Geçtiğimiz
günlerde Sendika.org’da “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa”
başlıklı bir dosya yayınlandı.[1] Dosya, yeni eklenen yazılarla güncelliğini
korumaktadır. Yazıların oluşturulma biçimi genel olarak söyleşiye dayanıyor. Sosyalist
hareket olarak kabul edilen farklı politik çevrelerin önemli sayılan
isimlerinin görüşleri paylaşılıyor, fakat sosyalist hareket olarak seçim
boykotunda bulunan çevreler devre dışı bırakılıyor. Böylece sosyalist olmanın
yenilgisi ve zaferi sandığa indirgeniyor. 14-28 Mayıs seçimlerinin sol
açısından kaybedilmesinin hesabı görülüyor. Söyleşilerin ortak noktalarına
değinmek, solun içine düştüğü ideolojik krizin netleşmesini sağlayabilir.
İlk
olarak solun özeleştiri diye değindiği noktalar, sanki seçimler öncesinde hiç
dile getirilmemiş gibi söyleniyor: halktan ve sınıftan kopukluk, kimlikçilik,
sosyal medya popülizmi, birlik kuramamak, mahallelerden uzaklaşmak, sınıfın
tarikat ve dinsel yapılar aracılığıyla baskılanması… Bu söyleşilerde neyin
geçmediği de bu çevrelerin nelerle yüzleşmek istemediğini gösteriyor.
Emperyalizm ve anti-emperyalizm, yozlaşma, uyuşturucu bataklığı ve çeteleşme, yükselen
mülteci karşıtlığı, anti-depresan kullanımındaki artış, barınma ve açlık krizi,
solun emperyalizm fonlarına karşı duruş(suzluğ)u, yükselen işçi-emekçi mücadele
dalgası.
Seçim,
solun içinde yer aldığı ittifak ya da aday tarafından kazanılsaydı -niyet okuma
hatasına düşmeden- büyük bir ihtimal, ne böyle bir dosya hazırlanırdı ne de
özeleştiri gündeme gelirdi, çünkü sol açısından “başarı” sağlanmış olurdu.
Bunun en belirgin nedeni ise solun uzun bir zamandır kendini burjuva
demokrasisinden medet umar hâle getirmesi ve yükselen işçi-emekçi hareketlerinin
motivasyonunu sandığa kanalize etmesidir. Sol, verdiği destekle seçimi
kazansaydı, mültecileri hemen gönderecek olan siyasi lideri de kabinesine
alacaktı.
Söyleşilerde
dikkat çeken noktalardan biri de işçi ve emekçilerin yaşadığı mahallelerin faşist
ve gerici zihniyeti temsil eden çevrelere terk edilmesidir. Bu noktada her
siyasi çevre “sözcüsünün” bu soruna değinmesi dikkat çekicidir.
Bu
kadar farklı çevre neden mahalle çalışması yürütmemiştir? Sınıfsal gerçeği ve
tarihi bu kadar net olan mahallelerin duvarlarında faşist yazılamalar artarken,
neden hiçbir siyasi çevre bu konuda ses yükseltmemiştir? Solun terk ettiği
mahallenin duvarlarına önce bu yazılamalar işlenip ardından çeteleşme ve
uyuşturucu boy göstererek adli vaka boyutundaki suç artışı yaşanmakta ve
bütünlüğü bozulan mahalle son aşamada rantsal dönüşüme tabi kılınmaktadır. Son
aşamada mahallede görünen sol çevreler göstermelik basın açıklamaları ve Ankara
havası denecek tarzda müziklerin çaldığı düğün orkestrasıyla mahalle halkının
motivasyonunu kırmaktadır, fakat bu pespayeliğin adı “moral etkinliği ve halkla
bütünleşme” olmaktadır.
Bu
bağlamda, söyleşilerde geçen “hayatın her alanında” işçi sınıfının mücadelesini
ve ezilen kesimlerin sınıf temelli mücadelesini yükseltmek gibi ifadeler retorik
bir aldatmaca olarak kalmaktadır ve soyuttur. Son beş yılda mahallelerin
duvarları bu şekilde sağ yazılamalarla doluyorsa sınıfsız ve sömürüsüz bir
dünya kurma hedefi bir yana seçim bile kazanılamaz, çünkü halkın bilinci sağ
hegemonyaya teslim edilmiştir.
İlk
söyleşide Orhan Kara’nın faşizmin ne olduğunu netleştirememesi bile yaşanan
ideolojik bunalımın en somut göstergelerindendir. Solun faşizm tarifi
konusundaki tutarsızlığın teorik bir nedeni de Dimitrov’un yaptığı tanımda
geçen “en” şeklindeki derecelendirme ifadesidir. Bu yüzden sol, liberal
tezlerle, “korku imparatorluğu, despotikleşme, totaliterleşme ve otoriterleşme
eğilimi, baskının gitgide artacağı, faşizmin kurumsallaşmasını tamamlayacağı”
gibi sınırları belli olmayan süreçleri kapsayan ifadeleri kullanıyor:
“Tüm bunlardan yola
çıkarak, önümüzdeki süreçte rejimin daha da despotik bir karaktere bürüneceğini
söylemek mümkün. Bu, bir yandan her türlü muhalif sesin ‘güvenlikçi-istihbaratçı
akıl’ aracılığıyla hızlıca ve güçlü bir şekilde bastırılması anlamına gelirken,
bir yandan da rejimin doğası gereği dinselleşmenin hızlanması anlamına gelecek.”[2]
Bu
yaklaşımı dile getiren Fatih Yaşlı’nın bir başka önerisi de solun popüler
olması yönünde:
“Bunun dışında sosyalist sol, kendisini popüler kılacak, kavramlarını, jargonunu, hedeflerini, programını halka anlatacak yeni iletişim araçları bulmak zorunda.”[3]
Solun sosyal medya aracılığıyla kendini sıkıştırdığı propaganda alanı, bu yanılsamanın sonucu. Popüler kılmanın en önemli aktörü, son seçimde aldığı 900 küsur bin oyla TİP oldu. TİP; “kitle bağlarını kurmanın” yolunu partiye üye olmak için QR kodların yer aldığı duvar ilanlarıyla, kürsü konuşmalarının sosyal medya aracılığıyla yayılmasıyla, sürekli kimlikçi politikaların söylemi olan “erkek, yaşlı, beyaz, zenginlerin kulübü” gibi sıfatlarla burjuvaziyi tanımlayıp kameraya oynayan ve işçi kadınla patron kadını “kız kardeş” kabul eden feminist vekiliyle sağladı. 1 milyona yakın oy alan sosyalist bir partinin alanda hiçbir karşılığının olmaması, kitleleri harekete geçirerek mücadele potansiyelinin bulunmaması solun tartışma konusu değil, çünkü solun asıl hedefi, TİP kadar popüler olmak ve nicel bir kitleye sahip olmak.
Solun
içine düştüğü popülerleşme rüyasının bir göstergesi de partilerin internet
sitelerine koyduğu çevrim içi “üyelik” ve “gönüllülük” formları. Bu
popülerleşme dalgasının vurduğu bir kesim de parti başkanlarının boy boy
resimleriyle halkı “devrimci” olmaya çağıran çevrelerdir. Yani sınıf yok, birey
var.
Söyleşilerde
solun sınıf ve halk gerçeğinden koparak, kimlikçi politikalara kendini esir
ettiğini ve özeleştirinin buradan verilmesini ısrarla vurgulayan isim, Musa
Piroğlu.[4]
1990
sonrası süreçte anti-Marksist tezlerin Marksist hareket içerisine sol politika
adına sızmasından itibaren, sınıf bir kimlik olarak kabul edilmeye başlandı ve
diğer kimlikler gibi herhangi bir özne durumuna düşürüldü. Temel çelişki
uygarlık krizine indirgenerek, emek-sermaye çelişkisi geri plana itildi.
Bookchin, Negri ve Hardt, Laclaue ve Moffe, bu isimler yanında, bireyci
anarşistlerin görüşleriyle hayat bulan sivil toplumculuk, radikal demokrasi
projesi, ekolojik toplum mücadelesi yeni sol hareketlerin temel dayanak
noktasını oluşturarak kimlikler mücadelesinin bayrağı sol tarafından
yükseltilmeye çalışıldı. Bugün emek-sermaye çelişkisini önemsiz sayarak onun
yerine devletli uygarlık-demokratik uygarlık mücadelesini temel çelişkisini
ikame eden manifestoyu sendika kongrelerinde dağıtan ve oluşturduğu yeni
yönetimin çalışma programını bu kimlikçi manifestoya göre yöneterek sınıf
gerçeğinin dışına çıkan, nicel yönden hâkim sendikal anlayışın hangi siyasi
çevrenin görüşlerine yakın olduğunu sormak yerinde olacaktır.
Piroğlu’nun
işaret ettiği ideolojik çarpıklığı temel politika biçimi olarak savunan siyasi
çevrenin neresi olduğu ve bu çevrenin solu hizaya getirme biçimi olarak bu
sivil toplumcu/radikal demokrasi projesini savunduğu yazıda belirsiz
bırakılmaktadır. Aynı siyasi çevreyle seçim ittifakı kurup parlamentoya
girdikten sonra işçi sınıfı mücadelesinin seçim sürecinde dışsallaştırıldığına
dikkat çeken İskender Bayhan’ın yaklaşımı da söyleşiyi okuyan insanlarda “Acaba
başka bir ülkede mi yaşıyoruz?” sorusunu ortaya çıkarmaktadır.[5]
İşçi
sınıfının mücadelesini sadece insan hakları ve ekonomizm olarak kabul eden
siyasi çevre aracılığıyla hem sendikalarda hem de genel seçimlerde ittifak
kurarak bunun doğru yol olduğunu halka ve sınıfa gösteren anlayışların bu
eleştirileri gerçek hayatta hiçbir karşılığa sahip değildir.
Emperyalizm
çağında anti-emperyalizmi gereksiz bir ayrıntı olarak gören TİP’in de emek ve
özgürlük ittifakı bileşenlerinin de 30 Mart tarihindeki Finlandiya’nın askeri
pakta katılması yönündeki oylamaya katılmamaları, seçim sürecine nasıl
hazırlandıklarını ve teorilerini nereden aldıklarını gösterir. Aynı dönem
mecliste vekil bulundurmayan çevrelere yakın gazetelerde sol kabul edilen
çevrelerin vekillerinin oylamaya katılıp “hayır” oyu vermediğinden dolayı
“oybirliği”yle kabul edildiği gerçeği dile getirilmemiştir. Kendisini işçi
sınıfının gazetesi olarak gören yayının köşe yazılarında Ukrayna lideri “tarihe
geçecek kahraman” olarak ilan edilmiştir:
“Sebebi ne olursa olsun,
büyük acı içinde ülkesini savunmaya çalışan Ukrayna halkı, siyasetin üst
kademesindeki yöneticiler için örnek oluşturabilecek tarihsel öğreti
oluşturmaktadır. Rus tanklarının ve askerlerinin ülkesini işgali karşısında
Ukrayna halkının tek vücut olarak cephede âdeta insan zinciri oluşturması, göz
yaşartıcı kader beraberliği timsalidir. İşgalin sonucu ne olursa olsun, Ukrayna
halkının ülkeyi savunma birlikteliği, bizzat başkanın da, onlarca göstermelik
koruma halkasının arkasına sığınmadan, halklar arasında ayırım yapmadan tüm
halkına inanarak halkıyla birlikte savunmanın ön safında yer alması, tarih
kitaplarına halkı ile bütünleşmiş komutan olarak geçecektir.”[6]
Söyleşilerde
dikkat çeken noktalardan biri de seçimlerin adil ve eşit şartlarda
yürümediğidir. Bu söylemi her seçim sonrasında duymak mümkündür. Her seçim,
ülke tarihinin “en önemli” seçimidir, kesinlikle sandığa gidilmelidir! Ortaya halkın
umudunu kıran bir sonuç çıktığında solun hep aynı söyleme, “Eşit şartlarda
seçim yürütülmedi, halktan çok koptuk, birlik olamadık, önümüzdeki süreç ağır/zor
geçeceği için bizi yeni görevler bekliyor, halkla ve sınıfla bütünleşmeliyiz,
yenilgiden dersler çıkarmalıyız…” gibi retorikten başka bir şey olmayan, ezber
cümlelere başvurmaktadır.
Son
seçime girme sürecinde halkın karşılaştığı sorunlar, barınma, beslenme ve
enerji faturaları krizidir, fakat bu sorunlara dair ne sol çevrelerin ne de
seçim ittifaklarının herhangi bir çalışması olmuştur. Hatta sendikalar bile
seçim sürecine kapılarak, bütün sorunların çözüleceği tarih olarak 29 Mayıs
sabahını beklemiştir.
Salgınla
başlayan son 3 yıllık süreçte işçi grevleri ve direnişleri dalgası yükselerek yayılmıştır,
fakat tüm bu dinamizm, sol tarafından işçi-emekçi bütünleşmesinin sağlanması
yerine, sandığa kanalize edilmiştir. Bu, en “işçici” olduğunu iddia eden sol
çevrelerin işçi niceliğinden anladığı, sendikalarda ve mecliste koltuk sahibi
olmak için yürütülen pazarlıktır, ittifak kurarken masaya daha güçlü oturma
stratejisidir. İşsizleşme, yoksullaşma, barınma krizleri, doğanın ranta
devredilmesi, depremler, yangınlar ve ekonomik krize rağmen yenilgi tartışması
yapılıp, “Önümüzdeki süreçte bizi yeni görevler bekliyor, yenilgiden ders
çıkaralım” diyen çevrelerin bu tutumu, sadece söylem ve kara mizahtır.
Bu
solun 1 Mayıs alanı bile yoktur! Asıl alan, onlar için “fetişizmdir”! Onun için
artık sınıf yoktur. 90’lı yıllardan itibaren “Ülkemizde başta […] sorunu olmak
üzere” kalıp ifadesindeki boşluk, sürekli kitlesi fazla olan bir kimlikle
doldurulur.
Cümlede
doldurulması gereken boşluk, bugün için LGBT’dir. Söyleşilerin bir kısmında
LGBT ilk sırada, sendikalar dördüncü sırada yer alıyor. Solun LGBT’sinin
kitlesel ya da sembolik destek verdiği herhangi bir sınıf mücadelesi eylemi
yoktur. Bu somut gerçek bile solun LGBT’yi sınıf temelinde birleştireceği
söyleminin başarısız olduğunu gösterir. O sol ki bu söylem uğruna -aslında
LGBT’yi sömürmek uğruna- oraklı çekiçli bayrağına gökkuşağı eklemiştir.
Sonuç:
Reformizmde Sağlam Çark Olmaz
Sendika.org’un
söyleşi yaptığı çevrelerin/isimlerin görüşlerinde halkla ve sınıfla alay etme
söz konusudur. Her seçim öncesi umut dalgası yükseltilir, halka seçim sonucu
bekletilir; seçim kaybedilir, sonra sol, yenilgi tartışması yaparak politik
folklorünü icra eder. Sol, son seçim sürecine kaybettiği mahallelerle, bugün
yalandan şikâyet ettiği kimlik siyasetiyle ve emperyalizm çağında
anti-emperyalist olamamasıyla, yani neticede ortaya koyduğu tüm ilkesizliğiyle
girmiştir.
Kendi
evinin duvarına nakşedilen faşist yazıyı silmek için 29 Mayıs sabahını
beklemiştir -sileceği de meçhuldür. Marx’ı aştığını iddia edenlerle seçim
ittifakı kuranlar ve bu ittifakın dışında kalanlar birleştiğinde yüzde 7 oy
alamıyorsa, bunun nedeni ideolojik hegemonyanın kaybedilmiş olmasıdır. Bu sola
yapılacak bir eleştiri varsa, o da şudur: bu sol, halkta ve sınıfta
antidepresan olarak iş görmektedir. Burjuvazi, o yüzden onlara destek vermektedir.
Onun asıl görevi, sınıf kinini törpüleyerek sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kurulmasını
geciktirmektir.
S. Adalı
22
Temmuz 2023
Dipnotlar:
[1] Dosya, “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa”, 22 Temmuz 2023, Sendika.
[2]
“Fatih Yaşlı Söyleşisi”, 21 Temmuz 2023, Sendika.
[3] A.g.e.
[4] “Musa Piroğlu Söyleşisi”, 19 Temmuz 2023, Sendika.
[5]
“İskender Bayhan Söyleşisi”, 20 Temmuz 2023, Sendika.
[6] İzzettin Önder, “Ülke Güvenliği Halkın Birliğine ve Bilincine Dayanır”, 4 Mart 2022, Evrensel.
0 Yorum:
Yorum Gönder