08 Ekim 2024

,

Hasan Nasrallah Filistin’in Kurtuluşu Yolunda Öldü


İsrail’in Cuma günü Beyrut’un güneyindeki mahalleye yönelik gerçekleştirdiği, büyük bir yıkıma yol açan bombalı saldırısında Hizbullah’ın genel sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürmüş olması, görünen o ki, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok, umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak.

Zaten amaçlanan tam da buydu.

Hizbullah’ın Cumartesi günü teyit ettiği Nasrallah suikastı, İsrail’in Lübnan’a yönelik olarak gerçekleştirdiği, vahşet düzeyi açısından Tel Aviv’in Gazze’de yürüttüğü soykırımın yol açtığı vahşete denk olan geniş çaplı ve ucu açık saldırının ilk aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından yaşandı.

Bunlar, neredeyse bir yıldır süren soykırımı müteakip, hazmetmesi bile zor düşünceler.

Önce çağrı cihazı ve telsiz saldırıları yaşandı, ardından Hizbullah’ın üst düzey liderleri ve şimdi de bizzat örgütün lideri peşi sıra katledildi.

Nasrallah’ın da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt, çağrı cihazı saldırılarıyla gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortadaydı.

Nasrallah’ın Direniş Ekseni’nin en önemli ve en güvenilir, taktik ve stratejiyi düşünen, en zor zamanlarda bile destekçilerine ilham ve güven veren lider olarak sahip olduğu konuma dair ne söylense abartılı olmaz.

Sayıca daha çok olan Nasrallah destekçilerinin acısı, ölümü sonrası İsrail’in, Vaşington’un ve kimi Arap başkentlerinin duyduğu mutluluktan daha büyük.

Direniş cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda hiçbir şüphe yok, zira o, sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda tüm kaynaklarını seferber eden ABD ve Batı’yla karşı karşıya.

Bir de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine olan inancı da sarsacak.

Bu saldırılar, Tel Aviv’in Gazze’de bir yıl boyunca yüzleştiği askeri başarısızlık ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri saldırısını önleyememesinin ardından, Batılı ve Arap destekçileri nezdinde kaybettiği prestijini geri kazanmasına da katkı sunacak.

Her ne kadar Hizbullah, tarihî Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi, direniş örgütünün İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir karşılık vermediğini sorguluyor, üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken.

İsrail’in Temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesinin ardından misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da pek çok kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir algı var.

“Şok ve Dehşet” Zafer Demek Değil

Gazze’de gözlerimizin önünde canlı canlı cereyan eden soykırımın yaşandığı bu bir yılın ardından oluşan duygu selinin ve hızla değişen durumun orta yerinde, bugün itibarıyla soykırımın varlık alanını Lübnan’ı kapsayacak şekilde genişlettiği koşullarda, uzun vadeli bir değerlendirme yapmak zor. Ama gene de sağlıklı bir analiz için de bu değerlendirmenin yapılması gerekiyor.

Bu noktada şu gerçeği anımsamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, ister işgalci olsun isterse sömürgeci, güçlü taraf saldırıya geçtiğinde, genellikle hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.

Esasında “şok ve dehşet”, doksanlarda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde açıktan methedilen, Batı’ya, özellikle de Amerika’ya ait bir askeri doktrinin adıdır.

“Hızlı hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, şiddet gösterilerinin karşı tarafı boğacak şekilde sergilenmesini, bu sayede düşmanı moral olarak çökertip felç etmeyi amaçlar.

Doktrini kaleme alan yazarlara göre amaç, “taktiksel ve stratejik düzeylerde düşmanın direnmesini imkânsız kılmak, bunun için onun olaylara algılama ve kavrama becerisini yok edecek şekilde zihnine aşırı yük bindirmektir.”

Son yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz şey, tam da budur.

11 Eylül 2001 saldırılarından birkaç hafta önce ABD Afganistan’a saldırmış, Usame bin Ladin’i topraklarında barındırdığı bahanesiyle Taliban hükümetini hızlı bir müdahaleyle devirmişti.

Bu çarçabuk elde edilen başarının ardından Amerika’da oluşan güven, Vaşington’u bir sonraki projesini, yürürlüğe koyması konusunda teşvik etti: Mart 2003’teki Irak işgali.

Saddam Hüseyin hükümetinin hızla devrilişi, Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol altına alması ardından Başkan George W. Bush, o yılın 1 Mayıs’ında meşhur “Görev Başarıyla Tamamlandı” konuşmasını yaptı, ancak ABD, hem Afganistan’da hem de Irak’ta sergilenen direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu sözlerin altında ezildi.

Bu hızlı ya da öyleymiş gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.

Artık “Afganistan Belgeleri” sayesinde biliyoruz ki, Washington’daki savaş tellâlları savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl boyunca Amerikan halkına zafere ulaşmak üzere oldukları yalanını söylediler.

Sonra Amerika, Ağustos 2021’de Afganistan’dan çekildi. Bu çekilme sürecinin onur kırıcı niteliği, en çok da Kabil Havalimanı’nda yaşananlarda açığa çıktı. Orada Vietnam’ın Saygon şehrindeki ABD büyükelçiliğinin çatısına inmiş helikopterlere mağlup edilmiş Amerikalıların bindirildiği o kaotik sahnelere benzer sahneler cereyan etti.

Süreç içerisinde İsrail de benzer şeyler yaşadı. 1982’de kendisinin “Celile Barış Harekâtı” adını verdiği saldırı dâhilinde İsrail, Lübnan’a girdi, bu saldırıda Siyonist yerleşimci devlet, tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatıp işgal etti.

O süreçte İsrail, on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletti, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Lübnan’dan çıkarttı. Ne var ki Tel Aviv’in başarı addettiği bu işgal harekâtı hızla başarısızlığa evrildi.

Uzun süren işgal boyunca örgütlerin, özellikle İsrail işgali sırasında henüz varolmayan Hizbullah’ın sergilediği direniş, giderek büyüdü.

Hizbullah ve diğer direniş örgütleri, yirmi yıl boyunca karşı tarafı yoran yoğun bir yıpratma savaşı yürüttüler, ta ki İsrail, Mayıs 2000’de yaşadığı yenilgi neticesinde, işgal ettiği Güney Lübnan’dan çekilene kadar.

İsrail’in Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu bölümünün tümüyle kontrol altına alındığına dair sürekli dillendirilen iddialar hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam ediyor.

Şimdiye dek İsrail ve Amerika’nın hazırladığı, savaştan yenilgiyle çıkacak Hamas’ın yerine Arapların desteğini arkasına almış işbirlikçi bir Filistinli gücü ikame etmeyi öngören plan, suya düştü.

İsrail’in Lübnan’da gösterişli bir “başarı” elde etmek istemesinin ardındaki dürtülerden biri, belki de dikkatleri Gazze’de hâlen daha sergilemekte olduğu, onu bitap düşüren başarısızlıktan başka yöne çekme isteğidir.

Dönüm Noktası

İçinde bulunduğumuz, iç karartıcı moment, Batı’nın desteğini arkasına almış, ırkçı yerleşimci-sömürgeci Siyonizmden kurtulmak için uzun zamandır yürütülen bölgesel savaşta önemli bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırdır yürüttüğü yağmaya ve yol açtığı dehşete rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.

Bilâkis, ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.

Nasrallah suikastı da Amerikan bombaları ve savaş uçakları gibi Vaşington’un sunduğu diğer yardımlar da İsrail’in hayatta kalmak için bel bağladığı güç olarak ABD’nin çöküş sürecinde hiçbir değişikliğe yol açmayacak.

Bir de Siyonistlerin suikastı birincil taktik olarak kullandıkları gerçeğini hiç unutmamak gerekiyor. Siyonistlerin tek tek liderleri değil, kararlılıkları kolaylıkla kırılamayan tüm halkları hedef aldıkları bilinmeli.

Nasrallah, 1992 yılında selefi Abbas Musevi İsrail tarafından katledildikten sonra Hizbullah’ın başına geçti. Nasrallah, örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce kavuşturdu.

Hizbullah’ın gücü tek bir kişinin iradesini değil, Nasrallah’ın da her daim dile getirdiği gibi, kurtuluş yolunda muazzam fedakârlıklar yapmaya istekli, davaya derinden bağlı bir toplumsal tabanı temel alıyor.

Madem “Hamas’ın bir fikir, bir parti” olduğunu söyleyen İsrail ordusu Hamas’ın ortadan kaldırılamayacağını kabul ediyor, Hizbullah için ne diyecek?

Asıl iç karartıcı husus şu: Filistin’i ve bölgeyi Siyonizmden kurtarmak için verilen savaşın şiddeti, Avrupa-Amerika imparatorluğunun hedef aldığı Cezayir, Vietnam ve Güney Afrika gibi ülkelerin kurtarılması için yürütülmüş savaşların şiddetinden daha düşük olmayacak.

Her şeyden önce bugün de işgalci ve sömürgeci güçler aynı ülkeler. Bu ülkelerde topraklarını ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı duydukları, soykırımı bir seçenek olarak gündemde tutan nefret hiçbir şekilde azalmadı.

Kendisinden öncekiler gibi Nasrallah da hayatını Filistin’in kurtuluşu yolunda feda etti ve bilinsin ki bu mücadele bugün sona ermiş değil.

Ali Ebunima
28 Eylül 2024
Kaynak

0 Yorum: