Ortadoğu Hâkimiyeti Peşinde Yeni Taktikler
4 Haziran’da Obama, Mısır’ın başkenti Kahire’de, El
Ezher İslâm Üniversitesi’nde üç bin kişilik bir seyirciye hitap etti. Obama’nın
konuşmasındaki genel tavır, Bush yönetiminin tavrından dikkat çekici bir
biçimde farklılık arz ediyordu.
Bush’un İslâm dünyasını bombalar ve yıkımla tehdit
ettiği günler geride kaldı. Bush’un popüler ettiği “İslâmofaşizm” ve “Haçlı
Seferi” gibi ifadelere Obama’nın kırk beş dakikalık konuşmasında hiç
rastlanmadı. Aksine, Kur’an’dan alıntı yapan Obama, İslâm dünyasının medeniyete
yaptığı katkıları kabul eden ve İslâmî kültürün başarılarını takdirle karşılayan
ifadelere başvurdu.
Ayrıca Obama, babası üzerinden İslâm ile olan kişisel
bağlarından ve Endonezya’da geçen çocukluğundan söz etti. Kişisel
kütüphanesinde Kur’an nüshası bulunduran “kurucu babalar”dan Thomas Jefferson’dan
bahsetti.
İran ile ilgili olarak Obama, “ABD demokratik
yollardan seçilmiş İran hükümetinin devrilmesinde rol oynadı”ğını itiraf etti.
Oysa CIA’in planlayıp mali açıdan desteklediği ve uygulamaya koyduğu 1953
darbesinde ABD’nin basit anlamda “rol oynadı”ğını söylemek, meseleyi hafife
almaktı. Ama gene de bu, ABD başkanı için önemli bir itiraftı.
Dahası Obama, Filistin halkına dönük sempatisini de
ifade etti: “Filistin halkı, Müslümanlar ve Hristiyanlar anavatanları uğruna
çok acı çektiler.” Elbette onlarca yıl İsrail’in Filistinlilere yönelik
işlediği suçlar, dünya genelinde Filistinlilere karşı bir sempati doğuruyordu.
Esasında “Filistinlilerin anavatanları uğruna”
ifadesi, Filistinlilerin anavatanlarında yaşamadıkları ve onların ABD ile
İsrail zorbalığı sonucu ülkelerini terk ettikleri gerçeğini örtbas ediyor. Filistinlilerin
asıl derdi, Siyonist işgalcileri ve zalimleri geri püskürtmek. “Kendi
devletlerine sahip olma şerefi ve fırsatı için Filistinlilerin meşru bir özlem”
duyduklarını kabul etmek, ABD için gene de önemli.
Ayrıca Obama, Batı Şeria’daki yeni yerleşim yerlerinin
inşasının durdurması ile ilgili talebini de yineledi. Bu da ciddî bir
değişiklik, zira başkan, bu oldukça ılımlı yaklaşımı ile ABD siyasetindeki
değişimin işaretini de veriyor.
Politik Kaymanın Arka Planı
Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası yegâne süper
güç hâline gelen ABD emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde
sömürgeleşmiş dünya tarafından elde edilen kazanımları geri alma fırsatı
yakaladığını düşündü. Şimdi artık ABD’nin işgaller, müdahaleler ve rejim
değişiklikleri gerçekleştirirken SSCB ile karşı karşıya gelmesi gerekmiyordu.
Dünya, özellikle Ortadoğu haritasının ABD bankaları ve
şirketlerinin çıkarlarına göre yeniden çizilmesi gerekiyordu. Sosyalist kampın
yardım ve desteklerinden mahrum olan mazlum ülkeler ve bağımsız devletler,
emperyalist saldırıdan kaçınma konusunda çaresizlerdi. ABD, mazlum dünya
halklarının sakinleştirilmesine artık çok az ihtiyaç duyuyordu. Askerî güç ve
bu gücün kullanılmasına dönük tehditler kâfi addediliyordu. Bush yönetimi ve
yeni muhafazakâr hâkim sınıfın ideologları bu yaklaşımı temsil ediyorlardı.
ABD hâkim sınıfının ve siyasetçilerinin ekseriyeti, bu
yaklaşım konusunda hiç de ahlâkî bir tavır içinde değildi. Demokratlar ve
Cumhuriyetçiler bu noktada el ele yürüdüler. Irak işgali konusunda her iki
partinin coşkulu desteği bunun kanıtıydı. Hâkim sınıf için sorun, sözkonusu
yaklaşımın işe yaramıyor oluşuydu. Zira, niyet edilen sonucu üretmiyordu.
Emperyalizm için daha fazla pazar ve kaynak temininden
ziyade, kukla devletlerin daha fazla desteklenmesinden çok, militarizm ve
savaşlar mazlum ülkelerde emperyalizme karşı direnişin yoğunlaşmasına yol açtı.
Bush rejiminin sona ermesiyle ABD, Irak ve
Afganistan’daki kukla devletlerle daha fazla iftihar edemiyordu. Bağımsız bir
devlet olarak İran, ayrıca Lübnan’da Hizbullah ve Filistin’de Hamas güç
kazanmıştı. Gerçekte ABD’ye bağımlı Ortadoğu devletleri, Siyonizme,
emperyalizme ve bizzat kendileri tarafından yürütülen itaatkâr siyasete karşı
halkta giderek yükselen öfkeden endişe duyuyordu. Latin Amerika’da bir dizi
ülkenin sola kaymasıyla Bush rejiminin yenilgi süreci nihayete erdi.
Tarih boyunca zalimler, sadece güç değil, güç ve
hileden müteşekkil bir bileşke aracılığıyla hükmettiler. Yeni muhafazakârların
öncelikle zora sırtını yasladığı noktada, hatalı yaklaşım, emperyalist
diplomasi olarak da bilinen hilenin ifşa olmasını sağladı.
Başkan Obama, Ortadoğu’da yeni bir siyaseti temsil
ediyor ve diplomasi ile yanlışa sevk edici propagandaya daha fazla önem
atfediyor. Bu gerçek bir değişim, ancak güdülen amaçlarda değil, yaklaşımda bir
değişim.
Muhtemelen ABD ile İsrail arasında daha fazla ihtilafa
tanık olacağız. Ancak bu emperyalist siyaset, Filistin halkına dönük bir
sempati, kendi kaderlerini tayin hakkına saygı ya da onların mutluluğuna
yönelik alâka ile ilgili değil.
ABD, Arap dünyasındaki tüm bağımsızlık hareketlerinin
bastırılması konusunda İsrail’in sunduğu hizmetlerden epey istifade etti.
Obama’nın ABD ve İsrail arasındaki bağın “kopmaz” olduğunu söylemesinin nedeni
de bu. Ancak oluşumundan beri İsrail devleti hep yayılmacı bir devlet oldu.
Kendi siyaseti için İsrail’in stratejik rolüne paralel, onunla birlikte olmaya
hep gönüllü olmasına karşın ABD emperyalizmi, özel olarak İsrail’in bu
yayılmacılığından faydalanamıyor.
Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi kukla devletler
üzerindeki baskısı düşünüldüğünde, İsrail’in yayılmacılığı, bugün ABD
emperyalizmi için bir yükümlülük hâline geliyor. Obama yönetimi, başlamış olan
“iki devletli çözüm”e dayalı bir “barış” sürecine girmek istiyor. Obama
yönetimince tahayyül edildiği biçimiyle bu tarz bir “barış”, onun temel taşı
olan İsrail ile birlikte ABD hâkimiyetini istikrara kavuştururken, bölge halkı
arasında yanlış bir umut doğurmak için tasarlanıyor.
Bush’unkiyle Aynı Hedefler
Obama’nın gerçekten de görece daha yumuşak bir
yaklaşım aracılığıyla emperyalist hedeflerin peşinde olduğu söyleniyorsa, onun
Irak ve Afganistan ile ilgili ifadelerine bakılabilir. Afganistan’ın işgali
için verdiği desteği yinelerken Obama, “Oralara tercih ettiğimiz için gitmedik.
Gereklilik olduğu için gittik.” diyordu. Obama, Bush’un yedi yıllık Afganistan
işgali süresince bölgeye gönderdiği sayıyı aşacak ölçüde, yirmi binlik bir
askerî birlikle gidilmesi emrini verdi.
“Nihayetinde Saddam Hüseyin gibi bir zorbadan
kurtulmak, Irak halkı için daha hayırlı olmuştur” tespitiyle Bush’un
propagandatif laflarını tekrarlayan Obama, işgal sonucu bir milyondan fazla
Iraklının öldürüldüğü gerçeğini görmezden geliyor. Savaş karşıtı bir aday
olduğunu iddia etmiş olan başkan, Irak savaşına dönük muhalefetini bugünlerde
giderek daha inceltilmiş bir üslupla dillendiriyor. “Afganistan’dan farklı
olarak, Irak savaşı, tercihen girilmiş bir savaştır.” “Tercihen girilmiş
savaş”a muhalefet etmekle Obama ne yapmış oluyor? Önümüzdeki Ağustos ayında
tugayların geri çekilmesini emrediyor. Bu, esasında Bush’un ve General
Petraeus’un üzerinde çalıştığı siyasetin bir bölümünü teşkil ediyor, hatta
Obama, geri çekilme takvimini bile fazla değiştirmedi.
ABD hükümeti ve medya tarafından Araplara karşı
yıllarca teşvik edilen ırkçılık sonrası Obama, Arap dünyasına “karşılıklı
saygı” ve eşitlik vaat ediyor. Ancak bu vaadindeki samimiyet, en iyi, ABD
tarihine dönük yaptığı atıf üzerinden ölçülebilir: “Bizim temelimizde herkesin
eşit olması ideali vardır.” Demek ki Araplar ve dünyadaki diğer mazlum halklar,
bugün Afrikalı kölelerin Obama’nın atıfta bulunduğu “kurucu babalar”dan gördüğü
saygıyı ABD hükümetinden görecek, onların bahşettiği eşitliği
yaşama imkanı bulacaklardır.
Mazda Mecidi
12 Haziran 2009
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder