Gökkuşağı
Nuh Peygamber’in ismi (“Noah”) İbranicede
“huzurlu, sakin” anlamına geliyor. Toprağı lânetleyen, günahkâr olan insandan
ve tüm kalıntılardan kurtulmak isteyen Tanrı yeryüzüne, üzerindeki her şeyi yok
etmek için bir tufan gönderir. Ancak Nuh’un doğru dürüst bir insan olduğuna
kanaat getirir ve ona bir gemi yapmasını, gemiye her tür canlıdan bir çift
almasını emreder. Yolculuk esnasında bir aslanın saldırısına uğrayan Nuh, topal
kalır. Aradan yüz elli gün geçer ve gemi, Ararat’ın, kimilerine göre Elbruz’un
tepesinde iken tufan kesilir. Nuh, orada Tanrı için bir sunak inşa eder. Tanrı
ile bir ahit imzalayan Nuh, toprak üzerindeki lânetin kalkması sonrası
çiftçiliğe başlar ve şaraplık üzüm yetiştirir. Bahsi geçen ahdin teolojik simgesi
ise gökkuşağıdır.[1]
Sümer efsanelerinden türeyen Gılgamış Destanı da aynı
tufandan söz eder. Destanda Gılgamış’ın tufandan kurtulan, ölümsüzlük otuna
sahip Utnapiştim’in peşinden gidip ondan otu alması, sonrasında otu bir yılana
çaldırması, ölümsüzlük umudunun kursağında kalışı anlatılır.
* * *
Kahpe bir uluslararası komplo sonucu yakalanan Kürd
kurtuluş mücadelesinin önderi Apo da İmralı sürecinde kaleme aldığı çeşitli
metinlerde Gılgamış Destanı’na atıfta bulunur ve kendi mevcudiyetini onunla
ilişkilendirir.
Biraz Nuh, biraz Gılgamış edası ile birkaç yıl önce
kongre gibi çeşitli birlik ortamlarına işaret eden Apo, ahdin sembolik
karşılığı olarak bir tür “gökkuşağı” önermektedir. Bu, tam da doksanlarda ÖDP’de
dillendirilen “gökkuşağı partisi”ne denk düşer; tek farkla: bu sefer içinde
Kürdler de olacaktır.
Eski şeflerin kurtlu ÖDP’sinden Kürd’lü ÖDP tabiî ki
evlâdır, ancak bu pratik, sınıfî, millî ve dinî manada örgütlenmiş kitlelerin
karşılıklı etkileşimlerinin bütünlüğünde yürütülecek bir siyasete alan
açmayacaktır. Birkaç şef küstürülmesin, bireysel mevcudiyetlerine saygı
duyulsun, kimsenin üzerindeki inciler dökülmesin diye parti disiplininden uzak,
bu yönüyle her türlü işbölümü, disiplin ve ahlâktan azade bir “parti olmayan
parti” inşa edilmiştir. Marx’ın Hegel’den ödünç alıp geliştirdiği anlamda, ilk
ÖDP bir trajedi[2], ikincisi tam anlamıyla komedi ile sonuçlanacaktır.
Gökkuşağındaki renk tayfı, ışık ve aydınlığın
karanlığa karşı mücadelesinde herkese yapılmış bir çağrıdır. Bu çağrıda,
gözlerini kör etmiş kitlelerin kara gücü ve aynı şekilde düşmana karşı ortak
bir hedefe kilitlenme anlamında (geçmişte kefenin rengi olarak kullanılan)
beyaza yer yoktur.
Gökkuşağı, aralarında sınıfsal-politik kimi gerilim
noktaları olan ekiplerin liberal anlamda yan yana getirilmesini ifade eder. Bu yönüyle,
Tufan sonrası huzur ve dinginliğin tufan öncesindeki izdüşümü gökkuşağı
partisidir. Yani bu noktada herkes, içi boş olan bir demokrasi zemininde,
hiçbir şiddete ve çatışmaya mahal vermeyecek biçimde bir araya getirilir. Bu
bir aradalık, krizin ve savaşın koşulladığı gelişmelere karşı kördür.
Zira kriz ve savaş, kimi olguların önsel olarak ezelî
ve ebedî oldukları varsayılan bütünlüklerinin muhafazası amacıyla ele alınır.
Dolayısıyla, krizin ve savaşın yol açtığı sonuçlar birer tehdittir. Kimi örgüt
şefleri için savaşın ve krizin sancılı güzergâhından geçen kitleler de aynı
şekilde tehditkâr unsurlardır.
Örgüt şefleri, kendilerini her şeyden azade, mutlu ve
huzurlu bir zeminin yegâne hâkimi kabul ettiklerinden, krizin ve savaşın
eğittiği kitleleri kendi liberal, özgül varoluşlarını koruması için bir süre
kullanacak, bu kitleler, yukarıya doğru (hiyerarşik) bir talep dillendirmeye
başladıklarında ise daimî huzur ve mutluluk için kesilip atılacaklardır. Öz
itibarıyla gökkuşağı, talep olarak kitlelerin çamurlu, bulamaç hâlinde, farklı
teorik, ideolojik ve politik yönelimlerin iç içe geçtiği kavşakta somut
devrimci uçlar çıkarmasına karşı alınmış bir tedbirdir.
Her örgüt şefi, esasında geçmişte belli bir durumda ve
dönemde böylesi bir ucun, öne çıkışın karşılığıdır; ama şefler, bu duruma
kazıklarını çakmış, oraya otağlarını kurmuş ve rüşt hesabı, kişilik ispatı gibi
bitmek bilmez bir gayretle, siyaset sahnesinde rollerini oynamış kişilerdir.
Bunların tek siyaseti, artık beklenmedik durumlara, imkânlara, gelişmelere
karşı verili durumlarını, kazıklarını muhafaza etmek olmuştur.
Kriz ve savaş, yeni imkânlarla, durumlarla ve
gelişmelerle yüklü bir rahim ise, bu rahmin doğuracağı çocuklar, sözkonusu
şeflerin ebeliğinde hep ölecekler ya da yıllarca kuvözde kalacaklardır. Kendi
aralarında belli bir mutabakat sonucu birbirlerini rahatsız etmeyen sınır
çizgileri çeken şefler, altüst durumlarında bu sınırların muhafazası için
çalışacaklardır. Kürd Türk’ün, sosyalist Müslüman’ın, işçici halkçının
sınırlarına saygı duyacak, böylece kriz ve savaş gibi momentlerin hercümercinde
bu sınırların silinmesine karşı gerekli sigortalar döşenmiş olacaktır.
Tufan
Bugünün gerçeğinde tufanın karşılığı, ekonomik kriz ve
savaştır. Ekonomik krizin ve savaşın lânetini yaşayanlara huzurlu, sakin ve
mutlu bir zemin önerilmektedir. Burada tipik solcu bir öneri sözkonusudur:
krizin ve savaşın gerilimlerini, çelişkilerini ve çatışmalarını yaşayan
kitlelerin önüne bu gerilim, çelişki ve çatışmalardan azade, münezzeh bir zemin
çıkartılmaktadır. Bu öneri, kitlelerin toplum, devlet, sınıf, ülke gibi önsel
olduğu varsayılan bütünlükler içinde bölünmemesi amacıyla dillendirilmektedir.
Sözkonusu öneri, kitlenin içinde bunalan, ondan “yırtmaya” çalışan ve kendi
mutlak bütünlüğünü muhafaza etmek niyetinde olan bireyleri ikna etmek amacıyla
dillendirilmektedir.
Gerilim, çelişki ve çatışmalarda fiilî, somut bir saf
tutamayan, bunlardan azade bir ütopik alan önerisi ile parsayı toplayacaklarını
sananlar, kitlelere gerçekten kaçışı “mümkün” kılan kovuklar sunmaktadırlar. Bu
noktada sömürü ve zulüm koşullarında her türlü sakin, dingin ve huzurlu
zaman-mekânsal tasavvurların yalan olduğu unutulmaktadır.[3]
Krizden ve savaştan kaç(ırıl)an kitleler, somut
anlamda bir şey yapmış olmazlar. Zorunlu tarihsel-toplumsal gelişmelerin sonucu
olan kriz ve savaş, öznel algılanmakta, saf kendinden menkul bir öznelliğe
mahkûm edilmekte, öznel tepkilerle alt edilebileceği yanılgısı pazarlanmakta,
bu noktada, krizin ve savaşın doğrudan muhatabı olan kitlelerin kendiliğinden
ortaya koyduğu tepkiler, krizi ve savaşı öznel olarak aşacağını varsayan
özne-şeflerin salahiyeti ve mevcudiyeti için mas edilmektedir.
Krizin ve savaşın ortaklaştırdığı kitleler, kendi
silâhlarını üretir de belli bir iktidar talebinde bulunurlarsa, bu şeflerin
dünyası doğal olarak bölünecek, etkisizleşecek ve anlamsızlaşacaktır. Solun
kimi öznelerinin salt krize ve savaşa karşı kampanyalar örgütlemesinin nedeni
budur: onlar aslında, kendilerine uygun meşrep ve mezhepte kişiler, yani
eşbenzerlerini aramaktadırlar.
Bir şeyi gizlemenin en iyi yolu, onu açıktan
yapmaktır. Kurtuluşçuların doksanların başından beri “örgütlerimizi lağv
edelim”[4] lafı, kendi örgütsel çekirdeğini muhafaza etme niyetini ifade eder.
Örgütler, örneğin gençlik konusunda sorun yaşayacağını düşünüyorlarsa, genç
kadrolarını (Genç-Sen gibi) açık gençlik çalışmasına sevk ederler. Böylelikle
gençliğin yaşlı üst kadrolara yönelik baskıları dış kanallara akıtılarak
sönümlendirilir.
Aynı yaklaşım, Kürd’le ve işçiyle ilgili ilişkiler
için de sözkonusudur. Bu yönüyle, belli bir meselenin savuşturulmasında iki
yöntem öne çıkmaktadır: birinci yöntem meseleyi karşıya, dışarıya atmak;
ikincisi onu yanına, içeriye almak.
Demek ki Çatı Partisi içinde yer alan ekiplerin bir
kısmı, Kürd meselesinin kendilerini bölmelerini engellemek için bu çalışmaya
iştirak etmektedirler. İP, TKP, Halkevleri gibi karşıya almak, en azından
Kürd’ün iradesini negatif de olsa kabule hazır olan bir eylemdir; Kürd’ün
yanına sokulan, Çatı Partisi’ni işçici manada gerekçelendiren ekiplerin dilinin
altındaki bakla şudur: Türk işçi sınıfının üzerindeki şovenist prangayı kırmak
isteyenler, nedense gene Kürd mahallelerine, bu sefer DTP’nin eliyle, gitmekte
ve esasen Kürd işçilerin üzerindeki “Kürd milliyetçisi, şovenisti” prangayı
kırmak istemektedirler.
Örgütler, daha doğrusu örgütlerin tepesine çöreklenmiş
şeflerin bireysel mutlak bütünlüğü, Kürd’ün, işçinin, Müslüman’ın parçalayıcı,
bölücü niteliğini savuşturmak için onları eşit birer renk olarak kodlayıp
düzlemekte, hiyerarşiyi silmekte, bu sayede etkisizleştirmektedir. Yani artık
Kürd’ün de işçinin de Müslüman’ın da örgüt şeflerini ısıracak dişleri
kalmamıştır. Bu sükût, huzur ve dinginlik için krizden ve savaştan kaçanlarla
bir olunmalıdır. Zira krizin ve savaşın içinde pişen unsurlar hep birer
çıbanbaşı olarak kalacaklardır.
Solun tufanı kriz ve savaş ise; tufandan kaçan, gemi
inşa eden, millete huzurlu, rahat ve güvenli bir ortam sunup onları ikna
edeceklerini zanneden solcular, kendi huzurlu, rahat ve güvenli dünyalarını
korumak için onu her yere yayma gayreti içinde olan orta sınıf şeflerdir. Ama
bunun için milletin belli bir kısmının tufana kurban gitmesi, belli bir
kısmının ise o huzuru ve mutluluğu hak etmesi gerekiyor. Bunun için de her
türlü şiddet olasılığını barındıran, bireyin toplumsal-tarihsel süreçlerle
ilişkisi sonucu oluşan gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları silmek zorunlu.
Elbette bu noktada en kolay yol, bireyi toplumdan ve
tarihten kurtarmak, bireyi boş gösteren olarak örgütlemek, onu her yere
yaymaktır. Buradaki bireyin toplumdaki gölgesi işçi sınıfı, tarihteki gölgesi
ise ezilenlerdir.
Bu açıdan tufan sonrasına ait huzurlu ve dingin dünya
için “birey”[5], en işe yarar kurgudur. Bugün sınıf, millet, din ve ezilenler
gibi kurguların arkasında birey saklanmakta, onların ardında birey
konuşmaktadır. Yani sınıf, millet ve din, teorik, ideolojik ve politik manada,
bireyin kılıfları ve zırhları olarak örgütlenmektedir. Sürekli işçi sınıfından
dem vuran, esasında kendisinden ve kendi bireyliğinden bahsediyor, onun
bütünlüğüne işaret ediyor, onun iktidarından, yani verili bütünlüğünü tüm zamana
ve mekâna yaymasından söz ediyordur.
Bireyin siyasî kurgusu ise en fazla demokrasi
olabilir: kitleleri, kitlesel kolektif dinamikleri verili parçalılık ve
bütünlükleri ile örgütleme derdinde olmayanlar bireylere seslenmekte, onları
ikna etmeyi yegâne siyaset zannetmektedirler. Bireylerin ikna edilmesi ile
dinamiklerin ikna edilmesi aynılaşmış, bu noktada iş, sadece sözkonusu
dinamiklerin temsilcileri ile haşır neşir olmaya kalmıştır. (Toplumu bireye
-daha doğrusu kendine- böl, sonra o bireyleri bir arada tutacak harcı ideolojik
manada -laboratuvar ortamında- üretmeye kalk, yapılan budur.)
Kitlesel kolektif dinamiklerin iç gerilimlerinin mas
edildiği, sönümlendiği noktada duran temsilciler, en fazla, siyaset alanına bu
gerilimlerin mas edilmesinin ve sönümlenmesinin yöntemlerini önerebilirler.
Temsilciler üzerinden yürütülen siyaset, burjuva siyasetidir: Erbakan’a ya da
Erdoğan’a kızıp Müslüman halk dinamiğini çöpe atmak, devrimci bir üslup
değildir. Ayrıca salt temsilcileri muhatap almak, kitleyle ilişkilenmenin en
kolaycı ve sakat yoludur.
Liberalizm, bireye onun önsel olarak mutlak kabul
edilmiş, atomize bütünlüğüne onay vererek, tekrar ona dönük yürütülen siyasetin
genel adıdır. Bireysel emek, bu anlamda, sadece burjuvalar için değer arz eder.
Komünistlerin kolektif olana bakmaları zorunludur. Bireyi iknaya dönük gayret,
eni sonu huzurlu, rahat kum havuzları üretecektir. Tarihte komünün yıkımını
atom çekirdeğinin parçalanmasına benzeten Kıvılcımlı’yı takiben, bireyin yıkımı
komünist politika için şarttır.
Gemi
Tanrı, Nuh’a her canlıdan bir çift almasını emrediyor;
bizim Nuh’umuzun inşasını emrettiği gemiye ise bir çift Troçkist, bir çift
Kurtuluşçu, bir çift Doktorcu ve bir çift Dev-Yolcu biniyor.
Hristiyanlar kiliselerini Nuh’un gemisini model alarak
inşa etmişlerse, bizim solcularımız da kendi kilise sistemini inşa ediyorlar.
İlkinin inşası, havarilerin komünizan geleneğinin cesedi üzerinde yükseliyorsa,
burada da devrimci öncü kadroların, liderlerin mirası toprağa gömülme tehlikesi
ile karşı karşıyadır. Yani yatay düzlemde Kürd’ün, işçinin, Müslüman’ın
devrimci şiddeti toprağa gömülürken, dikey düzlemde bu şiddetin tarihsel
kökleri de budanmaktadır.
Ara not: Hz. İsa, Yahudilik içindeki bir devrim ise;
Hz. Muhammed de tüm İbrahimî gelenek içinde bir devrimin adıdır.[6] “Yahudilik”
paranın; “Hristiyanlık” mecazî açıdan, metanın hâkimiyetine uzanan ideolojik
kurgularsa, Muhammed’in devrimi sonrası belli bir Müslüman kesim Allah’a
kulluğu değil de paraya kulluğa yönelmişse Yahudileşecek; metaa kulluğu seçen
ise Hristiyanlaşacaktır. Kur’an’da Fatiha Sûresi’nin dillendirdiği de budur: “Bizi
yönelt Dosdoğru Yol’a; Nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve
sapıtanların yoluna değil!”[7] “Gazaba uğrayanlar” Yahudiler, “sapıtanlar”
Hristiyanlardır. İslâm’ın bu devrimciliği de zamanla Yahudileşenler ve
Hıristiyanlaşanlarca ezilmiştir. İktidara gelen İslâm, kurumsal anlamda
sözkonusu devrimciliği iktidarın eşiğinde bırakmış, eski muktedirlerin dilini,
yöntemini sürdürmüştür.
Bu açıdan Nuh’un gemisini örnek alan kilise, toplumun
farklı kesimlerinden temsilciler almış, onları köklerinden budamış, bu
temsilcileri kralların, efendilerin hizmetine sunmuş, Avrupa’da olduğu gibi,
kimi zaman hakikî dine dönüş yollarını halka ait kimi değerler aracılığıyla
bulmaya çalışan tarikatların imhası için emirler yağdırmıştır. Özetle kilise,
devrimciliğin ve devrimci imkânlar barındıran dinamiklerin boğulduğu birer
zindana dönüşmüş, volkan gibi kaynayan kitlelerin içinden efendilere hizmet edecek
unsurları devşirmiştir. Somut tarihsel-toplumsal işlevi budur.[8]
Bizim gemiye binen çiftleri de büyük olasılıkla benzer
bir akıbet beklemektedir: ABD ve AB menşeili demokrasi laf salatalarına malzeme
olmak için Troçki’yi aşan Troçkistler, Mahir’i aşan Dev-Yol ve Kurtuluşçular,
Kıvılcımlı’yı aşan Doktorcular… Tüm bu çevreler, ABD’de devletleşen
demokrasinin; AB’de demokratlaşan devletin bölge ve ülke gerçekliğinde hiçbir
karşılığı olmadığını görememektedirler ve hep onların buradaki karşılıkları
olmak için nafile çaba sarf etmektedirler.
“Silâhlı peygamber” Troçki, silâhlı devrimci Mahir,
silâhlı “işçi” Kıvılcımlı, silâhların hurdalığa atıldığı momentte yan yana
getirilmektedir, ellerindeki silâh hurdalığa gönderildikten sonra. Demokrasi,
tersten, silâhların tasfiyesi noktasında devreye sokulmaktadır. Burjuvaların ve
Avrupalı devletlerin çatışmasızlık, uzlaşma zemini olarak demokrasi, bir güç
olarak örgütlenmektedir.
“Devrimci
bir militanın ideali, dar ufuklu bir sendikacı değil, toplumun tüm yüzeylerinde
yıkımın ateşini körükleyen bir halk lideri olmaktır.”[9]
Bu sözde “sendikacı” yerine en geniş manada “demokrat”
sözcüğü de kullanılabilir, kullanılmalıdır. Zira işçinin salt kendisini
görmesini isteyenleri, salt kendinden öğrenmesi gerektiğini söyleyenleri
eleştiren Lenin’e atıfla, salt demokrasinin ihtiyaçlarına kilitlenmek de
sorunludur.
Kürdler önü sonu devletsiz demokrasi; işçi
sınıfı ve tüm emekçi dinamikler, verili hâlleriyle demokrasisiz devlet eğilimindedirler.
Teorik anlamda devlete ve demokrasiye karşı devrimin konumu bir “yok yer”
değildir. Devrim, devlet ve demokrasi içi gerilim, çelişki ve çatışmalar
dâhilinde, bir biçimde işler.
Bu yönüyle solun yeni çıpası Çatı Partisi (ÇP), huzuru
demokraside bulmuş gibidir. “Radikal”, “sosyalist” gibi ön takılarla
ayrıştırılmamış, saf, steril ve kendinden menkul olan bu demokrasi, zamanla en
ilkel, temsilî demokrasiye kilitlenecek, bir tür seçim çalışmasına dönüşecek,
ona kapanacaktır.
Bölünme Korkusu
Bölünmenin en iyi panzehri, ayrışma imkânı olan
odaklara belli bir arazide özel kimi parseller dağıtmaktır. Burjuvazi, meclis
ve temsilî demokrasi ile bunu yapar da bizim solcularımız yapamaz mı? Onlar da
Kürdlere, sosyalistlere, Müslümanlara, eşcinsellere, kadınlara ve Alevîlere “cennet”teki
belli parsellerin tapularını dağıtmaktadırlar. Ama bu bir biçimde, Özal misali,
seçim vaadi olarak işletilmekte, tapuların geri alınması tehdidi bir kılıç gibi
ilgili unsurların tepesinde salınmaktadır.
Dövüşerek elde edilen hürriyet alanlarından değil,
egemenlerin bahşettiği serbestiyet alanlarından söz etmek, demokratlığın genel
tarifi olmuştur. Bu yönüyle sözcülük ve temsiliyet, devrimciliğin ve şiddetin
dilinin/yönteminin kapı dışarı edilmesidir. “Bağırıyorsam bir sebebi var” diyen
kişi, göreceleştirilir, anlamsızlaştırılır, ona küçük bir kum havuzunda
oynaması için cevaz verilir, hepsi bu. Bağırmak ve onun sebebi artık
zararsızdır.
Ayrıca sömürünün ve zulmün cefasını ayrı ayrı ve
bütünlüklü bir gerçeklik dâhilinde, birlikte yaşayan kesimler “Kürd”,
“Müslüman”, “Kadın”, “Eşcinsel”, “Sosyalist” gibi departmanlara ayrıştırılarak,
bunlar arasındaki gerilimli ilişki ve bu gerilimli ilişkinin yol açtığı çelişki
ve çatışmalar, bunların sonuçları zararsız bir mecraya çekilmiş olur. Sonuçta
ise bugün burjuva iktisatçılarının ve ideologlarının ağızlarındaki sakız
çiğnenmeye başlar: “Aynı gemideyiz”. Geminin adı Türkiye’dir, toplumdur,
demokrasidir, bölgedir, kimi zamansa bir tarih kurgusudur.
Örneğin 89-92 momentinde, ülkede Dev-Sol/PKK; dünyada
sosyalist devletlerin yıkılışı karşısında sol, ilgili parçalanmayı daha geniş,
daha soyut, daha temelsiz bütünlükler kurgulayarak aşmak istemiştir. Parçanın
göreceleştirilmesi ve kısmîleştirilmesi için daha geniş teorik, ideolojik ve
politik bütünlüklere kaçılmıştır. 1989’da Mahir Sayın ve arkadaşlarının kaleme
aldığı “Yeni Öncü’nün Perspektifi Üzerine” yazısı[10] ve benzer yazılar, hep
bölücü, ayrıştırıcı unsurlara karşı kendi bütünlüklerini koruma niyetini
taşımaktadır: ilgili yazıda sınıf toplumu, parti sınıfı, devrimcilik partiyi
böldüğü için eleştirilmektedir.
Demokrasi ile terbiye edilmemiş proletaryanın topluma
zarar verdiğini Sovyetler örneğinden öğrendiklerini söyleyen sevgili şefler, bu
maksatla “sosyalist demokrasi” kavramını üretmişlerdir. Oysa bu demokrasi
önerisi, o güne ilişkin somut, zorunlu adımları atmaktan imtina eden ilgili
şeflerin ertelemeciliğidir. Bu ertelemecilik, şeflerin hükmündeki kadrolara
ulaşılması gereken yeni, taze hedefler (itaki) armağan etmiştir.
“Aynı gemideyiz” lafzı da bu türden bölünmelere karşı
panzehir olarak kurgulanır. Geminin kaptanı olanlar da kaptanlık brövesi alıp
köşke kurulmak isteyenler de benzer kurgularla hareket ederler. Bu kurgular, şu
huzur ve mutluluk kodları ile birlikte anılırlar: işçi sınıfı, parti, halk,
örgüt, ülke vs.
Parça olduğu bilincini yitirip, zamanla belli bir
bütünlüklü kurguya kapananlar, hep ertelemeci bir tavır içine girerler. Had
bilmezlik ederek, bütün adına konuşulur ve eyleme geçilir: elindeki üç beş işçi
ile işçi sınıfı adına siyaset üretilir, üç beş kadro ile partinin bütünlüğüne
hüküm konulur, bir iki mahalle ile halka yön verildiği zannedilir vs.
Öznelikleriyle yücelen, göğe çıkan şefler, bu
hâllerini sürdürmek için sürekli nesnelleştirici bir gayret içine girerler.
Teori, bu amaçla istismar edilir. Kendisini yegâne, salt özne kabul edenler,
nesnenin içindeki öznelik imkân ve olasılıklarına karşı körleşirler. Örneğin
öznenin birey olarak belirlendiği Avrupa solculuğunda aklın yüceltimi için
psikanalize başvurulmuş, akıldışı ve akıl öncesi iç dinamikler nesnelleştirilip
bilinçdışı odasına kilitlenmiştir. Nesnelleştirilen dinamiklerin kendince bir
akıl ve vicdan ürettikleri hiçbir şekilde görülmez. Bu noktada, kum havuzlarına
hapsedilen Kürd, işçi, Müslüman vs. öznel-politik failler olarak iş yapamaz
hâle getirilirler ve onlar, yüce demokrasi ideali, aklı için bir süre istismar
edilirler. Demokrasinin kapitalizm koşullarında kimin ve neyin işine geldiği
ise unutulur, unutturulur.
Kürd hareketini nesnelleştiren kimi sosyalistler[11],
onun özneliğini, öznelliğine ilişkin sorunları bu şekilde hallettiğini
zannederler. Oysa Kürd’ün kurtuluş hareketi de belli politik adımlar
atmaktadır. Örneğin: 2007 seçimlerinde Kürd hareketinin Türk solcularına
uzattığı el, sadece o solcuların kendi iç hesaplaşmalarına, ayrışmalarına
hizmet ettiği noktada anlam kazanmıştır. Yani Ufuk Uras ÖDP içinde bir çatlağa
denk düşmeseydi, desteklenmezdi; Baskın Oran, yekpare bir “liberal sol parti”
başkanı gibi davranmamış olsaydı, bölücülük görevine sadık kalsaydı, şimdi
meclisteydi. İzmir’de Mustafa Yalçıner, EMEP içinde Kürd’e yakın bir
cepheleşmeye öncülük etseydi, kazanmasa dahi ciddî bir oy almış olurdu.
Görüldüğü üzere, kendisini “Allah” zannedenlerin bir hesabı varsa, mazlumun da
bir hesabı vardır![12]
Politikanın verili hâliyle parçalılık ve parçalama ile
tanımlı olduğunu görmeyen ya da bilerek görmezden gelenler, demokrasi,
sosyalizm, devrim gibi temrinleri politikanın parçalılığını ezen, parçalayıcı
niteliğini bastıran kurgular olarak kullanmaktadırlar. Örgütlerin sloganlarında
geçen kavramlar, esasında öne çıkan siyasî adımlar, örgüt şeflerinin bütünlük
kurgularını muhafaza eden edimlerdir. Bu, bir yönüyle, fil avcılarının
hikâyesini andırır: Fil avcıları, siyah kıyafetlerle fili çukura düşürüp
döverler, sonrasında avcılar, beyaz kıyafetlerle fili çukurdan çıkartıp
beslerler ve ona istediklerini yaptırırlar. Devlet ve demokrasi bütünlüğünde
egemen siyaset mekanizması bu şekilde işlemektedir.
Tefekkürü, muhayyilesi Kürd’ün ülkeyi bölen
niteliğinin nasıl mas edileceği, ezileceği ve etkisizleştirileceği üzerine
kurulu olanlarla, işçi sınıfının toplumu bölen niteliğinin nasıl mas edileceği,
ezileceği ve etkisizleştirileceği üzerine kurulu olanların (Çatı Partisi
bünyesinde) yan yana gelişi, esas olarak bölünme alerjisi, korkusu noktasında
cereyan etmektedir. Bu korkunun siyasî sloganı ise “halkların kardeşliği,
işçilerin birliği”dir.[13] Buradaki “halk” da “işçi” de nesnedir ve her ikisi
de, nesne olma noktasında, yan yana düşmektedir.
Örgütler, kendi özneliklerini yaldızlamak için
nesnelerini ezelî ve ebedî nesne olarak kodlamaktadırlar. O nesnenin
özneliğinden, nesnenin öznel devrimci bir hat çıkartmasından uzak
durmaktadırlar. Burada devreye hep ulaşılmaz hedefler girecektir. Öznenin
kralı, “Allah”ı olan örgüt şefleri, nesnenin kendi alanına sızan yönlerini
dışarı atmak için hep üst, yüce kurgulara ihtiyaç duyacaklardır. Bu üst ve yüce
kurgular, daima ya bir devlete ya da demokrasiye bağlanacaktır. Bölücülük
karşıtlığını fiilîleştirenler devletçileşecek, içine girenler
demokrasicileşeceklerdir. Gerçekte ise sömürü ve zulüm düzeninin bekası için
gerçek ve fiilî olan devlet, sopasını sallayacak, gerçek ve fiilî olan
demokrasi, her daim uzatacak bir havuç bulacaktır.
Devlet-Demokrasi
Din, sanat, felsefe ve bilim, politika alanında hüküm
süren gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların üzerinde duran, onlardan
azade, münezzeh -rahat, huzurlu- bir zemin tasavvur eder ve ideolojinin diline
tercüme edilerek politik failleri bir yanılsamaya örgütler. Politikayı ve
devrimciliği burjuvaziden öğrendiği kısımları ile yüzleşemeyen sol da politika
alanının verili bütünlüğüne tabi olmaktadır. Kapitalizm dışı bir demokrasi ve
devlet yoktur; aynı şekilde devlet ve demokrasi dışı politika da yoktur.[14]
Sol, ya kendinden menkul devletin ya da demokrasinin
tıkandığı noktalarda çilingir rolü oynamak niyetiyle ortaya atılmakta, ya
devletçi ya da demokrasici olmaktadır. O, devlet ve demokrasi içi konumlanma
ile orada oluşan direnç noktalarını örgütlemekten imtina etmektedir.
Mahir Çayan’ın Parti’sini devlete; Cephe’sini
demokrasiye karşı proleter devrimci iktidarın fiilî alanı olarak anlamak
mümkündür. Parti’sini küçük mahalle devletlerine, Cephe’sini demokrat havuzlara
kapatanlar, böylesi bir iktidardan kaçışın meşru teorik zeminini de doğalında üretmektedirler.
ÖDP bir “parti olmayan parti”dir; Çatı Partisi -en
azından Konferans’ta dillendirildiği biçimiyle- bir “cephe olmayan cephe”dir.
İlki, demokrasinin fiilî yükünü çekenleri kendisine çekip onları yeniden
burjuva demokrasisine bağlamak istemiş; ikincisi, devletin yükünü, acısını
çekenleri kendisine bağlayıp sonuçta onları yeniden burjuva devlete
bağlayacaktır. Bu, öz niyetlerden bağımsız bir durumdur.
“Parti olmayan parti” cephe olamamış, “cephe olmayan
cephe” de “devrimci bir birlik” olmayacaktır. En fazla, seçimlere endekslenmiş
gayret süreklileştirilecektir. Parti (devletin) toplumu(nu) bölmesin diye
“parti olmayan parti” formülüne yönelenler, (demokrasi) tarih(i) bölünmesin
diye “cephe olmayan cephe”ye kapak atmışlardır. Bu süreçte Mahir Çayan’ın bu
topraklara dair devrimci kurgusu öznel niyetler uyarınca bölünmüş,
zararsızlaştırılmıştır.
Sovyetler'in dağılması sonrası süreçte, küreselleşme
tartışmaları içinde en netameli konu, ulus-devlettir. Ulusun ve devletin
burjuva evliliği, ulusötesi tekellerin ihtiyaçları uyarınca metres hayatına
dönüşmüştür. Sol ise yıllarca Sovyetler’e demokrasi dersleri verenlerin bu
ideolojik gayretine örgütlenmiş, sonrasında da devletin milletten ayrışmasında
kendisine pay çıkarmış, “kimlik”, “farklılık” gibi kavramlar her yeri
kaplamıştır. Çözülme varsa gerilim vardır ve millet parçalandıkça, kendi içinde
farklı bir “devlet”e giden imkânları tartışıyordur. Ancak sol, bu tartışmanın
ne içine girmiş ne de onu dikkate almıştır.
Devletin milletten çözüldüğü momentler elbette
önemlidir. Ama buradaki boşluğa demokratik bir harç dökmek anlamsızdır.
Milletin tek hâkim olması, iradî olarak süreçlere hükmetmesi, boştur. Mesele,
devrimci bir hat çıkartmaktır. Kürdlerin ayrışması solda korkuya yol açmış,
devletin bekasına yakın duranlar, bu bölünmeyi gidermek için kolları
sıvamışlardır. Aynı durum, demokrasinin verili bütünlüğü için de sözkonusudur:
ülke, toplum gibi bütünlüklerin salahiyeti, mevcudiyeti için Kürdler “entegre
edilmelidirler”.
Ahmet Kaya’nın şarkısı “başkaldırıyorum işte, varım
benim farkıma”, liberal siyaset tarafından bölünmüştür. Farklılık ve kimlik
edebiyatı içinde farkına varılmasını isteyen birey, artık başkaldıramaz. Çünkü
artık kaldıracağı başın bir hükmü, değeri yoktur, kalmamıştır. Ya da
başkaldırısını salt farkına varılmaya indirgeyen birey, esasında politika
dışıdır. Farkına varılma, farklılık kültü içinde dondurulmuş, politikanın
ateşli coğrafyasından artık kaçılmıştır. Başkaldırı ise yoğun kaliteli teorik
yüklerle dolu yüce başların mevcudiyetinde (orta sınıf şeflerde) donmuştur.
Türk devletinin temellerinde Müslümanların, Kürdlerin
ve sosyalistlerin kanı vardır. Bunlar arasında hüküm süren bir rekabet varsa,
bu rekabetçi yaklaşım, ilgili dinamiklerin devlete karşı ortaklaşmasını
önlüyorsa burada konuşan burjuva ideolojisidir; aynı şekilde, ilgili
dinamiklerin mülkiyetçi bir refleksle birbirlerine mesafe koyması sözkonusuysa
bu ayrışmada da söz sahibi devlet ideolojisidir.[15] Rekabetin ve mülkiyetin
konuştuğu alan, kitlelere ait olan, aidiyet bilinci ile hareket eden dinamiklerce
parçalanabilir.
Oysa ulus-devlet meselesi üzerinden dönen
tartışmalarda sol ikiye bölünmüştür: bir taraf sosyalizmi, tarihsel meşruluğu
için devlete; toplumsal meşruluğu için demokrasiye bağlamıştır: marksistler iki
yola da bel bağlayamazlar. Bu üçüncü yolculuk değil, her iki yolda ilerleyen
devrimin yolunu çıkartma iradesidir.
Bir kesim, burjuva devletinin, diğeri burjuva
demokrasinin tarihüstü mutlaklığını savunmaktadır: devlet için AKP ezilmeli
(Ergenekoncular); devleti ezmek için demokrasi genişlemelidir.
Liberal ve muhafazakâr siyasetler kitlelere
güvenmezler. İP ve Küresel BAK, sorunun kaynağı olarak gördüğü kitlesel
yönelimlere sıcak bakmaz, onları politika alanının dışına atar. Biri
antipolitik, diğeri apolitiktir. Liberal de muhafazakâr da alttakilerin hayat
hakkı olmadığına inanırlar.
Devletin ve demokrasinin bekası, hayatiyeti noktasında
kilitlenen politik alan, o alanı parçalayacak, dağıtacak ve kendince yeniden
kuracak olan unsurlardan arındırılır. Ergenekon sürecinde iki tarafın kitlesiz,
güdük eylemleri buna işarettir. Her iki taraf da çatışmaya yol açan dikey
unsurları ve çıkıntıları törpüler. Devlet ve demokrasi için kitleleri kıvama
getirir. Biri akıl, diğeri vicdan yönünden bireylere seslenir ve onları iki
taraftan güdükleştirir. Her iki çevre için de üslup aynıdır: önce kendilerinin
inandıkları temel aslî çıkış, başlangıç noktasına bizi bağlar, kendi
ölçülerince uzatıp kısalttıkları bir ipi de boynumuza dolayıp “hadi şimdi
dolaşın” der.
Devlet içi konumlanma ile devletçilik; demokrasi içi
konumlanma ile demokrasicilik karıştırılmamalıdır. Devletçiler, devletin
(batıdan gelen) demokrasi saldırısına karşı kendinden menkul bir devleti;
demokrasiciler, devlet saldırılarına karşı demokrasiyi korumaktadırlar.[16]
Devletin ve demokrasinin temellerinde Kürd’ün,
sosyalistlerin ve Müslümanların kanı var ise devlet ve demokrasi temellerinden
sarsıldığında kanın bedelini ödetecekler yerlerinden çıkacaklardır. Ama burada
öne çıkanlar hep, Murathan Mungan’ın dizesiyle, “Ben sende tüm aşklarımı temize
çektim” misali, kendisini Kürd’de, işçide ve müminde temize çeken bireyler
olacaktır. Bireyin diline tercüme edilen Kürd, işçi ve Müslüman, bireyi
koruyacak şekilde oluşacak, Kürd’ün, işçinin ve Müslüman’ın kavgası başka
kavgalarla ortaklaşmayacaktır. Zira sınıf, millet ve din ile kendisini korumaya
yeminli birey, her daim başka sınıfların, milletlerin ve dinlerin imhasını
talep eder.[17]
Demokrasi için örgütlü halk, millet ve sınıf ön
şarttır. “Demokrasi” sloganı ile bunlar örgütlenmez. Vurmadan ses gelmez! Kaldı
ki bu örgütlülük, verili demokrasi kurgusunu parçalayacak, kısmen
anti-demokratik bir içerik kazanacaktır. Bu anlamda, soyut, kendinden menkul
yüce bir demokrasi tarifini gerçeğe dayatmak, idealizmdir.
Die Linke
Çatı Partisi’nin fikrî-politik zemini, Almanya ve
orada yakın dönemde cisimleşen Die Linke’dir (Alman Sol Partisi). Parti, Sosyal
Demokrat Parti’den kopan Emek ve Adalet Seçim Alternatifi (WASG) ile eski
Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin resmî partisi Sosyalist Birlik Partisi’nin
ardılı Demokratik Sosyalizm Partisi’nin 16 Haziran 2007’de birleşmesi sonucu
oluşmuştur.
Eski TKP’li[18] Murat Çakır’ın Çatı Partisi üzerinden
propagandasını yaptığı parti, toplam 6 Avrupa, 53 Federal ve 182 Eyalet
milletvekili ve bunların yanı sıra, çoğunluğu Doğu eyaletlerinde olmak üzere,
179 belediye başkanına, 59 belediye daire başkanına ve 5.561 yerel meclis (kent
ve kaymakamlık bölgesi belediye meclisleri) üyesine sahiptir.[19]
Çakır’a göre başarının sırrı, partinin
programsızlığında, hiyerarşisiz, disiplinsiz, yani parti olmayan parti
oluşunda.[20] Sosyalizme set çekmenin iktisadî ideolojisi olan Keynesçiliğe[21]
sarılan “parti”, dönüşüm[22] yaşayan Ren kapitalizminin eski Doğu Almanya’ya
hücumunda anlam kazanıyor.[23] İktidar değil, muhalefet partisi[24] olarak
örgütlenen “parti”, çatışmaların örtbas edilmesi girişimi olarak vücut buluyor;
çatışmaların çektiği sınırları imha ediyor, şiddetsiz siyaset için alan açıyor.
Bu anlamda, orta sınıflara sesleniyor.
SPD üyesi sendika bürokratları, değerdüşümü yaşadığı
momentte, değerlerinin görülmesini isteyen eski Doğu Alman komünistleri ile yan
yana geliyor. Entegrasyon için Almanya’nın kurucu, resmî sol partisi SPD, Doğu
Almanya’yı örgütlemek için bu bölgeye bir kol çıkartıyor.
Die Linke, Doğu Almanların ikinci sınıf vatandaş[25]
durumuna düştüğü, ırkçılığın yükseldiği, seçime katılımın düşmesiyle bu
yükselen ırkçılığın sisteme zarar vereceğini düşünenlerin ortaklaştığı bir
momentte, seçim partisi olarak vücut buluyor. AB’nin ve Doğu Almanya’nın
gerilimlerinden kurtulmak isteyen orta sınıf solcuların ittifakı olarak
biçimleniyor.[26] Alman devlet ve demokrasi geleneği, Berlin Duvarı’nın
kalıntılarını ve Sovyetler’in Reichstag’daki ayak izlerini siliyor.
İran’da silâhlı mücadele vermiş olan Halkın Fedaileri
de bugün kendisini Avrupa Sol Partisi’ne ve onun üyesi Die Linke’ye
bağlamıştır.[27] Kendi örgüt içi gerilimlerini halının altına süpürmenin yolu
budur. Örgüt, öznel ihtiyaçlarını millete nesnel zorunluluklarmış gibi
yutturmaktadır. Ortadoğu’da yenilenler, soluğu Avrupa’da almaktadırlar.
Avrupa’nın soluğu ise buradaki devrimciliği çözmektedir.
Çakır ve Linke’si ise örneğin İsrail meselesinde
İsrail’deki sözde barış hareketinin eleştiri seviyesini kendi seviyesi
bellemektedir.[28] Onun üstü “antisemitizm” olmaktadır. Çakır’a göre
Heron’ların eleştirisi de barış hareketinin eleştiri seviyesine tabidir. Hatta son
dönemde Apo’nun Yahudilik eleştirileri insanın kanını dondurmaktadır!
“İsrail’in
politikalarını değerlendirirken emperyalizm tanımlamasının ‘İsrail için geçerli
olamayacağını’ vurgulayarak, ‘İsrail ile dayanışmanın Alman hikmet-î
hükümetinin ahlâkî açıdan gerekçelendirilebilecek iyi bir unsuru olduğunu’
söylüyor ve partisinin (‘hükümet sorumluluğunu almak istiyorsak eğer’) bunu
kabul etmesini istiyordu. Gregor, bu şekilde hem antiemperyalizmi solun
söyleminden atıyor, hem de solu ulusal çıkarlar(!) ile hikmet-î hükümetin
(devlet aklının) içine hapsediyordu.”[29] (Eski PDS başkanı, Die Linke’nin
eşbaşkanı Gregor Gysi)
Murat Çakır’ın ifade ettiği, partinin İsrail meselesi
üzerinden ciddî bir iç gerilim yaşaması, önemli bir göstergedir. Çakır,
gerilimleri aşmak için “devrimci reelpolitika”[30] öneriyor ama bu öneriyi
ulusötesi, minder dışı bir alana atıfla yapıyor.[31] Minder dışına kaçınca
kapitalizm eleştirileri, sınıfsal analizler devlete karşı mücadeleyi askıya
alıyor. Devletten kaçanlar ulus dışı, ulus ötesi boş alanlarda huzur
buluyorlar. Murat Çakır gibi Lüksemburgistlerin toplumcu işçiciliği ile
Troçkistlerin işçici toplumculuğunda işçi, toplumu bölmüyor, toplum,
bölünemeyecek, zarar görmeyecek hülyalı âlemlerde kuruluyor. Bu âlemden
kapitalizme, Avrupa egemenlerine vicdanî tariz okları fırlatılıyor, onlara
“acuk da bize verin” deniliyor, bu konuda aklî ve duygusal bir ikna gayreti
içine giriliyor. Toplumsal devrim politik devrimin; araba atın önüne alınıyor.
Muhtemelen Çakır, Almanya’daki huzurlu ortamını
bizlerle paylaşma konusunda iyi niyetlidir, ancak ne Almanya Türkiye’ye, ne
Doğu Almanya Kürdistan’a, ne de PDS DTP’ye benziyor.[32] Tüm bu iyi niyet
taşları döşenirken eski TKP’li Çakır, hiç savaşmamış bir partiden gelip
muktedir bir muhalefet partisine kapak atarak savaşan bir partiye akıl veriyor.
Cehennem de tam da bu noktada başlıyor.
Eren Balkır
12 Temmuz 2009
Dipnotlar:
[1] “Ark of Noah” (Nuh’un Gemisi), Jewish Encyclopedia.
[2] Konferans’ta dillendirilen “ÖDP doğruydu, biz
yanlış yaptık” önermesi, temel marksist kabullere bile aykırıdır. Zira ÖDP
külliyen yanlış olduğu için ilgili özneler yanlış yapmışlardır. Maddeden,
gerçekten ve nesneden bağımsız öznel irade tasavvurları, idealisttir. “Her şeyi
ben yaparım, hallederim” türünden coşkulu sözler hiçbir şey yapmamanın
kılıfıdır. Bu psikolojik coşku, solun insanlara kazandırdığı bir yanılsamadan
türer: “akıl maddeye bütünüyle hükmeden bir güçtür.”
[3] “[…] ‘Uçurumun eşiğine gelme’ metaforunu 1970’li
yılların sonundan itibaren sıklıkla kullananlar oligarşinin ideologlarıydı.
Evet, bu kez bizler, devrimciler kullanıyoruz ve bizler talibiz ülkeyi uçurumun
eşiğinden kurtarmaya.” (Demokratik Dönüşüm, “Merhaba”, Sayı: 3, s. 5.)
“Oligarşinin ideologları”ndan ödünç alınacak hiçbir şey yoktur, olamaz. Zira
onlar için uçurum, devrimi ifade ediyordu. “Ülke” diye önsel, kendinden menkul
bir bütünlük varsayılıyor ve bir tür uçuruma düşmekten kurtarılıyor. Bu “ülke”
kimindir, neye hizmet eder, belli değil. Aynı şekilde Ürüncü arkadaşlar da
benzer bir önsel bütünlük kurgusu ve onun huzurunun yegâne timsali olduğu
iddiasıyla, Diyarbekir’de patlayan bomba sonrası, sokakta iki sevgilinin el
ele, huzurla yürüyebilmesinden dem vuruyorlardı. “Huzur sosyalizmde!”, iyi aile
çocuklarının lafıdır hep.
[4] E. Kara, S. Koç, M. Sayın, M. Yavuz, Sosyalist
Solun Birlik Serüveninden Bir Kesit, Devinim Yay., 1995.
[5] İngilizce karşılığı individual olan birey,
bu açıdan, bölünemez en küçük bütünlük olarak kodlanmaktadır.
[6] Tektanrının devrimci niteliği Yahudilikte
İsrailoğulları kavminde boğulmuşken, İsa onu tüm insanlara açmış, Muhammed ise
Teslis’e ve yeryüzü temsili olan Kilise’ye kapatılmış Tanrı’yı tüm insanlara,
insanları ise hakikate açmıştır.
[7] Hayat Kitabı Kur’an, Gerekçeli Meal-Tefsir,
Mustafa İslâmoğlu, Düşün Yay., s. 2.
[8] On altıncı yüzyıldan itibaren Latin Amerika’yı
sömürgeleştiren misyonerlerin biçimci Hristiyanlığını öze dönük bir gayretle,
sosyalizan bir üslupla dönüştüren Kurtuluş Teolojisi, fukara halkla kurulan
ilişkiler içinde kilise duvarlarının delinmesini ifade eder. Artık kiliseler
Camilo Torres gibi devrimcilerin rahmidir. Bkz.: Patrick Larsen, “Camilo Torres
Restrepo”, Ocak 2009, İştirakî.
[9] Daniel Bensaid, “Sıçramalar! Sıçramalar!
Sıçramalar!”, Haziran 2009, İştirakî.
[10] E. Kara, S. Koç, M. Sayın, M. Yavuz, a.g.e.,
s. 32-42.
[11] Demir Küçükaydın’ın Ertuğrul Kürkçü’ye yönelik
“ırkçılık” temelli eleştirisi yerindedir. Kürd’ü nesne, kendisini yegâne özne
gören Türk sosyalistlerine gereken cevap verilmiştir. Ancak Küçükaydın da
Almanya’dan uzun yıllar haymatlos (vatansız) yaşadığı bir hayattan herkesi
nesneleştirmekte, kendi soyut öznelliğini yaldızlamaktadır. Bu nesneleştirme
işleminde devreye soktuğu “ırkçılık” küfrü, Yahudilerle ilgili Almanların öznel
bir takıntısıdır esasında ve politik anlamı yoktur. Kürkçü’de ırkçılık değil,
dereyi görmeden paçayı sıvayan bir tür işçiciliğin bugünde, kafada kurduğu
devletin savunusu vardır. Özde özneliği ve onun uzanımı olarak politikliği ve
devrimciliği burjuvadan öğrenenlerin genel aslî eğilimi, tüm öznellikleri yok
etmek ve onları bu amaçla belli bir teorik alanın nesnesi kılmaktır. Bu anlamda
nesneleştirme ile nesnelleştirme ayrıştırılmalıdır.
[12] Yalçın Küçük, 2009 seçimleri sonrası DTP’nin
aldığı oylara cumhuriyet adına sevinmiştir. Oysa Türk solunun eleştirisi ile
bugünlere gelen Kürd hareketinin Küçük gibileri sevindirecek işlere imza
atmaması umulur. Bugün millî ve dinî olana daha fazla ağırlık vermelidir. Bugün
bir hesap yapıyorsa geçmişteki hesapların, eleştirilerin suyu yüzü
hürmetinedir: Türk tarafı halktan uzaklaştığında o halklaşmıştır; Türk solu
işçiden kaçtığında proleterleşmiş; AB tartışmaları içinde millî olandan
kaçtığında o millîleşmiştir. ABD işgali sonrası Türk solu Ortadoğu’dan
Avrupa’ya ve Latin Amerika’ya kaçar, Kürd hareketi ise toplam birikimi ile
zayıf emareler taşısa da Ortadoğulaşma temayülüne girmiştir. Humeyni’nin Irak
Savaşı gerçeğinde kullandığı tabir ile Kudüs’e giden yol Bağdat’tan geçer. Yani
Kürd hareketi, Müslüman ve Kürd olana abanmalı, Türklerden gelen sol-sosyalist
her türlü eli bu alanın disiplinine, ahlâkına ve hiyerarşine tabi
kılabilmelidir. Bu noktada Haksöz türü çevrelerin laiklik eleştirileri hakkaniyetlidir,
ama onların da Filistin’i görüp Diyarbekir’i görmemeleri, külliyen yanlıştır.
[13] Bizim solcularımızın kafasında, Kürd’ün ve işçi
sınıfının bölücülüğünün etkisizleştirildiği ilkel model, Türkiye İşçi
Partisi’dir. Bir özel sohbette, üst düzey bir EMEP yöneticisinin, “yetmiş sonu
keşke TDKP’yi kurmasaydık, kafamızı taşlara vurmasaydık da TİP olabilseydik”
lafı, bu modelin canlı olduğunun kanıtıdır. TİP modeli, aynı zamanda aydın,
işçi ve gençlik arasındaki gerilimlerin de silindiği bir nostaljik alan olarak
kodlanmaktadır. Deniz Gezmiş’i uzun zaman önce (bir kez daha) asmış olan EMEP’liler,
bu yöneticileri şahsında, onun teorik, ideolojik ve politik kopuşunun,
demokrasi alanındaki küçük devletçiklerine (partilerine) halel getirdiğini ifşa
etmiş oluyorlar.
[14] Bu noktada Konferans’ta Mahir Sayın’ın dilinde
espri ve alay konusu olan “proletarya diktatörlüğü” burjuva diktatörlüğüne
karşı inatla savunulmalı, kendinden menkul demokrasi ve devlet edebiyatının
burjuva diktatörlüğüne hizmet ettiği her fırsatta dillendirilmelidir.
[15] 1 Mayıs 2009’da Taksim heykeline çıkma yarışı
yapan örgütler de sol içindeki burjuva ideolojisinin hükmü altındadırlar ve
buna uygun davranmaktadırlar. Devlet mülkiyet; burjuvazi rekabet ideolojisi ile
sömürülen ve mazlum dinamiklerin arasına çomak sokabilmektedir. Gelecekte Çatı
Partisi oluşma imkânı bulursa, içindeki örgütlerin kendi mülklerini (kadrolar,
bürolar, imkânlar) paylaşıma açmama riski ile yüzleşecektir, bu risk, devletin
ve mülkiyetin bozgunculuğudur. Aynı şekilde işçiler, kadınlar, Kürdler,
Müslümanlar vs. de birer mülk olarak görüldüğünden, bunlar da merkezkaç sonucu
örgütler aracılığıyla birbirlerinden kaçırılacaklardır.
[16] Demokrasi için Birlik Hareketi Konferans Sonuç
Bildirgesi’nde dindar kesimlerin siyaset algısından uzak durulacağının
garantisi olarak “kutsal ve fetişler üzerinden siyaset yapılmayacağı” vaat
edilmektedir (s. 3). Oysa metnin bir kutsalı ve fetişi mevcuttur: demokrasi!
[17] Bu anlamda Bildirge’de Kürd’ün, işçinin ve
Müslüman’ın sadece adı vardır, cismi yoktur. Konferans, illerden ve fiilî
mücadele alanlarından gelen öncü isimlerin değil, kimi eski ve yeni örgüt
şeflerinin tartışma zemini olarak formüle edilmiştir. Bu şefler de ne Kürd, ne
Müslüman ne işçi olduğundan konferans, bireylerarası hukukun genel ölçütlerini
belirlemekle yetinmiş, bildirge bunun basit bir dökümü olmuştur.
[18] Murat Çakır, Die Linke: Bir Başarı Hikâyesi
mi?, s. 76, PDF.
[19] A.g.e., s. 16.
[20] A.g.e., s. 11.
[21] A.g.e., s. 12.
[22] A.g.e., s. 31.
[23] A.g.e., s. 15.
[24] A.g.e., s. 21.
[25] A.g.e., s. 39.
[26] “Artık PDS, uzun vadede ‘demokratik, sosyal ve
ekolojik alternatifleri gerçekleştirebilecek bir Orta-Sol-İttifakının
oluşmasına katkı sunacak olan bir sosyalist parti’ydi. (M. Brie)” (A.g.e.,
s. 91.)
[27] Bkz.: “Halkın Fedaileri”, Ekim 2008, İştirakî.
[28] Murat Çakır, A.g.e., s. 121.
[29] A.g.e., s. 122-3.
[30] A.g.e., s. 126.
[31] A.g.e., s. 126.
[32] Ergun Yıldızoğlu da 1991’de Brezilya İşçi
Partisi Deneyimi isimli bir kitap yazmıştı. Kitap, özde ileride kurulacak
olan ÖDP’nin fikrî temeli oldu. BİP Lula’yı doğurdu, ÖDP Uras’ı. Basit anlamda
“Bu aşure çorbasının Kürd’ü eksik” diyenlere fikrî temel sunan Çakır,
Yıldızoğlu’ya benziyor. Bu aydınların çıkışları dikkate alınacak olursa,
Türkiye yirmi yılda Brezilya seviyesinden Almanya seviyesine gelmiş demektir.
Bir sonraki birlik edebiyatının ABD’den devşirilmemesi için hiçbir neden
yoktur.
0 Yorum:
Yorum Gönder