Aydınlanma nedir? Aydınlanma Avrupa’ya iyi gelmiş
olabilir, ama dünyanın geri kalan kısmı, özellikle İslam için Aydınlanma, tam
bir felâkettir. Hürriyet ve kurtuluş safında ve akıl ile liberal fikriyat
lehinde konum almış olan Aydınlanma düşünürleri, batılı olmayanı “akıldışı ve
aşağıda, ahlâkî açıdan çürümüş ve ancak sömürgecilikle ihya olabilecek bir şey”
olarak kabul etmişlerdir. Bu miras, sadece bugünlerde mevcudiyetini korumakla
kalmıyor, ayrıca dogmatik laiklik ve bilimcilik gibi yeni muhafazakârlığın
kılıfı ardında, önemli mevziler elde ediyor.
Voltaire, Montesquieu, Volney ve Pascal gibi önemli
Aydınlanma düşünürleri için Avrupa özel bir konum işgal eder: ilgili kıta,
beşeriyetin kaderidir ve bu kader de batılı insanın ellerindedir. Bu
düşünürler, sömürgecilik için aklî ve meşru kimi gerekçeler bulmak için
çalışmışlardır. Onlar, Ortaçağ’ın İslam ve Hz. Muhammed ile ilgili
tasavvurlarını, kaygılarını ve korkularını aklîleştirmişler. Bu aklîleştirme,
Pascal’ın Pensees isimli eserindeki Peygamber’e atfen kaleme alınan
bölümlerde aşikârdır ve bu türden tespitler, bugün İslam’ın doğuşu itibariyle
aşağılık bir din olduğunun kanıtı olarak takdim edilmektedir. Bu düşünürler,
Müslümanların bilime yaptıkları katkıları sürekli kıyıya köşeye atarlar ve
İslam ile Avrupa arasındaki zihnî bağları koparırlar. Onların
avrupamerkezcilikleri, İslam’ı onun Batı ile sürekli çatışma içinde bulunduğu
ve günümüze dek varlığını sürdüren bir konuma mahkûm eder.
Hristiyanlığın on üçüncü ve on dördüncü yüzyılında
yaşamış, Roger Bacon ve John Wycliff gibi düşünürlere göre, İslam, basit
anlamda bir pagan dinidir ve imparatorluğun düşmanıdır. Aydınlanma düşünürleri,
kendi hesaplarına İslam’ı bir medeniyet olarak görürler. Ancak bu medeniyetin
temeli, gerici bir toplum ve aşağı seviyedeki politik kurumlarla onların
çekirdeğindeki dinî inançlardır. Mohammad and Fanaticism’de [“Muhammed
ve Bağnazlık”] Voltaire, İslam’ı sert ve hasmane kimi ifadelerle eleştirir.
Sonrasında kaleme aldığı Essai sur les moeurs [“Ahlâk Üzerine Deneme”]
isimli eserinde kendisini kısmen dizginler, ancak hükmü hiç değişmez. Voltaire,
İslam’ı fanatizmin, antihümanizmin, irrasyonalizmin ve şiddete meyyal iktidar
iradesinin tecessümü olarak görmeyi sürdürür. Tüm bu tespitlere karşın
Müslümanların kimi olumlu yönleri mevcuttur. İslam’ın cinsellikle ilgili gevşek
ölçütleri uyarınca Müslümanların doğal dine yakın duran görece büyük bir
hoşgörüleri vardır. İsa iyiyken Hristiyanlar hoşgörüsüzdürler. Ancak
Müslümanlar, o “kötü peygamber”lerine rağmen, hoşgörülüdürler. Birinde olumlu
bir gelişme yaşanmışken, diğerinde gelişme olumsuz yönde cereyan etmiştir. Bu,
Voltaire’in İslam ve Müslümanlarla ilgili önyargılarını akılla nasıl
uzlaştırdığını anlatmaktadır.
Dine karşı savurdukları aralıksız tehditlere rağmen
Aydınlanma düşünürleri, Hristiyanlığı medenî davranışın ölçütü ve tüm dinlerin
normu olarak görürler. Sonrasında insanî davranış için bir ölçüt olarak
Hristiyan normların evrenselleştirilmesi içinde hiçbir vakit kesin olarak izah
edilmemiş olan Ortaçağ Hristiyanlığının doğal hukuk teorisini doğallaştırırlar.
İslam ise Hristiyanlığın antitezi hâline gelir. Dolayısıyla, Les Ruines
[“Yıkıntılar”] isimli eserinde Volney, “Muhammed, Musa ve papaların iktidarları
pahasına politik ve teolojik bir imparatorluk tesis etmeyi başarmıştır.”
demektedir. “Bir imam, Muhammed’in hukukundan bahsediyorsa, bu, Allah’ın O’nu
yeryüzü vekili seçtiği için anlamlıdır”; “Allah kendi hukukuna inanmayı
reddedenleri kılıçla dize getirmesi için dünyayı Muhammed’e teslim etmiştir.”
Volney, Hz. Muhammed’i “katliam ve cinayetten gayrı hiçbir şey vaaz etmeyen
merhametli bir tanrının halifesi, her türden adalet anlayışını sarsan
hoşgörüsüzlük ve seçkinciliğe dair bir ruh” olarak tarif eder. Volney’ye göre,
Hristiyanlık akıldışı olduğunda bile asilken, şefkatli olduğu durumda bile
İslam bilimi horgörür. Oysa Volney ve tüm diğer Aydınlanma düşünürlerinin
sırtlarını yasladıkları bu tuhaf iddia, onların bilim ve felsefeyi Farabi,
İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi isimlerden öğrenmiş oldukları gerçeği karşısında
toz olup gitmektedir.
Aydınlanma akıl ile iştigal ederken, onun müdafileri,
İslam sözkonusu olunca, pek de hakikat ile ilgilenmemektedirler. Bu isimler
sadece, o da arsızca, felsefe, bilim gibi alanlarda İslam’dan fikir çalmakta,
intihal peşinde koşmaktadırlar. Aydınlanma’nın ayırt edici niteliği olan
liberal hümanizmin kökleri bile İslam’dadır. O, insan olmaya ilişkin görgü
kuralları ile iştigal etmiş olan edep hareketine dayanır. İslam, sadece hukuk,
ilahiyat, tıp ve doğa felsefesi gibi fakülteleri ihtiva eden üniversiteler gibi
kimi kurumları değil, ayrıca pratiğe dayalı çalışma programları üzerinde
yükselen ayrıntılı bir eğitim yöntemini, dilbilgisi, retorik, şiir, tarih, tıp
ve ahlâk felsefesi ile yoğrulmuş bir müfredatı ve akademik kurumlar, edebiyat
mahfilleri, kulüpler ve edebiyatçılarla aydınları ayakta tutan diğer ortamları
koşullayan insanî kültürün teşekkülüne ilişkin kimi mekanizmaları da
geliştirmeyi bilmiştir. Edep hareketi ve ona bağlı kurumlar, gerçekte
İslam’daki aydınlanmaya tekabül ederler. İslam’da kimse akıl lehine isyan
edemez, zira akıl, İslam’ın dünya görüşünün merkezidir: akıl, vahyin öteki
yüzüdür ve Kur’an, her ikisini “Allah’ın alâmetleri” olarak takdim eder.
Müslüman bir toplum, ikisinden mahrum hâlde faaliyetini sürdüremez. Aklın ve
öğrenmenin dibe vurması noktasında Müslümanların suçlanması pek de mümkün
değildir, Müslüman toplumlarda edep kültürünü imha eden, sömürgeciliğin kasten
devreye soktuğu siyasettir.
Oysa Aydınlanmış Avrupa, edep sistemini ve onun tüm
kaynaklarını su gibi içmiştir. Dış bir kültürün ve medeniyetin ürünü olması
hasebiyle köken mecburen gizlenmiştir. Böylelikle klasik Arapça yerini klasik
dönemin başka bir diline, Latinceye bırakmıştır. Bu gelişmeyi, İslamî
fikriyatın Avrupa üzerindeki tüm izlerinin sistematik olarak silinmesi
izlemiştir. Voltaire’in yaşadığı günlerden 1980’e dek Aydınlanma’ya bağlı
âlimlerin gayretleri sonucu, İslam’ın felsefede, bilimde ve eğitimde hiçbir şey
üretmediği lafı batıda genel kabul görmüştür.
İslam ile Avrupa’nın ortak hiçbir değere sahip
olmadığını, İslam’ın sadece basit mânâda Batı üzerindeki karanlık gölge
olduğunu, liberal sekülarizmin tüm insanlığın kaderini teşkil ettiğini söyleyen
Aydınlanma’nın bugüne bıraktığı miras, bizim gazetelerimizde,
televizyonlarımızda, edebiyat dünyamızda ve akademyada olduğu kadar siyaset
alanında ve dış politikada da karşılığını bulmaktadır. Francis Fukuyama’nın Tarihin
Sonu hipotezinin, Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezinin
ve yeni muhafazakâr “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin kökeni işte bu mirastır.
John Ralston Saul’un 1992 tarihli muhteşem kitabına atfen, Voltaire’in
Piçleri [“Voltaire’s Bastards”] işkenceyi, askerî müdahaleleri, batının
üstünlüğünü aklîleştirme ve İslam ile Müslümanları şeytanîleştirme konusunda
epey meşguldürler. Aydınlanma, akıl konusunda yetkin olabilir ancak, Saul’un da
ikna edici biçimde gösterdiği üzere, mânâ ve ahlâktan mahrumdur.
Aydınlanma’nın safında olmayıp ona selâm durmadığım
için affedin beni.
Ziyaüddin Serdar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder