Pages

31 Mayıs 2010

Onlar ve Biz - İsrail ve Filistin


Barış bir tiyatro oyunu
Adalet bir gösteri yalnızca.

[Nizar Kabbani]


Özellikle Amerikan kaynaklı düşünce kuruluşlarının raporlarında ve bu raporlar uyarınca düşünüp yazan akademisyenlerin bölge ile ilgili değerlendirmelerinde, İsrail ile Türkiye’nin iki rakip “bölge devleti” olduğu iddia ediliyor.

“Ulus-devletin dar dünyası” aşılıyor ve birileri “bölge devleti” olmaya ikna ediliyorlar. “Bölge devleti” ise esasen emperyalist güçlerin bölgedeki üssü ve taşeronu olmak dışında bir anlama sahip değil.

Bu açıdan İsrail ile Türkiye rakip mi? Zaten fiiliyatta bu yönde kullanılmıyorlar mı?

O vakit, Afganistan’dan Bosna’ya bir dizi ülkenin kontrgerillasını eğitime tabi tutan Türkiye kimin gücü?

Bu konuda fikriyat, strateji ve lojistik gibi başlıklarda destek veren İsrail, kimin devleti?

Sormak gerek: Kemalist Türkçülüğün kurucusu Munis Tekinalp (Mois Kohen), katıldığı siyonist kongresinde “yeni vatan aranıyorsa bu Anadolu’dur” dediği üzere, Türkiye’nin İsrail’den farkı nerede?

İsrail kurulduktan sonra yerli işbirlikçileri hükümet ve devlet koltuklarını hiç boş bırakmışlar mıdır? Tayyip de onlarla arasının iyi olduğu, onlardan ödüller aldığı ile övünmüyor mu?

Bugün yaygın biçimde dağıtılan Filistin bayraklarında ya da atkılarında Filistin bayrağının kırmızı bölümüne “Ay-Yıldız” kondurmak, “Filistin bir işgalden kurtulsun, diğer kripto İsrail’in işgali altına girsin” demek değil midir?

Müslüman, kendisine zulmetmiş bir devletin bayrağının Filistin’e dikilmesini nasıl isteyebilir? Filistinli Müslüman, ölümle verem arasında tercih yapmak zorunda mıdır?

“Bölge devleti” konusunda rekabetten söz edilince, Türkiye’nin artı yönünün “Müslümanlık” olduğu söyleniyor. Bu “bölge devleti” yalanına sarılanlar Müslümanlıklarından utanmıyorlar mı? O Müslümanlığın bir “Truva Atı” misali, bölgedeki ilişkilere kolayca nüfuz edebileceği, İsrail’in antipatik durumu sebebiyle onun yol alamayacağı iddia ediliyor. Bu iddialar uyarınca, taşeron rolü kapmak için yarışmak, bu milletin gururunu kırmıyor mu?

“İslam’ın kılıcı” olmakla övünen bir millet, bu “ılımlı İslam” ile günümüzde hangi güçlerin eline teslim?

Son Mavi Marmara katliamda Yahudi devletinin zulmü Türklerin canını yakınca “yakın dönemde yapılacak askerî tatbikatlar ve Antalya’ya yönelik turizm faaliyeti askıya alınmış” deniliyor. "Bunlar, bu tatbikatlar ve turizm dâhil, çeşitli iktisadî ve askerî temaslar neden var?” sorusunun cevabı mevcut mu? Konya Ovası öğretmiyor mu Filistinli çocukların üzerine bombaların nasıl düşeceğini?

Ulus-devletten bölge devletine genişleme meselesi “ip cambazı” hikâyesini andırıyor. Hırsızlık çetesinin bir üyesi iki balkon arasına ip geriyor, çıkıp ipte yürüyor, aşağıda onu izleyen halkın dikkatini diğer çete üyeleri “cambaza bakın” diye yukarıya çeviriyor. Bu esnada da cüzdanlar toplanıyor.

Olan da, yaşanan da bu.

Fukara mazlum halklar için bölgede olup biten, bundan başka bir şey değil. Türk milletine “Amerika senin büyümene izin verdi” denilmekte, ağza bir parmak bal çalınmaktadır. Osmanlı’yı diriltme hayalleri, kimilerinin küçük dünyalarını renklendirmektedir. Emperyalizme salt Türklerin emperyalistleşmesine izin vermediği için kızanlar, köleleşmenin bu tür hikâyelerle örtbas edilemeyeceğini görmediler, göremiyorlar.

Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra da aynı düşünce kuruluşları ajanslara şu haberi geçiyorlardı: “Rusya’da aydınlar ‘ılımlı kapitalizm’i tartışıyorlar.”

Oysa bu tabir, eksiği gediği ile eski düzene geri dönme imkânlarının iyiden iyiye tartışıldığı bir gerçekte kullanılıyor. “Ilımlı kapitalizm”, sosyalizmin önüne set çekmek için uyduruluyor. Bir deli kuyuya taş atıyor, kendisine “akıllıyım” diyen kırk kişi de bu taşı çıkarmaya çalışıyor.

“Bölge devleti” söylemi de bundan ibaret. Bu tabir de devletten ayrışmaya ilişkin ipuçları veren milletin boynuna daha süslü bir boyunduruk takıyor. Millet, gene bu devlete ve onun kölelik ilişkilerine tabi kılınıyor. Kendisini mücadele içinde yeniden kurmasına mani olunuyor.

Katliam sonrası verilen tepki biçimlerinde de bu türden yalanlara inananların sayısının az olmadığı görülüyor. “Fatih’in torunları” olduklarına iyice inandırılan bir kesim, Filistin ile salt mülkiyet ilişkisi kurabiliyor. Böylesi bir akıl karşısında kalp ve vicdan soğuyuveriyor.

İsrail ile kurulan rekabet ilişkisi, kendisine uygun bir mülkiyet ideolojisi ve söylemi üretiyor. Mülk sahiplerinin öfkesi yalana mahkûm, mülksüzlerin öfkesi ise hakikate muhtaç.

Nihayetinde Osmanlı’nın bir vilayeti ile verilen kısa süreli bir savaşın rantı üzerine kurulu nizamını sürdürenlerin yetiştirdiği bir nesil, gene Osmanlı’nın vilayeti olan Filistin’i geri istiyor. Bu istemde, yirmilerden beri hürriyet ve kurtuluş için mücadele veren Arapların adı hiç yok.

Kemalizm, Arapları küçük ve hor görmeyi öğrettiği evlatlarına yeni hamaset edebiyatı armağan ediyor. Araplar, bu edebiyatta eli kirli “hırsız” çocuk!

Ülkücüler, iki yıl önceki Lübnan saldırısında, “bir İsrail kadar olamadık, biz de Kuzey Irak’a girelim” naraları atıyorlardı. Aynı meşrepte ilerleyen kimi İslamcılar da Filistin’i sırf Osmanlı bekası olması sebebiyle “dert” ediyorlar. Bu dert, yeni mülklenen abdestli kapitalistlerin bölgede ağızlarının sulanması ile ilgili.

Doğuya, seçimlere dair küçük hesaplarla hareket eden Kemal Kılıçdaroğlu ve Hüseyin Çelik, aynı telden çalıyor: “PKK saldırıları ile bu saldırının aynı zamanda olması tesadüf değil.” Bu laflar aynı hassasiyetlere oynuyor. Mazlumların kimi kesimleri maruz kaldıkları zulüm sebebiyle kendi çıkarları değil, efendilerin çıkarları yönünde hassasiyet geliştirebiliyorlar.

Birileri, olası öfke kabarmasının önemli bir bölümünü PKK’ye işaret ederek söndürmeye gayret ediyorlar. PKK, bir kez daha, “günah keçisi” misali, uçurumdan aşağı atılıyor. Müslüman efendiler ile milliyetçi efendiler, kitle bilinci üzerinden alan kavgası veriyorlar.

Başbakan, bu saldırı “uluslararası hukuka aykırı” diyor, (olmasa ne sanki!) kendi saldırılarından, PKK’ye yönelik operasyonlardan ve o saldırılar sonrası dökülen kanlardan söz etmiyor. Ama milleti tekrar kendisinin sütten çıkmış AK kaşık olduğuna inandırmaya çalışıyor.

“Üstünlük takvadadır, ırkta, kabilede, millette değil” diyen Kur’an’ı çöpe atmış milliyetçiler, Filistin meselesi ile doğaları gereği rabıta kuramıyorlar. Onlar da biliyorlar, bu rabıtayı kurabilecek olan yegâne unsur Kürt milleti! Kürd’e kılıç sallamak, bu ilişkiyi de kesiyor.

Efendiler, yukarılarda kendi hesaplarına her türden işi hâllediyorlar. Kölelere ise bu efendilerin uydurduğu masallara inanmak kalıyor.

Efendiler, devlet düzeyinde birbirlerini tanıyorlar. Rekabet de etse, uzlaşsa da İsrail devleti Türk egemenleri için kabul edilmiş bir gerçeklik olarak ortada duruyor. Bugün milletin ve ümmetin de bu gerçeği “mutlak hakikat” düzeyinde kabul etmesini istiyorlar.

Son saldırı buradan anlaşılmalı.

Bu saldırı, efendilerin kendi aralarındaki rekabette, bir tür boy ölçüşme olarak değil, efendilerin aşağıdakilere, kıyama hazır mazlum milletlere yönelik verdikleri ortak bir mesaj olarak okunmalı.

Bu anlamda, bir kez daha özgürleştirilen Taksim’de Abdurrahman Dilipak’ın dilinden dökülen teolojik eleştirilerin hiçbir kıymeti yok. Onun tefsiri karşısında “İsrailliler şeytanın tohumudurlar” diyen Hamas’ın tefsiri, bugünün somut gerçeğinde tercih edilmeli. İlki İsrail’i Yahudilik içi siyonizm eleştirileri üzerinden İslam’a bağlamaya gayret ediyor ve tersten İsrail’i meşrulaştırıyorken, ikincisi bugünün somutunda “iyi Yahudi yoktur, olamaz” diyor. Bu, şeytanın tohumlarına hamilik yaptığını ve yapacağını söyleyen Tayyip Erdoğan’ı da karşı tarafa atmak anlamına geliyor. Dilipak, bu cüreti gösteremediği için kendiliğinden verili nizamî işleyişe eklemleniyor.

Bu noktadan sonra Filistin ile “İnsanî Yardım” başlığı altında, insanî bir ilişki düzleminin kurulamayacağı açık. Bu yalan, İsrail’in somut gerçeğine çarpıp dağılmıştır. Esasta “Gazze’ye giden gemiler, insanî yardım değil, lojistik amaçlı gidiyordu”, denilmelidir. İsrail bunu böyle anlamıştır, bu anladığı yerden kaçmadan, o yerin gerekleri yerine getirilmelidir.

Efendiler, Filistin ile “Osmanlı bekası” türünden teranelerle ilişki kurarken sosyalistler, devrimciler, Deniz Gezmiş’lerin yolundan bölgeye giden ve zulme karşı dövüşerek şehit düşen yüzlerce yoldaşı üzerinden orayla ilişki kurmuşlardır. Seksenlerin ortasından itibaren orası boşalmış, yerlerini Müslüman devrimciler doldurmuştur. Artık “yeni” yoldaşlarımız onlardır ve onlarla düşünmek gerekmektedir. Zulme ve sömürüye karşı verilen her türlü mücadele ortaktır.

Onlar, İsrail’i gizliden ya da açıktan tanıyorlar, bizlerin de tanımasını istiyorlar.

Onlar, zulme boyun eğmemizi istiyorlar, köleleşmemizi bekliyorlar.

Onlar, Türkiye’nin “gizli İsrail”, İsrail’in “gizli Türkiye” olduğunu unutturmaya çalışıyorlar.

Onlar, giden gemileri, gemilerdeki mürettebatı suçlayıp kendilerini temize çıkartmak istiyorlar.

Onlar, zulmün sebebinin bizim öfkeli çığlıklarımız olduğu yalanına inanmamız için uğraşıyorlar.

Onların kimi sözcüleri timsah gözyaşları döküyorlar, bizim gözyaşlarımız ise düşmanın kanında soğumayı bekliyor!

Eren Balkır
31 Mayıs 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder