ın kitabına ilişkin yazdığı eleştiride tam da bunu söylüyor:
“Aşivay, Emek
Siyonizmi’nin önlenemeyen akışa tabi olan bir yerleşimci devleti inşa etmiş,
sömürgeci bir hareket olduğunu anlayamıyor veya anlamak istemiyor. Daha önceden
mülksüz kılınmış ‘yerli halk’ın mülksüzleştirme karşısında duyduğu kinle
aştığı, ümitsiz saldırılar gerçekleştirdiği bir sınırı vardır. Bu sınır her
daim kırılgandır, toprağa yerleşenler, kendilerini sürekli güvensiz
hissederler. Bu güvensizlik hâliyle baş etmenin yegâne yolu ise sınırı ileri
taşımaktır. Bu, onların alınlarına yazılmıştır bir kez. Süreç, devrimci çöküş,
artık başa çıkılamayacak düzeye ulaşan harici direniş veya her ikisiyle
birlikte sonlandırılmadığı takdirde o acı sona doğru ilerler. İsrail, artık
Siyonizmden kopamayacak noktaya ulaşmıştır, tıpkı Pasifik’i ele geçirmeden
genişleme sürecini durduramayacak olan ABD gibi.”
Siyonizmin
Trajedisi’nden kırk yıl sonra Aşivay, 2024’te Harper’s için “İsrail’in
İçteki Savaşı” başlıklı bir yazı yazdı. Yazıya göre İsrail, “Siyonist öncülerin
inşa ettikleri laik İbrani hayatı ile dindar Siyonist yerleşimci hareketi
arasında cereyan eden, İsrail’in ne tür bir ülke olacağına karar verecek, iki
cepheli bir kültür savaşına tanıklık ediyor.”
Oysa
aynı Siyonist öncüler, İsrail’in sınırlarının tüm tarihi Filistin’i, Batı
Ürdün’ü, Güney Lübnan ve Suriye’yi ve Kuzey Mısır’ı içine aldığını
düşünüyorlardı. İşte bu kontrgerilla eleştirisi, temelde günümüzde varolan
yerleşimci hareketinin Siyonizme yabancı, onu yozlaştıran bir güç olmadığı,
Siyonist girişimin mantıksal uzantısı olduğu gerçeğini gizliyor.
Eleştirel
kontrgerilla faaliyetleri, genelde İsrail’in meşruiyet krizi yaşadığı
dönemlerde yürürlüğe konuluyor. “Cezasız Kalanlar” isimli araştırma da
İsrail’in uluslararası düzlemde tutunduğu iplerin kopmaya başladığı, Filistin
direnişine yönelik dünya genelinde ortaya konulan desteğin günbegün arttığı,
İsrail’in İran, Lübnan, Yemen, Irak, Batı Şeria ve Gazze’deki müttefik güçlerle
gerçekleşecek savaşa koşar adım ilerlediği, kırılganlığının iyice arttığı bir
momentte yayımlandı. (Bu arada şu gerçek unutulmasın: Güney Afrika’daki ırk
ayrımcısı rejim de bir yanıyla birçok farklı cephede savaşa girdiği için
yıkılmıştı.)
Kontrgerilla
eleştirisi, İkinci İntifada esnasında da artmıştı. Barış sürecinin sonlandığı,
Filistin Yönetimi’nin meşruiyetini yitirmeye başladığı, Hamas’ın silâhlı
mücadeleye bağlılığını muhafaza edip direnişin öncü partisi hâline geldiği
koşullarda bu tür eleştiriler daha fazla dile döküldü.
2002’de
kaleme alınan “İmkânsız İşgal” yazısı, İsrail silâhlı kuvvetlerinin Batı
Şeria’ya saldırı gerçekleştirdiği günlerde yazıldı. Yazı, elit İsrail
komandolarından oluşan bir birliği ele alıyordu. Ordunun itibarını yeniden
sağlama girişimi olarak yazı, orduyu katı kuralların ve ahlaki ilkelerin
güdümündeki bir yapı olarak takdim ediyor, işgale ahlak veya hukuk temelinde
değil de İsrail’in çözemeyeceği çok sayıda soruna yol açtığı iddiası üzerinden
karşı çıkıyordu. Yazara göre, “İsrail’i düşman olarak gören geniş bir hasım
kitle” meydana gelmişti.
Kırk
yıldır New York Times’ın Ortadoğu konusunda ağzına baktığı isim olan
Thomas Friedman da bu dönemde Siyonist projeyle yerleşimciler arasına kama
sokmaya çalışıyordu. İkinci İntifada’nın hemen ardından kaleme aldığı
“İsrail’in Merkezindeki İsyan” başlıklı yazı, İsrail’in gelecekte aşırıcı
yerleşimciler yüzünden yüzleşeceği tehlikeye işaret ediyordu. Friedman yazıda
yerleşimcileri, “Yahudi faşizmi ile binyılcılığından oluşan öldürücü zehrin
taşıyıcıları” olarak tanımlıyordu.
New
York Times Magazine için tam da İntifada’nın yoğunluğunun zirvede
olduğu dönemde yazılan “Yerleşmeyenler” isimli yazı da Bergman ve Mazzetti gibi
yanlış bir ikiliği temel alıyor. Bu anlayış, aşırıcı yerleşimcilerle onlara
hükmetmeye çalışan erdemli Siyonistler arasında karşıtlık olduğu iddiasını
temel alıyor. Burada da Nekbe, mevcuttaki yerleşimci hareketiyle karşı karşıya
getiriliyor:
“Devleti kuran laik
Siyonistler, dünya üzerindeki Yahudiler için sığınılacak bir yer inşa etme
hayalı kuruyorlardı. Bir tür karakol olarak iş gören yerleşimlerdeki kişilerse
meseleyi tümüyle farklı ele alıyorlar. Onlar, kutsal kitapta geçen ve daha
büyük olan İsrail isimli yurda odaklanıyorlar.”
Oysa
bu ve benzeri iddialar, bizatihi, BM’nin 1947’de onayladığı taksim planı
sonrası “ülkemizin yarısını, Judea ve Samaria’yı kaybettik” diye ağıt yakan Ben
Gurion’un sözleriyle çelişiyor.
2000’lerin
başında ve bugün geliştirilen kontrgerilla eleştirisinin en önemli özelliği,
Filistinlilerin görüşlerine yer vermemesi. Filistinlere sadece mağduriyetleri
kılıfı altında konuşmalarına, o da ara sıra izin veriliyor.
Siyonizme
yönelik en sert ve en tehlikeli eleştirileri yapan Basil Arac veya Rıfat Alarir
gibi isimlerin yazılarına ne New York Times ne de Atlantic yer
verir. Bu kişiler ya katledilirler ya da hapse atılırlar. Bu tür yayınlarda
Filistinliler, kendilerine ancak ve sadece Siyonizmle ilişkisi dâhilinde,
İsrail toplumunun ruhuna dair bir barometre olarak yer bulurlar. Ölümlere yol
açan işgal devam eder, İsrail’in ırkçı devlet aygıtı yerinde kalır, tüm bunlar
olurken, kimse İsrail’in dindar yobazlarını görmez. Bunların Filistinlilere
işkence etmesine, ızdırap vermesine, mallarını çalmasına, Filistin halkında
psikolojik travmaya yol açmasına kimse bakmaz, sadece İsrail’i kötü gösteriyor
oluşuyla ilgilenilir.
Edward
Said’in 1984 tarihli klasikleşmiş çalışması “Anlatma İzni”, bize meseleleri
belirli bir çerçeveye oturtmanın olguların kendisinden daha önemli olduğunu
söyler. Said’in de dediği gibi, “olgular kendi başlarına konuşmazlar, onları
sindirmek, sürdürmek ve dağıtıma sokmak için toplumun kabul edeceği bir
hikâyeye ihtiyaç vardır.” Bu anlamda, dilin ve hikâye anlatımı pratiğinin
kontrolü en nihayetinde kontrgerilla eleştirisinin hedefidir. Bu eleştiri
pratiği, derimizi yüze, gözlerimizi yuvalarından dışarı fırlatan, kanımızı
harrlayan olguları makul düzeyde sunmaya, kabul edilebilir sonuçlar üzerinden o
olguları kısıtlamaya çalışır.
Bu
kısıtlı ve dar lügat, tüm liberal dergilere, yayınevlerine ve gazetelere hâkim
olur. İsrail’in soykırım üzerine kurulu statükosunu sürdürmesinde önemli bir
rol oynayan siyasetçilerin dilinde aynı lügate rastlarız.
Amerika’nın
en güçlü siyasetçilerinden olan Chuck Schumer, Mart ayında Netanyahu’nun
görevden alınması çağrısında bulundu. Yaptığı konuşma, tümüyle kontrgerilla
teknikleri üzerine kuruluydu: Kongre üyesi Schumer konuşmasında, Gazze’de
kitlelerin çektiği çileyi kabul ediyor, Batı Şeria’da yerleşimcilerin
uyguladığı şiddeti eleştiriyor, ama bir yandan da bu şiddeti önemli bir dönüm
noktası olarak değerlendiren Schumer, söz konusu şiddetin, Siyonizmin bir suçu
değil de İsrail toplumunun sağa kayışına dair bir uyarı olduğunu söylüyordu.
Schumer
gibi isimlere göre, “Holokost’un küllerinde doğup çölde Yahudi halkının gelişip
serpilmesini sağlayan Siyonizm”in bugün “sağcı yobazlar”ın ve “aşırıcı
yerleşimciler”in tehdidi altında. Üstelik bu tehdide bir de İsrail’in uzun
vadede sağlıklı yaşaması önündeki en büyük engel olan, “o zar zor kazanılmış
sığınakta yaşayan Yahudileri kovma ve öldürme ihtimali bulunan düşmanların yol
açtığı tehdit” eşlik ediyor.
Kontrgerilla
eleştirisinin inşa ettiği dil, siyasete hâkim oldu. Schumer, konuşmasının
üzerinden iki ay bile geçmeden, kamuoyundan gelen eleştirilere rağmen,
Netanyahu’yu kongreye davet etti. Herkes, bu daveti bölgede savaşın
tırmandırılması kararına verilmiş bir onay olarak yorumladı.
Aynı
yerleşimci-sömürgeci yapılar varlıklarını muhafaza ediyorlar, doğuya doğru
bombalar yağdırılıyor, İsrail o ölüm yürüyüşüne devam ediyor, buna karşın,
iktidar kurumlarının koridorlarında ve basında İsrail’i günahlarından arındırıp
kurtarmak için gerekli yolu açan sakat bir ideoloji inşa ediliyor.
Harry Zehner
3 Eylül 2024
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder