08 Haziran 2009

Obama’nın Kahire Konuşması


Ortadoğu Hâkimiyeti Peşinde Yeni Taktikler

4 Haziran’da Obama, Mısır’ın başkenti Kahire’de, El Ezher İslâm Üniversitesi’nde üç bin kişilik bir seyirciye hitap etti. Obama’nın konuşmasındaki genel tavır, Bush yönetiminin tavrından dikkat çekici bir biçimde farklılık arz ediyordu.

Bush’un İslâm dünyasını bombalar ve yıkımla tehdit ettiği günler geride kaldı. Bush’un popüler ettiği “İslâmofaşizm” ve “Haçlı Seferi” gibi ifadelere Obama’nın kırk beş dakikalık konuşmasında hiç rastlanmadı. Aksine, Kur’an’dan alıntı yapan Obama, İslâm dünyasının medeniyete yaptığı katkıları kabul eden ve İslâmî kültürün başarılarını takdirle karşılayan ifadelere başvurdu.

Ayrıca Obama, babası üzerinden İslâm ile olan kişisel bağlarından ve Endonezya’da geçen çocukluğundan söz etti. Kişisel kütüphanesinde Kur’an nüshası bulunduran “kurucu babalar”dan Thomas Jefferson’dan bahsetti.

İran ile ilgili olarak Obama, “ABD demokratik yollardan seçilmiş İran hükümetinin devrilmesinde rol oynadı”ğını itiraf etti. Oysa CIA’in planlayıp mali açıdan desteklediği ve uygulamaya koyduğu 1953 darbesinde ABD’nin basit anlamda “rol oynadı”ğını söylemek, meseleyi hafife almaktı. Ama gene de bu, ABD başkanı için önemli bir itiraftı.

Dahası Obama, Filistin halkına dönük sempatisini de ifade etti: “Filistin halkı, Müslümanlar ve Hristiyanlar anavatanları uğruna çok acı çektiler.” Elbette onlarca yıl İsrail’in Filistinlilere yönelik işlediği suçlar, dünya genelinde Filistinlilere karşı bir sempati doğuruyordu.

Esasında “Filistinlilerin anavatanları uğruna” ifadesi, Filistinlilerin anavatanlarında yaşamadıkları ve onların ABD ile İsrail zorbalığı sonucu ülkelerini terk ettikleri gerçeğini örtbas ediyor. Filistinlilerin asıl derdi, Siyonist işgalcileri ve zalimleri geri püskürtmek. “Kendi devletlerine sahip olma şerefi ve fırsatı için Filistinlilerin meşru bir özlem” duyduklarını kabul etmek, ABD için gene de önemli.

Ayrıca Obama, Batı Şeria’daki yeni yerleşim yerlerinin inşasının durdurması ile ilgili talebini de yineledi. Bu da ciddî bir değişiklik, zira başkan, bu oldukça ılımlı yaklaşımı ile ABD siyasetindeki değişimin işaretini de veriyor.

Politik Kaymanın Arka Planı

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası yegâne süper güç hâline gelen ABD emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde sömürgeleşmiş dünya tarafından elde edilen kazanımları geri alma fırsatı yakaladığını düşündü. Şimdi artık ABD’nin işgaller, müdahaleler ve rejim değişiklikleri gerçekleştirirken SSCB ile karşı karşıya gelmesi gerekmiyordu.

Dünya, özellikle Ortadoğu haritasının ABD bankaları ve şirketlerinin çıkarlarına göre yeniden çizilmesi gerekiyordu. Sosyalist kampın yardım ve desteklerinden mahrum olan mazlum ülkeler ve bağımsız devletler, emperyalist saldırıdan kaçınma konusunda çaresizlerdi. ABD, mazlum dünya halklarının sakinleştirilmesine artık çok az ihtiyaç duyuyordu. Askerî güç ve bu gücün kullanılmasına dönük tehditler kâfi addediliyordu. Bush yönetimi ve yeni muhafazakâr hâkim sınıfın ideologları bu yaklaşımı temsil ediyorlardı.

ABD hâkim sınıfının ve siyasetçilerinin ekseriyeti, bu yaklaşım konusunda hiç de ahlâkî bir tavır içinde değildi. Demokratlar ve Cumhuriyetçiler bu noktada el ele yürüdüler. Irak işgali konusunda her iki partinin coşkulu desteği bunun kanıtıydı. Hâkim sınıf için sorun, sözkonusu yaklaşımın işe yaramıyor oluşuydu. Zira, niyet edilen sonucu üretmiyordu.

Emperyalizm için daha fazla pazar ve kaynak temininden ziyade, kukla devletlerin daha fazla desteklenmesinden çok, militarizm ve savaşlar mazlum ülkelerde emperyalizme karşı direnişin yoğunlaşmasına yol açtı.

Bush rejiminin sona ermesiyle ABD, Irak ve Afganistan’daki kukla devletlerle daha fazla iftihar edemiyordu. Bağımsız bir devlet olarak İran, ayrıca Lübnan’da Hizbullah ve Filistin’de Hamas güç kazanmıştı. Gerçekte ABD’ye bağımlı Ortadoğu devletleri, Siyonizme, emperyalizme ve bizzat kendileri tarafından yürütülen itaatkâr siyasete karşı halkta giderek yükselen öfkeden endişe duyuyordu. Latin Amerika’da bir dizi ülkenin sola kaymasıyla Bush rejiminin yenilgi süreci nihayete erdi.

Tarih boyunca zalimler, sadece güç değil, güç ve hileden müteşekkil bir bileşke aracılığıyla hükmettiler. Yeni muhafazakârların öncelikle zora sırtını yasladığı noktada, hatalı yaklaşım, emperyalist diplomasi olarak da bilinen hilenin ifşa olmasını sağladı.

Başkan Obama, Ortadoğu’da yeni bir siyaseti temsil ediyor ve diplomasi ile yanlışa sevk edici propagandaya daha fazla önem atfediyor. Bu gerçek bir değişim, ancak güdülen amaçlarda değil, yaklaşımda bir değişim.

Muhtemelen ABD ile İsrail arasında daha fazla ihtilafa tanık olacağız. Ancak bu emperyalist siyaset, Filistin halkına dönük bir sempati, kendi kaderlerini tayin hakkına saygı ya da onların mutluluğuna yönelik alâka ile ilgili değil.

ABD, Arap dünyasındaki tüm bağımsızlık hareketlerinin bastırılması konusunda İsrail’in sunduğu hizmetlerden epey istifade etti. Obama’nın ABD ve İsrail arasındaki bağın “kopmaz” olduğunu söylemesinin nedeni de bu. Ancak oluşumundan beri İsrail devleti hep yayılmacı bir devlet oldu. Kendi siyaseti için İsrail’in stratejik rolüne paralel, onunla birlikte olmaya hep gönüllü olmasına karşın ABD emperyalizmi, özel olarak İsrail’in bu yayılmacılığından faydalanamıyor.

Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi kukla devletler üzerindeki baskısı düşünüldüğünde, İsrail’in yayılmacılığı, bugün ABD emperyalizmi için bir yükümlülük hâline geliyor. Obama yönetimi, başlamış olan “iki devletli çözüm”e dayalı bir “barış” sürecine girmek istiyor. Obama yönetimince tahayyül edildiği biçimiyle bu tarz bir “barış”, onun temel taşı olan İsrail ile birlikte ABD hâkimiyetini istikrara kavuştururken, bölge halkı arasında yanlış bir umut doğurmak için tasarlanıyor.

Bush’unkiyle Aynı Hedefler

Obama’nın gerçekten de görece daha yumuşak bir yaklaşım aracılığıyla emperyalist hedeflerin peşinde olduğu söyleniyorsa, onun Irak ve Afganistan ile ilgili ifadelerine bakılabilir. Afganistan’ın işgali için verdiği desteği yinelerken Obama, “Oralara tercih ettiğimiz için gitmedik. Gereklilik olduğu için gittik.” diyordu. Obama, Bush’un yedi yıllık Afganistan işgali süresince bölgeye gönderdiği sayıyı aşacak ölçüde, yirmi binlik bir askerî birlikle gidilmesi emrini verdi.

“Nihayetinde Saddam Hüseyin gibi bir zorbadan kurtulmak, Irak halkı için daha hayırlı olmuştur” tespitiyle Bush’un propagandatif laflarını tekrarlayan Obama, işgal sonucu bir milyondan fazla Iraklının öldürüldüğü gerçeğini görmezden geliyor. Savaş karşıtı bir aday olduğunu iddia etmiş olan başkan, Irak savaşına dönük muhalefetini bugünlerde giderek daha inceltilmiş bir üslupla dillendiriyor. “Afganistan’dan farklı olarak, Irak savaşı, tercihen girilmiş bir savaştır.” “Tercihen girilmiş savaş”a muhalefet etmekle Obama ne yapmış oluyor? Önümüzdeki Ağustos ayında tugayların geri çekilmesini emrediyor. Bu, esasında Bush’un ve General Petraeus’un üzerinde çalıştığı siyasetin bir bölümünü teşkil ediyor, hatta Obama, geri çekilme takvimini bile fazla değiştirmedi.

ABD hükümeti ve medya tarafından Araplara karşı yıllarca teşvik edilen ırkçılık sonrası Obama, Arap dünyasına “karşılıklı saygı” ve eşitlik vaat ediyor. Ancak bu vaadindeki samimiyet, en iyi, ABD tarihine dönük yaptığı atıf üzerinden ölçülebilir: “Bizim temelimizde herkesin eşit olması ideali vardır.” Demek ki Araplar ve dünyadaki diğer mazlum halklar, bugün Afrikalı kölelerin Obama’nın atıfta bulunduğu “kurucu babalar”dan gördüğü saygıyı ABD hükümetinden görecek, onların bahşettiği eşitliği yaşama imkanı bulacaklardır.

Mazda Mecidi
12 Haziran 2009
Kaynak

0 Yorum: