“Barış bir tiyatro oyunu
Adalet bir gösteri yalnızca.”
[Nizar Kabbani]
Özellikle Amerikan kaynaklı düşünce kuruluşlarının
raporlarında ve bu raporlar uyarınca düşünüp yazan akademisyenlerin bölge ile
ilgili değerlendirmelerinde, İsrail ile Türkiye’nin iki rakip “bölge devleti”
olduğu iddia ediliyor.
“Ulus-devletin dar dünyası” aşılıyor ve birileri “bölge
devleti” olmaya ikna ediliyorlar. “Bölge devleti” ise esasen emperyalist
güçlerin bölgedeki üssü ve taşeronu olmak dışında bir anlama sahip değil.
Bu açıdan İsrail ile Türkiye rakip mi? Zaten
fiiliyatta bu yönde kullanılmıyorlar mı?
O vakit, Afganistan’dan Bosna’ya bir dizi ülkenin
kontrgerillasını eğitime tabi tutan Türkiye kimin gücü?
Bu konuda fikriyat, strateji ve lojistik gibi
başlıklarda destek veren İsrail, kimin devleti?
Sormak gerek: Kemalist Türkçülüğün kurucusu Munis
Tekinalp (Mois Kohen), katıldığı siyonist kongresinde “yeni vatan aranıyorsa bu
Anadolu’dur” dediği üzere, Türkiye’nin İsrail’den farkı nerede?
İsrail kurulduktan sonra yerli işbirlikçileri hükümet
ve devlet koltuklarını hiç boş bırakmışlar mıdır? Tayyip de onlarla arasının
iyi olduğu, onlardan ödüller aldığı ile övünmüyor mu?
Bugün yaygın biçimde dağıtılan Filistin bayraklarında
ya da atkılarında Filistin bayrağının kırmızı bölümüne “Ay-Yıldız” kondurmak, “Filistin
bir işgalden kurtulsun, diğer kripto İsrail’in işgali altına girsin” demek
değil midir?
Müslüman, kendisine zulmetmiş bir devletin bayrağının
Filistin’e dikilmesini nasıl isteyebilir? Filistinli Müslüman, ölümle verem
arasında tercih yapmak zorunda mıdır?
“Bölge devleti” konusunda rekabetten söz edilince,
Türkiye’nin artı yönünün “Müslümanlık” olduğu söyleniyor. Bu “bölge devleti”
yalanına sarılanlar Müslümanlıklarından utanmıyorlar mı? O Müslümanlığın bir
“Truva Atı” misali, bölgedeki ilişkilere kolayca nüfuz edebileceği, İsrail’in
antipatik durumu sebebiyle onun yol alamayacağı iddia ediliyor. Bu iddialar
uyarınca, taşeron rolü kapmak için yarışmak, bu milletin gururunu kırmıyor mu?
“İslam’ın kılıcı” olmakla övünen bir millet, bu
“ılımlı İslam” ile günümüzde hangi güçlerin eline teslim?
Son Mavi Marmara katliamda Yahudi devletinin zulmü
Türklerin canını yakınca “yakın dönemde yapılacak askerî tatbikatlar ve
Antalya’ya yönelik turizm faaliyeti askıya alınmış” deniliyor. "Bunlar, bu
tatbikatlar ve turizm dâhil, çeşitli iktisadî ve askerî temaslar neden var?”
sorusunun cevabı mevcut mu? Konya Ovası öğretmiyor mu Filistinli çocukların
üzerine bombaların nasıl düşeceğini?
Ulus-devletten bölge devletine genişleme meselesi “ip
cambazı” hikâyesini andırıyor. Hırsızlık çetesinin bir üyesi iki balkon arasına
ip geriyor, çıkıp ipte yürüyor, aşağıda onu izleyen halkın dikkatini diğer çete
üyeleri “cambaza bakın” diye yukarıya çeviriyor. Bu esnada da cüzdanlar
toplanıyor.
Olan da, yaşanan da bu.
Fukara mazlum halklar için bölgede olup biten, bundan
başka bir şey değil. Türk milletine “Amerika senin büyümene izin verdi”
denilmekte, ağza bir parmak bal çalınmaktadır. Osmanlı’yı diriltme hayalleri,
kimilerinin küçük dünyalarını renklendirmektedir. Emperyalizme salt Türklerin
emperyalistleşmesine izin vermediği için kızanlar, köleleşmenin bu tür
hikâyelerle örtbas edilemeyeceğini görmediler, göremiyorlar.
Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra da aynı düşünce
kuruluşları ajanslara şu haberi geçiyorlardı: “Rusya’da aydınlar ‘ılımlı
kapitalizm’i tartışıyorlar.”
Oysa bu tabir, eksiği gediği ile eski düzene geri
dönme imkânlarının iyiden iyiye tartışıldığı bir gerçekte kullanılıyor. “Ilımlı
kapitalizm”, sosyalizmin önüne set çekmek için uyduruluyor. Bir deli kuyuya taş
atıyor, kendisine “akıllıyım” diyen kırk kişi de bu taşı çıkarmaya çalışıyor.
“Bölge devleti” söylemi de bundan ibaret. Bu tabir de
devletten ayrışmaya ilişkin ipuçları veren milletin boynuna daha süslü bir
boyunduruk takıyor. Millet, gene bu devlete ve onun kölelik ilişkilerine tabi
kılınıyor. Kendisini mücadele içinde yeniden kurmasına mani olunuyor.
Katliam sonrası verilen tepki biçimlerinde de bu
türden yalanlara inananların sayısının az olmadığı görülüyor. “Fatih’in
torunları” olduklarına iyice inandırılan bir kesim, Filistin ile salt mülkiyet
ilişkisi kurabiliyor. Böylesi bir akıl karşısında kalp ve vicdan
soğuyuveriyor.
İsrail ile kurulan rekabet ilişkisi, kendisine uygun
bir mülkiyet ideolojisi ve söylemi üretiyor. Mülk sahiplerinin öfkesi yalana
mahkûm, mülksüzlerin öfkesi ise hakikate muhtaç.
Nihayetinde Osmanlı’nın bir vilayeti ile verilen kısa
süreli bir savaşın rantı üzerine kurulu nizamını sürdürenlerin yetiştirdiği bir
nesil, gene Osmanlı’nın vilayeti olan Filistin’i geri istiyor. Bu istemde,
yirmilerden beri hürriyet ve kurtuluş için mücadele veren Arapların adı hiç
yok.
Kemalizm, Arapları küçük ve hor görmeyi öğrettiği
evlatlarına yeni hamaset edebiyatı armağan ediyor. Araplar, bu edebiyatta eli
kirli “hırsız” çocuk!
Ülkücüler, iki yıl önceki Lübnan saldırısında, “bir
İsrail kadar olamadık, biz de Kuzey Irak’a girelim” naraları atıyorlardı. Aynı
meşrepte ilerleyen kimi İslamcılar da Filistin’i sırf Osmanlı bekası olması
sebebiyle “dert” ediyorlar. Bu dert, yeni mülklenen abdestli kapitalistlerin
bölgede ağızlarının sulanması ile ilgili.
Doğuya, seçimlere dair küçük hesaplarla hareket eden
Kemal Kılıçdaroğlu ve Hüseyin Çelik, aynı telden çalıyor: “PKK saldırıları ile
bu saldırının aynı zamanda olması tesadüf değil.” Bu laflar aynı hassasiyetlere
oynuyor. Mazlumların kimi kesimleri maruz kaldıkları zulüm sebebiyle kendi
çıkarları değil, efendilerin çıkarları yönünde hassasiyet geliştirebiliyorlar.
Birileri, olası öfke kabarmasının önemli bir bölümünü
PKK’ye işaret ederek söndürmeye gayret ediyorlar. PKK, bir kez daha, “günah
keçisi” misali, uçurumdan aşağı atılıyor. Müslüman efendiler ile milliyetçi
efendiler, kitle bilinci üzerinden alan kavgası veriyorlar.
Başbakan, bu saldırı “uluslararası hukuka aykırı”
diyor, (olmasa ne sanki!) kendi saldırılarından, PKK’ye yönelik operasyonlardan
ve o saldırılar sonrası dökülen kanlardan söz etmiyor. Ama milleti tekrar
kendisinin sütten çıkmış AK kaşık olduğuna inandırmaya çalışıyor.
“Üstünlük takvadadır, ırkta, kabilede, millette değil”
diyen Kur’an’ı çöpe atmış milliyetçiler, Filistin meselesi ile doğaları gereği
rabıta kuramıyorlar. Onlar da biliyorlar, bu rabıtayı kurabilecek olan yegâne
unsur Kürt milleti! Kürd’e kılıç sallamak, bu ilişkiyi de kesiyor.
Efendiler, yukarılarda kendi hesaplarına her türden
işi hâllediyorlar. Kölelere ise bu efendilerin uydurduğu masallara inanmak
kalıyor.
Efendiler, devlet düzeyinde birbirlerini tanıyorlar.
Rekabet de etse, uzlaşsa da İsrail devleti Türk egemenleri için kabul edilmiş
bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Bugün milletin ve ümmetin de bu gerçeği
“mutlak hakikat” düzeyinde kabul etmesini istiyorlar.
Son saldırı buradan anlaşılmalı.
Bu saldırı, efendilerin kendi aralarındaki rekabette,
bir tür boy ölçüşme olarak değil, efendilerin aşağıdakilere, kıyama hazır
mazlum milletlere yönelik verdikleri ortak bir mesaj olarak okunmalı.
Bu anlamda, bir kez daha özgürleştirilen Taksim’de
Abdurrahman Dilipak’ın dilinden dökülen teolojik eleştirilerin hiçbir kıymeti
yok. Onun tefsiri karşısında “İsrailliler şeytanın tohumudurlar” diyen Hamas’ın
tefsiri, bugünün somut gerçeğinde tercih edilmeli. İlki İsrail’i Yahudilik içi
siyonizm eleştirileri üzerinden İslam’a bağlamaya gayret ediyor ve tersten
İsrail’i meşrulaştırıyorken, ikincisi bugünün somutunda “iyi Yahudi yoktur,
olamaz” diyor. Bu, şeytanın tohumlarına hamilik yaptığını ve yapacağını
söyleyen Tayyip Erdoğan’ı da karşı tarafa atmak anlamına geliyor. Dilipak, bu
cüreti gösteremediği için kendiliğinden verili nizamî işleyişe eklemleniyor.
Bu noktadan sonra Filistin ile “İnsanî Yardım” başlığı
altında, insanî bir ilişki düzleminin kurulamayacağı açık. Bu yalan, İsrail’in
somut gerçeğine çarpıp dağılmıştır. Esasta “Gazze’ye giden gemiler, insanî
yardım değil, lojistik amaçlı gidiyordu”, denilmelidir. İsrail bunu böyle
anlamıştır, bu anladığı yerden kaçmadan, o yerin gerekleri yerine
getirilmelidir.
Efendiler, Filistin ile “Osmanlı bekası” türünden
teranelerle ilişki kurarken sosyalistler, devrimciler, Deniz Gezmiş’lerin
yolundan bölgeye giden ve zulme karşı dövüşerek şehit düşen yüzlerce yoldaşı
üzerinden orayla ilişki kurmuşlardır. Seksenlerin ortasından itibaren orası
boşalmış, yerlerini Müslüman devrimciler doldurmuştur. Artık “yeni” yoldaşlarımız
onlardır ve onlarla düşünmek gerekmektedir. Zulme ve sömürüye karşı verilen her
türlü mücadele ortaktır.
Onlar, İsrail’i gizliden ya da açıktan tanıyorlar,
bizlerin de tanımasını istiyorlar.
Onlar, zulme boyun eğmemizi istiyorlar, köleleşmemizi
bekliyorlar.
Onlar, Türkiye’nin “gizli İsrail”, İsrail’in “gizli
Türkiye” olduğunu unutturmaya çalışıyorlar.
Onlar, giden gemileri, gemilerdeki mürettebatı
suçlayıp kendilerini temize çıkartmak istiyorlar.
Onlar, zulmün sebebinin bizim öfkeli çığlıklarımız
olduğu yalanına inanmamız için uğraşıyorlar.
Onların kimi sözcüleri timsah gözyaşları döküyorlar,
bizim gözyaşlarımız ise düşmanın kanında soğumayı bekliyor!
Eren Balkır
31 Mayıs 2010
0 Yorum:
Yorum Gönder