İsrail’in
Cuma günü Beyrut’un güneyindeki mahalleye yönelik gerçekleştirdiği, büyük bir
yıkıma yol açan bombalı saldırısında Hizbullah’ın genel sekreteri Hasan Nasrallah’ı
öldürmüş olması, görünen o ki, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede
Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok,
umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak.
Zaten
amaçlanan tam da buydu.
Hizbullah’ın
Cumartesi günü teyit ettiği Nasrallah suikastı, İsrail’in Lübnan’a yönelik olarak
gerçekleştirdiği, vahşet düzeyi açısından Tel Aviv’in Gazze’de yürüttüğü
soykırımın yol açtığı vahşete denk olan geniş çaplı ve ucu açık saldırının ilk
aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından yaşandı.
Bunlar,
neredeyse bir yıldır süren soykırımı müteakip, hazmetmesi bile zor düşünceler.
Önce
çağrı cihazı ve telsiz saldırıları yaşandı, ardından Hizbullah’ın üst düzey
liderleri ve şimdi de bizzat örgütün lideri peşi sıra katledildi.
Nasrallah’ın
da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt, çağrı cihazı saldırılarıyla
gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik
konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortadaydı.
Nasrallah’ın
Direniş Ekseni’nin en önemli ve en güvenilir, taktik ve stratejiyi düşünen, en
zor zamanlarda bile destekçilerine ilham ve güven veren lider olarak sahip
olduğu konuma dair ne söylense abartılı olmaz.
Sayıca
daha çok olan Nasrallah destekçilerinin acısı, ölümü sonrası İsrail’in, Vaşington’un
ve kimi Arap başkentlerinin duyduğu mutluluktan daha büyük.
Direniş
cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda hiçbir
şüphe yok, zira o, sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda tüm
kaynaklarını seferber eden ABD ve Batı’yla karşı karşıya.
Bir
de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek
çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine
olan inancı da sarsacak.
Bu
saldırılar, Tel Aviv’in Gazze’de bir yıl boyunca yüzleştiği askeri başarısızlık
ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri
saldırısını önleyememesinin ardından, Batılı ve Arap destekçileri nezdinde
kaybettiği prestijini geri kazanmasına da katkı sunacak.
Her
ne kadar Hizbullah, tarihî Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını
ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi, direniş örgütünün
İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir
karşılık vermediğini sorguluyor, üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent
Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken.
İsrail’in
Temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesinin ardından
misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da pek çok
kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da
küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir
algı var.
“Şok
ve Dehşet” Zafer Demek Değil
Gazze’de
gözlerimizin önünde canlı canlı cereyan eden soykırımın yaşandığı bu bir yılın ardından
oluşan duygu selinin ve hızla değişen durumun orta yerinde, bugün itibarıyla
soykırımın varlık alanını Lübnan’ı kapsayacak şekilde genişlettiği koşullarda, uzun
vadeli bir değerlendirme yapmak zor. Ama gene de sağlıklı bir analiz için de bu
değerlendirmenin yapılması gerekiyor.
Bu
noktada şu gerçeği anımsamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, ister
işgalci olsun isterse sömürgeci, güçlü taraf saldırıya geçtiğinde, genellikle
hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.
Esasında
“şok ve dehşet”, doksanlarda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde
açıktan methedilen, Batı’ya, özellikle de Amerika’ya ait bir askeri doktrinin
adıdır.
“Hızlı
hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, şiddet gösterilerinin karşı
tarafı boğacak şekilde sergilenmesini, bu sayede düşmanı moral olarak çökertip felç
etmeyi amaçlar.
Doktrini
kaleme alan yazarlara göre amaç, “taktiksel ve stratejik düzeylerde düşmanın
direnmesini imkânsız kılmak, bunun için onun olaylara algılama ve kavrama
becerisini yok edecek şekilde zihnine aşırı yük bindirmektir.”
Son
yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz şey, tam da budur.
11
Eylül 2001 saldırılarından birkaç hafta önce ABD Afganistan’a saldırmış, Usame bin
Ladin’i topraklarında barındırdığı bahanesiyle Taliban hükümetini hızlı bir
müdahaleyle devirmişti.
Bu
çarçabuk elde edilen başarının ardından Amerika’da oluşan güven, Vaşington’u
bir sonraki projesini, yürürlüğe koyması konusunda teşvik etti: Mart 2003’teki
Irak işgali.
Saddam
Hüseyin hükümetinin hızla devrilişi, Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol
altına alması ardından Başkan George W. Bush, o yılın 1 Mayıs’ında meşhur
“Görev Başarıyla Tamamlandı” konuşmasını yaptı, ancak ABD, hem Afganistan’da
hem de Irak’ta sergilenen direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu
sözlerin altında ezildi.
Bu
hızlı ya da öyleymiş gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam
ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut
devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.
Artık
“Afganistan Belgeleri” sayesinde biliyoruz ki, Washington’daki savaş tellâlları
savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl
boyunca Amerikan halkına zafere ulaşmak üzere oldukları yalanını söylediler.
Sonra
Amerika, Ağustos 2021’de Afganistan’dan çekildi. Bu çekilme sürecinin onur
kırıcı niteliği, en çok da Kabil Havalimanı’nda yaşananlarda açığa çıktı. Orada
Vietnam’ın Saygon şehrindeki ABD büyükelçiliğinin çatısına inmiş helikopterlere
mağlup edilmiş Amerikalıların bindirildiği o kaotik sahnelere benzer sahneler
cereyan etti.
Süreç
içerisinde İsrail de benzer şeyler yaşadı. 1982’de kendisinin “Celile Barış Harekâtı”
adını verdiği saldırı dâhilinde İsrail, Lübnan’a girdi, bu saldırıda Siyonist
yerleşimci devlet, tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatıp işgal etti.
O
süreçte İsrail, on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletti, Filistin
Kurtuluş Örgütü’nü Lübnan’dan çıkarttı. Ne var ki Tel Aviv’in başarı addettiği
bu işgal harekâtı hızla başarısızlığa evrildi.
Uzun
süren işgal boyunca örgütlerin, özellikle İsrail işgali sırasında henüz
varolmayan Hizbullah’ın sergilediği direniş, giderek büyüdü.
Hizbullah
ve diğer direniş örgütleri, yirmi yıl boyunca karşı tarafı yoran yoğun bir
yıpratma savaşı yürüttüler, ta ki İsrail, Mayıs 2000’de yaşadığı yenilgi
neticesinde, işgal ettiği Güney Lübnan’dan çekilene kadar.
İsrail’in
Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu
bölümünün tümüyle kontrol altına alındığına dair sürekli dillendirilen iddialar
hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam
ediyor.
Şimdiye
dek İsrail ve Amerika’nın hazırladığı, savaştan yenilgiyle çıkacak Hamas’ın
yerine Arapların desteğini arkasına almış işbirlikçi bir Filistinli gücü ikame
etmeyi öngören plan, suya düştü.
İsrail’in
Lübnan’da gösterişli bir “başarı” elde etmek istemesinin ardındaki dürtülerden
biri, belki de dikkatleri Gazze’de hâlen daha sergilemekte olduğu, onu bitap
düşüren başarısızlıktan başka yöne çekme isteğidir.
Dönüm
Noktası
İçinde
bulunduğumuz, iç karartıcı moment, Batı’nın desteğini arkasına almış, ırkçı
yerleşimci-sömürgeci Siyonizmden kurtulmak için uzun zamandır yürütülen
bölgesel savaşta önemli bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırdır yürüttüğü
yağmaya ve yol açtığı dehşete rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu
ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.
Bilâkis,
ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin
başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.
Nasrallah
suikastı da Amerikan bombaları ve savaş uçakları gibi Vaşington’un sunduğu
diğer yardımlar da İsrail’in hayatta kalmak için bel bağladığı güç olarak ABD’nin
çöküş sürecinde hiçbir değişikliğe yol açmayacak.
Bir
de Siyonistlerin suikastı birincil taktik olarak kullandıkları gerçeğini hiç
unutmamak gerekiyor. Siyonistlerin tek tek liderleri değil, kararlılıkları
kolaylıkla kırılamayan tüm halkları hedef aldıkları bilinmeli.
Nasrallah,
1992 yılında selefi Abbas Musevi İsrail tarafından katledildikten sonra Hizbullah’ın
başına geçti. Nasrallah, örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce kavuşturdu.
Hizbullah’ın
gücü tek bir kişinin iradesini değil, Nasrallah’ın da her daim dile getirdiği
gibi, kurtuluş yolunda muazzam fedakârlıklar yapmaya istekli, davaya derinden
bağlı bir toplumsal tabanı temel alıyor.
Madem
“Hamas’ın bir fikir, bir parti” olduğunu söyleyen İsrail ordusu Hamas’ın ortadan
kaldırılamayacağını kabul ediyor, Hizbullah için ne diyecek?
Asıl
iç karartıcı husus şu: Filistin’i ve bölgeyi Siyonizmden kurtarmak için verilen
savaşın şiddeti, Avrupa-Amerika imparatorluğunun hedef aldığı Cezayir, Vietnam
ve Güney Afrika gibi ülkelerin kurtarılması için yürütülmüş savaşların şiddetinden
daha düşük olmayacak.
Her
şeyden önce bugün de işgalci ve sömürgeci güçler aynı ülkeler. Bu ülkelerde topraklarını
ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı duydukları, soykırımı bir
seçenek olarak gündemde tutan nefret hiçbir şekilde azalmadı.
Kendisinden
öncekiler gibi Nasrallah da hayatını Filistin’in kurtuluşu yolunda feda etti ve
bilinsin ki bu mücadele bugün sona ermiş değil.
Ali Ebunima
28
Eylül 2024
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder