10 Temmuz 2009

, ,

Kendiliğindenliği Yeniden Düşünmek

Luxemburg’u Gramsci ve Benjamin Üzerinden Yeniden Okumak


Sorun

Kendiliğindenliğin bilinçli kontrolle ilişkisi, uluslararası işçi hareketinin ortaya çıktığı ilk günlerden beri politik örgüt meselesinin merkezinde durur. Anarşistlerle marksistler arasında ve marksistlerin kendi içlerinde hüküm süren eski tartışmaların önemli bir kısmını sözkonusu ilişkinin en iyi nasıl formüle edileceği tartışması teşkil etmektedir.

Geleneksel partiden ve devlet odaklı yaklaşımlardan uzaklaşıp, kapitalizme dönük merkezsiz direniş yöntemlerine doğru kayıldığı momentte bahsi geçen tartışmalar yeniden önem kazandılar.[1] Sosyal demokrasinin iflasının ve merkezîleşmiş kontrole dönük genel şüphenin teşvik ettiği bu kaymaya, insanların kendiliğindenliğinin kutsanması eşlik ediyor. Bugün, cevap olarak, devletin devam eden merkezîliğini ve aynı zamanda kendiliğinden direnişin sınırlarını yeniden öne çıkaran kimi yorumculara rastlanıyor.[2]

Peki ama kendiliğindenlik ne demek? Kendiliğindenliği kutsayıp merkezî koordinasyona yönelik şüpheci yaklaşımı benimsediğimizde, bizler esasta neyi kutsamış oluyoruz? Tersten, kendiliğindenliğin yetersizliğine işaret ettiğimizde, esasta tam da neye atıfta bulunmuş oluyoruz? Bu yaklaşımların arasındaki muazzam farklılıklara karşın, kendiliğindenlik oldukça benzer yollardan anlaşılmaya meyyaldir: bir şeyi olduğu gibi, kendiliğindenci bir üslupla, plan yapmadan ele almak. Kendiliğinden faaliyet, zaman zaman kutsanması cesaretlendirilmesi, kanalize edilmesi, yönetilmesi, dizginlenmesi, korkulması veya bastırılması vs. gereken bir güç olarak, alabildiğine mistik bir biçimde çıkıyor karşımıza. Görünüşe göre kendiliğindenliği bilinçli kontrole nispetle daha önemli ve öncelikli görenler de görmeyip bu yaklaşımı eleştirenler de kendiliğinden ne olduğu konusunda bir miktar gizemli hâle sokulmuş, benzer türde bir anlayışa başvurma eğiliminde.

Luxemburg’un İç Çelişkileri ve “Hatalar”ı

Kendiliğindenliğin önemini savunan en ilginç isimlerden biri de Rosa Luxemburg’dur. Görünüşte Luxemburg’un bir ayağı kendiliğindenlikte, diğer ayağı bilinçli kontroldedir. Merkezîleştirilmiş parti aygıtının acil bir ihtiyaç olduğunun farkında ise de Luxemburg, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin içinde yıllarca çalışmış, Almanya Komünist Partisi’ni kurmuş ve uzun seneler sürekli olarak işçi hareketi içinde kendiliğindenliğin merkezîliği meselesini tartışmıştır.

Bu alenen çift anlamlı olan tutum, Luxemburg’un birçok öğrencisinin kafasını yıllarca karıştırmıştır. Bir taraftan Rosa, kapitalizmin çelişkilerinin onun ölümüyle sonuçlanacağı, bu sürecin en gelişkin olduğu dönemeçte işçilerin eyleme geçeceği üzerinde durur. Bu bakış açısının, sözkonusu amaç için inşa edilmiş örgütü konu dışı kılma ihtimali vardır. Diğer yandan Rosa, ilgili sürece müdahale edecek bir örgütün gerekli olduğuna da inanır. Kimi yorumcular, bu açık paradoksu onun politik ekonomisi ile eyleme dönük yazıları arasına ayrım koymak suretiyle çözerler. Başka yorumcular ise Rosa’nın politik gelişimindeki birbirinden ayrı momentlerle ilgili olduğunu söylerler.[3] Ancak genelde o, eleştirel bir üslup dâhilinde de olsa, devrimci sosyalist hareket tarafından kabul görmüş bir isimdir.[4] Zira onunla ilgili tüm bilgi, ne kadar takdire şayan olursa olsun, devrimci sosyalist perspektif açısından Rosa’nın “hata”larına dair belli bir kısmı ihtiva eder.

Bu “hatalar” kaderci bir tarih anlayışından türemektedirler. Yoldaşça yapılan dikkate değer sayıda eleştiri, onun partinin rolünü küçümsediği ve sosyalizm mücadelesinde işçilerin kendiliğinden faaliyetine aşırı önem atfettiği üzerinde durur.[5] Luxemburg’daki kadercilik, işçilerin kendiliğindenliğinin “ekonomik gelişmeye ait temel güçler”e dönük cevabı içinde ortaya çıkmaktadır. Sonuçta Rosa, sıklıkla ekonomist olmak ya da bugün genelde kullanıldığı biçimiyle, ekonomik indirgemecilik üzerinden eleştirilmiştir.

Ancak gene de Rosa daha cömert bir okumayı hak eder. Bu okuma, onun işçilerin kendiliğindenliğine ve kendiliğindenliğin yeniden düşünülmesine neden önem atfettiğine ilişkin bir görüşe ihtiyaç duyar. Rosa kendiliğindenliği, içinde yaşadığı nesnel koşullara yönelik cevabı içinde işçi sınıfının ortaya koyduğu bir inisiyatif olarak anlar.[6] Rosa’nın kendiliğindenliğe değer vermesinin nedeni, SPD liderliğinin verdiği değerden farklıdır. SPD liderliği, parlamenter güzergâhı giderek daha fazla önemserken, Rosa, işçilerin kendi inisiyatifini temel toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek yegâne araç olarak görmektedir.

Marx’ın yaklaşımını hatırlatan Rosa, işçilerin temsilcileri, müdafileri ve liderlerinin aksine, burjuva toplumunu kökten dönüştürecek gerekli failler olarak bizzat işçilere odaklanır. 1866’da Marx’ın kaleme aldığı Birinci Enternasyonal’in Geçici Kuralları aynı yönde ifadelere başvurmaktadır: “İşçi sınıfı kurtuluşa gene kendi elleriyle ulaşacaktır.”[7]

Marx’a göre işçilerin öz kurtuluşu ilkesi, sosyalist topluma giden yegâne gerçekçi rotadır. Sosyalist muhayyileden türeyen bir tasarından ziyade, sosyalist toplumun özgül biçimi ezilenlerin uzun soluklu mücadelesi üzerinden kurulacaktır. Marx, bu mücadele sürecine bağlı olarak sadece toplumun değil, ayrıca ezilenlerin de temel yollar dâhilinde dönüşeceğine inanır. Sonuç olarak Marx’a göre öz kurtuluş, kesinlikle sosyalizm anlayışının merkezini teşkil eder.

Kendiliğindenlik ve Bilinçli Kontrol

Bu bakış açısı, Rosa’nın işçilerin kendiliğindenliğine neden daha fazla değer atfettiğini açık biçimde izah etmektedir. İşçi sınıfının kendi kendine kurtulacağına ve hiçbir örgütün onun adına bu işi gerçekleştiremeyeceğine inanmak, işçilerin öz eylemliliğine değer yüklemek demektir. Peki o vakit sosyalist örgütün rolü nedir? Böylesi bir örgüt neye benzeyecektir? Luxemburg ve Lenin arasındaki tartışmaların merkezinde duran sorular bu türden sorulardır.

Luxemburg’un sosyal demokrasi eleştirilerinin önemli bir bölümüne iştirak eden Lenin de aynı şekilde işçi sınıfını kendi kurtarıcısı olarak görür. Lenin, işçilerin öz örgütlenmesine değer atfeder ve ilkin 1905’de St. Petersburg’da ortaya çıkan işçi konseylerinin (sovyetlerin) önemini kavrar. Lenin’in görüşleri zamanla değişir, Luxemburg’un teorileriyle temas kurdukça farklılık arz eder;[8] ancak her ikisi de kendiliğindenlik ve bilinçli kontrol arasındaki ilişki hususunda sıklıkla anlaşmazlığa düşer. Devlet baskısı altında Lenin, işçilerin öz kurtuluşu sürecini kolaylaştırma görevini üstlenen, sınıfın en sınıf bilinçli katmanından müteşekkil örgütü üzerinde durur.[9] Luxemburg ise böylesi bir örgütün kendiliğindenliği boğmak suretiyle fiiliyatta işçilerin öz kurtuluşuna bariyer teşkil edeceği noktasında uyarıda bulunur.[10]

Kimi teorisyenler, Lenin karşısında Luxemburg’un “kendiliğindenci” yaklaşımından yana saf tutarlarken, bazıları ise Luxemburg’un kaderciliğinden uzak durarak Lenin’in yöntemini desteklerler. Lukacs, kararlı bir tutumla, daha çok Lenin’in safındadır.[11] Lukacs, kapitalizmin kendisini demistifiye ettiğine ve işçi sınıfı bilincinin oluşumunu körüklediğine inanır. Ancak o, aynı zamanda kapitalizmin yeni mistifikasyon biçimleri ürettiği kanaatindedir; bu nedenle kendisi şeyleşme anlayışını geliştirmiştir. Lenin’in partisinin rolü, ona göre, sözkonusu bariyerleri aşma konusunda sınıfa yardımcı olmak ve bilincin oluşumuna katkı sunmaktır.[12] Bilinci düşüncelerin değil, eylemin ürünü olarak anlayan Lukacs, Lenin’in üyelerinin doğrudan faaliyetlerini talep eden eylemci parti yaklaşımını II. Enternasyonal partilerini ve Luxemburg’u aşan bir gelişme olarak kaydeder.[13] Lukacs’a göre Lenin’in partisi, tarih yapmak için tarihe müdahale etmenin bir yoluyken, Luxemburg’un işçilerin kendiliğinden eylemliliğine dönük inancı, sınıfın kendi öz gelişimini kaderci bir üslupla beklemeye götürür.

Peki ama asıl meselemiz bu mu? SPD ve KPD’deki kadercilikle Rosa’daki kaderciliği nasıl uzlaştırabiliriz? Görünüşe göre Lukacs’ın Luxemburg’u ekonomist olarak okuyuşunu asıl kısıtlayan şey, ondaki ekonomist kendiliğindenlik anlayışıdır.

Kendiliğindenliği Demistifiye Etmek - I:
Gramsci ve Hegemonya

Antonio Gramsci’nin çalışması, bu kendiliğindenlik anlayışının demistifiye edilmesine katkı sunacak bir çalışmadır. Hapishane Defterleri’nde Gramsci, “saf” kendiliğindenliğin tarihte mevcut olmadığını yazar: “saf” kendiliğindenlik, esasta “saf” mekaniklik demektir. “En kendiliğinden” harekette “bilinçli liderlik”e ilişkin unsurların kontrol edilmesi kolay değildir ve bunlar hiçbir vakit güvenilir belgeler bırakmazlar geriye. Bu sebeple kendiliğindenlik, “alt sınıfların tarihi”ne ait bir özelliktir.[14] Gramsci’ye göre, “alt” sınıflar tali sınıflardır ve bunlar marjinal konumları lehine, kendi bilinçli faaliyetlerine dair geride az sayıda iz bırakırlar. Bu bakış açısından bakıldığında kendiliğindenmiş gibi görünen olaylar, esasta onay almış resmî muhalefetten ziyade, tali toplumsal gruplarca örgütlenmiştir ve dolayısıyla bilinçli planlamanın yokluğuna dair bir izlenime yol açarlar. Ancak Gramsci bu eylemliliği romantize etmez, zira sözkonusu eylemlilik alt sınıflar içinden doğmuştur.[15] Alt sınıfların öz eylemlilik içine girme becerisine sahip olduklarını kabul eden Gramsci, bu eylemliliğin otomatik olarak devrimci ya da hatta ilerici olmadığını söylemiştir.

Bilinçli öz eylemlilik ve mücadelenin geliştirilmesiyle ilgilenen lider grubun bilinçli eylemliliği olarak yeniden formüle etse de bu anlayış, bizi gerisin geri kendiliğindenlik ile bilinçli kontrol arasındaki ilişki meselesine götürür. Gramsci dikkatini “eğiten”, “yönlendiren” ve kendilerine bilinçli liderlik bahşeden” kendiliğinden hareketler ve onlara yönelik dikkatli bir yükümlülük meselesine yöneltir.[16]

Ne var ki sorun, düşünceler savaşından daha karmaşık bir sorundur. David McNally’nin de yazdığı üzere, “Esasta politik mesele, basit manada hâkim sınıfa ait fikirlerin hegemonyasını söküp atmak değil, metanın kendi biçimi ile tanımlanmış bilinçaltı unsurlarını istikrarsızlaştırmaktır.”[17] Gramsci’nin analizi, ekonomik koşullar ardına saklanan otomatik reaksiyonları ifşa etme noktasında epey güçlüdür ve bu analiz kendiliğindenliğin kısmî bir muhasebesini bize sunar. Gramsci’nin tespitiyle, kendiliğinden eylemliliğin sıklıkla bilinçaltına dair bir sonuç olarak ortaya çıkmasının sebebi, bu eylemliliği örgütleyen grupların ikincil konumudur fakat Gramsci de kendiliğindenliğin gizemi ortadan kaldırılmamış olan, bilinçaltı ile ilgili yönüne hiç değinmez.

Kendiliğindenliği Demistifiye Etmek - II:
Benjamin ve Kolektif Bilinçaltı

Luxemburg’u Walter Benjamin üzerinden okumak, kendiliğindenliğin bilinçaltıyla ilgili yönünü demistifiye etmemizi sağlayacaktır. Gramsci’den istifade ederek, Luxemburg’un kendiliğindenlik anlayışı, ekonomist bir yola düşmeksizin, bilinçli öz eylemlilik anlamında, nesnel koşullara dönük işçi sınıfının cevabı içinde onun ortaya koyduğu bir teşebbüs olarak kavranabilir. Ancak Luxemburg’un kendiliğindenliği öz eylemliliği ihtiva ederken, bu öz eylemliliğe bütünüyle bilinçli planlama rehberlik etmez. Luxemburg, kendiliğinden ayaklanmada açık biçimde içerilen bilinçli gayreti kabul ederken, onun bu tarz olaylara dönük izahatı açık biçimde başka bir olguyu devreye sokar.

Onun 1905’te Rusya’yı sallayan genel grev dalgasına ilişkin değerlendirmesi örnek verilebilir. Konuyla ilgili olarak Luxemburg şunları yazmaktadır:

“Ocak’ta proletaryanın aniden ortaya çıkan ve St. Petersburg olaylarının güçlü itkisiyle gerçekleşen isyanı, dışa dönük olarak mutlakiyet rejimine karşı devrimci bir savaş ilân eden politik bir eylemdir. Ancak bu ilk genel doğrudan eylem, içe doğru olarak ilk kez sınıfsal duyguları ve sınıf bilincini milyonların içinde eletro-şok misali uyandırmıştır. […] milyonları bulan proleter kitle, kapitalizmin zincirleri altında boğuldukları onlarca yıl süresince sabırla tahammül gösterdikleri toplumsal ve ekonomik varoluşun hoş görülemez nitelikte olduğunu aniden ve keskin biçimde fark etmiştir. Bunun sonucunda sözkonusu zincirlerde kendiliğinden genel bir sarsıntı ve mücadele baş göstermiştir. Modern proletaryanın çektiği, haddi hesabı belirsiz olan tüm o ıstırap ona eski kanayan yaralarını hatırlatmıştır.”[18]

1905 genel grevine ilişkin bu oldukça zengin izah, kendiliğindenliğin ya da öz eylemliliğin ilgili olaylarda nasıl oluştuğunu ve Rosa'nın salt bilinçli planlamanın rehberliği ile yetinmediğini gösterir. “Eski kanayan yaralar”a ve “elektro-şok misali”, genel grevin yıldırımı ile uyanan sınıf bilincine ilişkin tahayyülü diğer süreçlere atıfta bulunmaktadır.

Luxemburg’un katlinden yıllar sonra Walter Benjamin, bu süreçlere ışık tutan bir bilinçaltı anlayışı geliştirir. Freud’un bilinç/bilinçaltı anlayışı ile Proust’un hafızayla alakalı fikirlerine başvuran Benjamin “kolektif bilinçaltı” kavramını üretir.

Benjamin’in 1939’da kaleme aldığı Baudelaire’deki Kimi Motifler Üzerine başlıklı makalesi Freud’un bilinç anlayışını incelemektedir. Freud’u takiben Benjamin, bilincin yalnızca uyarıcı almadığını, ayrıca kendisini potansiyel şok edici uyarıcılardan korumak amacıyla onları sözkonusu şoklara dair hafızayı bastıran anlatılar içinde absorbe ettiğini söyler. McNally meseleyi şu şekilde izah eder: “Başka bir deyişle bilinç, tehlikeli ve korkutucu dünyada kendisine bir güvenlik ve istikrar masalı uydurur”[19] Bilincin dünyayı kavramasına yardım eden anlatılar, bilinci bizi travmatik şoklardan koruyacak biçimde örgütler. Bu türden şoklar ilgili anlatılarca, en iyi hâliyle, görece başarılı bir biçimde savuşturulurlar ya da en kötü hâliyle, bilinçli olarak deneyimlenirler; ya da bunlar hafıza izleri olarak bilinçaltında iz bırakırlar.

Benjamin, bu hafıza izlerini Proust’un gönülsüz hafıza anlayışını kullanarak anlar. “Terimi takdim eden düşünce hususunda Proust, bize uzun yıllar fakirlik içindeki çocukluğunu geçirdiği Combray kasabasını hatırlatır. Bir öğleden sonra (ileride belirttiğine göre, sıkça) tattığı şekerli çöreğin tadının kendisini geçmişe götürdüğünü söyler.”[20] Benjamin, hafızada ani ışımalara yol açan bu türden deneyimleri bugünde bir şeylerce tetiklenmiş, bilinçaltına ait hafıza izleri olarak anlar. Bilinç, duyusal şoklara ilişkin hatıraları bastıran bir tür zırh olarak iş görürken, bilinçaltı, bu bastırılmış hatıraların iz ambarı olarak kullanılır.

Benjamin, burjuva toplum bağlamı içine oturtmak suretiyle, Freud’un bilinç/bilinçaltı anlayışını şeyleşmeden kurtarır. Ona göre, kapitalizm koşullarında hayat, şokların ivmelenmesiyle bilincin giderek daha fazla korumacı oluşuna tanıklık etmektedir. “Özel kimi izlenimlerde şok etmenin payının artışı ile daha fazla sabit olan bilinç, uyarıcılara karşı iş gören bir tür sahne olarak daha fazla tetikte durmalıdır; ne kadar etkin olursa, sözkonusu izlenimler deneyime o kadar az duhul eder.”[21] Kapitalizm koşullarında hayat giderek daha fazla şoka maruz kalır, bu da bilincin zırh olma niteliğini geliştirir. Susan Buck-Morss’a göre “Estetik sistem, diyalektik bir terse dönüşe maruz kalır. İnsanî duyu merkezi gerçekle “temas” hâlinden gerçeği bloke eden bir tür araca dönüşür. Estetik -duyusal algı- estetik olmayandır, hislerin hissizleşmesidir artık.”[22]

Sonrasında Benjamin, bilinç/bilinçaltı anlayışını toplumsal bir olgu etrafında ele alarak Freud’dan uzaklaşır.[23] Uyarıcıları alan ve şok hatıralarını bastıran anlatılar paylaşılmaktadır; onlar, bireylerin içinde ikamet ettiği toplumsal dünyanın birer parçasıdırlar. Kolektif bilinçaltı, bu sebeple uyarıcılar için bir hazne olduğu kadar, potansiyel olarak zarar verici uyarıcılara karşı bir tür zırhtır da. Bu zırh bu türden deneyimlere ait hatıraları bastırır. Aynı zamanda kolektif bilinçaltı, bu bastırılmış hatıralara ait izleri ihtiva eder. Böylesi görüşler deneyimin tüm yönlerini aydınlatarak bizlere kendiliğindenliğin bilinçaltına ilişkin yönünü demistifiye etme noktasında katkıda bulunurlar. Böylelikle nesnel koşullara dönük açık refleks tepkilerin kökeninde tarihsel deneyimin yattığı görülmeye başlar. Benjamin, Luxemburg’un Spartakist Birliği’ne (SPD içindeki sol gruba) övgüler düzmüştür. Örgüt, sonrasında SPD’den ayrışıp komünist partiyi meydana getirmiştir. Benjamin’e göre, kendi dönemindeki sosyal demokratların aksine birlik, geçmişin adaletsizliklerini unutmak yerine, geçmişin korkuları ile yüzleşmeyi bilmiş ve geleceğe ilişkin vaatlere odaklanmıştır.[24] Parlak fikirlerle yüklü Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’de Benjamin şunları yazar:

“Tarihsel bilginin emanetçisi, insan ya da mücadele eden insanlar değil, mazlum sınıfın bizatihi kendisidir. Marx’ta mazlum sınıf, haksızlığa uğramış nesiller adına kurtuluş görevini ifa edecek intikamcı ve en son köleleştirilmiş sınıf olarak ortaya çıkar. En özlü yeniden dirilişini Spartakist grupta gerçekleştirmiş olan bu inanç, Sosyal Demokratlara daima sakıncalı görünmüştür. […] Sosyal Demokrasi, işçi sınıfına gelecek nesillere kurtarıcı Mesih rolünü bahşetmeyi düşünmüş, bu yolla sınıfı en büyük güç kılan sinirleri bir bir kesmiştir. Bu çalışma, işçi sınıfına kurtulmuş torunların hayâlinden ziyade, köleleştirilmiş atalarının hayâlince beslenen nefretini ve feda ruhunu unutturmuştur.”[25]

Geçmişe yönelmek bilinç oluşumunda tarihin rolüne ışık tutar. Luxemburg’a benzer yollardan kimi vurgularda bulunan Benjamin, katı biçimde aklî olmayan motive edici etmenlere odaklanır. Luxemburg’da bu olguyu kavrayacak dil yoksa da o, işçilerin mücadele süreci içinde ani bir uyanış deneyimlediğini söyler. Benjamin’in tarihin kolektif bir travma olduğu anlayışının ışığında, bu uyanışın ardındaki mantık anlaşılmaya başlanabilir.

Kendiliğindenliği Tarih Düzleminde Anlamak

Gramsci ve Benjamin’e başvurmak suretiyle kendiliğindenliğin demistifiye edilmesine dönük bu gayretin ışığında ekonomik indirgemecilik dâhil, kendiliğindenliğe ilişkin çeşitli mistik anlayışların ötesine geçilebilir.

Kendiliğindenlik, bir yandan kapitalizmin çelişkilerinin gelişim sürecine dönük az çok otomatik bir cevap, ayrıca daha çok bilinçli bir öz eylemlilik ama öte yandan da kolektif mücadele ânında bastırılmış kolektif travmanın dönüşü olarak ortaya çıkar.

Bırakalım kaderciliği, esasen Luxemburg, bilinç oluşumuna dair net bir tarihsel fikir sunmaktadır. Marx, insanların kendi seçmedikleri koşullar altında tarih yaptıkları hususunu ısrarla dile getirir. Ona göre, salt basit anlamda ekonomik olmayan bu koşullar, “yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöken tüm ölü nesillerin geleneği” tarafından biçimlendirilir.”[26] Benjamin’se bu kâbusun kolektif travmanın bastırılmış hatıralarınca biçimlendirildiğini düşünmektedir.

Ekonomik bir boyuta sahip ancak öte yandan salt ekonomiye de indirgenemeyecek olan bu kâbus, mücadelenin işlediği araziyi biçimlendirir. Bu bastırılmış hatıralar, düzenli olarak burjuva toplumunu koruma yönünde harekete geçirilirler; ancak Benjamin, sözkonusu enerjinin burjuva toplumunun dönüştürülmesi noktasında da devreye sokulabileceğine inanır; esasında o, bu enerjiyi dönüşümün gerçek kaynağı olarak görmektedir. Kolektif bilinçaltına dönük bu anlayış, Luxemburg’un 1905 grevlerindeki kendiliğindenliğe dair değerlendirmesiyle kıyaslanabilir.

Sonuçlar

Bu bakış açısı üzerinden kendiliğindenlik artık yeni bir önem kazanmaktadır. Sınıf bilincine ilişkin önceden kavranılmış bir anlayışa doğru yönlendirilecek, eğitilecek, kanalize edilecek vb. bir güçten ziyade[27], o artık uyandırılması gereken sınıf bilincinin gerçek kaynağı olarak görülür.[28] Sonuçta kendiliğindenliğe dönük sosyalist bir yönelim, bu uyanışa odaklanmış bir yaklaşıma ihtiyaç duyar.

Pratikte bu uyanışın neleri içerdiği kısa sürede idrak edilemez. Ama gene de şurası açıktır: sınıf bilinci “dışarıdan” getirilir, gelgelelim bu bilinç, ezilenlerin kolektif bilinçaltından neşet eder. Devrim süreci ile eşanlamlı olan bu uyanış mücadele süreci içinde gerçekleşir. Fakat bu süreç otomatik olarak meydana gelmez. Bu kaçınılmaz gerçek, Luxemburg’un kendiliğindenliğe odaklanmasına karşın neden örgüte ihtiyaç duyduğunu izah etmektedir.

Sosyalistlerin ve sosyalist örgütün rolüne geri dönersek; ileride yapılacak ayrıntılı incelemelere muhtaç olan şu genel sonuçlara ulaşmak mümkündür. Kapitalizmin kendisini demistifiye ettiğini ve Lenin’in aşılması için partiyi gerekli gördüğü yeni mistifikasyon biçimleri ürettiğini söylerken Lukacs, kesinlikle haklıdır. Ancak bu mistifikasyon biçimlerine ek olarak kapitalizm, uyanışın karşısına, Lukacs ve Lenin’in dikkate almadığı, kimi bariyerler diken çok yönlü bir ehliyetsizleştirme[29] sürecini de ihtiva eder. Sonuç olarak sosyalist örgütün rolü, bir yandan Lenin’in inancına nazaran (ve Luxemburg’un da tartıştığı ölçüde[30]) daha sınırlıdır, ama öte yandan da o, (kendiliğindenliği fetişize eden) “kendiliğindenciler”in inancına kıyasla, daha fazla zaruridir. Sosyalist örgüt, sadece şeyleşme sorununun üstesinden gelmeye değil, ayrıca uyanışı bloke eden tüm süreçleri alt etmeye de mecburdur. Bu, sözkonusu süreçlerin analizine ve Lenin’in pratik düzeyde ilgili analizin tanımladığı bariyerleri alt etmek için gerekli gördüğü örgüt yaklaşımına yönelik dikkatli bir yeniden düşünme pratiğine ihtiyaç duyan oldukça zor bir iştir.

Alex Levant
Mayıs 2006
Kaynak

Dipnotlar
[1] Örneğin bkz.: Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Globalization from Below: The Power of Solidarity.

[2] Bkz.: Panitch ve Kagarlitsky: “Ulus-devletler, küreselleşmenin kurbanları değil, küreselleşmenin yazarlarıdır. Devletler, küreselleşmiş olan sermaye tarafından yerlerinden sökülmedi, onlar, esasta tüm mali sermayenin üzerinde, küreselleşmiş sermayeyi temsil ediyorlar. Bu, küreselleşmeye meydan okumak için elverişli her türlü stratejinin yurttan başlaması gerektiği anlamına geliyor, çünkü kesin olan şu ki ulus-devletler küreselleşmenin fiilîleşmesinde kilit rol oynuyorlar.” (Panitch 2001: s. 375) Aynı şekilde Boris Kagarlitsky de şunları yazıyor: “Tüm uluslararası kurumlar ulusal devletlerin devamlılığını temsil ederler, onlara yaslanırlar ve onlarsız asla muktedir değildirler.” (Kagarlitsky 2000: s. 16)

[3] Bkz.: Norman Geras, The Legacy of Rosa Luxemburg.

[4] Örneğin bkz.: Lukacs, Molyneux ve Waters.

[5] Örneğin Lukacs şunları söyler: “Hakikî yönlendirici güçlerin yanlış değerlendirmesi, Luxemburg’un yanlış yorumundaki en önemli noktadır: o, ekonomik gelişmenin aslî güçleri yanında sürüklenmeye karşı durmak adına devrimde partiye ve bilinçli politik eyleme gerekli önemi vermez.” (Lukacs, “Critical Observations on Rosa Luxemburg’s ‘Critique of the Russian Revolution,’” History and Class Consciousness içinde, s. 275).

[6] Bu formül üzerinden Luxemburg kaderci olarak görülebilir; ancak aşağıda izah etmeye çalıştığım üzere, mesele bu olmamalıdır.

[7] Karl Marx, The First International and After, s. 82.

[8] Bkz.: Marcel Liebman, Leninism Under Lenin.

[9] Lenin, What is to be done?

[10] Luxemburg, “Organizational Question of Social Democracy”, Rosa Luxemburg Speaks içinde, s. 169.

[11] Bkz.: Lukacs, History and Class Consciousness.

[12] “Komünist Parti’nin mücadelesi proletaryanın sınıf bilincine odaklanır. Onun sınıftan örgütsel anlamda ayrışması, bu açıdan, onun sınıf adına ve sınıfın yerine savaşmayı arzuladığı anlamına gelmez. […] Devrim süreci -tarihsel ölçekte- proleter sınıf bilincinin gelişim süreci ile eşanlamlıdır.” (Lukacs, History and Class Consciousness, s. 315).

[13] 1903’te RSDİP’in II. Kongre’sinde Lenin ve Martov arasında hüküm süren ve sonrasında Bolşeviklerle Menşevikler arasında kopuşmaya yol açacak olan tartışmanın merkezinde parti saflarındaki üyelerin rolü meselesi yatmaktadır. Lenin üyelerin kişisel faal katılımını öngörür. Bu, salt parti programının desteklenmesi biçiminde cereyan eden pasif bir üyelik ilişkisinin geçerli olduğu II. Enternasyonal partilerinin geleneksel yaklaşımından kopuşu ifade eder. Pasif ilişki modeli Martov’un önerisidir.

Lenin’in yaklaşımı, II. Enternasyonal’in yukarıdan sosyalizm yaklaşımına uygun olarak, işçiler adına iktidarı almak amacıyla parti örgütünü yapılandırma gayreti değil, Marx’ın da tespit ettiği üzere, işçilerin kendilerini yönetme becerisini edinme sürecine katkıda bulunma amacına dönük bir adımdır. Lukacs konuyla ilgili şunları yazar: “Her Komünist Parti her burjuva partiye ya da oportünist işçi partisine (Menşevik) göre daha yüksek bir örgütlenme tarzını temsil eder ve bu, tekil üyelere parti tarafından getirilmiş görece daha büyük talepler şahsında kendisini gösterir. Sözkonusu anlayış kendisini açık biçimde ta Rus Sosyal Demokrasisi içindeki ilk kopuşta ele verir. Menşeviklere (ve aslen her türlü burjuva partisine göre parti programının basit anlamda kabulü üyeliğin vasfı açısından kâfidir, ancak Bolşevikler için parti üyeliği devrim çalışması içinde aktif kişisel katılım ile eşanlamlıdır.”(Lukacs, History and Class Consciousness, s. 316).

[14] Gramsci, Prison Notebooks, s. 196.

[15] Esasında Gramsci, bu türden bir faaliyete sıklıkla onu verili toplumsal ilişkileri muhafaza edecek yönde maniple etmek isteyen hâkim sınıfların gerici hareketlerinin eşlik edeceği hususunda uyarıda bulunur.

[16] A.g.e., s. 199.

[17] McNally, Bodies of Meaning, s. 232.

[18] Luxemburg, “The Mass Strike, Political Party, and Trade Unions”, Rosa Luxemburg Speaks içinde, s. 171-2.

[19] McNally, Bodies of Meaning, s. 214.

[20] Benjamin, “On Some Motifs in Baudelaire,” Illuminations, s. 158.

[21] Benjamin, “On Some Motifs in Baudelaire,” Illuminations, s. 163.

[22] Buck-Morss, Dreamworld and Catastrophe, s. 104.

[23] Bu yaklaşım “bilinç […] ta başlangıcından beri toplumsal bir üründür” noktasında ısrarcı olan marksist gelenek ile tutarlıdır. (Marx ve Engels, The German Ideology, s. 51).

[24] “Bugün ebedî bir şimdinin içine gömülmüş olan sosyal demokratlar, sadece geçmişi değil, geleceğe ilişkin vaatleri de unutmuşlardır.”

[25] Benjamin, “Theses on the Philosophy of History,” Illuminations, s. 260.

[26] Marx, The 18th Brumaire of Louis Bonaparte, s. 15.

[27] Lukacs’ta önceden kavranmış olan bu sınıf bilinci anlayışı “atfedilmiş” bir sınıf bilinci olarak ortaya çıkar. Bkz.: “Class Consciousness”, History and Class Consciousness içinde, s. 46-82.

[28] Buck-Morss, Benjamin’in kolektif bilinci, “bir hayâl dünyası ve devrimci sınıf bilinci ile eşanlamda, bu hayâl dünyasından bir tür kolektif ‘uyanış’ olarak” gördüğünü söyler. (Buck-Morss, Dialectics of Seeing, s. 253).

[29] Burada sadece üretim sürecinin parçalanması sonucu oluşan ehliyetsizleşmeden değil, ayrıca burjuva toplumda ortaya koyduğumuz deneyimlerin kolektif öz eylemlilik kapasitelerimize zarar verdiği noktada açığa çıkan politik ehliyetsizleşmeden de söz ediyorum. Bkz.: Kuhling ve Levant, “Political Deskilling/ Reskilling: Flying Squads and the Crisis of Working Class Consciousness/Self-Organization” (Clarice Kuhling ile birlikte), Yayına Hz.: Caelie Frampton, Gary Kinsman, Andrew Thompson, Kate Tilleczek, Sociology for Changing the World: Social Movements/Social Research içinde (Fernwood Yayımcılık, 2006).

[30] Hatta burada asıl sınırlayan şey, mücadele alanıyla ilgili ekonomist anlayıştır; Lenin söz konusu sınırlılığı, parti çalışmalarına katılımı yerine getirilmesi gereken bir talep hâline sokmak suretiyle telafi etmeye çalışmıştır. Luxemburg ise Lenin’in bu yaklaşımını öznelci ve iradeci olmakla eleştirmiş, Lenin’in “devrimle bir okul müdürü gibi” oynamakta olduğunu iddia etmiştir. Buna karşılık kendisinin geliştirdiği yaklaşımsa öncüye nispeten daha az müdahale yetkisi bahşetmekte, mücadele alanının sınırlarını salt ekonomik değil tarihsel olgular olarak ortaya koymaktadır.

0 Yorum: