13 Aralık 2020

,

George Floyd ve Kovid-19

Pandeminin başladığı günden Haziran 2020’e dek sadece altı ay geçti ve dünya, artık bugün çok farklı bir yer. Çok kısa bir süre içerisinde Kovid-19, hem muazzam değişimleri tetikledi, hem de ekonomilerimize ve toplumlarımıza musallat olan fay hatlarını harekete geçirdi.

Eşitsizlikler arttı, insanlardaki adaletsizliğe dair hissiyat yoğunlaştı, jeopolitik çatlaklar derinleşti, politik kutuplaşma hızlandı, kamu açıkları arttı, borç düzeyleri yükseldi, dünya yönetimi etkisini yitirdi, hatta giderek yok oldu, finansallaşma aşırılaştı, çevre daha da kötüleşti. Bunlar, zaten pandemiden de önce varolan temel sorunlardı. Korona krizi, bunların iyice derinleşmesine neden oldu.

Peki Kovid-19 felâketi, kasırga öncesi düşen yıldırım olarak görülebilir mi? Bu felâket, bir dizi kapsamlı değişikliği tetikleyen güç olabilir mi?

On ay içerisinde dünyanın nasıl bir yer olacağını, hatta on aydan kısa bir zaman içerisinde neye benzeyeceğini bile bilmiyoruz, ama bugün dünyayı sıfırlamak için adım atmazsak, yarın dünyanın daha fazla dert ve sorunla yüklü bir yer hâline geleceğini biliyoruz.

Gabriel Garcia Marquez’in Önceden Haber Verilen Bir Ölümün Tarihçesi isimli kısa romanında ileride bir felâketin yaşanacağını önceden sezen bir köyden bahseder. Köylülerin teki bile bu felâketi önlemek için adım atmaz, atmak istemez. Bir süre sonra her türlü müdahale için geç kalındığı bir aşamaya geçilir.

İşte biz, o köy gibi olmak istemiyoruz. Böylesi bir kaderden kaçınmak için hiç ertelemeden, Büyük Sıfırlama denilen adımı atmalıyız. Bu, “elimizde iyi ki var ama şöyle bir kenarda dursun” diyebileceğimiz bir seçenek değil, bir zorunluluk.

Toplumlarımızın ve ekonomilerimizin kökleri derinlere inen illetlerini ele alamayıp ortadan kaldıramazsak, risklerimiz daha da artacak. Tarihin de gösterdiği üzere, nihayetinde bir çatışmalar, hatta devrimler gibi şiddeti temel alan şok dizisi, hepimize bu sıfırlamayı kendince dayatacaktır.

Bizim görevimiz, azgın boğayı boynuzlarından yakalayıp dizginlemektir. Pandemi, bize tam da bu imkânı sunmaktadır: Pandemi, esasen “dünyamızı düşünme, yeniden tahayyül etme ve onu sıfırlama fırsatı elde etme konusunda dar ama nadiren açılan bir pencere sunmaktadır.”[1]

Pandeminin sebep olduğu derin kriz, ekonomilerimizin ve toplumlarımızın nasıl işlediklerine ve hangi yollarda ilerlediğinde aksaklıklar yaşadığına dair fikirler geliştirme konusunda yığınla fırsat sundu. Bu mahkeme sürecinin hakkımızda verdiği hükümse çok açık: Değişmemiz gerekiyor. Değişmeye mecburuz.

Peki ama değişebilir miyiz? Geçmişte yaptığımız yanlışlardan bir şeyler öğrenecek miyiz? Pandemi, daha iyi bir gelecek için önümüze bir kapı açacak mı? Dünya dediğimiz bu evi düzene sokacak mıyız? Yalın bir ifadeyle: Büyük Sıfırlama denilen adımı atacak mıyız?

Sıfırlama işlemi, esasen iddialı bir görev, hatta fazla iddialı, ama öyle olsa da şunu bilmemiz gerekiyor: bu adımı atmak için elimizden geleni yapmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Burada, bu adımda mesele, pandemi öncesi dönemde bıraktığımız dünyaya nispetle daha az parçalı, daha az bölünmüş, daha az kirlenen, daha az yıkıcı, daha kapsayıcı, daha eşitlikçi ve daha adil bir dünya kurmak.

Hiçbir şey yapmamak veya çok az şey yapmak, toplumsal eşitsizliklerin arttığı, ekonominin daha da dengesizleştiği, çevrenin daha da kötüleştiği bir dünyaya doğru uyurgezer adımlarıyla ilerlemek anlamına gelecek. Büyük Sıfırlama işlemini gerçekleştirmezsek, dünya sefil, bölük pörçük, tehlikeli, bencil, nüfusunun büyük bir kısmını sırtında taşıyamayacak kadar zayıf bir yer hâline gelecek. Dolayısıyla hiçbir şey yapmamak, asla uygun bir tercih olamaz.

Bununla birlikte Büyük Sıfırlama, herkesçe alınmış bir nihai karar da değil. Kimileri, bu adımın atılmasına ilişkin zorunluluğa bir biçimde karşı koyabilirler. Görevin sırta yüklediği yükten korkabilir ve bu adımın aciliyetinin zamanla geçeceğini, durumun kısa süre içerisinde “normal”e döneceğini umabilirler.

“Hiçbir şey yapmayalım” diyenler, temelde şunu söylüyorlar: “Eskiden de benzer şokları, pandemileri, sert resesyonları, jeopolitik bölünmeleri ve toplumsal gerilimleri yaşadık, ileride de yaşamamız kaçınılmaz. Her zaman olduğu gibi toplumlarımız da ekonomilerimiz de yeniden kurulacak. Hayat devam ediyor sonuçta!”

Neticede “dünyayı sıfırlamayalım” diyenler, dünyanın mevcut durumunun o kadar da kötü olmadığı, bizim dünyayı iyileştirmek için birkaç sorunu çözmemizin kâfi geleceği kanaati üzerinden gerekçeler sunuyorlar.

Doğrudur, bugün dünya, geçmişe kıyasla daha iyi durumdadır. Kabul etmeliyiz ki insanlar, karşılarında hiç bu kadar iyi bir dünya bulmadılar. Yoksulluk koşullarında yaşayan insanların sayısı, savaşlarda ölenlerin sayısı, kişi başına düşen GSYİH, ortalama yaşam süresi veya okuryazarlık oranları, hatta pandemilerin sebep olduğu ölü sayısı gibi müşterek refahımızı ölçmek için kullandığımız temel göstergeler, son birkaç yüz yıldır sürekli gelişme kaydetti, üstelik bu gelişme, son yirmi-otuz yıl içerisinde çarpıcı bir düzeye ulaştı.

Fakat bu göstergeler, “ortalama düzeyde” ilerleme kaydetse de eldeki istatistiksel gerçekliğin, dışlandıklarını düşünen (çoğunlukla dışlanan) insanlar için bir anlam ifade etmediğini görmek gerekiyor.

Bu sebeple bugünün dünyasının eskisinden daha iyi olduğuna dair kanaat, ne kadar doğru olsa da o, mevcut hâlle avunmak ve dünyaya musallat olan birçok illeti ortadan kaldırmamak için bir bahane olarak kullanılamaz.

Mayıs 2020’de bir polis memuru tarafından öldürülen Afrikalı-Amerikalı George Floyd’un üzüntü verici ölümü, bu hususu tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Bu olayla birlikte domino taşları devrildi, bardak taştı ve ABD’deki Afrikalı-Amerikalı toplumunun yaşadığı derin ve yoğun adaletsizlik hissi, kitlesel gösteriler dâhilinde bir bomba gibi patladı.

Peki Afrikalı-Amerikalı toplumuna düşen payın geçmişteki paydan büyük olduğunu söylemek, o insanların öfkesini yatıştırabilir mi? Elbette ki yatıştıramaz! Bugün asıl önemli olan, Afrikalı-Amerikalıların bugünkü durumudur, atalarının köle olarak yaşadığı 150 yıl öncesine göre (ki kölelik ABD’de 1865’te kaldırıldı) “gelişmiş” olan koşulları değil. Bu noktada bir siyahînin beyaz biriyle evlenmesinin kanuna aykırı kabul edildiği elli öncesi durumun da bugün için bir önemi yok. (Bilindiği üzere siyahîlerle beyazlar arasındaki evlilikler tüm eyaletlerde ancak 1967 yılında yasal hâle geldi.)

Büyük sıfırlamanın bu tür hususlarla iki açıdan alakalı olduğunu görmek gerekiyor:

1. İnsanlar, istatistiksel verilere göre harekete geçmezler veya tepki koymazlar, tepkileri ve eylemleri belirleyen, duygular ve sezgilerdir. Davranışlarımıza, anlatılan hikâyeler yön verir.

2. Koşullarımız iyileştikçe, hayat standartlarımız geliştikçe, daha iyi ve daha adil bir hayata dair beklentilerimiz de artar.

Bu anlamda Haziran 2020’de birçok yerde meydana gelen toplumsal gösteriler, Büyük Sıfırlama işlemini acilen gerçekleştirmenin zaruri olduğunu ortaya koymaktadır.

Kovid-19 denilen epidemiyolojik riskle yapılan gösterilerde karşılık bulan toplumsal risk, birbirleriyle bağlantılı şeylerdir. Bugünün dünyasında asıl önemli olan, riskler, meseleler, güçlükler, aynı zamanda fırsatlar arasındaki sistemsel bağdır, neticede geleceği de bu bağ tayin edecektir.

Pandeminin ilk aylarında kamuoyu dikkatini, anlaşılır bir biçimde, Kovid-19’un epidemiyolojik etkilerine ve sağlık meselesine yöneltti. Ne var ki süreç ilerledikçe oluşan sorunların, pandemiden kaynaklanan ekonomik, jeopolitik, toplumsal, çevresel ve teknolojik riskler arasındaki bağın ve bu risklerin şirketler ile bireyler üzerinde yol açmayı sürdürdüğü etkinin ürünü olduğu görüldü.

Klaus Schwab
Thierry Malleret

[Kaynak: Covid-19: The Great Reset, WEF, 2020.]

0 Yorum: