Hannah
Arendt’in endişesi, politikanın dünyadan tümüyle silineceğine dairdi. Yüzyıl,
politikanın hâlâ bir anlama sahip olup olmadığı sorusunun kaçınılmaz hâle
geldiği kimi felâketlerle yüzleşti. Bu korkular içinde önem arz eden meseleler,
fazlasıyla pratikti:
“İçinde tüm politikanın
sona erdiği anlam yoksunluğu, belirli politik sorunların toplaştığı açmaz
tarafından onaylanıyor.”[1]
Arendt’e
göre, politikanın bu korkulan gözden kayboluşunun ortaya çıkardığı biçim,
totalitarizmdi. Bugün bizim yüzleştiğimiz şey, tehlikenin farklı bir biçimi:
piyasa tiranlığının insanî yüzü olarak totalitarizm. Burada politika, karnından
konuşan kapitalizmin sunduğu reçetelerin doğal ve moral vericiymiş gibi
görünmesini sağlayan mali piyasalar nizamı içinde parçalanmış durumda.
Politikanın sonu ve tarihin sonu, bu hâliyle, tüm şeytanîliğiyle kendisini
yinelemeyi bilen metanın sonsuzluğunda çakışıyor ki Fukuyama ile Furet’nin
cansız sesleri tam bu noktada yankılanıyor:
“Başka bir toplum fikrinin
düşünülmesi artık neredeyse imkânsız, dünyada hiç kimse, artık konuyla ilgili
bir teklifte bulunamıyor. Biz, bugün dünyanın verili hâli içinde yaşamaya
mahkûmuz.”[2]
Bu,
melankoliden de beter; Bugün yaşasa Blanqui bize eşlik edip şunu söylerdi: “Dow
Jones (New York) ve FT 100 (Londra) içinde ebediyete kadar yaşayacak insanlık
tahayyülü, umutsuzluğun dik âlâsı.
Hannah
Arendt, politika için bir başlangıç ve bitiş tarihi belirleyebileceğini
düşündü: tarihi Platon ve Aristo’dan başlatan Arendt, politikanın kesin sonunu
Marx’ın teorilerinde gördü.[3] Felsefenin sonunu ilân eden Marx, aynı zamanda
diyalektiğe ilişkin kimi yaklaşımlar aracılığıyla politikanın da sonuna işaret
etmişti. Bu yaklaşım, kapitalist şiddet ve modernite fetişizmi ile yüzleşmede,
Marx’ın politikasının benzersiz olduğunun kabulü konusunda başarısızlığa
uğradı:
“Bürokratik devleti soyut
evrensel içerisinde cisimleştiren politik faktörün küstah abartısına karşı dururken
devlet, her şey için geçerli bir şey değildir.”
Sosyal
olana ilişkin tek taraflı bir tutkudan ziyade Marx’ın çabası, ayrı bir yapı
olarak devletin zaruri sönümlenmesi için yolu hazırlayacak olan devlet olmayan
politik yapıların inşasından başlayarak, ezilenlerin politikasını ortaya
çıkartmaya yönelikti.
Hayatî
ve acil sorun, aşağıdan politika, dışarıda tutulanlar için politika ve hâkim
sınıfların devlet politikası ile bağların koparılmasıdır. Bu noktada proleter
devrimlerin ve onların yinelenen trajedilerine ait bulmacayı çözmemiz
gerekiyor: üsteki tozu nasıl atıp başarıya ulaşacağız? Fizikî ve ahlâkî açıdan
zorunlu emeğe dayalı gönülsüz hizmetkârlığı aracılığıyla kendi gündelik hayatı
içinde gömülü olan bir sınıf, kendisini insanlığın kurtuluşunun evrensel öznesi
hâline nasıl dönüştürür? Marx’ın konuyla ilgili cevapları rizikolu bir
sosyolojik teşebbüsten türemektedirler: Endüstriyel kalkınma, sayısız gelişmeye
ve örgütsel, bilinçsel açıdan ilerleyecek olan işçi sınıfının yoğunlaşmasına
yol açar.
“Dolayısıyla, sermayenin
mantığı, hâkim sınıf durumuna gelmelerini sağlayacak biçimde, proleterlerin
yeniden kurulmalarını gerektirir.”
Komünist
Manifesto’nun 1890 tarihli baskısına yazdığı önsözde Engels, bu
önermeyi teyit eder:
“Manifesto’da ileri
sürülen fikirlerin nihaî zaferi için Marx, sadece ve özel olarak, işçi
sınıfının, birleşik eylemi ve tartışma sürecinden ister istemez doğacak olan zihinsel
gelişimine güvendi.”[4]
İngiliz
proletaryasının herkese oy hakkını kazanması, işçi sınıfının toplumdaki
çoğunluk olması anlamında, politik temsilin sosyal gerçekliğe uyarlanacağı
yanılsaması, bahsi edilen yanılsamadan türer. Aynı mantıkla, 1898 tarihli Manifesto
değerlendirmesinde Antonio Labriola, “komünistlerin ve proleterlerin biraraya
gelişi, bugün itibarıyla başarılmış bir gerçekliktir” tespitinde bulunur.
Proletaryanın politik kurtuluşu, zorunlu olarak onun sosyal gelişimine
dayandırılır.
Geçen
yüzyılın sarsıcı gelişmelerinin de gösterdiği üzere, metanın tekin olmayan
doğasından, kana susamış tanrılarından ve suretlerinden kolaylıkla kurtulmak
mümkün değil. Lenin’in zamansız biçimde geçerli duruma gelişi, bu gözlemin
sonucu. Eğer hâlâ bugün politikanın, ekonominin doğallaşması ve tarihin
öldürülmesi çifte tehdidini savuşturma gibi bir şansı varsa, emperyal
küreselleşme koşullarında bu şansın oluşması için yeni bir leninist eyleme
ihtiyaç var demektir. Lenin’in politik düşüncesi, strateji olarak politika,
uygun momentler (durumlar) ve zayıf halkalarla ilgilidir.
Krizsiz
ya da kopuşsuz, mekanik ilerlemenin “homojen ve boş” zamanı, politika dışı bir
zamandır. “Pasif güçler birikimi” ile ilgili Kautski’nin temin ettiği fikir bu
zaman anlayışına aittir. İlkel bir dingin güç versiyonu olarak “zamanın dışında
duran” bu sosyalizm, politik mücadelenin belirsizliğini tarihsel evrimin
önceden bildirilmiş yasaları içinde, kaplumbağa hızında çözecektir.
Diğer
yandan Lenin, politikayı mücadeleyle, krizle ve çöküşlerle yüklü bir zaman
olarak düşünür. Ona göre politikanın özgünlüğü, devrimci kriz anlayışı içinde
ifade edilir; bu kriz, “sosyal hareket”in mantıkî sürekliliği değil, toplumdaki
tüm sınıflararası karşılıklı ilişkinin içinde yaşanan genel bir krizdir. Kriz
“millî bir kriz” olarak tarif edilir. Metanın mistik fantazmagorisi (düşteki
gibi görülen tutarsız hayaller) aracılığıyla örtbas edilen savaş, savaş hattını
açığa çıkartır. Böylesi bir durumda proletarya, tek başına ve kaçınılmaz
tarihsel olgunlaşma yoluna girmeksizin dönüştürülebilir ve “neyse o” olur.
Dolayısıyla,
devrimci kriz ve politik mücadele birbirine sıkı sıkıya bağlantılıdır.
“İşçi sınıfının kendi için
elde edeceği bilgi, günümüz toplumundaki tüm sınıfların karşılıklı ilişkilerine
ait kesin bilgiye ayrılmaz biçimde bağlıdır; sadece teorik olmayan bu bilgi,
politika deneyimine dayalı bilgiden görece daha az teoriktir.”
Gerçekte
sınıflararası karşılıklı ilişkilere ait bilgi, pratik politikanın sınavından
geçilerek temin edilir. Bu, “bizim devrim”imizi “tüm halkın devrimi” kılar.
Bu
yaklaşım, politik olanı sosyal olana indirgeyen kaba işçiciliğin tam zıddıdır.
Lenin, kategorik olarak sınıf meselesinin parti meselesi ile karıştırılmasına
itiraz eder. Sınıf mücadelesi, işçi ile onun patronu arasındaki karşıtlığa
indirgenemez. Sınıf mücadelesi proletaryayı, Kapital’in üçüncü cildinin
de konusu olan, bütün olarak kapitalist üretim süreci düzeyinde “bütün
kapitalist sınıf” ile karşı karşıya getirir. Marx’ın sınıfla ilgili olarak
bitiremediği bölüm, mübadele süreci ile ilgili ikinci cilt ya da üretim süreci
ile ilgili birinci ciltte değil, tam da bu noktada ortaya çıkar.
"Bu nedenle politik
bir parti olarak devrimci sosyal demokrasi, işçi sınıfını sadece bir grup
işverenle ilişkisi değil, ayrıca verili toplum ve örgütlü bir güç olarak
devletle ilişkileri içinde temsil eder”.
Leninist
stratejideki uygun momentin zamanı, kriz tarafından askıya alınmış ve
mücadeleye belli bir ritim kazandırmış bir zamandır; bu müsait momentin ve
tekil konjonktürün zamanında gereklilik ve olasılık, eylem ve süreç, tarih ve
olay birbirlerine düğümlenmişlerdir.
“Devrimi tekil bir eylem
formu içinde düşünmemeliyiz: devrim, şu veya bu şekilde yaşanan ağır
durgunlukları takip eden kimi şiddetli patlamaların hızlı tekrarı olacaktır.
Partimizin esas faaliyetinin, partinin faaliyetinin esas odak noktasının hem en
şiddetli patlama dönemlerinde hem de durgun dönemlerde, tüm Rusya’ya yönelik
birleşik ajitasyon çalışması olarak biçimlenme olasılığının ve gerekliliğinin
sebebi buradadır.”
Devrimlerin
çeşitli zamanlarda ivmelenen veya yavaşlayan, kendilerine ait tempoları vardır.
Aynı zamanda devrimler, kendi geometrilerine sahiptirler; ani dönüşler ve
çatallanmalar içinde düz yol kırılır. Dolayısıyla parti, bu noktada yeni bir
ışık içinde bulur kendisini. Lenin’e göre artık görev, ne kümülatif deneyimin
sonucudur ne de mütevazı bir öğretmenin proleterleri cehaletin karanlığından
aklın aydınlanmasına çıkartmasıdır. Parti, sınıf mücadelesinin stratejik
uygulayıcısı, bir tür vites kutusu ve makasçısıdır. Walter Benjamin’in de tüm
açıklığı ile kabul ettiği biçimiyle, politikanın stratejik zamanı klasik mekaniğin
homojen ve boş zamanı değil, düğümlerle ve olaylara gebe rahimlerle yüklü,
kırılmış bir zamandır.
Şüphesiz
ki Lenin’in düşünce formasyonunda süreklilikler ve kopuşlar arasında karşılıklı
bir etkileşim sözkonusudur. “Epistemolojik” olmayan bu ana kopuşlar 1902’de, Ne
Yapmalı? ve Bir Adım İleri’de ya da 1914-16’da, yani savaşın
alacakaranlığında emperyalizm ve devleti Hegelci mantığın ipine tutunarak,
yeniden düşünmenin gerek arz ettiği momentte konumlandırılabilir. Aynı zamanda
temel bir eser olarak Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi’nden başlayarak
Lenin, kendisine teorik düzeltmeler ve stratejik ayarlamalar yapma imkânı veren
çerçeveyi çizer.
Bolşevizmin
içinde tarif edildiği gidişatta yaşanan karşılaşmalar, devrim içindeki devrimin
birer ifadesidir. Ne Yapmalı? ve Bir Adım İleri, İki Adım Geri’deki
polemiklerden başlayarak klasik metinler, temelde askerî disipline sahip
merkezî öncü fikrini her şekilde muhafaza ederler. Esas nokta başka bir
yerdedir. Lenin, parti ile sınıf arasındaki “örgütsüzlük” olarak tarif ettiği
karışıklığa karşı mücadele etmektedir. Parti ile sınıf arasına konulan mesafe,
kendi bağlamını, o günlerde özellikle Rusya’daki sosyalist harekette yaşanan
büyük tartışmalar içinde bulur. Bu anlayış, kimi zaman “saf sosyalizm”i savunma
noktasına yakınlaşan halkçı, ekonomist ve menşevik akımlara muhalefet eder.
Resmî ortodoksiyle yaşanan bu uyuşmazlık, esasta demokratik devrimin tarihsel
evrim yolu üzerinde gerekli bir aşama olduğunu söyleyen fikri dile
getirmektedir. Güçlenmeyi, toplumda ve seçimlerde çoğunluğu temin etmeyi
beklerken oluşmaya başlayan işçi sınıfı hareketinin burjuvazi karşısındaki
önder rolünü terk edeceği ve kapitalist modernizasyonun desteklenmesi yönünde
ortaya konulacak faaliyetle yetineceği varsayılır. Tarihin yönüne duyulan bu
güven, yani zamanın her şeyi bekleyenlerin önüne sereceği fikri, Kautski ve
İkinci Enternasyonal’in ortodoks konumunu verir: iktidar, olgun meyve gibi
daldan düşene dek “iktidar yolları” boyunca sabırla ilerlemek gerekir.
Diğer
yandan, Lenin’e göre, hareketi yönlendiren, hedefin kendisidir; strateji
taktikleri, taktikler tarihi önceler. Birleşmeden önce başkalarına sınır çekmek
bu nedenle gereklidir; birleşmek, “memnuniyetsizliğin her türlü belirtisinden
istifade etmek, toplaşmak ve her protestoyu değerlendirmek, ne kadar küçük
olunursa olsun, zaruridir.” Başka bir deyişle bu, “politik mücadeleyi,
işverenlerle hükümete karşı işçilerin verdiği ekonomik mücadeleden daha
kapsamlı ve karmaşık bir olgu olarak anlamaktır.”[5] Bu nedenle, Rabocheye
Dyelo [“İşçilerin Davası”], politik hedeflerini ekonomik mücadeleden
çıkartırken, Lenin gazeteyi, “proletaryanın çok yönlü politik faaliyetinin
değerini küçülttüğünü” söyleyerek eleştirir. “Saf bir işçi sınıfı hareketi”nin
bağımsız bir ideoloji üzerinde durarak var olacağı zannı, bir yanılsamadan
ibarettir. Aksine, salt işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişimi,
“hareketi burjuva ideolojisinin emrine verir.” Zira hâkim ideoloji, bilincin
manipülasyonu meselesi değil, meta fetişizminin nesnel bir sonucudur. Meta
fetişizminin demirden eldivenle gerçekleştirdiği idare ve zorla dayattığı
kölelikten, ancak devrimci krizle ve partilerin politik mücadelesi ile
kurtulmak mümkündür. Esasında bu, Marx’ın o güne dek çözümsüz kalan bulmacasına
verilen leninist cevaptır.
Lenin’e
göre her şey, yok olanın var olduğu akınlarla tarif edilecek politika
anlayışına götürür: “Kuşkusuz son çare olarak, politik gruplaşmalar için en
kapsamlı temel, sınıflara ayrışmaktır.” Ancak bu son çare, “sadece politik
mücadele ile oluşturulur.”
Dolayısıyla
komünizm, esas olarak toplumsal hayatın tüm noktalarından fışkırır: komünizm,
muhakkak ki her yerden çiçek açar. Eğer bir çıkış noktası özel bir kaygı ile
engellenirse yayılma işlemi başka bir çıkış noktası bulur ki bu, bazen en
beklenmedik olandır. Bu nedenle “ateşi hangi kıvılcımın tutuşturacağı”
bilinemez.
Bu
noktada Tuçolski’nin şu sloganı leninist politikayı özetleyici niteliktedir:
“Hazır olun! İmkân dâhilinde olmayana, beklenmedik şeylere ve
olana.”
Eğer
Lenin, politikayı “yoğunlaşmış ekonomi” olarak tarif ediyorsa, bu yoğunlaşma,
politikanın “ekonomi karşısında öncelik kazanırken” başarısız olmasına imkân
vermeyecek olan temel üzerinden yaşayacağı niteliksel değişimi ifade eder.
Diğer yandan, “Buharin, ekonomik ve politik bakış açılarının bileşimini
savunarak eklektisizme kayar.” Aynı şekilde, İşçi Muhalefeti’ne karşı yürüttüğü
polemikte Lenin, bu “sefil ismin” politikayı sosyal olana indirgediğini, millî
ekonominin idaresinin doğrudan “üretici birliklerinde toplaşmış üreticiler”e
devredilmesi gerektiğini iddia ettiğini ve sınıf mücadelesini sentezden uzak,
kesimsel çıkarların yüzleşmesine indirgediğini söyler.
Aksine,
politikanın kendi dili, grameri ve sözdizimi vardır. Politika da kimi
gecikmeler yaşar ve dili sürçer.
“Politik düzeyde
başkalaşmış sınıf mücadelesi, kendi en tam, en şiddetli ve en iyi tarif edilmiş
ifadesini partilerarası mücadelede bulur.”
Özel
bir ses perdesinden türeyen ve acil kararlara indirgenemez olan politik söylem,
aritmetikten çok cebre benzer. Zarureti, sömürü ilişkisine doğrudan bağlantılı
sosyal taleplerden çok, “görece daha karmaşık”, farklı bir nizama aittir. Kaba
marksistlerin tahayyülünün aksine “politika, ekonomiyi uysal bir biçimde takip
etmez.” Devrimci bir militanın ideali, dar ufuklu bir sendikacı değil,
“toplumun tüm yüzeylerinde yıkımın ateşini körükleyen bir halk lideri”
olmaktır.
“Leninizm”
ya da tercihen stalinize edilmiş “leninizm”, bir tür devlet ortodoksisi üretmiş
ve bu, sıklıkla bürokratik despotizminden sorumlu olmakla suçlanmıştır.
Sınıftan ayrı öncü parti anlayışından kaynaklı olarak, tüm bürokratik cehenneme
ait ortamlarla ve devlet aygıtı ile ikame edilen gerçek toplumsal hareketin bu
unsurların mikrobunu içinde barındırdığına inanılır. Ancak pek de âdil olmayan
bu yaklaşımın ürünü olan suçlama, gerçek bir güçlüğe sebebiyet verir. Eğer
politika sosyal olanla özdeş değilse, birinin diğerini temsil etmesi, ister
istemez belli sorunlara zaten yol açacaktır; bu durumda meşruiyetin temeli
neresi olabilir?
Lenin’e
göre, temsilcilerin seçmenleri yeterli ölçüde temsil ettiklerine ilişkin bir
eğilimin varolduğuna ilişkin zan ile çelişkiyi çözmenin cazibesi, nihayetinde
işi politik devletin sönümlenmesine kadar götürür. Temsiliyetteki çelişkiler
hiçbir özel faile alan açmazlar, sürekli olarak kurucu biçimlerin çoğulluğu
içinde sorgulanıp dururlar ve bir yandan da imha edilirler. Sorunun bu yönü,
artık önem arz etmeyen bir başkasının örtbas edilmesi riskini taşır; bu sebeple
Lenin, kendisine ait keşfin tüm boyutlarını kabul etme niyetinde değil gibidir.
Kautski’nin herkesçe kabul gören bir metnini yorumladığı düşünülürken, o
aslında sözkonusu metni bir biçimde tahrif etmektedir. Kautski, “bilim”in proleterlere
“sınıf mücadelesinin dışından, burjuva aydınlarca taşınacağını” söyler.
Olağandışı bir fiil kayması ile Lenin, bu cümleyi (“bilim”den ziyade) “sınıfsal
politik bilincin” (“sınıf mücadelesi”nin değil) ekonomik mücadelenin dışından
götürüleceği biçiminde tercüme eder.[6] Bu götürme işlemi, artık sosyal bir
kategori olan aydınlarca değil, politika alanını kendi özgünlüğünde
yapılandıran bir fail olarak parti tarafından gerçekleştirilecektir. İki cümle
arasındaki fark, oldukça önemlidir.
Toplumsal
gerçekliğin yer değiştirmeler ve yoğunlaşmaların daimi karşılıklı etkileşimleri
aracılığıyla kendisini ifşa ettiği politikanın diline dönük bu tarz bir sürekli
ısrar, mantıkî açıdan çoğulluk ve temsiliyet temelli bir düşünme biçimi ile
sonuçlanmalıdır. Eğer parti sınıf değilse, aynı sınıf, bu sınıfın
farklılıklarını ve çelişkilerini ifade eden bir dizi parti tarafından politik
düzlemde teslim edilmelidir. Sosyal olanın politik olan içindeki temsiliyeti, o
hâlde kurumsal ve hukukî değerlendirmenin nesnesi olmalıdır. Bu noktada Lenin
daha da öteye gider. Ancak Lenin’in 1921’deki millet ve sendikalar meselesi ve
ayrıca 1917 süresince demokrasiye dönük aldığı tutumlara yönelik ayrıntılı bir
çalışma, bu makalemizin sınırlarını aşmakta ve elbette bu sınırlar bizi ilgili
tutumların sorgulanması konusunda engellemektedir.[7]
Lenin,
politik uzmanlaşmayı sınırlandırmak amacıyla temsiliyeti Paris Komünü’nden
ilham aldığı kurallara tabi kılar: seçilmiş temsilciler ehil bir işçinin
maaşını alırlar, devlet memurlarıyla ilgili iltimas ve imtiyazlar konusunda
sürekli uyanık olunmalıdır ve ayrıca seçilmiş olanların seçenlere yönelik
sorumlulukları vardır. Her daim inanılan efsanenin aksine Lenin, yetkilerin
birleştirilmesi meselesini savunmamıştır. Parti konusunda Lenin: “delegelerin
otoriteleri, yetkilerin birleştirilmesi aracılığıyla
sınırlandırılmamalıdır" der; otoritenin icra edilmesinde delegeler tümüyle
serbest ve bağımsızdırlar.”; hâkimiyet, mecliste ya da kongrededir. Devlet
organlarında da “vekillerin geri çağrılması hakkı”, yetkilerin birleştirilmesi
meselesi ile karıştırılmamalıdır. Yetkilerin birleştirilmesi, temsiliyeti, özel
çıkarların ve dar anlamda ele alınmış yerel bakış açılarının parçalı bir
ilavesine indirger ve olası her türlü sentezi engelleyerek, tüm mesele ve
ilişkilerle ilgili demokratik danışma imkânını sıfırlar.
Çoğulluk
konusunda olduğu gibi Lenin, ortak uzlaşma tarafından kabul edilmiş sınırlar
dâhilinde hüküm sürdüğü sürece, partide “fikir gölgelerinin mücadelesi”ne de
onay verir. Ona göre;
"Azınlık haklarının
parti kurallarınca güvence altına alınması gerekir. Sürekli ve kaçınılmaz bir
biçimde ortaya çıkabilecek olan tatminsizlikler, öfke ve çelişkiler alışıldık
cehalet kanallarından ve hırgürden çıkartılıp fikir mücadelesi için yapısal ve
daha şerefli bir kanala sevk edilmelidir. Bu temel güvencelerden biri konusunda
bizim önerimiz, azınlığın bir ya da birden fazla yazar grubuna sahip olmasına
izin verilmesi ve buna, kongrelerle temsiliyet ile birlikte tam bir ‘konuşma
özgürlüğü’ hakkının eşlik etmesidir.”[8]
Eğer
mesele seçim ve kararsa, politika örgütlü çoğulluk gerektirir. Bu, örgütlenme
ilkeleri meselesidir. Örgütlenme sistemi bu somut koşullara göre farklılık
arzeder, ama fırsatlar labirentinde ilkenin ipi asla bırakılmaz. O hâlde,
herkesçe bilinen şu disiplin meselesi eyleme konduğunda bile leninizme dair,
onu yücelten efsaneden daha az bir kutsiyete sahiptir. Açıktan isyana itiraz
ederken Zinovyev ve Kamenev’in nasıl disiplinsizlik suçu işledikleri, ama öte
yandan da sorumluluklarından feragat etmedikleri bilinen bir gerçektir.
Bizatihi Lenin bile kimi özel durumlarda, partinin emirlerine uymama konusunda
kişisel bir hak talep etmekten çekinmemiştir. O, bu nedenle parti saflarında
“ajitasyon özgürlüğü”nü elde etmek için sorumluluklarını bırakmayı düşünmüştür.
Kritik karar ânında Lenin, açıktan merkez komiteye, “Benim gitmemi
istemediğiniz yere (Smolni’ye) gittim. Hoşça kalın.” diyebilmektedir.
Özgün
mantığı içinde Lenin, tek ülkede temsiliyeti ve çoğulluğu meclissiz ya da
demokratik gelenekler olmaksızın tasarlamıştır. Ancak o, bu tespiti sonuna
kadar götürmez. Bunun (en az) iki nedeni vardır. İlki, zalimin yıkılmasıyla
birlikte halkın (ya da sınıfın) homojenliği meselesinin zaman meselesi olduğunu
söyleyen Fransız Devrimi’ne ait yanılsamayı miras almış olmasıdır: artık halk içindeki
çelişkilerin kaynağı, ya başkalarıdır (yabancı güçlerdir) ya da vatan
hainleridir. İkinci neden, politik olanla toplumsal olan arasındaki mesafenin
ölümcül geriye dönüşü engelleyen bir güvence olmayışıdır: politikanın
sosyalleşmesine yol açmak yerine diktatörlük, toplumsal olanın bürokratik
katmanlaşması anlamına gelebilir. Bizzat Lenin, Sovyetler’de partiler arası
mücadelenin yok olacağı yönünde kendince kehanette bulunmamış mıydı?
Devlet
ve Devrim’de partiler, kendi işlevlerini, tümüyle ayrı bir devlet olmak
durumunda kalmayacak olan doğrudan demokrasi lehine olacak şekilde
yitireceklerdir. Ancak ilk başta gelişen umutların aksine, toplumun
katmanlaşması süreci, devletsel işlevlerin toplumsallaşması süreci karşısında
galebe çalmıştır. Askerî kuşatma ve kapitalist restorasyon gibi önemli
tehditlerle meşgul olan devrimciler, ayakları altında giderek büyüyen
bürokratik karşı devrim tehlikesini görememişlerdir. Çelişkili bir biçimde
Lenin’in zayıflığı, otoriteryan niyetleri ve özgürlükçü hevesleri ile
bağlantılıdır ve sanki bu ikisi arasında gizli bir bağ mevcuttur.
Teorinin
strateji hâline geldiği koşullarda devrimci kriz, olası bir kritik karar ânı
olarak belirir:
Genelde
tarih, daha özelde devrimler tarihi, daima en gelişkin sınıfların en bilinçli
öncülerinin ve en iyi partilerinin kavradıklarından kendi bağlamı içinde daha
zengin, daha çok yönlü, daha canlı ve daha yaratıcıdır. Ayrıca en iyi öncüler,
on binlerce insanın tutkusunu, iradesini ve bilincini ifade ettiklerinden,
devrim, tüm insanî meziyetlerin özel bir yüceltimi ve gerilimi olduğundan,
bilinç, irade ve tahayyülün en sert sınıf mücadelesi tarafından teşvik edilmesi
anlaşılır bir şeydir. Bu sebeple, şu iki pratik sonuç önem arz eder: ilkin
devrimci sınıf görevini yerine getirmek amacıyla en ufak bir istisnaya imkân
tanımaksızın, toplumsal faaliyetin her türlü biçimine ve yönüne sahip
çıkmalıdır; ikinci olarak, devrimci sınıf, bir biçimden diğerine, hızla ve
herhangi bir uyarıda bulunmaksızın geçiş yapmaya hazır ve nazır olmalıdır.
Bu
tespitten Lenin, toplumsal ilişkilerin çoğunlukla aniden ortaya çıktığı
beklenmedik olaylara cevap vermek gerektiği sonucunu çıkartır:
“Kitlelerin
ayaklandırılması bağlamında, yangını hangi kıvılcımın başlatacağını bilmeyiz,
zaten bilemeyiz de; bu nedenle biz, yeni ve komünist ilkelerimizle en eski, en
küflenmiş ve görünüşte umutsuz olan tüm yüzeyleri kışkırtmak zorundayız, zira
aksi takdirde görevlerimizi ifa edemeyiz, kapsamlı bir hazırlık yapamayız ve
tüm silâhlara sahip olamayız.”[9]
Tüm
yüzeyleri kışkırtın! En beklenmedik çözümler için tetikte olun! Biçimlerin ani
değişimi için hazırlanın! Tüm silâhların nasıl devreye sokulacağını bilin!
Bunlar,
beklenmedik olaylar ve sınırlı bir konjonktürün etkin olasılıklarına ilişkin
bir tür sanat olarak kavranmış, politikanın özlü sözleridir.
Politikadaki
bu devrim, bizi İkinci Enternasyonal’in çöküşünde sistematize edilen devrimci
kriz anlayışına geri götürür. Kriz, belirli bir durumda mevcut olan bir dizi
değişik unsurun kendi aralarındaki etkileşimiyle tarif edilir: yukarıdakiler
eskisi gibi yönetememektedirler; aşağıdakiler baskı altında olmayı eskisi gibi
tolere edememektedirler ve bu iki koşula kitlelerin ani galeyanı eşlik
edecektir. Rus Devrimi Tarihi adlı çalışmasında bu ölçüleri benimseyen
Troçki’ye göre, “bu öncüller birbirlerini açık biçimde koşullar. Daha kararlı
ve güvenli bir üslupla faaliyet yürüten proletarya için başarı, ara yüzeyin
kendisinin peşinden sürüklenmesi, hâkim sınıfın tecrit edilmesi ve yoğun
biçimde cesaretinin kırılması sayesinde gelir. Diğer yandan, yöneticilerin
cesaretlerinin kırılması devrimci sınıfın değirmenine su taşıyacaktır.[10]
Ancak kriz, kendi çözülme koşullarını güvencelemez. Lenin’in kritik bir durumda
devrimci partinin müdahalesini belirleyici addetmesinin nedeni budur:
“Her devrimci durum
devrime yol açmaz; devrim, sadece yukarıda belirtilen nesnel değişimlere öznel
bir değişim, yani kriz döneminde bile alaşağı olmamış ve ‘düşmemiş’ eski
hükümeti parçalamak (sarsmak) için devrimci sınıfın devrimci kitle eylemini
yeterli ölçüde ve güçlü biçimde kullanma becerisi eşlik ediyorsa
gerçekleşir.”[11]
Kriz,
sadece yenilgiyle, çoğunlukla öldürücü olan gericilik elinde ya da kararlı bir
öznenin müdahalesi ile çözülmez.
Bu,
tam da Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci’ndeki leninizm yorumuna benzer.
Ta Komintern’in Beşinci Kongre’sinde bu yorum, Lukács’ın Thermidorcu
bolşevikleştiricilerce lânetlenmesine neden olur. Esasında Lukács’ın ısrarı şu
yöndedir:
“Sadece proletaryanın
bilinci, kapitalizmi çıkmaza sürükleyecek yolu işaret edebilir. Bu bilinçten
mahrum olunduğundan, kriz baki kalmış, başlangıç noktasına geri dönmüş ve devir
tamamlanmıştır. […]”
Ayrıca
Lukács’a göre;
“Son noktayı koyacak olan
savaşların gerçekleştiği dönemle önceki dönem arasındaki fark, savaşların
kapsamı ve yoğunluğundan kaynaklanmaz. Bu niteliksel değişimler, sadece bu
mücadeleleri öncekilerden ayıran niteliğin içindeki temel farklılıkların
semptomlarıdır. […] Ancak bugün proletaryanın bağımsızlaştığı ve ‘kendisini bir
sınıf olarak örgütlediği’ süreç, proletaryanın kendi idraki dâhilinde giderek
daha fazla karar alıcı hâle geldiği zamana, yani kapitalizmin nihaî krize
ulaştığı döneme kadar yinelenir ve yoğunlaşır.”[12]
Bu
tespit, nazizm ve stalinist gericilikle yüzleştiği otuzlarda, Troçki’de
yankılanır ve Troçki, devrimci liderliğin krizi ile insanlığın krizini
denkleyen kendi formülünü üretir.
Chateaubriand,
“strateji, kitle, hız ve zamanın toplamıdır” diye yazar. Sun Tzu’ya göre savaş
sanatı, değişim ve hız sanatıdır. Bu sanat, “tavşan hızı”na ulaşmaya ve “hızla
karar alma”ya muhtaçtır. Önemli bir zaferin savaşa bir gün erken ya da birkaç
saat geç iştirak edilmesinin yenilgiye yol açıyor oluşu bunun kanıtıdır. Bu
tespitten türeyen harekete ilişkin kural, hem politikacılar hem de askerler
için geçerlidir:
“Uygun bulduğunuzda asla
hiçbir fırsat kaymasına izin vermeyin. Beş unsur her yerde mevcut değildir ve
asla eşdeğerde saf olamaz; dört mevsim her yıl aynı biçimde seyretmez; ufkun
her noktasında güneşin doğuşu ve batışı aynı değildir. Bazı günler uzun, bazıları
da kısadır. Ay büyür, küçülür ve her daim aynı ölçüde parlak olmaz. Çok iyi
yönetilen ve mükemmel bir disipline sahip bir ordu, bu varyasyonları uygun
biçimde kendisine örnek alır.”[13]
Devrimci
kriz anlayışı, bu strateji dersini alır ve onu politize eder. Belirli istisnaî
koşullarda güçler dengesi kritik bir noktaya ulaşır.
“Ritimlerdeki her türlü
bozulma çelişki üzerinde kimi etkilere yol açar. Onu altüst eder ve karıştırır.
O, ayrıca zaman içinde bir boşluk yaratır ve bu boşluk bir icatla, bir tür
yaratımla doldurulur. Bu, bireysel ve toplumsal düzlemde sadece krizden geçmek
suretiyle gerçekleşir.”
Zamanda
boşluk mu? İstisnaî moment mi? Oluşmamış gerçeklik, oluşmuş gerçekliğin
alınyazısı ile çelişerek ortaya çıkar.
1905’te
Lenin hıza yönelik övgü konusunda Sun Tzu ile yan yana gelir. Ona göre,
“zamanında başlamak” ve hızla eyleme geçmek” zaruridir.
“Hızla
ve her yerde savaşçı gruplar oluşturun. Gerçekte biz, Hegel’in sözünü ettiği ve
diyalektiğin mükemmel bir tarifini veren ‘kısa süreli momentler’i havada
yakalamak zorundayız. Zira Rusya’da devrim, proleter devrime doğru genişleyen
bir burjuva devriminin değil, iç içe geçen iki devrimin organik sonucudur.
Olası bir felâketten kaçınma imkânı güçlü bir konjonktür anlayışına bağlıdır.
Slogan sanatı, uygun moment sanatıdır. Dün için geçerli olan özel bir talimat
bugün için geçerlilik arzetmez, ama yarın için yeniden geçerli olabilir. 4
Temmuz’a [1917] dek geçerli olan 'Tüm iktidar Sovyetlere' sloganı doğruydu.
Ancak o günden sonra artık doğru değildir. Bu momentte ve sadece bu momentte
belki de en fazla birkaç gün ya da bir iki hafta sonra sadece böylesi bir
hükümet hayatta kalabilir.”
Birkaç
gün! Bir hafta! 29 Eylül 1917’de tereddüt içindeki merkez komiteye şunu yazar:
“Kriz olgunlaşmıştır.”[14] Beklemek suçtur. 1 Ekim’de Lenin, “bir ân önce
iktidarı alması ve ayaklanmaya başlaması konusunda komiteyi teşvik eder.[15]
Birkaç gün sonra tekrar dener: “Bu satırları 8 Ekim’de yazıyorum. […] Hem Rus
hem de Dünya devriminin başarısı iki üç günlük mücadeleye bağlıdır.”[16]
Israrına devam eder: “Bu satırları 24’ü akşamında yazıyorum. Durum son derece
kritik. İsyanı ertelemenin ölümcül olacağı tümüyle açık bir gerçekliktir. […]
Bugün itibariyle her şey pamuk ipliğine bağlıdır.” O nedenle, tam da bu akşam
ve tam da bu gecede eyleme geçmek gerekmektedir.”[17]
Lenin’in
savaşın başlangıcında Hegel’in Mantık Bilimi’ne “aşamalılıktaki
kopuşlar” notunu düşer ve şöylesi bir vurguda bulunur:
“Sıçrama olmaksızın aşamalılık hiçbir şey izah etmez.
Sıçramalar, sıçramalar, sıçramalar!”[18]
Bu
özet yorum, Lenin’in bugün için uygun oluşu sonucuna varır. Onun stratejik
düşüncesi, hangi olayın yaşandığı ile ilişki içinde müsait bir oluş durumunu
tarif eder. Ancak bu olay, 11 Eylül’e atıfla, kimi insanlarca ifade edilen
türden, hiçbir yerden gelen mutlak bir Olay değildir. O, tarihsel düzlemde
belirlenmiş olasılık koşullarında konumlanır. Onu dinî bir mucizeden ayıran şey
budur. Dolayısıyla, 1917 devrimci krizi ve bu krizin ayaklanma ile çözülmesi,
izleri Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi’ne dek uzanan çerçeve dâhilinde
stratejik açıdan düşünülebilir hâle gelir. Gereklilikle olasılık, yapı ile
kopuş ve tarihle olay arasındaki bu diyalektik ilişki, bir olayın ani patlaması
üzerinde keyfi biçimde oynanan iradî bir kumarın dönemlerin ruhuna karşı
direnmemize imkân veren süre dâhilinde örgütlenmiş politika imkânı için gerekli
zemini teşkil eder ve genel anlamda şeylerin gidişatını sabırla değiştiren
militan bir katılımdan ziyade, estetik bir direniş tavrına yol açar.
Lenin
ve Troçki’ye göre, devrimci kriz, ulusal arenada oluşur ve başlar, zamanla
hegemonya için verilen mücadelenin çerçevesini oluşturur ve dünya devrimi
bağlamında yerini almak amacıyla yoluna devam eder. İçinde ikili iktidarın
oluştuğu kriz, bu nedenle ekonomik bir krize ya da üretim sürecinde ücretli
emekle sermaye arasında hüküm süren çelişkiye indirgenemez. “İktidara kim
gelecek?” şeklinde ifade edilen leninist soru, politik liderlikle ilgilidir:
toplumu boğan çelişkileri çözme, sermaye birikimine karşı alternatif bir
mantığı üretme, verili üretim ilişkilerini aşma ve yeni imkânlar alanını açma
becerisine hangi sınıf sahiptir? Devrimci kriz, bu nedenle salt basit bir
toplumsal kriz değil, aynı zamanda ulusal bir krizdir: Rusya’da olduğu gibi bu
tespit, Almanya’da, İspanya’da ve Çin’de de geçerlidir. Şüphesiz ki, kapitalist
küreselleşmenin ulusal, kıtasal ve dünyevî alanları üst üste çakışmaya mecbur
kıldığı günümüzde sorun daha da karmaşıklaşmıştır. Büyük bir ülkede devrimci
bir kriz hızla uluslararası bir boyut kazanabilir, ulusal ve kıtasal ya da hatta
doğrudan enerji, ekoloji, silâhlanma politikası, göçmenlik gibi küresel kimi
sorunlara yönelik cevaplara ihtiyaç duyabilir. Gene de karşımıza bu noktada,
“karşı iktidarlar” retoriği lehine (iktidarın bugün topraktan azade olduğu, her
yere dağıldığı ve hiçbir yerde olduğu bahanesiyle) politik iktidarın fethi
sorununu ortadan kaldırarak bu zorluktan kurtulmanın mümkün olacağı yanılsaması
çıkar. Ekonomik, askerî ve kültürel iktidarlar belki de giderek daha fazla
parçalanmıştır, ancak bunlar, eskisine nazaran daha fazla yoğunlaşmıştır.
İktidarı görmezden geliyormuş gibi yapabilirsiniz, ancak kendinizi görmezden
gelemezsiniz. İktidarı almayı reddedecek düzeyde üst bir faaliyet yürütüyor
olabilirsiniz, ancak 1937 Katalonya’sından Çiapas’a, oradan da Şili’ye, yaşanan
tüm deneyimlerin ortaya koyduğu biçimiyle bu iktidarlar, sizi en canice
yöntemlerle ele geçirebilirler. Esasında karşı iktidar stratejisinin, ikili
iktidar ve onun çözülmesi perspektifi bağlamında bir anlamı vardır.
İktidara
kim gelecek?
Sonuç
olarak leninizm ve Lenin aleyhinde konuşanlar, sıklıkla bunların bürokratik
parti devletlerinin yıkılışı sonrası ölen, politik partinin tarihsel bir biçimi
olarak tarif ederler. Bu aceleci yargıda kısmen stalinist pratiklerin travması
aracılığıyla izah edilebilecek tarihe yönelik bir cehalet ve politik bir
hoppalık mevcuttur. Geçen yüzyılın deneyimi, bürokratikleşme sorununu toplumsal
bir olgu durumuna getirmiştir ancak bu, Ne Yapmalı?’dan miras kalan öncü
parti anlayışı için geçerli değildir. Zira kitlesel örgütlenmeler (sadece
politik olanlar değil, aynı ölçüde sendikalar ve birlikler) görece daha az
bürokratik de değildirler: Fransa’da FDİK (Fransa Demokratik İşçi
Konfederasyonu), Sosyalist Parti, sözde yeniden kurulmuş Komünist Parti ve
Yeşiller bu noktada dokunaklı kimi örneklerdir. Ancak diğer yandan, önceden
belirttiğimiz üzere, leninist anlamda parti ile sınıf arasındaki ayrımda
politik temsiliyet ile toplumsal hareketler arasındaki ilişkileri düşünmek için
gerekli kimi verimli izler mevcuttur. Aynı şekilde, aleyhte konuşanlar,
öncelikle yüzeysel biçimde kötülenen demokratik merkezîlik ilkeleri konusunda
stalinist partilerce kötü bir biçimde örneklenen bürokratik aşırı merkezliliğe
vurgu yaparlar. Ancak merkezîleşmenin belli bir derecesi ona karşıt olmanın da
ötesinde, demokrasinin mevcudiyetinin yegâne koşuludur, çünkü partinin sınırlandırmalar
getirmesi, hâkim ideolojinin dağıtıcı etkilerine ve aynı zamanda üyeler
arasında belirli bir eşitlik formunun amaçlanmasına karşı direnme, ayrıca
toplumsal ilişkilerle işbölümünün kaçınılmaz biçimde doğurduğu eşitsizliklere
karşı durmanın aracıdır. Bugün de gördüğümüz üzere, demokrasinin görece daha
üst bir biçimi lehine işlemek şöyle dursun, bu ilkeler zayıflamakta, sözkonusu
zayıflama süreci, medyanın yeni üyeleri seçmesine ve alt tabakadan insanların
giderek daha az kontrolünde olan bir süreç dâhilinde, liderlerin katıldığı
referandumlar aracılığıyla gerçekleştirilen meşrulaştırma girişimlerine yol
açmaktadır. Dahası, devrimci bir partideki demokrasinin amacı, güçler dengesi
üzerinde eylemde bulunmak amacıyla kolektif düzlemde kararlar almaktır.
Leninizm aleyhinde yüzeysel laflar edenler, kendilerini boğucu disiplinden
kurtarmaya niyetlenirlerken, esasında bu disiplinin tüm bağları ile ilgili
tartışmayı boşa düşürürler ve onu kimseye katkısı olmayan fikirler forumuna
indirgerler: ortak kararın olmadığı bir özgür konuşma ile ikame edildiğinde
herkes geldikleri gibi gider ve ortada, üzerinde düşünülen muhalif konumların
geçerliliğinin sınanmasını mümkün kılan hiçbir ortak pratik kalmaz. Sonuçta özelde
eski komünist partilerde yeniden devreye sokulan bürokratlar üzerinden parti
formunun krizine yapılan vurgu, bu insanları sıklıkla programatik içerik
üzerine konuşmaktan alıkoyar ve stratejik taraflılık yoksunluğunu
meşrulaştırır.
İsmi
bir tür hareket, örgüt, liga ya da parti olsun, partisiz bir politika, birçok
durumda politikasız politika, ya sosyal hareketlerin kendiliğindenliğine
yönelik amaçsız bir kuyrukçulukla ya seçkinci, bireyci öncülüğün en kötü
biçimiyle ya da estetik veya ahlâkî olan lehine politik olanın nihaî planda
bastırılmasıyla sonuçlanır.
Daniel Bensaïd
Temmuz 2002
Kaynak
Dipnotlar:
[1] H. Arendt, Was ist Politik? (Münih 1993), s.28, 31.
[2]
F. Furet, The Passing of an Illusion (Şikago 1999), s. 502.
[3]
H. Arendt, a.g.e., s. 146.
[4]
K. Marx ve F. Engels, Collected Works, Cilt: 27 (Londra, 1975), s. 59.
[5]
V. I. Lenin, Collected Works, Cilt: 5 (Moskova 1960), s. 430, 452.
[6]
A.g.e., s. 383, 422.
[7]
1915 tarihli ultra-emperyalizm tartışmasında Lenin, sistemin nihaî çöküşünün
başlangıcını teşkil edecek dünya ölçeğindeki kapitalist üretim ilişkilerinin
olgunlaşmasına vurgu yapan yeni ekonomizm üzerinde durur. Bu yöndeki ilginin
bir benzerini, 1920’lerin başında Sovyet devletinin niteliği ile ilgili
tartışmalarda, politik olanın ekonomik ya da toplumsal olana indirgenmesine
yönelik her türlü girişimden kaçınan ilgide yeniden görüyoruz. İşçi devletinden
söz edenlere verdiği cevapta Lenin, “Bütün meselenin, devletin tam anlamıyla
bir işçi devleti olmaması” diyerek ortadaki gerçeği hatırlatır. Onun formülü,
sosyolojik nitelemeden daha açıklayıcı ve karmaşıktır: devlet, üzerine
bürokratik bir düğüm atılmış, işçi ve köylülerin devletidir ve burada sizler
geçiş sürecinin gerçekliğini bulursunuz.” [V. I. Lenin, a.g.e., Cilt:
32, s. 24]. Son olarak, sendikalar tartışmasında Lenin tekrar özgün bir konumu
savunur: zira “sendikalar politik iktidar organları değillerdir, onlar ‘cebrî
devlet örgütleri’ne dönüştürülmelidirler.”
[8]
V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 7, s. 450.
[9]
V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 31, s. 99.
[10]
L. Trotsky, The History of the Russian Revolution (Londra 1997), s.
1024.
[11]
V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 21, s. 214.
[12]
G. Lukács, History and Class Consciousness (Londra 1971), s. 76, 313.
[13]
H. Lefebvre, Eléments de rythmanalyse (Paris 1996).
[14]
V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 26, s. 82.
[15]
A.g.e., s. 140-141.
[16]
A.g.e., s. 179-181.
[17]
A.g.e., s. 234.
[18]
V. I. Lenin, a.g.e., Cilt: 38, s. 123.
0 Yorum:
Yorum Gönder