…Ve Aydınlanma İnsan’ı yarattı.
Yahudi-Hristiyan tanrısının kötü bir kopyası ve
karikatürü olarak. Bu işte İslam’a yer yoktu. Hatta yaratılan “İnsan”ın mayası,
neredeyse, “anti-İslam” olarak karılmıştı. Aydınlanma düşünürleri, feyzi İslam
eleştirilerinden aldılar. İnsan, sema olmak isteyen Hristiyanlık eliyle
topraktan, toprak olmak isteyen Yahudi eliyle semadan uzaklaştı. Gelip varacağı
yer, sema ile toprak arası, yeryüzü idi.
Ama orada da oranın politik mücadele dili olan İslam
vardı. Bu İnsan’a yer açmak için İslam’ın silinmesi gerekiyordu. İslam,
devrimci bir ayraç olarak Yahudi-Hristiyan külliyatını ve fiiliyatını rahatsız
eden bir unsurdu. Aydınlanma düşünürleri Muhammed’e çok kızdılar, küfrettiler.
O’nda kendi temellerini yıkan akıntının şiddetini gördüler. Zira
Aydınlanma’daki “Akıl”, akmaz kokmaz bir fikrî pratikti. Sonrasında İslam’ı da
bu sefer yeryüzünün kendisi olarak donduran yaklaşımlar türedi. İslam da
Aydınlanma’nın İnsan’ına kul olan unsurlarını üretti.
“İnsan” denilen yeni tanrının mekânı Avrupa idi.
Avrupa, alt kültürünü bir fetih girişimi olarak, Amerika’ya saldı. Yeni tanrı
burada, aşağıdan yukarıya doğru, tekrar kuruldu. Yahudi ve Hristiyan dinlerinin
kesişim bölgesinde seyreden alt tarikatlar, dinî cemaatler yerleşti yeni
“özgürlük ülkesi”ne. Bir Siyah, bir İtalyan ya da Latin için esareti işaret
eden ülkeye “Özgürlükler Ülkesi” unvanını kazandıranlar, Yahudiler oldular.
Aydınlanma’nın “İnsan”ı, tanrı misali, bir yok yer
olarak, örgütlendi. Bu “İnsan” dünyayı kasıp kavuran savaşları başlatıp, cem-i
cümleyi sömürü ve zulme boğan efendilere hizmet eden ideolojik bir formdu. Bu
İnsan”ın doğuştan sahip olduğu haklardan en birincisi mülkiyetti. Esasında
“İnsan”, mülk sahibi birey demekti. Tüm kâinatın sahibi tanrı, koltuğunu bu
İnsan’a bırakmıştı. Ve dolayısıyla bu İnsan, iktisadî, coğrafî ve biyolojik
varlık olarak, Avrupa sınırları ile tanımlı idi. Avrupa ise içteki efendilerin
tabi olduğu maddî ilişkilerle.
* * *
…Ve Sosyalizm İşçi’yi yarattı.
Orada alın teri ve emek gücü ile yaşayan, bu yaşama
pratiğinin sonuçları ile dövüşen işçiye kendi mevcudiyetini Aydınlanma’nın
tanrısı olan İnsan’ın yanına yerleştirmek öğütlendi. İşçi, büyük “İ” ile “İşçi”
olduğu vakit kurtulacak, sosyalizm donunda Aydınlanma muzaffer olacaktı. Bu
işçi, akıldışı olan her şeyden kurtulmalı, giderek, kendi işçiliğinden kaynaklı
kazanımlardan da uzaklaşmalıydı.
Bu İşçi’ye, İnsan’dan mülhem, mülk sahipliği
öğütlendi. Henry Ford’un ağzından döküldüğü kadarıyla, onun mülkiyeti emek-gücü
idi. Burjuvaların makineleri var ise onun da kolu vardı. Zenginlik için
ikisinin mükemmel uyumu ön şarttı. Mülk sahipliği noktasında işçi, burjuvalarla
kardeş ilân ediliyor, ortak iktisadî, coğrafî ve biyolojik hedefler için
saflara çağrılıyordu.
* * *
…Ve Milliyetçilik Vatanperver’i yarattı.
Semaya ya da toprağa gömülen vatanperver, zamanla, ait
olduğu milletini unuttu. O, “havaya fırlatılan bir taş”tı ve kendisine bilinç
atfederek, uçtuğunu zannediyordu. Bu yanılsama içinde o, muhtemelen bir tür
“emperyalizm”i, onun yol açtığı sömürü ve zulmü, şeklen de olsa görüyordu, ama
ondan kurtuluşun onun gibi olmaktan geçtiğine fena hâlde inandırılmıştı.
Millet, “emperyal fetihler”e hazırlanmalı, tüm civar halklar ve milletler bu
oyun sahnesinde figüran kılınmalıydı. Aydınlanma’nın İnsan’ı yerine konulan
“vatanperver”, tanrısal kudreti ile hakikate hüküm koyuyordu artık. Düşman, her
zamanki gibi, güçlü olmayı ancak kendisinin öğretebileceği yalanını herkesin
kafasına kakıyordu.
Mülk kılınan vatan, kutsî olan her şeyle karşılıklı
bir rezonansa, ilişkiye sahipti. Vatan, giderek, “tanrının mekânı” olarak
görülmeye başlandı. Bu, iç-dış ayrımı yaparken, içteki düşmana karşı körleşmeyi
beraberinde getiriyordu.
Mülkiyet ideolojisi rekabet ideolojisiyle birlikte
çıkıyordu paketten. Avrupa ve sonrasında Amerika ile girilen ürolojik yarış,
ona benzemeyi matah bir nitelik olarak görmeyi koşulluyordu. Avrupa ve Amerika,
BAAS örneğinde Araplara, bizde Turancılara ve neo-Osmanlıcılara en berbat
imajını pazarlıyordu. Böyle yol buluyordu kendisine, hiç tanımadığı diyarlarda.
* * *
...Ve İslamcılık “Müslüman”ı yarattı.
İki yüz yıllık emperyalizm, vura vura öğretmişti kendi
Kur’an’ını ve İslam’ını. Burada o Aydınlanma düşünürlerine ters gelen her sivri
uç törpülenmişti. Diyalog mümkündü artık. Papalığa hizmet yemini eden
Fethullah, dindışı, sol ne varsa düşman bellemişti kendisine. Dimyat’tan
alınamayan pirinç evdeki İslam’dan ediyordu adamı. Komünizmle mücadele
derneklerinin küresel olanını inşa ediyordu Pensilvanya’dan. Bu yolla,
müminleri değil, “Müslüman”ları işe koşuyordu. Bu Müslüman ise mülkünü yitirme
kaygısı taşıyan kesimleri cezp ediyor, onların soldan duydukları korkuları
örgütlüyordu.
Dinî ideolojik hareketlerin, tüccarların ve esnafların
maddî çıkarları dolayımı ile biçimlenmiş bir tarafı mevcuttu. Misal,
Yahudilerin kalburüstü kesimi, 1590’lardan itibaren yaşanan göçle birlikte
Bordo, Londra ve Amsterdam gibi liman kentlerine yerleşmişlerdi. Saray
Yahudileri (hofjuden) finansörler, bankerler olarak, Hristiyanların
paralarını işletiyorlardı. Eskinin tefeci-bezirgânı, kendisini kapitalist
ilişkilere uyduruyordu.
Esasta tüccarların ideolojisi esnaflara sirayet
ediyordu, esnaftan da avama. Mülkiyete ve rekabete dayalı fikriyat ve ameliye
dini yeniden yorumluyordu. Bu din, kendi çıkışındaki mülk ve eşitsizliğe
ilişkin sözleri bir çırpıda unutuyordu.
Osmanlı ellerinde bunun karşılığı kırsalda Bektaşîlik,
şehirde Mevlevîlik’ti. Bu tarikatlara üye olmayana değil mal, kız bile
verilmiyordu. Bu topraklarda hâlihazırda mevcut olan ve İspanya gibi yerlerden
gelen Yahudiler bu tarikatlarla ilişkiyi önşart olarak görüyorlardı. Kendi
şeyhlerini yetiştirdiklerine ya da varolan şeyhleri kendilerine benzettiklerine
tanık olunuyordu.
İslamcılık, ideolojik planda, tam da Yahudi ve/veya
mason kimi alanlarda nefes buldu. Yahudi-Hristiyan çevreler, İslam’ın, akıl,
demokrasi, ilerleme gibi konulara mani olacak denli kapalı, bütünlüklü, su
sızdırmaz, totaliter bir yapı olduğunu söylüyorlar, İslamcılar da tam da bu
söylemler uyarınca kendilerini kuruyorlardı.
Paralel bir durum Alevîler için de geçerliydi: bir
Alevî, “ben Müslüman değilim” diyorsa, o Muaviye-Yezit soyunun zulmüne ve bu
zulmün saldırırken kullandığı, “sen Müslüman değilsin” söylemine fikrî ve amelî
düzeyde teslim olmuş demekti oysa. Yani Alevîlik, kendi cellâdının diline göre
kendisini örgütlemekteydi. Bir ideoloji olarak İslamcılık da aynı şekilde
kuruyordu kendisini.
Mülkiyet ideolojisi gene işbaşındaydı. Camiler,
mahalleler, Kitap, Hadis, İman vs. Her şey mülk edinilmiş, düşmana karşı
muhafaza ediliyordu. Bu savunma gerçekleştirilirken, avam mevzilere
koşturuluyor, arkadan esnaf, onun arkasında tüccar kendi işlerini yürütüyordu.
Aydınlanma’nın İnsan’ı misali, kendisini örgütleyen, biçimlendiren “Müslüman”,
Avrupa’nın Aydınlanma’sına, somut ürünlerine, sanayisine, kudretine imrenerek
haset edebiliyordu sadece. AK Parti, bu duygularla başarılı biçimde
oynayabildiği (daha doğrusu oynatılabildiği) için muktedirdi. O, Orta Anadolu
esnafının İstanbul tüccarları ile anlaşmasının ürünüydü ve bu anlaşma,
“uluslararası kamuoyu” denilen yalana ortak olmayı şart koşuyordu.
* * *
…Ve Fethullah, Ali Bulaç’ı yarattı.
Gülen ama sürekli ağlayan Fethullah, gözyaşları ile
kardı Bulaç’ın hamurunu. Ve Bulaç, “biz antisemitist değiliz” dedi. Kime ne
dediğini iyi biliyordu o. Mesaj, birkaç yüz bin Yahudi’nin jenosid tehdidi
altında yaşadığı -misal- Yozgat ya da Erzurum halkına verilmiyordu. Mesaj,
“iyi” olan, daha doğrusu, iyi ilişkilerin mevcut olduğu beynelmilel Yahudi
lobilerine takdim ediliyordu. Zira “anti-siyonizm” deyip, Yahudi’yi zeytinyağı
gibi üste çıkartan yaklaşım, onların talep ettikleri bir şeydi. Ama nedense aynı
Yahudi, misal, Mario Levi, İsrail devletine sempati duyduğunu söylüyordu. Yani
Ali Bulaç, Müslüman Arapların kanı ve teri üzerinde yükselen bir devlete
sempati duyan kişiyi, Kur’an hükmüne karşı gelerek, kendisine dost tutuyordu.
Avrupalı bir misyonerin Afrikalı bir kabileye
“kültürsüz” demesi gibi, Bulaç da İsrail’e “akılsız” diyordu. Oysa ilkinin
kendince bir kültürü, ikincinin kendince bir aklı mevcuttu. Onun akıl dediği,
Rothschild ailesinin Siyonistlere yönelik eleştirisinin arkasındaki Avrupaî
akıldı. Avrupa’nın kudretli zenginlerinden bu aile, Balfour Deklarasyonu
sonrası, İsrail hayallerini “ham ve boş” buluyor ama bir yandan da Filistin’e
taşınan Yahudilere (aliya) maddî destek sunuyordu. Bu eleştiri
mantığının bir yansıması da El-Kaide bombalarıyla sonuçlanan, Türkiye
Yahudilerinin Mossad ile ilişkileriydi.
Bulaç, bir şey daha yapıyordu yazısında. Mavi Marmara
katliamını iç politika malzemesi olarak istismar ediyordu. Bir Yahudi’nin
Cehepe ya da Mehepe’yi değil de Ak Parti’yi desteklemesini “din kardeşliği”
düzeyinde ele alıyordu. Malum, bu iki parti laikti, Ak Parti de “Müslüman”.
Bulaç, “Müslümanların şemsiyesi altında kılınıza zarar gelmez” diyerek, İsrail
dışı, anti-siyonist Yahudilere de mesaj veriyordu. “Açın İslam imparatorluğuna
giden yolumuzu, biz de rahat edelim, Kudüs’teki Yahudi de.” anlamına gelen bu
tespit, ilgili anlaşmanın gerçekleştirildiği masada nelerin teslim edildiğini gizliyordu.
“Diyelim ki o imparatorluk kuruldu, ortada bir İslam kalır mı?” sorusu
cevapsızdı. İsrailiyyatla içten içe çürümüş bir tür “İslam” üzerine bina
ettikleri ideolojileri, sanayi patronlarının tüccarların, tüccarların da
esnafların kulaklarına fısıldadıkları bir aldatmacaydı. Bu kulaktan kulağa
oyununda, Ali Bulaç’ın ağzından yalan yanlış dökülen sözler, ilk fısıltıyı
unutturmamalıydı.
* * *
…Ve Yahudilik, Roni Marguiles’i yarattı.
Hiçbir günahı, suçu, yanlışı ve hatayı üstlenmeme
becerisi ile ona, bu aklı tamamlayan “vicdan” olmayı öğütledi. Roni de, “iyi
ama Yahudi bankerlerden söz edilir de işçilerden neden söz edilmez” dedi.[1] Ve
ekledi: “Filistin sorunu din değil, emperyalizm sorunu.”
Gene Yahudi, sütten çıkmış ak kaşıktı.
1894 tarihli Antisemitism: Its History and Causes [“Antisemitizm:
Tarihi ve Sebepleri”] isimli çalışmasında anarşist Yahudi Bernard Lazare’a
göre, Yahudilere yönelik nefretin nedeni, onların “tanrı, hayat ve ölüm
anlayışları”ydı.[2] Bu anlayış, onları iyi manada “egoist” yapıyordu. İsyan,
onların özlerinde mündemiçti. Anarşizm, ancak bu kadar güzel kullanılabilirdi
Yahudi’yi aklamak için.
1862 tarihli Rome and Jerusalem’de [“Roma ve
Kudüs”] Moses Hess, ön-siyonist bir tavırla, Yahudilerin asimilasyonuna karşı
İtalyan milliyetçileşme sürecini örnek veriyordu.[3] Tarihi “ırklar savaşı”
olarak gören zat, Marx’a “gel beraber İsrail’de bir berber dükkânı açalım,
orada kuralım komünizmi” deyince Marx, berberlerin de proleterleşeceği öngörüsü
ile, bu yalana ortak olmadı. Irkî, millî ve sınıfî bir varlık olarak Yahudi’nin
inşa süreci burada başladı. Yahudi bu sefer de bir tür sosyalizmle aklandı.
Hanna Arendt’ten günümüzde Habermas’a kadar,
Yahudi’nin liberalizmle aklanma süreci işledi. Roni Marguiles, bu akımla Moses
Hess sosyalizminin geriliminde vücut buldu. Liberalizmdi artık moda.
Baştan ayağa dinî bir yapı olarak örgütlenen İsrail’i
eleştirenlere, “mesele din değil” diyerek başka bir yönü gösteriyordu Roni.
Orada, Amerikan siyaset piyasasına ait liberal sol temrinler ve Avrupa tipi
solculuk vardı. Filistin’de sorun emperyalizm iken nedense Türkiye’de değildi.
Partisi DSİP bu konuda tek kelâm etmiyor, edenleri de “Ergenekonculuk” ile
yaftalıyordu. Sözkonusu parti, “Deniz Gezmiş’siz bir marksizm” peşinde idi,
Roni ise eksik kalanı tamamlıyor, Filistin davası için dövüşmüş Deniz’i marksizmden
kapı dışarı etmek için Filistin’siz bir marksizm ve solculuk üretmeye
çalışıyordu.
1967 savaşının Türkiye’deki karşılığı, gençliğin
önemli bir bölümünün Arap coğrafyasına ve Filistin’e yüzünü çevirmesi, buna
kızan içteki Yahudi’nin solu bölüp parçalaması, Elrom sonrası Mahir’in kafasına
kurşun sıkmak oldu. Kızıldere’de operasyonu Mossad’ın izlediği, hatta kumanda
ettiği rivayet ediliyordu. Roni, bu gerçeğin karşısına, “işçi Yahudiler”i, bir
başkası, “anti-siyonist Yahudiler”i, bir başkası, “İsrail’i eleştiren
aydınlar”ı çıkarttı. Politik, salt politik gerçeklikte, bu unsurlar kendi varlıkları
ile tanımlı idiler oysa. Yani İsrail’e karşı çıkan bir haham, bugünün politik
gerçekliğinde artık Yahudi değil, sadece haham’dı. Yahudi işçi değil, işçi
vardı belli bir momentte. Eğer bir gün Yahudi ve Müslüman işçilerin çalıştığı
bir fabrikada greve gidilir, Yahudi olanlar grevi kırarlarsa, işte orada
“Yahudi işçiler”den söz etmek mümkün olabilirdi.
Bu bağlamda, asıl sorulması gereken soru şuydu:
“İsrail ile ilgili bir konu olduğu vakit, telefon açıldığında Roni Marguiles
nedir, necidir, neden o telefonlara cevap vermektedir?” O açılan telefonda
verilen cevabın Yahudi muhteviyatı eleştirildiği vakit, kim neden “antisemitist”
olsun?
Roni, madem solcu, anti-emperyalist, marksist vs., o
hâlde neden bir Yahudi olarak, bir Yahudi gibi telefonlara, röportajlara cevap
verme gereği duyar?
Kendi dindaşları, batılılar Müslüman’a İslam’dan,
Türk’e ve Arap’a Türklük ve Araplıktan çıkmayı telkin ederken, Roni Marguiles
neden hâlâ Yahudi?
Piyasada dinî kimliğini metalaştırıp satmak için mi?
İsrail gündeme oturduğu vakit üç beş kuruş kazanmak için mi? Ya da Yahudiliğin
her şey ve hiçbir şey olabilmeyi telkin eden yüce bir ideoloji olduğunu
göstermek için mi?
Roni, “mesele emperyalizm, din değil” derken, kendi
dindaşlarını ve kandaşlarını neden koruma gereği duyuyor?
“[…]
‘Bütün Yahudiler İsrailli değildirler, İsrail taraftarı bile değildirler’
gerçeğini okuyucu ve izleyicilere hatırlatmanın yararlı olduğunu düşünüyorum.
Batı ülkelerinde bunun özel bir yararı yoktur, çünkü herkes bunu bilir,
kamuoyunun iyi tanıdığı pek çok anti-Siyonist Yahudi vardır. Ama Türkiye’de
İsrail düşmanlığı ile Yahudi düşmanlığı arasındaki sınır çizgisi bazen
silikleşebiliyor. Bu sınırı vurgulamak, kalınlaştırmak burada biraz daha
önemli. Özellikle Müslüman eğilimli medya beni muhakkak arıyor böyle
durumlarda. Çok zaman da ben daha bir şey söylemeden onlar bu sınırı çizmem
için bana pas veren sorular soruyor. İçimden ‘Helal olsun!’ diye düşündüğüm çok
oluyor. İsrail’e karşı duyulan öfkenin Yahudilere karşı ırkçı bir nefrete
dönüşmemesi için çok dikkatli sorular sorduklarını hemen fark ediyorum. Bu
nispeten yeni ve çok olumlu bir gelişme.” (Roni Marguiles)
Sorular: her durumda zeytinyağı gibi üste çıkmanın,
üstte olmanın fikriyatını üretmiş Yahudiliğin İsrail’in rezillikleri noktasında
kendisini kurtarma gayretine neden “Müslüman medya” âlet oluyor?
“İsrail ve Yahudi düşmanlığı” arasındaki çizginin
kalınlaşması Avrupa’da gereksizken, burada neden gerekli?
Avrupa’da efendiler arasında dinî referanslarla bir
kavga sürmüş ve bitmişken, burada mazlum-sömürülenlerin Yahudi efendilere karşı
öfkesi, neden “anti-semitizm” edebiyatı ile susturuluyor?
Ali Bulaç örneğinde görüldüğü üzere, anti-siyonist
Yahudiliğin yanına düşen Müslümanlık, döne dolaşa İsrail’in mevcudiyetini
şartlı olarak tanıyor. “Biraz ahlâk, biraz hukuk, biraz da akıl veririz, bu iş
hallolur” diyorlar. Ahlâktan, hukuktan ve akıldan önce gelen kimi gerçeklerin
İsrail’i var ettiğini, Müslüman Araplara Müslüman Arap oldukları için
zulmettiğini gizlemek kimlerin işine geliyor?
Emperyalizmin Yahudi gerçeği ile dolaylı ve dolaysız
ilişkisi her gündeme geldiğinde neden “anti-semitizm” hikâyeleri anlatılıyor?
Bir Filistinlinin İsrail devletine sıktığı kurşun doğası gereği, nesnel olarak
anti-emperyalist. O kurşunun ideolojik zırhına, kalibresine neden bu kadar
kilitleniliyor?
Dine, millete ve sınıfa saldırırken düşman, onun
dinine, milletine ve sınıfına karşı sallanan öfkeli söz neden ehlileştirilmeye
çalışılıyor?
Neden hâlâ faşizm umacısı ile korkutulmak isteniyor
halklar? Neden faşizmin arkasındaki tekelleri görmeyip, Stalin’in arkasındaki
işçi devletini ya da kimilerine göre bürokrasiyi eş tutanların ideolojik ve
politik niyetleri anlaşılmaya çalışılmıyor?
* * *
“Antisemitizm” kelimesini üretmiş olan Alman Wilhelm
Marr, 1848 devrimleri esnasında Almanya’da kendi burjuvazisine yol açılmasını
bekleyip, bu beklentisi kursağında kalmış, bir ara patronluk yapmış, dönüp
ülkesine, milleti kendi sınıfı adına galeyana getirmek için çalışmış bir isim.
Fukaranın Yahudi eleştirisi ile efendilerin antisemitizmi bir mi?
İsrail’i tanımak, kendi ümmetine ve milletine İsrail
gibi olmayı öğütlemekle sonuçlanıyor. Bu nedenle, İsrail, tam boy cepheden
karşıya alınamıyor. “Anti-siyonist Yahudiler” edebiyatı üzerinden laf ağızda
dolaştırılıyor. Tek resmî sınırı -o da kerhen- Mısır sınırı olan İsrail’in
“vaat edilmiş topraklar”ı Fırat-Dicle’ye dayanıyorken, “bu sınırla ufkumuzu
sınırlamayalım, Tevrat’a göre vaat edilmiş topraklar tüm yeryüzüdür” diyen bir
anti-siyonist Yahudi arasında tercih yapmaya neden zorlanıyor Müslümanlar?
Roni’nin “kendi kalelerine gol attı” tespiti, onun
hâlâ İsrail denen futbol kulübünün gazeteciliğini yaptığını gösteriyor.
Saldırıyı “aptallık” olarak değerlendiriyor, Ali Bulaç ile yan yana düşüyor.
“Aptal Yahudi” karşısında o “akıllı Yahudi” oluyor.
“Bu
sağduyunun devam edeceğini umuyorum. Hep söylerim, bir Yahudi’nin bugün dünyada
yaşayabileceği en tehlikeli yer İsrail’dir ve İsrail dünyadaki tüm Yahudiler
için bir tehlikedir.” (Roni Marguiles)
Hamas’a kerhen sunduğu desteği ise liberal bir devlet
karşıtlığı ve “antikemalizm” üzerinden kuruyor. Ama “Hamas ile birlikte
mücadele edemeyeceğimize göre” demeyi de ihmal etmiyor. Bu, burada da devlete
ve kemalizme karşı mücadele etmeyeceğini anlatıyor. Ama internet üzerinden,
“Esed”e karşı “silâhlı” birlik bile kurmayı biliyorlar. O, Türkiye’yi, “yobaz,
gerici, bağnaz” Yahudilerin elinden kurtulmuş bir İsrail olarak hayal ediyor.
Bölge tasavvurları bu fikre dayanıyor.
* * *
[…] Aydınlanma’nın İnsan’ı don değiştiriyor.
Mazlumların ve sömürülenlerin savaş silâhı olarak ortak ideolojik kalkanı,
efendilerin elinde oyuncağa dönüşüyor, tüm aklı ve vicdanı hakikate karşı örten
bir zırh hâlini alıyor. O zırh parçalanmadan, mazlumların ve sömürülenlerin
hakikate vakıf olmaları mümkün görülmüyor. Efendilerin elinde, özünden
soyutlanmış olan tanrı, kimi zaman “İnsan, kimi zaman “İşçi” kimi zaman
“Vatanperver”, kimi zaman da “Müslüman” adını alıyor. Bunlar, bizlere tanrının
ilk emirlerini gerçekleştirme kudreti değil, efendilerin arzularını tatmin
etmeyi öğütlüyor. Böylesi bir tatmin girişiminin ürünü olan İsrail konusunda
bizim her türden eleştirimiz, ona karşı devrimci bir mücadele veren Yahudi
örgütü çıkana dek anti-semitizm ile etiketlenmeye mecbur kalıyor.
Eren Balkır
12 Haziran 2010
Dipnotlar:
[1] Roni Margulies Röportajı, Pınar Öğünç, 05.06.2010, Radikal.
[2] Bernard Lazare, Antisemitism: Its History and
Causes, Britons, s. 117.
[3] Moses Hess, The Holy History of Mankind and
Other Writings, Yayına Hz.: Shlomo Avineri, Cambridge, 2004, s. 136.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder