05 Ocak 2021

Solculuk ve Şizofreni


Vladimir Lenin, o ferasetli gözlemi dâhilinde, onlarca yıl hiçbir şey olmayabileceğini, ama onlarca yılda olacak şeylerin birkaç haftada gerçekleşebileceğini söylüyordu. 2020 yazında yaşanan olaylar, bu tespiti tümüyle doğruluyor.

Dünya genelinde salgına tanık olundu, insanlar zorla evlere kapatıldılar, Mayıs ayında ABD polisinin George Floyd’u öldürmesine tepki olarak birçok ülkede politik eylemler gerçekleştirildi, yapılan sıfırlama işlemi ile birlikte her düzeyde politik ve toplumsal meseleleri içeren genel manzara, geriye döndürülemez bir biçimde değişti.

Yaşanan bir dizi patlamanın açtığı yarıklardan politik spektrumun her iki tarafında olan aktörler çıkıp sahneye kuruldular. Birçok sağcı, son elli yılın önemli bir kısmında doğal ilerleme yolunu yürüdü. İşçilerin hayatına karşı duydukları tiksinti, sağcıların düşük yoğunluklu tali savaşlar vermelerinde ve bu savaşları sürdürmelerinde, ayrıca tasarruf tedbirlerinin uygulanması üzerinden devreye sokulan ekonomik dogmatizme karşı gösterdikleri ruhsal bağlılıkta karşılık buluyordu.

Son dönemde salgınla mücadelede olduğu gibi, birçok konuda her şeyi ellerine yüzlerine bulaştıran sağcılar, diledikleri vakit binlerce insanı sermayenin sunağında kurban edebileceklerini ortaya koydular. Sağcılar, aynı zamanda demokratik aygıt içerisinde güç ve statü ile tanımlı konumlarını koruma konusunda da hüsrana uğradılar. Görünüşe göre her şeyi, kapitalist ideolojinin damgasını taşıyan demokrasi anlayışlarını sürdürmek istemelerinden değil, o güç ve statü için yapıyorlardı.

Çalkantılarla geçen bu dönemden en fazla politik sol istifade etti. Yenilgilerin, aşağılanmaların ve yanlışların damgasını vurduğu, İngiltere’de İşçi Partisi’nin oylarını kaybettiği, Bernie Sanders’ın yenildiği, elindeki 200 milyon dolarlık paranın eridiği o dört-beş yıllık dönemin ardından solcu popülist deneyin başarısız olduğu görüldü. Ama son birkaç ay içerisinde tarihin ezik kategorisine kaydedilmiş olan solda yeniden bir dirilişe tanıklık edildi.

ABD’de ve İngiltere’de solun benimsediği intikamcı program, en nihayetinde kötü niyetli bir programdır. Bu sol, günümüzde temsil iddiasında bulunduğu işçi sınıfının çıkarları için bir vakitler savunduğu taviz üzerine kurulu vaatleri geride bıraktı. Bugünse gücünün büyük bir kısmını profesyonel, ahlakı bozuk ve azimli elitistler yetiştirmeye tahsis ediyor. Bu kadrolar, mistifikasyon sürecini besliyor, akıl oyunlarıyla başkalarını maniple etmeyi, küçük düşürmeyi öğreniyor, mülkiyetçiliği pekiştiriyor, böylece esasen işçi sınıfının çıkarlarıyla asla uzlaşamayacak bir politik programı uyguluyorlar. Bugün anaakım sol, bir sınıf savaşı programıdır. Bu programsa herkese yardım eden pozlarıyla üstünlük taslayanların perde gerisinde işçiye duydukları nefreti gizlemektedir.

Sınıf savaşında karşımıza çıkan bu isimler, yetmişlerin ve seksenlerin neoliberal reformlarının birer ürünü. Hiç şüphe yok ki bunlar, aynı zamanda doksanlarda ve 2000’lerde Clinton ve Blair dönemlerinde verilen yüksek eğitimin alanının genişlemesinin birer sonucu. O güne dek herkesin giremediği okul kapısını toplumun tüm kesimlerine açan bu dönemde üniversitelerin sayısı suni bir biçimde artırıldı, ama böylece diplomaların değeri de iyice düştü. Aynı zamanda üniversite mezunları, ağır borç yükünün altına girdiler. Bu borçların büyük bir kısmı ödenemedi.

Doksanların sonunda neoliberal konsensüsün ana zemininin hızla güçlenmesiyle birlikte uygulanan politikalar, bir tür paraşüt görevi gördüler. Seksenler boyunca Reagan’ın, Thatcher’ın, Bush’un ve Major’ın temellerini attığı, işçi sınıfının ekonomik güvencelerine ve toplumsal hayata yönelik yıkım sürecinin sonucunda kaçınılmaz olarak gerçekleşecek toplumsal ve ekonomik tepki, bu tür politikalar eliyle geleceğe ötelendi.

Endüstriyel üretimin başka ülkelere kaydırılması ile birlikte emek-sermaye arasındaki uzlaşı ortamı, hükmünü sermaye eliyle yitirdi. Ekonomiler, kamusal çıkarla ilgili her türden yükümlülüğünden kurtuldu. Üniversitelerin işçi sınıfının büyük bir kısmını geçici süre pasifleştirmelerine izin verildi. Böylece Thatcher döneminde sanayinin eridiği bölgelere damgasını vuran kalıcı işsizliğin altında kaçınılmaz olarak ezilecek olan işçilere fahiş fiyatlara, meslek edinme amaçlı diplomalar verildi. Ardından da bu işçiler, üretime doğrudan katkısı olmayan, danışmanlık ve işe alım gibi “boş işler”de görevlendirildiler.

Bir süre üniversiteler, neoliberal sınıf adına, kâr payı dağıtılan insanları kandırdılar. 1992-2008 arası dönemde, nadir görülen, dışarıya yönelik askerî müdahalelere ve içteki bir iki terör saldırısına rağmen Batı, yavaş yavaş tarihin sonuna doğru ilerliyordu.

Lâkin 2000’lerin sonundaki finans krizi, Soğuk Savaş sonrası oluşan konsensüsün herkesteki o narkoz sakinliğini silip attı. ABD ve Britanya ekonomilerinin uzun zamandır bel bağladıkları konuk ağırlama sektörü türünden az beceri isteyen hizmet sektörlerindeki feodalleşme ve yarı zamanlı çalışma eğiliminden, aynı zamanda mezunların daha az iş bulmasından gayrı bir anlamı bulunmayan o yüksek eğitim bombası, patladı.[1]

2010’dan beri üniversiteler, kaygıdan başka bir şey üretmiyorlar. Orta düzey kurumların büyük bir kısmı, sadece paranoyak ve nevrotik işçi ve alt orta sınıf çocukları üretmekten başka bir işe yaramıyor. Meslek sahibi-yönetici sınıfa mezuniyet sonrası katılamama korkusunun kötürüm bıraktığı bu çocuklar, ağır borçların altına giriyorlar ve asgari ücretli işlerde çalışıyorlar.

Buna ek olarak, yüksek eğitim kurumlarının sırtını yasladıkları ideolojik konsensüsün bu talihsiz kurbanlarının dillerine yerleştirilen teorik söylem, temelde işçi sınıfının çıkarlarıyla çelişiyor.

Solcuların geliştirdiği birçok anaakım ekonomi teorisi ve sosyal teori, sıradan insanların varolduğu gerçeklikten tümüyle kopmuş durumda. Bu sol, bile isteye, üniversite mezunlarının işçiye yabancılaştırılması amacına hizmet ediyor. Kapitalizm, orta sınıfa ihtiyacı ortadan kaldırdıkça mezunların çalışabileceği iş havuzu da daralıyor. Üniversite eğitimi almış kişilerin ideolojik öğretilerine bağlılık, işe girişin önkoşulu hâline geliyor. Süreç içerisinde rekabet kızıştıkça retorik de o denli uçlara savruluyor.

Solcu öğretinin pratiğe dair yönlerini anlamak için “Lüks Komünizmi” denilen fikri incelemek gerekiyor. Başlarda sağcı hasımların küçümseyici bir ifade olarak kullandıkları bu terim, zamanla gençlik örgütleri ve yorumcular tarafından edinildi ve kullanıma sokuldu.

“Lüks Komünizmi”, basit bir kavram aslında. Özünde o, tüketim mamullerinin ve hizmetlerin aşırı bol olduğu ve herkesçe temin edildiği bir toplum öneriyor. Bu kavramı kitabına isim olarak seçen Aaron Bastani, para akışı arttıkça teknolojik ilerlemeyi hızlandırdığımızı, böylece ürün üretmek için asteroidlerde maden arama imkânına kavuştuğumuzu söylüyor. Ne kadar ütopyacı ve iyimser bir dille karşılaşsak da bu söylemin burjuvazideki çürümenin bir ürünü, ümitsizliğe kapılmış elit sınıfın allı pullu laflarından ibaret olduğunu görmemiz gerekiyor.

“Lüks Komünizmi” denilen kavram da aslında antikapitalizmin yaşadığı diğer bir yenilgiyi ifade ediyor. Bastani’nin kitabı ve kitabın elde ettiği başarı ile birlikte ortalığı kaplayan ceset hırsızlarının çalışmaları, aslında neoliberalizm koşullarında ortaya çıkan teknokratik otokrasinin mantıksal gelişimini aydınlığa kavuşturan kılavuzlar olarak görülmeli.

Bastani ve şürekâsı, ortaya toplumsal ilerlemenin itici gücü olarak çıkan büyük teknoloji şirketlerinin yol açtıkları etkilere, bu şirketlerin sadece işçileriyle değil, müşterileriyle de kurdukları sömürü temelli ilişkilere dair hiçbir şey söylemiyor.[2]

Facebook[3], Amazon[4], Google[5] ve Tesla[6] ahlakî sınırlar ve iyi uygulamalar konusunu küçümsediklerine dair birçok örnek sunmuş durumda. Dolayısıyla bu şirketlerin, belirli bir başarı elde etmelerini sağlayan, ama öte yandan yarı-serfleşmeyi, çocuk köleliğini, üçüncü dünya ülkelerini tahrip eden politikaları ve müşterilerinin mahremiyetine yönelik müdahaleleri esas alan işletme modellerinden uzaklaşmalarını beklemek, ahmaklık olur.

Solculuk, özünde, bu kurumlara geleceğin anahtarlarını sunuyor, bir yandan da halkın istemediği, ihtiyaç duymadığı şeylerin aşırı bol olacağı toplum zırvalarıyla, o neoliberal yalanlarla, gücü emekten alıp güya cömert teknokrat ağalara teslim eden genel temel gelir programlarıyla işçi sınıfını pasifize etmeye çalışıyor.

Adalet ve eşitlik gibi vaatlerle ortaya çıkması gerekenler, neoliberal yağmacılarla kol kola giriyorlar, ümitsizlik içinde kıvranan kitlelere maddi hayatta karşılığı olmayan barış teklifleriyle gidiyorlar.

Solculuğun ekonomiye dair fikirleri, Batı’da neoliberalizmin bireyin hayatının ayrılmaz parçası kıldığı burjuva yaşam tarzının fetişleştirilmesi üzerine kuruludur.

“Lüks Komünizmi”, ancak sınıfsal güçle alakalı dinamiklerin varolmadığı bir hayal âleminde mümkündür. Bu noktada “sosyalizm, insanlara güzel şeyler sunmak, zamanını güzel kılmak değilse nedir?” diye soran şu makaleye bakılabilir.[7] Yazıda her yanı çürümüş, ama herkes için varolan bir toplumdan söz edilmektedir. Yazı için seçilen görselde bir garson görülmektedir ve bu garson, kendisinden çok farklı ve iyi olan üstlerine hizmet sunmaktadır.

On dokuzuncu yüzyılın o fazla şımartılmış, bugün karşımıza geçip komünist pozu kesen aristokratları böyle bir hayat düşleyebilir, gelgelelim kapitalizmin bu özel versiyonunun yol açtığı çilelerden neşet eden sınıfsal kavganın suyun altında da çalışabilen bir iPhone’la verilmesi mümkün değildir.

İşçi sınıfının, haysiyeti ve egemenliği güvence altına alan bir ekonomik ajandaya ihtiyacı vardır. Herkese temel gelir, emeksiz toplum ve televizyon, tam istihdamın, üretken emeğin, sağlam temeller üzerine kurulmuş, kimseyi açta açıkta bırakmayan bir refah devletinin ve müşterek mücadele ile kararlılığın beslediği dayanışmayı esas alan bir toplumun yerini asla tutamaz.

Bunu solcular da bilir, ama bu tür talepler onları kızdırır; solcular, geçmişte gerçekleşmiş başarılı proleter devrimlerinin sunduğu reçetelere ve felsefecilere tam da bu sebeple arkalarını dönmüşlerdir.

Tarihsel olayların proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmanın sonucu olduğunu söyleyen teori olarak diyalektik materyalizm, Marksist teorinin temel taşıdır. Bu anlayışın haricinde tartışma ve münazara için epey bir yer bulmak mümkündür, ne var ki bir kişi, bu görüşe bağlanmaksızın Marksist olamaz. Zira ilgili görüş, hayatın tüm yönlerine dönük Marksist analiz için gerekli bilimsel çerçeveyi sunmakla kalmaz, aynı zamanda bir amacı olan felsefeyi temin eder. Proletarya, burjuvaziyi alt ettiğinde sınıfsız toplum ortaya çıkar ve tarih de sona erer. Bu iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği tartışmalı olsa da Marksist politik eylem, bu iddiayı hedef olarak belirlemek zorundadır.

Oysa uzun zamandır sol, başka bir projeyi yürütmektedir. Diyalektik materyalizm, sol teorinin yürüdüğü yolun dışına atılmıştır. Onun yerini keşisimsellik denilen teori almış, bu teori, Batı’da devrimci düşünceyi harekete geçirecek asli felsefi yönelim olarak kabul edilmiştir.

Kesişimsellik, Kimberlé Crenshaw’un bir buluşudur, bu hâliyle Amerika’daki akademi ortamının tozlu raflarına aittir. Söz konusu teori, tarihi ve toplumsal ilişkilerin gerçekliğini önemli bir bölümü geçici olan kişisel kimliğinize ait yönlere bağlı oluşun dayattığını söyler ve iç tutarlılığı olan politik bir bedeni oluşturmak adına başkalarıyla ilgili bireysel yönlerin nasıl kesiştiğine bakar.[8]

Crenshaw’a göre ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim, kişinin politik kimliğini inşa ettiği sürecin odak noktalarıdır. Kesişimsellik teorisi, tam da bu sebeple tehlikelidir. Çünkü Crenshaw’un teorisi zulmü, üzerine tik atılacak bir dizi kutucuğa indirger. İki kişi, ne kadar çok ortak kutucuğa sahipse politik müttefik hâline geldikleri takdirde, o kadar iyi iş göreceklerdir.

Bu yaklaşımın mantıksal sonucu şudur: bir MacDonald’s mutfağında hamburger köftelerini pişiren siyahî, lezbiyen bir kadın, gece 11’den sabah 7’ye dek kendisiyle birlikte çalışan beyaz, heteroseksüel erkek hamburgerciye kıyasla, çokuluslu bir şirkette çalışan siyahî ve lezbiyen bir mali işler müdürüyle daha fazla ortak noktaya sahiptir.

Buna göre derideki melanin düzeylerine, cinsel organlara ve üreme organlarıyla ilgili tercihe bakılarak, politik örgütlenme faaliyetlerinin itici gücü olan sınıfsal dayanışma bir kenara atılır. Bu, materyalist tarih anlayışının altını oymakla kalmaz, ayrıca özgürleşme yarışı dâhilinde sınıfın belirli bir kesimini diğerinin karşısına çıkartır. Bölünmüş bir işçi sınıfı ise kapitalist hegemonyayı asla aşamaz. Mevcut ayrışmaları besleyen her türden proje, neoliberalizmin insanları acımasız bir düşman kılan pratiği için bir âlet olarak değerlendirilmelidir.

Neoliberalizmin hâkim olduğu en yoz görüşlerin ilgili teoriyi özümsemesi ve propaganda etmesi, asla tesadüf değildir. ABD’de uzun zamandır kapitalist realizm temelinde bekçilik görevini ifa eden Demokrat Parti, eskiden işçi sınıfı içerisinde kurduğu bağları bir bir kopartmaktadır.[9]. Mega şirketler, azınlık grupları içinden seçtikleri şanslı temsilcileri makinelere bağlamak ve onları zalim sistemdeki sömürünün ve yozlaşmanın savunucuları hâline getirmek için sevimli pozlar verme ihtiyacı duymaktadır.[10]

Kesişimsellik, neoliberalizmle el ele kol kola ilerler. Gerekli vakit verildiği takdirde bu teori, süreç içerisinde kibirli liberalizmin on dokuzuncu yüzyılda çöpe atılmış görüşlerini yeniden diriltecek, ırk temelli özcülüğü ve ayrımcılığı bilimsel bir şeymiş gibi pazarlamaya çalışacak (ki bu noktada New York Üniversitesi’nin son önerilerine bakılabilir[11]) ayrıca işçi sınıfını bile bile demoralize edecektir.

Hâlihazırda kesişimsellik teorisinin seks işçiliği sahasında, sömürü ve metalaşmayı meşrulaştırmak için nasıl kullanıldığına şahit oluyoruz. İlgili sektörü “normalleştirmek” amacıyla yürüttüğü kampanya, burjuvazinin bir çalışması olarak vücut buluyor. Bu kampanya, kapitalistlere has el çabukluğu ile insanları (çoğunlukla ağır borç yükü altında bulunan mezunları) serseme çeviriyor ve onların hayatta kalmak için ek gelir elde etmenin yolu olarak fuhşu bir zaruret kabul etmelerini sağlıyor ve bu insanlar, seks pazarından dışlanmış küçük burjuva erkeklere hizmet sunuyorlar.

Kesişimselciliğin en doğru tarifi, kanaatimce “politik tekbencilik”tir.[12] Bu teori, süfli bireyciliği baş tacı eder, küçük burjuva hizipçiliği dayanışmanın ve gerçek sınıf mücadelesinin karşısına çıkartır. Crenshaw’un Harvard Üniversitesi binalarında geliştirdiği teori, burjuva hâkimiyetin daimi kılınması için geliştirilmiş bir teoridir. İşçi sınıfı, bu teoriyi reddetmelidir.

Solculuk, son on yıl içerisinde gelişme kaydetmiş, son birkaç ay içerisinde ise merkeze oturmuştur. O, en nihayetinde işçi sınıfına onu aşağılık gören üyeleri nezdinde herhangi bir hayrı olmayacak bir yoldur. O zerre anlamadığı “direnişin estetiği” gibi lafları ne kadar diline dolarsa dolasın anaakım sol, hüsrana uğramış Jeremy Corbyn deneyinin geride bıraktığı cesedi kemiren kurtçuklar, Alexandria Ocasio-Cortez türünden Amerikan solunun bin yıllık amipleri ve Seattle’daki Capitol Hill Özerk Bölgesi’nde siyahî çocukları katleden, kendisine “anarşist” diyen kişiler şahsında görüldüğü üzere, neoliberalizmin bir sonraki aşamasının öncüleri olarak hareket etmektedir.

Neoliberalizmin yeni aşaması ise kullanışsız hâle gelmiş, giderek gereksizleşmiş orta düzey yöneticilerden vazgeçecek, herkes, bu yeni dönemde, yirmi dört saat çalışan kargocular veya internetten satış işinde çalışan kamera kızları hâline gelecek, sadece yukarıdaki yüzde birin servet biriktirmesi sağlanacak, ürünler bu amaç doğrultusunda teslim edileceklerdir.

Gerçek maddi dünyada oluşan maddi istikrarsızlığın yol açtığı histerik kaygı, gericidir ve işçinin düşmanıdır. Solun benimsediği yeni kılavuz olarak öne çıkan öğretideki şizofrenik nitelik, bir yandan destekçilerine ahlakî açıdan eksiksiz bir üstünlük hissi ve haklı olduğuna dair bir yanılsama armağan ederken, bir yandan da dünya genelinde proletaryanın çektiği acı ve çileyi artırmak için uğraşmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Bu öğreti, bir noktada silinip gidecektir. Eğer başarılı olursa kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası onu istikrara kavuşturan işçi sınıfına yönelik soğuk ilgisizliğe benzer bir yaklaşımla kendisini daimi kılmak isteyenleri de başından atacaktır.

Kapitalizm, ya açtığı yolda ilerleyecek ve işçilere verdiği hasarı vermeye devam edecek ya da sosyalistler ve enternasyonalistler, adalet, haysiyet ve dayanışmayı merkezine almış bir programla onu aşıp burnun genişliği ve cinsel kimlik temelinde yapılan sadakat testlerini geride bırakarak, çalışmalara iştirak etmek isteyecek herkesi kucaklayan o programa gerçek bir bağlılıkla hizmet edeceklerdir.

Bu programın alternatifi ise daha fazla güvencesizlik, daha fazla boktan iş, daha fazla yerinde sayan ücretler, uzak diyarlarda bitmek bilmeyen daha fazla savaşın çıkması ve polis kurşunuyla daha fazla siyahînin ölmesidir.

Çözüm, kapitalist şirket merkezlerinde yönetimi değiştirmek, oralarda insan kaynakları departmanı açmakta değil, sistemi paramparça edip onun yerine kitlelerin kendi elleriyle yeni bir sistem inşa etmesindedir.

Samuel Bate-Francis
26 Ağustos 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Steve Lohr, “Where the STEM Jobs Are”, 1 Kasım 2017, NYT.

[2] Paris Marx, “Aaron Bastani’s ‘Luxury Communism’ is a False Future”, 29 Ekim 2019, CD.

[3] “Facebook Scandal”, 4 Nisan 2018, BBC.

[4] Michael Sainato, “I’m Not a Robot”, 5 Şubat 2020, Guardian.

[5] Heidi Ledford, “Google Health-Data Scandal”, 19 Kasım 2019, Nature.

[6] “Dark Side of Electric Cars”, 29 Eylül 2017, AI.

[7] “For a Luxury Leftism”, 9 Ocak 2017, CA.

[8] Jane Coaston, “The Intersectionality Wars”, 28 Mayıs 2019, Vox.

[9] Ronald Brownstein, “How the Rustbelt Paved Trump’s Road to Victory”, 10 Kasım 2016, Atlantic.

[10] Diversity at Amazon”, Amazon.

[11] Karsten Schneider, “New York University”, 24 Ağustos 2020, WSWS.

[12] Matthew Continetti, “The Battle of Woke Island”, 7 Nisan 2018, NR.

0 Yorum: