Abdülcevad Ömer Söyleşisi
Louis Allday
17
Kasım 2023
Bu söyleşiyi kabul ettiğin için sana çok teşekkür ederim, Abdülcevad.
Mondoweiss’ta
çıkan “Filistin İçin Mücadelede Ümit Verici Patolojiler: Adam Shatz’e Cevap”
isimli son makalenin aklımı başımdan aldığını söylemem gerek. Dolayısıyla,
seninle konuşmak mutluluk verici.
Kaleme aldığın makalede,
Adam Shatz’in London Book Review’de [“Londra Kitap Eleştirisi”] çıkan
“Kinci Patolojiler” isimli makalesine cevap veriyorsun, ama aslında yazı, çok
daha fazla şey söylüyor. Dürüst olmam gerekirse, 7 Ekim’le ilgili bugüne dek
okuduğum en iyi yazı. Shatz’in makalesine hangi gerekçelerle cevap verdin,
cevap vermeyi neden önemli gördün?
Adam
Schatz’in makalesinde beni asıl rahatsız eden şey, ondaki Filistinlilerin
uyguladığı şiddete yönelik tiksinti veya Gazze’de yaşanan olaylara dair izlenimini
muhafaza etmek adına, İsrail ordusunun uyguladığı sansürün, yanlış ve yanıltıcı
bilgilerin biçimlendirdiği İsrail dilinin benimsenmiş olması değil. Makaledeki
asıl mesele, Shatz’in direnişi indirgemeci bir yaklaşımla ele alması, direnişi
“ilkel dürtüler”e ve kontrolsüz tutkulara indirgemesi, bunun dışında, her
türden ihtimali görmezden gelmesiydi.
Eleştirimde
değinmedim ama aslında bu maraz, sadece Shatz’e değil, tüm liberallerin
analizlerine has. Judith Butler gibi isimler, direnişi ahlaken çöpe atıyorlar
ama genel manada liberaller, direnişin politik potansiyelini
önemsizleştiriyorlar. Bu arada, Butler makalesinde yas meselesine odaklanırken,
Shatz, en azından direnişin politik ve askeri mantığına, bunun yanında,
taşıdığı imkânlara dair kafa yoruyor. Ama bunu yaparken Shatz, nihayetinde bu
imkânları distopik ve karanlık olgular olarak ele alıyor, buradan da onları faşizmdeki
yükselişin kaçınılmaz bir sonuç olduğunu söylüyor. O, bize sadece bir kâbustan
bahsediyor.
Bence
düşünürler, sadece kâbuslardan bahsediyorlarsa, bilerek ya da bilmeyerek
statükoyu onaylayıp ona destek sunuyorlardır. Bize canavarları anlatıp, bizim
mevcut yapılara bağlı kalmamızı, gerçekliğin olduğu gibi sürüp gitmesi için
çalışmamızı, hatta Gassân Kenefâni’nin dediği gibi, Filistinlileri kendilerinin
olmayan bir dünyada yaşamaya devam etmeleri yönünde teşvik etmemizi
söylüyorlar. Shatz’e göre kâbus ufukta görünmüş durumda, oysa biz Filistinliler,
zaten 75 yıldır bir kâbusun içinde yaşıyoruz.
Burada
tam anlamıyla politik bir günah söz konusu. Çünkü bugün Filistin direnişi,
duyguların tutkularla iç içe geçerek oluşturduğu bir yapı üzerinden hareket
ediyor. Tüm güçlü yanlarını açığa çıkartmak için uğraşıyor, politik ihtimaller
denizine açılmak için elindeki en ufak gücü devreye sokuyor. Bunu da tarihte
bir yarık açmak için yapıyor. Evet, bir kâbusun gerçek olması olası, evet,
Filistin direnişi kusursuz değil, ama kâbus da bu mücadelenin sunacağı yegâne
şey değil.
Müttefik
bildiğimiz ama bu olasılıklara mani olan kişileri ben “affedilemez” buluyorum.
Şiddete yönelik tiksintiyle veya Filistinlilerin eylemlerine dair, ahlak
düzleminde dile getirilmiş kınamalarla zerre ilgilenmiyorum. Her türden kurumun
ortaya koyduğu direniş eleştirilmeli.
Ben
inatla, tarihin de ortaya koyduğu biçimiyle, Gazze denilen hapishanede olan biten
her şeyin takdim edilenden çok farklı olduğunu söylüyorum. Ben, burada
Filistinli savaşçıların sivil öldürmediklerini tabii ki söylemiyorum. Sadece
bize takdim edilen imajın en iyi hâliyle eksik olduğunu iddia ediyorum. Bu
savaş sona erdiğinde, meselenin daha karmaşık yönlerini ele alan bir dilin
geliştirilmesi gerekiyor.
Ama
bugün birçok düşünür, düşünceye karşı, düşünme pratiğine karşıt bir tutum
alıyorlar. Düşünmeye yönelik reddiye, faşistlerden bekleyeceğimiz bir davranış
biçimi, solculardan veya ilericilerden değil. Zizek, bu tutumun başka bir
örneği. Adam, Filistinlilerin eylemlerini ve ortaya koyduğu direnişi
Filistin’deki mahrumiyetin ve umutsuzluğun bir yansıması olarak ele alıyor.
Nedense o çok başarılı felsefeciler ve yazarlar, birden birer indirgemeciye ve
ideologa dönüşüyorlar.
Filistinliler
umutsuzluğa düştüklerinde ve yüzlerini direnişe çevirmediklerinde, Mahmud
Abbas’a yani birer işbirlikçiye dönüşüyorlar. Bu da onları sahneden silip
atıyor, değersizleştiriyor. Direniş her daim umut verici bir marazdır,
nihayetinde zaferi getirmese bile böyledir.
Senin
sözlerin bana Mehdi Amil’in “Direnmediğin sürece yenilmezsin” sözünü anımsattı.
Filistin direnişine yönelik düşünceyi çöpe atan tepkilere dair sözlerini
düşünürken aklıma 7 Ekim sonrası içlerinde Filistin davasına görünüşte destek
sunanlar da dâhil çok az sayıda insanın böylesi bir operasyonun yürütülmesi
konusunda belirlenmiş stratejik hedefleri ve niyetleri değerlendirmeyi
istemedikleri veya değerlendirmedikleri gerçeği geldi. Birçok kişi, 7 Ekim
operasyonunu basit bir yaklaşımla ele aldı, onu Gazze’nin uzun süredir işgal
altında oluşunun ve bu işgalin yol açtığı çilenin sebep olduğu öfkenin ve
şiddetin kaçınılmaz veya kendiliğinden patlaması olarak değerlendirdi. Sense
makalende, İsrail’in olaylara dair sözlerinin hiçbir hükmünün kalmadığı
koşullarda, bu yaklaşımın neden yanlış ve kibirli bir yaklaşım olduğunu net bir
dille ifade ediyorsun. Burada argümanını kısaca izah edebilir misin?
Direniş,
derin köklere ve uzun bir tarihe sahip. Batılı aydınlar da birçok Filistinli de
direnişler arasındaki bağları büyük ölçüde görmezden geliyorlar. Filistin
üniversiteleri, direniş çalışmaları konusunda akademik programlar
hazırlamıyorlar. Bu, bence üzerinde durulması gereken, ihmal edilen bir husus.
Yezid
Sayig’in Filistin devriminin çöküşünü doğru bir biçimde tasvir eden detaylı
akademik analizleri bile kapsamlı çalışmalar değil. Bazen hatta bu çalışmalar,
Filistinlilerin uluslararası sisteme zarar verme becerisi konusunda kötüleyici
bir dil kullanıyorlar. Yoldan çıkmış, zındık olarak görülen Filistinli savaşçı
ile ilgili klişe, meselenin anlaşılmamasını sağlıyor. Bu tür klişelerin
şarkiyatçılığın ürünü olduğunu görmek gerekiyor.
İlgili
şarkiyatçı dil, Mahmud Abbas gibi isimleri işbirlikçi tutumları ve
Filistinlilere uyguladığı işkence sebebiyle övüyor, hatta bu tür isimleri
politika ve ahlak düzleminde meşrulaştırıyor, buna karşılık, Filistinli
savaşçıyı düşünsel alanda ilgilenmeye değer bir olgu olarak görmüyor, onu idrak
etme gereği bile duymuyor.
Filistinlilerin
mücadelelerini dile dökecekleri alan, hukuk alanıyla ve liberallerin mağduriyet
üzerine kurulu yaklaşımları ile sınırlı. Liberallerin bu yaklaşımları, faillik,
sivil direniş ve sivil itaatsizlik gibi konuları yüzeysel ele alıyor, buna
karşılık, Filistinli kurtuluş örgütlerini besleyen koşulları ve Filistinlilerin
yüzleştikleri ağır gerçekleri görmezden geliyor. Çelişkili ama belki de utanç
verici bir tutum dâhilinde, birer askere dönüşmüş olan, Filistinli savaşçıları
ve onların askeri mantığını idrak etme meselesine yoğunlaşan âlimlerse,
direnişi onun altını oyup mağlup etmek için anlamaya çalışıyorlar.
Gazze’de
yaşanan olaylar konusunda ise şu söylenebilir: Filistinlilerin askeri
stratejisi, askeriyeye ve güvenlik kurumlarına ait tesisleri hedef alma,
yerleşimleri ele geçirme ve bölgenin derinliklerine nüfuz etme üzerine
kuruluydu. Bu gerilla taktiğinde amaç, İsraillilerin toprakları ele geçirme
çabalarına engel olmanın yanında, İsrail’in saldırı imkânlarını ortadan
kaldırmak ve müzakere için alan açmaktı. Bu yaklaşım, bize örtük olarak
İsrail’in Filistinli eylemcilerin saldırılarına verdikleri cevaplarda
İsraillilerin hayatlarına pek saygı duymadıklarını ortaya koydu.
Burada
şu gerçeği vurgulamak gerekiyor: Filistinlilerin direnişi, bir açık bulmayı,
fırsat kollanacak anlarda çatlaklar belirlemeyi tek çare olarak gören,
düşmanından daha zayıf bir güç olarak hareket ediyor. Operasyona iki ilâ üç bin
savaşçı dâhil oldu. Saldırı, her iki tarafı da şaşırttı. Düşman arazisine
sızanlar da savunmaya geçenler de kafa karışıklığı yaşadılar.
Eğer
eylemcilerin derdi, ayrım gözetmeden, karşılarına çıkanları öldürmek olsaydı,
ilk günlerde yaralı ve ölü İsrailli sayısı çok fazla olurdu. Kullanılan
güçlerin sayısı, bu güçlerin ikmal edilme yöntemleri ve tüm bölgelerde
kurdukları hâkimiyet, bize bunu söylüyor. Sivil alanlarda saatlerce çatışmış
olsalardı, o binlerce savaşçı, daha fazla ölüme sebep olurdu.
Diğer
üzerinde durulması gereken husus ise militarizmin İsrail toplumunun iliklerine
işlemiş olduğu gerçeği. Saldırılarda birçok insanda silâh olduğu görüldü, çok
sayıda İsrailli silâh kullandı. Twitter’da ilk günler birçok İsrailli
gazetecinin ve yurttaşın Filistinli savaşçıların asker ya da polis değil,
bizzat sivillerce püskürtüldüğünü ve öldürüldüğünü söyleyen mesajlara
rastlandı. Demek ki eylemciler, sadece askerle ve özel birimlerle çatışmaya
girmemişlerdi, aslında asker olan siviller ve askeri eğitim almış polisler de
çatışmalara dâhil oldu. Bunlar, genel resmin çok küçük bir parçası ama gene de
önemli. Çünkü İsrail, bu süreçte Gazze’deki Filistinlileri soykırıma uğratma
niyetini açıktan beyan etmek için moral düzeyinde aldığı yara bereyi bir
biçimde kullandı ve onu bu maksatla devreye soktu.
Sahayı
bilen her gözlemci, ordunun kimliğinin merkezinde durduğu, yerleşimlerdeki
nüfusa güvende olduklarına dair bir his vermek zorunda olduğu gerçeği dikkate
alındığında, İsrail’in Aksa Tufanı Operasyonu neticesinde büyük bir darbe
aldığını söylüyor. Sence bu, İsrail’in aşamayacağı, üstesinden gelemeyeceği
türden bir psikolojik darbe midir? Uzun vadede bu darbe ne tür sonuçlara yol
açacak? Bilhassa İsrail ordusunun bugünlerde, Gazze’de ve yoğunluğu ile kapsamı
giderek artan Hizbullah saldırıları neticesinde kuzeyde yaşadığı kayıplar konusunda
neler söyleyebilirsin?
Siyonistlerdeki
üstün olduklarına dair anlayışı paranoyak bir dünya anlayışı biçimlendirdi.
Siyonizmin kurucu babalarından olan Zev Jabonitski’nin dile getirdiği biçimiyle,
Demir Duvar anlayışını merkeze koyan askeri doktrin bu anlayışı besledi.
İsrailliler
“varoluşsal kaygı”nın pençesinde kıvranıyorlar. “Yahudi devleti”nin bekasını
dert edinen kapsamlı bir korku yönetiyor onları. Düşünce kuruluşları,
gazeteleri ve askeri dergileri incelendiğinde Filistin nüfusundaki artış,
Filistin direnişi, İran’ın nükleer programı, hatta Arap ordularının imkân ve
becerileri gibi tehdit algılarına kafayı takmış oldukları görülüyor. İsrail,
her zaman tetikte olmak zorunda olan, dünyayı farazi veya gerçek, yakın ya da
uzak herhangi bir tehdit var mı diye durmadan tarayıp duran bir ülke.
Oysa
bu sürekli tetikte olma hâli, bilinmeyeni bilme dürtüsü, her şeyi paranoyak bir
çift gözle sürekli kontrol altında tutma arzusu, onca gelişmiş gözetleme
teknolojisi, istihbarat faaliyeti, siber alandaki imkân ve beceriler, yapay
zekâ, savunma ve saldırı amaçlı askeri stratejiler, İsrail’i o Demir Duvar’ın
aşılamayacağına inanmaya itiyor. Oysa bizatihi bu inancın kendisi bir kusur.
7
Ekim günü İsrail’in güvenlik duvarı delindi. Sürekli dillendirilen tehditlere
ve kabul edilen zarar görme ihtimallerine rağmen ülke, kendisini güvende
olduğuna ikna etti. Zarar görme ihtimaline ilişkin kamusal alanda süren
tartışma, çelişkili bir biçimde, yenilmezliğe dair yanlış bir anlayışa sebep
oldu. Sonrasında Arap ülkeleriyle normalleşme çabaları bu anlayışı besledi.
Dolayısıyla,
7 Ekim olayları, bu ülkenin hiçbir şekilde zarar görmeyeceğine dair yanılsamaya
son verdi. Bir tehdidi veya zarar görme ihtimalini soyut bir ihtimal olarak ele
almakla onunla travmalara yol açacak bir gerçeklik olarak yüzleşmek arasında
önemli bir fark söz konusu. Kısa süre içerisinde bu zarar görme ihtimali,
potansiyel bir risk olmaktan çıkıp ülkeyi harap edecek bir gerçekliğe evrildi,
“yıkıcı bir deneyim”e dönüştü. Sanki “Tanrı”, aniden onların ölümlü olduklarını
anlamış gibiydi, başka bir ifadeyle, tanrı, her şeyden önce İsraillilerin insan
olduğunu keşfetmişti. Tam da bu sebeple operasyon sonrası İsrail’in
liberalleri, hatta sözde solcuları birer faşiste dönüştü. Ben Gvir, birkaç
küçük istisnayla yüzleşildiği koşullarda, İsrail’in kolektif sesi olarak çıktı
sahneye.
Bana
kalırsa, bu deneyimin kapsamı ve derinliği, Gazze, Batı Şeria ve Lübnan’da
hâlihazırda sürmekte olan savaşa bağlı. İsrail, gerçekleştirdiği saldırı
dâhilinde o ağır yenilgi sonrası bir zafer anlatısı inşa edip halkını ona
bağlayabilecek mi göreceğiz. Süre giden harekâtın sonuçları ne olursa olsun,
İsrail’deki güvenlik aygıtına ve orduya yönelik güven ve bağlılık zayıfladı.
İsrail,
saldırıya ilk elden Nekbe’yi ve etnik temizliği anımsatan bir tepki verdi.
Sonra Batı Şeria’daki Filistinlileri ve Gazzelileri Sina Yarımadası’na sürme
ihtimali gündeme geldi. Buradan şunu söylemek gerekiyor: İsrail, uluslararası
planda Filistin’deki gerçeğe kör bakma arzusu olduğunu gördüğü vakit, bu
yüzyılda yeni bir Nekbe’yi gerçekleştirmeye çalışacaktır.
Son
beş hafta içerisinde İsrail’in Gazze’ye yönelik uyguladığı şiddet, dünya
genelinde kınamalarla ve halkın öfkesiyle, geniş katılımlı eylemlerle,
yürüyüşlerle, Filistin’le dayanışma amacıyla dünya ölçeğinde yapılan başka
türde doğrudan eylem türleriyle karşılandı. Bu gelişme sence ne kadar önemli?
Uluslararası dayanışmanın bu mücadelede önemli bir faktör hâline gelebileceğini
düşünüyor musun?
Birçok
kişi, Filistin’le dayanışmanın mücadelemizin işitildiğini gösteren, psikolojik
rahatlama sağlayan desteği Filistinlilere sunmayı ifade ettiğini düşünüyor.
Bense daha çok denklemin diğer tarafıyla, Filistinlilerin mücadelesinin küresel
kuzey, Arap dünyası ve küresel güneydeki insanlar için kurumsal, ekonomik ve
yapısal gerçekleri ifşa ediyor oluşuyla ilgileniyorum.
Bence
Filistin mücadelesi, gerçekleri ifşa ediyor, faşizmi aleni kılıyor, ilgili
toplumlarda yaşanacak radikal politik ve ekonomik değişimin gerçekleşeceği
yolları gösteriyor. Daha doğrusu, bu yolları göstermek zorunda.
Filistin,
ne milliyetçi ne de dini bir dava. İnsana kendisini iyi hissettirecek bir olgu
olarak da görülemez. O, salt ateşkesi sağlama amaçlı bir hareket değil.
Biz,
dünyaya kanımızla, bilhassa adil, ekonomik açıdan eşit, sömürgelikten
kurtulmuş, ırkçı tutumlardan arınmış bir dünya isteyenlere bir hediye sunduk.
Öncülük ettiğimiz dünya, emperyalizmlerin gizli söylemlerini ifşa ediyor,
iktidar merkezlerini şizofrenik duruşlarını ve riyakâr tutumlarını ortaya
sermeye zorluyor. Filistin mücadelesi, tam da bu sebeple evrensel bir mücadele,
Filistin, tam da bu sebeple hakikatin onun değersizleştiği, ciddiye alınmadığı
momentte yoğunlaştığı bir yer. Filistin, aynı zamanda emperyalizmin
merkezlerinde ırkçılıkla yoğrulmuş eşitsizliklerin çilesini çekenlerin
Filistin’de ve verdiği mücadeleyle politik düzlemde doğalında ilişkilenebildiği
bir ülke.
Filistin
mücadelesi solu harekete geçirdi, yeni politik eylemlilik biçimlerinin inşa
edilmesine katkı sundu. Tam da bu sebeple İsrail yanlısı ağlar, bugün korkutma
ve gözdağı taktikleriyle tartışmalara son vermek için uğraşıp duruyorlar.
Bununla
birlikte, salt politik açıdan, Filistin’de uzun savaş konusunda belirli bir
uzlaşmanın bulunmaması, dünya genelinde halkların hareketliliğinin açığa
çıkarttığı enerji ve savaş karşıtı hareketlerin yeniden canlanması, politik
iktidara baskı uyguladı ve Gazze’de İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıların
alanını daralttı.
Anlaşılır
kimi sebepler neticesinde dünyanın önemli bir bölümü, geçen ay içerisinde
Gazze’ye odaklanırken İsrail, senin de bulunduğun Batı Şeria’da uyguladığı
şiddetin düzeyini yukarı çekti. 7 Ekim’den beri orada neler olup bittiğinden
biraz olsun bahsedebilir misin, bu yaşananlar, Filistin’de Siyonist yerleşimci
sömürgeciliğe karşı verilen genel mücadeleyle ne tür bağlantılara sahip?
Bugün
Batı Şeria’da ayrı ama iç içe geçmiş iki mücadeleye tanık olunuyor. İlki,
halkın İsrailli yerleşimcilere ve orduya karşı gerçekleştirdiği eylemleri
içeren silâhlı direniş. İkincisi ise Filistin Yönetimi’ne karşı sürdürülen
politik mücadele. Bu iki çelişkiyle birbiriyle bağlantılı, ama ikisi, hem aynı
anda hem de birbirinden ayrı şeyler olarak yaşanıyor.
Bilhassa
göçmen kamplarında, köylerde ve eski şehirlerde Filistinli işçiler, Filistin Yönetimi’nden
kopuyorlar. Bunun sonucunda söz konusu bölgelerde silâhlı gruplar oluşuyor. Üst
ve orta sınıfa mensup, Filistin Yönetimi’ne bağımlı ve politik olarak onunla
yürüyen kişiler, bu silâhlı harekete şüpheyle yaklaşıyorlar. Bu desteğe karşın
Filistin Yönetimi, önemli itirazlarla yüzleşiyor. İçteki ayaklanmaların ve
İsrail’deki politik yapıların Ben Gvir ve ona bağlı yerleşimci hareketinin
açıktan dile getirdiği, ama çoğunlukla gizli kalan arzularının baskısıyla Filistin
Yönetimi, İsrail’le güvenlik konusunda işbirliği yapıyor. Oysa bugün Siyonist
hareket, bu bağımlılık ilişkisinden kopmak niyetinde. Zira Siyonist hareket,
askeri tavır geliştirme konusunda kararlı, bu anlamda, Filistinlileri topraklarından
kopartmayı amaçlıyor. Baskının üçüncü biçimi ise Amerikalı, Avrupalı ve Arap
paydaşların kayıtsızlığından kaynaklanıyor. Bugün dur-bekle stratejisini
benimsemiş olan Filistin Yönetimi, Gazze’deki direniş dayanmayı ve ivme
kazanmayı becerirse, kendisini dezavantajlı bir konumda bulabilir.
Hâlihazırda
İsrail ordusu, Batı Şeria’da kapsamlı operasyonlar yürütüyor. Bu şehirde,
özellikle kuzeyindeki Tulkerim ve Cenin gibi şehirlerde varolan özsavunma
alanlarında hiçbir engelle karşılaşmadan, özel operasyonlar yürütüyor,
insanları tutukluyor. Buna karşılık, Batı Şeria’da Filistinliler kitlesel gösteriler
düzenliyorlar, İsrail güçleriyle çatışıyorlar. Ayrıca İsrail, politik ve
toplumsal eylemcileri tutukluyor.
7
Ekim’den beri Batı Şeria genelinde 2.000’in üzerinde Filistinli tutuklandı.
İsrail ordusu ve yerleşimciler, bu süre zarfında 200 kadar Filistinliyi katletti.
Endişe verici olansa İsraillilerin bir yandan da Batı Şeria’daki yerleşimcileri
silahlandırıyor olması. Bu çalışma neticesinde şehirde İsrail ordusu yanında
bir de aktif silâhlı bir milis kuvveti oluşturuldu.
Kısa
süre önce Amid Falih’in bir makalesini yayımladık. Falih o makalesinde 7 Ekim’in
Oslo Anlaşmaları’nın ölümünü ifade ettiğini söylüyor. Sen bu görüşe katılıyor
musun? Katılıyorsan eğer, sence 7 Ekim özelde Batı Şeria, genelde Filistin
kurtuluş hareketinin geleceği konusunda neyi ifade ediyor?
Ben
de analize katılıyorum ama bir şerh düşüyorum. Zira ben, zaferin de yenilginin
de olası sonuçlar olduğunu düşünüyorum. Filistin Yönetimi’yle ve neoliberal
politik paradigmayla yaşanan bu çatışmadan güçlenerek çıkmamız mümkün. Ama aynı
zamanda Gazze’de Dayton’ın geliştirdiği güvenlik doktrininin yeniden uygulanması
için gerekli zemini teşkil edecek bir şokla da yüzleşilebilir.
Savaş,
geçici bir andır. Ben, farklı bir sonucun oluşmasını umut etsem de
Filistinlilerin hayatta kalmak için çaba harcayan, savunmasız bir halk olduğunu
görmemiz gerekiyor. Filistinliler, kendilerini yok etmeye çalışan güçlere karşı
hayatta kalmak için hem İsrail’le işbirliği kuruyorlar hem de ona karşı direniş
sergiliyorlar. Bunlar, birbirinden farklı yaklaşımlar olsa da özünde her ikisi
de hayatta kalmak için geliştirilmiş stratejiler. Gazze’de bugün süren çatışma,
Filistinlileri bu hayatta kalma stratejilerinden birini çöpe atıp diğerine
bağlanmak zorunda bırakabilir.
İsrail’in
ABD’nin askeri yardımına ve desteğine bağlılığının ölçüsü geçen ay içerisinde
çarpıcı bir biçimde görüldü. Artık İsrail’in kendi başına ayakta kalabilecek
bir güç olmadığı herkesin malumu. Tam da bu sebeple bölgesel savaş riski
mevcut. Siz, ABD yönetici sınıfının İsrail’le ilişkilerinin yeniden gözden
geçirildiği koşullarda bu sınıfın önemli bir kısmının İsrail’i ABD çıkarları
için bir ayak bağı olarak görmesi mümkün mü? Görmeleri durumunda bu ne tür
sonuçlar doğurabilir?
Amerikan
yönetici sınıfının İsrail’in stratejik bir yük olduğunu kabul edebileceğini
sanmıyorum. Son yirmi yıl içerisinde İsrail’in stratejik değeriyle ilgili
şüpheleri müesses nizama mensup kişiler dillendirdiler. Orduya ve dış
politikaya hizmet eden, prestijli kurumlarda çalışan kimi uzmanlar, profesörler
ve dış politika âleminin önemli akademisyenleri benzer tespitlerde bulundular. Ama
gene de İsrail lobisinin gücünü ve nüfuzunu koruduğunu, ABD’nin tarihsel,
kültürel ve seçimle alakalı sebeplere bağlı olarak gelecekte de İsrail’den
kopmayacağını görmek gerek.
Lobinin
argümanı da Amerika’nın Ortadoğu’daki konumuna dair tespitler de Filistin meselesinin
kaçınılmaz bir sonuç olduğuna, dünyanın gidişatıyla bir alakasının
bulunmadığına dair hatalı inancı temel alıyorlar. Bu bakış açısı, Gazze ve Batı
Şeria’da süregiden çatışmalarda İsrail hedeflerine ulaşamazsa boşa düşer ve
onun temelsiz olduğu görülür.
Fakat
belki de diğer bir önemli husus da İsrail’in Hizbullah’ı ve İran’ı saldırılardan
caydırmak için Amerika’nın askeri gücüne ihtiyaç duyması. Kendi toplumu bile o
ilân ettiği bağımsızlığın bir komedi olduğunu görüyor. Siyonistlerdeki İsrail’in
“Yahudi”lere ait bağımsız gücün cisimleşmiş hâli olduğuna dair inanç aşınıyor.
Politik
açıdan süreçte ABD, İsrail siyasetine, uzun vadede gerçekleştireceği yürüyüşe,
iç siyasetine ve kimi politik adımlarına daha fazla hâkim olacakmış gibi
görünüyor. Bu, Filistinliler için hayırlı bir gelişme değil. İsrail’in Amerika’ya
ait askeri endüstrilere, finansal güce, diplomatik nüfuza ve bölgede kurduğu
ittifaklar sistemine yönelik bağımlılığın ne düzeye ulaştığını görmek
gerekiyor. İlişkilerde üstün olan ABD. Bu anlamda, “Vaşington’a uzanan yol Tel
Aviv veya Kudüs’ten geçer” anlayışı terse dönmüş durumda. Tel Aviv, gerçekte
kırılgan yapısını muhafaza eden Amerika’ya ait gücün bir karakolu.
Bu
söylediklerime ek olarak, İsraillilerin 7 Ekim olaylarını Amerika’nın ve Avrupa’nın
gücünü artırmak, politik ve stratejik gerçeklerle hesaplaşıp, onları yeniden
tarif etmeye çalışmak için kullandığını ifade etmek gerekiyor.
Geçen
ay içerisinde tanık olduğumuz olayların yol açtığı dehşete, Gazze ve diğer
yerlerde insanların çekmekte olduğu çileye rağmen ben, gene de Filistin’de Siyonist
sömürgeci projenin sonunu getirecek sürecin başladığına inanıyorum. Bu görüşüm
sence fazla iyimser olan, gerçek dışı bir değerlendirme mi yoksa sen de böyle
mi düşünüyorsun?
Dünya,
yaşananlardan şu dersi çıkartmalı: Filistin mücadelesi, tüm kuşakları
kucaklayan bir mücadeledir. İlk elden alınacak sonuçlara bakmadan ilerler.
Filistinliler, her türden çatlağı kullanmaya çalışır, yeni yollar açmak için
uğraşır, örgütler kurar, topraklarını geri almak için kültürel, toplumsal,
ekonomik ve teknolojik kaynaklarını harekete geçirir. Onlarda yola devam etme
konusunda kimsenin boyun eğdiremediği bir irade mevcuttur. Rüzgâr tersten
esmeye başlasa da yenilgi yerleşik bir hâl alsa da o iradeyi kimse kıramaz. Onlar,
yorulmak nedir bilmeden, adalet peşindedirler. Mevcut çatışma, hayatta kalma
çabası içerisinde önemli ve yol açıcı bir gelişmedir. Uzun vadede olacaklara
dair bir işarettir.
Şuan
elimizde analizinizi destekleyen bir dizi gösterge mevcut. Filistin, dünya
sahnesine acilen ele alınması gereken bir mesele olarak çıkıyor. Buna ek
olarak, Filistinlilerin direnişi, Gazze’de İsrail’in yürüttüğü operasyonları
içinden çıkılmaz bir hâle sokan, aktif bir ittifak sistemi meydana getirdi.
İsrail, aynı zamanda ekonomik, politik ve psikolojik bir yükü omuzlamak zorunda
kalıyor. Bu yük, İsrail’i fedakârlıkta bulunmaya itse de aynı zamanda onu
nüfuzunun ve elindeki imkânların sınırlarını kavramak zorunda bırakıyor. Oluşacak
sonuçlar, çatışmanın nasıl ilerleyeceğine ve bölgede tırmanma potansiyeline
bağlı olsa da eldeki ilk işaretler, İsrail’in 7 Ekim olaylarını aşacak yenilgilerle
yüzleşebileceğini ortaya koyuyor.
İsrail’in
Gazze için belirlediği stratejik hedeflerin bir yönü yok. Taktiksel kimi
başarılar ulaşsa da askeri operasyonlar için belirlenmiş sınırlı süre dâhilinde
uzun vadeli stratejik kazanımlar elde etmesi pek mümkün değil. Şu önemli:
Amerika’nın bölgedeki politik ve askeri faaliyetleri, İsrail’in Gazze için
belirlediği operasyon süresiyle uyumlu değil. İsrail, meseleye dikkatle yaklaşıyor
ve yavaş hareket ediyor. Stratejik düzlemde çatışma süresini uzatmakta olan
Filistin direnişini net bir müdahaleyle aşamayacakmış gibi görünüyor. Direniş,
kısa süreli çatışmadan ziyade, savunma amaçlı muharebe için kendi kaynaklarını
ve personelini korumayı amaçlıyor, bu bağlamda, uzun soluklu bir mücadeleye
hazırlanıyor.
Hizbullah’ı
ve İran’ı saldırıdan vazgeçirme çabalarının da en iyi hâliyle geçici çözüm
olduğunu söylemek gerekiyor. Diplomatik çözüm yolu bulunamazsa ve kırmızıçizgiler
aşılacak olursa, Beyrut ve Tahran’da yapılan stratejik hesaplarda hızlı bir
değişikliğe tanık olunabilir.
Amerikalı
ve İngiliz yurttaşlar, Filistin-İsrail çatışmasına ilgi göstermeseler de artan
enflasyon, ekonomideki zayıflama ve askerlerinin İsrail yanında savaşa girme
ihtimali gibi meselelerle yüzleşmek zorunda kalabilirler.
Tam
da bu sebeple ABD, bugün İsrail’in askeri operasyonlarını yoğunlaştırıp hızlandırmasını
istiyor. İsrail ise sadece sivil kayıplara gelecek muhtemel tepkileri dert
etmekle kalmıyor, ayrıca askeri düzeyde, ülke içerisinde kamuoyunun duygularını
ve düşüncelerini olumsuz yönde etkileyebilecek kayıpların yaşanmasından da
korkuyor.
Hâlihazırda
İsrail, 360.000 üzerinde yedek askerini seferber etti. Ayrıca İsraillileri
Lübnan sınırına ve Gazze’ye gönderiyor. 200.000’den fazla İsraillinin ülkeye
dönmesi bekleniyor. Oluşan ekonomik yük, turizm, tarım, restoranlar, barlar,
yüksek teknoloji gibi çalışanlarının önemli bir kısmı askerde olan sektörleri etkiliyor.
Hizbullah’ın
baskılarını artırmasıyla İsrail, kararlar almak zorunda kalıyor. Bu noktada, İsrail
savaşın alanını genişletip genişletmeyeceğine, bu fedakârlıkta bulunma isteği
ile birlik ruhunu Hizbullah’la kapışmak için mi yoksa savaşın dozunu düşürmek için
mi kullanacak, karar vermek zorunda. Ayrıca bir de Gazze’deki Filistinli
örgütlerin rehin tuttukları İsraillilerin ailelerinin uyguladığı baskılar var. Orta
vadede net zaferler elde edemezse, İsrail, halkını bu düzeyde seferber edemez.
Bugün
görülüyor ki İsrail zafere ulaştığına dair bir imajı oluşturma çabası
içerisinde. Böylelikle 7 Ekim olayları sonrası İsrail ordusu ve istihbarat
aygıtı nefes alacak.
Vaktini
ve bu çok önemli analizlerini bizimle paylaştığın için sana çok teşekkür ederim,
Abdülcevad. Buraya değinmediğimiz, ama senin önemli görüp eklemek istediğin
başka bir konu var mıydı?
Ben
teşekkür ederim, Louis. Üzerinde durulması gereken bir husus da Filistin
yanlısı kişilere yönelik saldırılar. Etnik-milliyetçi faşizmi reddedenlerin
antisemitizm damgası yemeleri trajik değilse bile komik bir durum.
Son
dönemde antisemitik görüşler dillendiren Hristiyan Siyonistlerin Vaşington’daki
gösterilerde Yahudi cemaatine mensup sağcı Siyonistlerle güç birliği yaptıklarına
tanıklık ettik. Bu ittifak, Yahudilerin tehlikede olma ve zarar görmeye dair
hafızalarının bir tür silâha dönüştürüldüğünü ortaya koyuyor. Artık bu hafıza,
bizatihi antisemitistlerin bir silâhı. Dahası, antisemitizmin kullandığı
söylemler, sadece Filistin yanlılarını susturmak için kullanılmıyor, ayrıca
bunlar, Filistinlilere ve mücadelelerine Yahudilerin ve ilericilerin sundukları
desteği ortadan kaldırmayı amaçlıyorlar.
Öğrenci
örgütlerinin yasaklanmasıyla, Filistin haklarına destek sunan tanınmış
insanların peşine düşülmesiyle birlikte yaratılan korku iklimi, tam da George
Orwell’in romanında bahsini ettiği şeye denk düşüyor. Bugün gerçek cesaret,
korkulara rağmen hakikati söylemeyi, eleştirel sorguyu kesintisiz bir biçimde
gerçekleştirmeyi ve her konunun tabulaşmasına karşı çıkmayı içeriyor. Filistin
direnişinin, tarihinin, evrim sürecinin ve politik iddiasının anlaşılması ve
eleştirilmesi de cesarete ihtiyaç duyuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder