Tarihte
Bugün: Dil, İdeoloji, Mekân
Marx’ın
tarihsel materyalizm kuramında en dikkat çeken noktalardan biri, burjuvaziyi
feodalitenin sonunu getiren devrimci bir özne olarak kabul etmesidir. Diyalektik
yasaların gereği olarak zıtların birliği, aynı zamanda kendi içinde çelişki
yaratır. Proletaryayı yaratan burjuvazi, “ağacın kurdu kendi içindedir” misali,
kendi sonunu getirecek özneyi de üretir.
Burjuvazinin
ürettiği proletarya, onun için her an tehdit barındıran ve bastırılması gereken
sınıf olarak tarih sahnesine çıkar. Bastırılma süreci, burjuvazinin baskı
araçlarıyla hayat bulsa da zorun rolü, zıtların karşıtlığının yarattığı
dinamiğin son perdesinde devreye girer. Son iki yüzyıllık tarihsel dönemin ilk
aşamasında proletarya baskı araçlarıyla denetim altına alınmıştır.
Neil
Postman’ın işaret ettiği gibi Orwell’ın kaygısı, kitapların
yasaklanması/yakılması iken Huxley’nin asıl kaygısı, kitapların değersizleşmesi
ve kitap okumanın nitelik kaybına uğramasıdır. Bu eğretilemeden hareketle,
burjuvazi-proletarya çatışmasının ilk dönemi kitapların yakılması/yasaklanması
gibidir, çünkü bu süreç baskı aygıtlarıyla gerçekleşir. Zor aracının
sürdürülemez olması, ideolojik aygıtların devreye konmasıyla burjuvazi için
çözüm aracına dönüşmüştür.
On
dokuzuncu yüzyılın özeti, zorun rolüyle burjuvazinin ayakta kalmasıyla kapanır.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde, iki sınıfın egemenlik mücadelesi üst bir aşamaya
geçer. Sosyalist rejimlerin ilk deneyimleriyle birlikte İkinci Paylaşım Savaşı
yaşanmıştır. Bunun sonucunda burjuvazinin imdadına yetişen ideoloji faşizm
olmuştur, fakat yenilgisi kısa süreliğine de olsa kaçınılmaz bir hâl almıştır
ve yenilmiştir.
Burjuvazi
için asıl tehlike, yenilgiye uğratılır olduğu umudunun proleter ve emekçi
sınıflara yerleşmesidir. Soğuk Savaş yıllarında, önce sosyalist rejimlerin
dışında kalan ülkelerdeki proleter sınıfların kurtuluş mücadelesinin karşısına
konumlanacak bir faşist kitlenin yapay şekilde üretilmesiyle faşizm kendini
yeniden var etmesi sürecine girer. Nitekim faşist kitlelerin aldığı yenilginin
imdadına 1970 sonrası süreçte darbeler yetişir. Egemenliğini zorla
sürdüremeyeceğinin farkında olan burjuvazi, geliştirdiği ideolojik aygıtlarla
küçük burjuvazinin yaşam pratiklerine sirayet ederek, siyasi alandan kültürel
alana ve yaşam biçimlerine kadar nüfuz etmiştir.
Yirminci
yüzyılın ortasından itibaren burjuvazinin felsefi temeli postmodernizm akımı
üzerinden şekillenir. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından proleter ve
emekçi sınıflarda oluşan umutsuzluk ve yenilgi psikolojisinin hâkim olduğu
atmosfer, burjuvazi için egemenliğini tesis edeceği tarihsel aralığın
başlangıcına dönüşür.
1-
“Tarihin sonu” tezi, ideolojilerin artık sona erdiği illüzyonunun kitlelerin
zihnine işlenmeye çalışılmasıyla devreye girer. Maddi koşulların insan
bilincini şekillendirdiği gerçeğinin ters yüz edilmesi, insanın maddi
koşulları/nesnel gerçekliği çarpık biçimde algılamasıyla gerçekleşir.
İdeolojilerin sonunun gelmesinin tek yolu, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya
erişilmesiyle mümkündür ki yaşadığımız tarihsel süreçte sömürü düzeninin
çarkları hâlen işlemeye devam etmektedir.
2-
İllüzyon ortamında postmodernizmin burjuvaziye sağladığı imkânlar sınırsızdır.
Toplumsal olan yok edilip güçlendirilmesi gereken özne, bireydir. Bütünlükler
parçalanarak tekil olanlara yönelme, kimliklerin önem kazanması, sınıfsal
çelişkilerin yerini birey-toplum-medeniyet çatışmasının alması, büyük anlatılar
diye iddia edilen ideolojilerin bireyi baskılaması, yaşam biçiminin uğrunda
mücadele edilecek en kutsal değer olarak kabul edilmesi, önemli olanın bireyin
hazzını yaşaması, kesinliklerin yerine belirsizliğin konulması, bilimin
indirgemeci ve baskıcı sayılması, dış gerçekliğin yerine bireyin iç
gerçekliğinin çelişkilerin sebebi olarak telkin edilmesi, insanın doğası gereği
rekabetçi ve bencil olarak propaganda edilmesi, yaratılmak istenen toplum/insan
modelinin hareket noktalarıdır.
3-
Yaratılacak insan modelinde sosyalizmin yaratacağı insan modelinin -Yeni İnsan-
karşısında konumlanması için şekil verilmesi gereken ideolojinin sol olduğu
gerçeğini dikkate alan burjuvazi, yolu düzleştirmek için önce ideolojik
mücadeleyi solu dizayn etme üzerinden başlatır. Sol, kitleselleşmemeli aksine
bireyselleşmelidir. Bu yüzden Huxley’in duyduğu korku yerindedir, çünkü
kavramları yok etmek asıl tehlike değildir, kavramlar, içi boşaltılarak ve
özünden soyutlanarak varlığını sürdürmelidir.
Sun
Zi’nin Savaş Sanatı adlı eserinin en çarpıcı görüşlerinden biri,
düşmanınızı yok etmek yerine ona kaçacağı kadar alan bırakmaktır. Düz bir
mantıkla düşünüldüğünde yok etme imkânı varken neden kaçılacak bir alan
bırakılmalıdır? Bu savaş taktiği bir eğretilemedir, çünkü bugün için düşünceyi
yok etmenin imkânı olmadığından, kaçılacak bir alan bırakılmasının ilk nedeni,
kaçılacak alana sıkıştırılan öznenin/düşüncenin kontrol etmek istenmesi ve
zayıf bir tehdit olarak yaşamasına “izin” verilmesidir. Bunun yolu da simülatif
bir atmosferde kavramların değersizleştirilmesidir, yani yolu yok etmeden yolu
tüketmek.
Yanılgılar
1-
İlk yanılgı, ideolojilerin son bulduğunun telkin edilmesidir. Sömürü düzeni
hüküm sürdükçe ideoloji de var olacaktır. İdeolojilerin/büyük anlatıların
devrinin kapandığı propagandası, hâkim ideolojinin kendini gizleme biçimidir.
Asıl bilinç bulanıklığı bu telkinle yaratılır.
2-
Her düşünceye saygı duyulması “inceliği” ikinci yanılgıdır ve safsatadır.
Gerici ve faşist düşüncelere saygı duyulamaz, çünkü her iki düşüncenin de
varlık nedeni, insani olanın yok edilmesi hedefi üzerine konumlanır. Doğada
kuzunun kurda saygı duyması, onunla aynı çayırda beslenmesi mümkün değildir.
Cemal Süreya’nın Kan Var Bütün Kelimelerin Altında şiirinde geçen
“Umulmadık bir gün olabilir bugün/ Aslan kardeşçe uzanabilir kayalıklara”
dizeleri bu yanılgıyı kanıtlar niteliktedir.
3-
Temel çelişkinin birey ve toplum arasında, yani kimlikler düzleminde
gerçekleştiği tezi üçüncü yanılgıdır. İki sınıf vardır ve tarihsel ilerleme iki
sınıfın mütemadiyen mücadelesi üzerine kuruludur. Kimlikler mücadelesi,
burjuvazinin karşısında emekçi sınıfların parçalanmasına ve kendi içinde
çatışmasına neden olur ki bunun sonucunda sınıfın bütünlüğü zayıflatılır ve
sömürü düzeni güç kazanır. Burjuvazinin kimliklere önem vermesinin asıl nedeni,
bütün bir ekmeği lokmalara bölerek hazmetmeyi amaçlamasıdır.
4-
Üçüncü yanılgıdan hareketle dördüncü yanılgı ise burjuvazinin eril/erkek olduğu
tezine dayanmaktadır. Burjuvazinin cinsiyeti, milliyeti ve dini olmadığı gibi
her bir kimlik proleter ve emekçi sınıfın parçalanmasında bir araçtır.
Günümüzün sömürü düzeninde sermayeyi elinde tutan bir avuç azınlığın
azımsanmayacak bir bölümünün kadın olduğu gerçeği aşikârdır. Bu minvalde
hareket edildiğinde patron bir kadınla işçi bir kadının aynı kimlikte buluşup
kız kardeşlik bağı kurmasının imkânı yoktur. Hiçbir işçi ve emekçi, patronla
böyle bir bağ kuramaz, çünkü aralarında eşitler arası ilişki değil,
sömüren-sömürülen ilişkisi vardır.
5-
Topluma ve toplumsal olana düşmanlığın ideolojik ilke olması gerektiği diğer
bir yanılgıdır. Son yüzyıldır toplumsal olanın parçalanıp ortaya çıkan insan
yığınının toplum olarak sunulması bir aldatmacadır. Günümüz toplumları artık
özgün değerler üretmekten uzaktır, hatta yüzyıllar boyu kendi ürettiği
değerlerden de çok uzaktır, fakat bunun asıl sorumlusu kapitalizmdir. Aynı
şekilde, insanın doğası gereği bencil ve rekabetçi olduğu telkini de
kapitalizmin yarattığı bir yanılgıdır, çünkü rekabet kapitalizmin kültürünün
ürünüdür. İnsanın yeryüzüne ayak bastığı andan itibaren doğada karşılaştığı
bütün zorluk ve tehditlerle baş etmesi kollektif bir şekilde hareket etmesiyle gerçekleşmiştir.
Kapitalizm için en büyük tehdit işçilerin ve emekçilerin birliğidir. Bu
düzlemde yaklaşıldığında, yaşamın anlamını yaratan değerler bireysel değil,
aşkın bir öze sahiptir ve insan, başka insanlar aracılığıyla değerler üretir.
6-
Geldiğimiz süreç itibariyle tüm yanılgıların en kritik olanı, sol bir parti,
çevre ve sendikanın mücadele yürüttüğünü var olma/varoluş üzerinden kanıtlamaya
çalışmasıdır. Görüntüsü olup sesi olmayan televizyon neyse telefonunuzu şarja
taktığınızda çalışmayan priz de odur.
Yerelde
Somut Örnekler
Ülkemizde
1960-80 döneminde yükselen sınıf mücadelesinin yenilgiye uğratılmasının yolu, Soğuk
Savaş yıllarının eseri olarak faşist bir yapay kitlenin yaratılmasıyla döşenmiştir.
Bu girişimin başarısızlığı karşısında 12 Eylül darbesiyle baskı aygıtı devreye
girer. Yerelde darbe döneminin sona ermesiyle Berlin Duvarı’nın yıkılmasının
aynı tarihsel döneme denk gelmesi, hem dünya halkları açısından hem de ülkemiz
emekçi sınıflarının mücadelesi açısından önemli tarihsel gelişmelere yol açar.
1990
sonrası süreçte sınıf mücadelesinin yerini sivil toplumculuk almıştır. Sınıf
çelişkisi temel çelişki olmaktan çıkarılarak kimlikler mücadelesiyle yol
tüketilmiştir. Sınıf hareketlerinin yerini emperyalizm tarafından fonlanan
STK’lar almıştır. Fon alma çemberine sendikaların girmesiyle sendikal mücadele
önemli gün ve haftaların anıldığı ve buna yönelik etkinliklerin düzenlediği
dinamiklere dönüşmüştür. Sendika şubeleri, yoga, sirtaki, enstrüman ve dil
kurslarının düzenlendiği; beden ve cinsiyet atölyelerinin yapıldığı; kadın ve
erkeklerin ayrı atölyelere katıldığı gerici ayrışmanın yaşandığı; kokteyllerle
kutlamalar gerçekleştirilen yerlere dönüştürülmüştür. Artık yoldaş yoktur; eril
cinsiyet topluluğu ve kız kardeşler birlikteliği vardır. Sendikaların
kapatılması yerine sınıf mücadelesinin reddedilip kimlik mücadelesiyle
demokratik hat inşa eden özneye dönüştürülmesi Sun Zi’nin işaret ettiği durumla
örtüşmektedir.
1990
sonrası süreçte burjuvazinin solu ve sol özneler aracılığıyla emekçi sınıfları
uyuşturup kontrol ettiği alanların başında bar ve eğlence mekânları
gelmektedir. Kutsal bireyin yaşam biçimi barlarda gelişmektedir. Sol bir çevre
olarak Kadıköy’de açacağınız -alkol satışı yapılan- “kültür merkezi”nin
burjuvazi için hiçbir sorun oluşturmamasının asıl nedeni de burada aranmalıdır.
Mekân, ideolojinin yeniden üretilmesiyle anlam kazanır. Sömürü düzeninde
kontrol edilemeyen her mekân bir tehdit içerir. Aynı şekilde,
Taksim-Beşiktaş-Kadıköy hattındaki barların işletmeci ve müşteri profili
politik açıdan incelendiğinde, bu iddia somut kanıtlarla güçlenmektedir. Bu
yüzden bu işletmelerin yaşayacağı herhangi bir yasal zorlukta müşterileriyle
bütünleşerek zora “direnmesi” kutsal yaşam biçimine müdahalenin “püskürtülmesi”
olarak sol tarafından kitlelere ajite edilmektedir. Kutsal yaşam biçimi,
biricik bireyin özgürlüğünün savunulmasında rol alırken asıl kopuş; sınıfsal
aidiyetin yaşam alanı olan iş yerlerinden ve mahallelerden uzaklaşmayla
gerçekleşir, çünkü her ikisi de toplumsaldır/kollektiftir ve bireyin özgürlüğü
için “gerici ve baskıcı bir tehdit” içerir.
Bar;
özgürlüğün ve hazzın yaşandığı alana dönüşerek birey olmanın biricik alanıdır.
Gerektiğinde dayanışma geceleri ve sendikal etkinlikler burada yapılmalıdır,
gecenin ilerleyen saatlerinde sohbetinizin niteliği artarak politik
aidiyetinizi yaşatan geçmişin nostaljik anıları anlatılmalıdır! Hem böylece demokrat
işletmeciyle de dayanışma gerçekleştirilerek, yaşam alanı egemen sınıflara
karşı korunmalıdır. Bara faşist ve gerici bir saldırı gerçekleşirse “aydınlığı
savunmak” adına birlik olunmalıdır, çünkü demokrasi mücadelesi bunu
gerektirir(!) Oysaki iş yerlerinizin, mahallenizin ve evlerinizin duvarlarına
faşist, ırkçı ve gerici yazılamalar yapıldığında sessiz kalınmalıdır, çünkü
buralara sahip çıkması gereken özne bütünlüğüne karşı olunan halk olmalıdır! Zaten
büyük anlatıların tarihi kapanmıştır, asıl anlatı, makro değil mikrodur, yani
toplumsal değil, bireyseldir, fakat sınıf karşıtı büyük anlatı duvarlarda
kendini göstermektedir.
Sınıfsız
ve sömürüsüz bir dünya kurmanın yolu ekonomik, siyasi ve ideolojik mücadelenin
birbirinden ayrıştırılmadan yürütülmesinden geçmektedir. İdeolojik mücadele
duvar-bar çelişkisinde yenilgiye uğratılır. Solun ideolojik mücadelesini
yürütecek duvar varsa o da sosyal medyada bireysel isyanı ifade eden ağlama
duvarıdır. Kutsal ve ilerici birey düşüncesini kendi sosyal medya duvarına yazıladığında
mücadele de ilerletilmektedir! Bu yanılgının somut örneği ise sömürü düzenini
sürdürecek kitle manipülasyonunun aracı olan ideolojik
yazılamaların/sloganların burjuvazinin değil emekçi sınıfların yaşadığı
semtlerde üretilmesidir. Bu semtler sol için “varoş”tur ve varoş artık
“gerici”dir, ondan uzak durulmalıdır; mahalle ve iş yeri değil, Taksim
savunulmalıdır, ama 364 gün çünkü 365. gün 1 Mayıs’tır, o gün geldiğinde
Maltepe-Bakırköy hattında demokratik bir turistik seyahate çıkılmalıdır, o da
yoksa balkonu olan bir ev bulunmalıdır.
Bu
alanlar terk edildikçe taviz tavizi getirir; sokakta abartı egzozuyla ve son
ses müziğiyle cirit atan araçlar türer, yabancı/mülteci düşmanlığı yapan linç
kültürü türer, toplu taşımada taciz kendini gösterir, birbirine tahammülsüz
insan yığını ortaya çıkar, uyuşturucu ve çeteleşme ağı sınıfı baskılayan alt
kültür olarak kendini her gün yeniden üretir. Oysaki böyle bir yer, solun yüce
değerleri ve kültürüne “layık” değildir; o yüzden mümkünse orta sınıfın yüksek
kiralarla ikamet ettiği kıyı semtlere taşınılmalıdır. İşçi sınıfı yoktur,
medeniyetin gerisinde kalmış özneler vardır ve onlar doğası gereği farklılığın
karşısında olduğundan, onun semtinden imkân dahilinde kaçılmalıdır. Onlarla
ortak bir bağ kurulacaksa, “ezilenlerin feryadı” diye pazarlanan arabesk
müziğin alkol alınca dinlenmesidir. Artık marş da çok eril ve disiplinerdir
çünkü o da toplumsaldır, mitinglerde slov/yavaş aşk şarkıları ya da sömürü
düzenine küfreden isyankâr rap müzik kitleye dinletilmelidir. Proleter ve
emekçi sınıfla kurulacak ikinci bir bağ da Çukur ve 01 tarzı mahalle çetelerini
anlatan dizilerin izlenip bu çürüme kurgusundan mahalle halkının bütünlüğüne
dair sol mesajlar çıkarma gafletidir. Bu gaflet, dizide oynatılan demokrat
oyuncular aracılığıyla meşruiyet kazanır. Solun bu mahalle özlemi 12 Eylül’den
sonra terk ettiği yurda yönelik hasrettir.
Solun
artık başka sloganları vardır, bu sloganlar, “İşçilerin/emekçilerin birliği
sermayeyi yenecek” değildir, çünkü onun yerine “Libidomun ateşi sermayeyi
yakacak” geçirilmiştir. Birlik baskıcıdır, özgürlüğü kısıtlar; libido, emekten
kutsal bir noktaya taşınarak yaşam biçiminin hayat bulduğu haz duygusu
egemenlere tehdit olarak sunulur. Slogan, bir ideolojinin ana düşüncesi olarak
kitleleri birleştiren temel motivasyon ifadesidir ki ideolojinin dil alanına
girer; duvara yazıldığında da ideolojiyi yaşatan mekâna dönüşerek onun yeniden
üretilmesidir. Bu yönüyle kitlenin ve sınıfın haykırışı olan slogan, artık
bedenin ve cinsel kimliğin gevezeliğine dönüşmüştür. Dil de mekân da sınırlı
bir alana sıkıştırılır, ideoloji ise postmodern bir savrulmayla demokrat,
kutsal ve aykırı olan biricik birey için bir güce dönüştürülür.
Antiemperyalizm
gibi mücadele ilkelerinden vazgeçilir, çünkü bunlar, kaçılması gereken “ulusal”
değerlerdir. Sol, bir yurda sahip olmaz ve yurtsuzlaşır; olursa onun için büyük
bir risktir, zira yurtsuzluk, özgür bireyin politik kendini gerçekleştirme
biçimidir. Politik birey olarak ülke siyasetini önceden tahmin edip sonra bu
öngörüsündeki başarıyla övünmek, kutsal birey tuzağının aldatmacası olarak başka
bir çelişkidir.
Sol
için artık afişlerde kitle yoktur, politik bireyin resimleri vardır. Mücadele,
kitlelerle değil, popülizmin eseri olan bireyle yürütülür. Sosyal medya
aracılığıyla ve yapılan sohbetlerle popülist/medyatik bireyin kahramanlıkları
paylaşılır. Politik bireyin kimliksel aidiyetleri ne kadar çoksa mücadelesi de
o kadar değerli olur: aykırı yaşam biçimi, cinsel kimlik, kültürel ve mezhepsel
aidiyet, memleket bilgisi ve nüfus kaydı, geldiği demokrat aile vs.
Toplumcu
sanat çağı sol için sona ermiştir. Onu burjuvazi değil, sol bitirmiştir, çünkü
toplumcu sanatı burjuvazi değil, sınıf mücadelesi üretir. Burjuvazinin tek
“suçsuz” yönünün bu alanda olması kara mizah tarzı bir çelişkidir. Yol, sanat
alanında da tüketilmiştir. Emekçi sınıflar, kapitalist gerçekçiliğin
kurgularını sanat diye sohbete konu edip kapitalizmi tartışır hâle
getirilmiştir.
Solun
dili sınıf mücadelesinin kavramlarından kopmuştur. Emek, sınıf, bilinç,
dayanışma, yoldaşlık, yurt, anti-emperyalizm, direniş gibi kavramların yerine
kız kardeşlik, yan yanalık, farkındalık, yol arkadaşlığı, birliktelik,
renklilik, farklılık, çeşitlilik, ötekilik, kendilik gibi kavramlar
yerleştirilerek dil-ideoloji ilişkisi yeni bir forma dönüştürülmüştür.
“Kapitalist barbarlık” gibi bir söylem geliştirilmiştir, fakat Romalılar, “barbar”
sıfatını kendileri dışında kalan halkları “istilacılık”la tanımlamak için
kullanıp kendi işgalciliğini gizlemeye çalışmışlardır. Althusser’in “Felsefe,
halkın teori alanındaki sınıf mücadelesini temsil eder”[1] sözü ideolojinin dil
alanındaki evrimini özetlemektedir.
Sonuçlar
Dilden
ve mekândan sürgün edilip ideolojik mücadele alanının dışına çıkarılan her
ekonomik mücadele siyasi hedeften de uzaklaşır. Sürecin asıl sonucu ise
yaşanılan yenilgi gerçeğidir ve bu gerçeğin sol eliyle sınıfa ve kitlelere
dayatılmasıdır. Tüm bunların nedeni olarak sol; kendi tarihini, değerlerini ve
bütünlüğünü yapıbozuma uğratarak, büyük anlatısıyla, diyalektiği ve üst
metinleriyle ilişkisini sona erdirmiştir.
İdeolojik
Saldırılar Karşısında Uzak Durulması Gereken Cümle: “Bunda
ne var ki çok abartıyorsun, her düşünceye saygılı olalım.”
Yeni
Başlayanlar İçin:
Diyalektik
materyalizmin ilkelerini öğrenmek, toplumsal değerlerin birey için aşkın özellik
içeren önemine yoğunlaşmak, sınıflar mücadelesinin tarihini araştırmak,
değerler yaratan biyografilere yönelerek yaşanılan her çıkmaz için reçete
bulmak, sanat alanında sınıf mücadelesinin üretimlerine yönelmek.
Kitap
Önerileriyle Devam Edecek.
S. Adalı
3
Haziran 2023
Dipnot:
[1] Louis Althusser, “Philosophy as a Revolutionary Weapon”, Şubat 1968, MIA.
0 Yorum:
Yorum Gönder