Dünya Bankası ve IMF’in Gizli Ajandası
Birlikte hareket eden Dünya Bankası ve
Uluslararası Para Fonu (IMF) hiçbir sorunla karşılaşmadan, işlerini tıkır tıkır
yürütüyor. Sadece dünyadaki korku rejimlerine düzenli olarak büyük miktarlarda
borç vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda fakir uluslara Batı’nın dayattığı
acımasız koşulları kabul etmeleri için şantaj yapıyorlar. Başka bir deyişle,
Dünya Bankası ve IMF, en acımasız insan hakları ihlallerinden ötürü suçlu.
Dünya Bankası’nın giriş kapısının üst kısmında “Hayalimiz
Yoksulluktan Kurtulmuş Bir Dünyadır” yazısını okuduğunuzda bir anlam
veremiyorsunuz. Bu ikiyüzlülüğe ben, sadece şu cümleyi ekleyebiliyorum: “Ve
bunun bir hayal olarak kalacağından eminiz.” Bu söz aslında, Birleşmiş
Milletler Sözleşmesi altında oluşturulan, ancak Amerika Birleşik Devletleri
tarafından teşvik edilen iki uluslararası finans kurumunun hem yalanını hem de
suçlu oluşunu açığa vuruyor.
Dışarıdan bakıldığında bu kurumlar, sütten çıkmış
ak kaşık gibi görünüyorlar. İlk planda sosyal altyapıya, okullara, sağlık
sistemlerine, içme suyu gibi temel ihtiyaçlara, hıfzıssıhha çalışmalarına,
hatta çevrenin korunmasına, yoksulluğun azaltılmasına dönük girişimlere yardım
ettiğini düşünüyor, yoksulluğun olmadığı bir dünya için çalıştığını
sanıyorsunuz.
Oysa bu iki kurum, zaten sahteydi. Yetmişlerde ve
seksenlerde bu gerçeğin görülmemiş olmasına şaşırmak gerek. Zamanla insanlar gözlerini
açtılar ve o berbat gerçeği, şantajı, sömürüyü ve baskıları gördüler. Peki BM
himayesinde olan bu iki kurum, BM sistemi konusunda bize neler söylüyor? BM,
kimlerin elinde?
Bu dünya teşkilâtı, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen
ardından, 24 Ekim 1945’te San Fransisko’da kuruldu. Teşkilâtı, uluslararası
barışı ve güvenliği korumayı vaat eden 51 ülke kurdu. Bu ülkeler, dostane
ilişkiler geliştirecekler, toplumsal ilerlemeye katkı sunacaklar, daha iyi
yaşam standartları ve insan hakları hedeflerine destek sunacaklardı.
BM, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan
barış anlaşması olarak Versay Antlaşması’nın yerini aldı. Cenevre’de imza
edilen ve 10 Ocak 1920'de yürürlüğe giren Versay Antlaşması’nın amacı,
silahsızlanmak, müşterek güvenlik önlemleri ile savaşı önlemek, ülkeler
arasındaki anlaşmazlıkları müzakere diplomasisi yoluyla çözmek ve küresel
refahı geliştirmekti. Geriye dönüp bakıldığında, tüm BM sisteminin ikiyüzlü bir
saçmalık olarak kurulduğu ve insanları güçlü liderlerinin yalnızca barış
istediğine inandırdığı, kolaylıkla görülüyor. Bu güçlü liderlerin hepsi de Batılıydı;
O asil amaçlara hizmet ettiği söylenen Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunun
üzerinden 20 yıldan az bir süre geçtikten sonra İkinci Dünya Savaşı başladı.
* * *
Bu kısa takdim bize, en nihayetinde küresel
hırsızlık, dünya çapında yoksullaşan uluslar, insanların sömürülmesi, insan
hakları ihlalleri ve alttakilerin varlıklarının yukarıya aktarılması, halkın
elindeki varlıkların Bretton Woods kurumları denilen küçük bir elit şirket
grubuna ve oligarşiye teslim edilmesi ile ilgili, BM’nin de desteklediği büyüme
sürecini anlamak için gerekli bağlamı sunuyor.
Temmuz 1944’te Müttefik Kuvvetler içindeki 44 ülke
(İkinci Dünya Savaşı’nı kazananlarla birlikte hareket edenler), İkinci Dünya
Savaşı sonrası uluslararası para ve finans düzenini belirli bir yapıya
kavuşturmak adına, ABD’nin New Hampshire eyaletinin Carroll kasabasına bağlı
Bretton Woods bölgesinde bulunan Washington Dağı Oteli’nde bir araya geldi. Kendi
kendisini muzaffer ilân etmiş olan Birleşmiş Milletler’in himayesinde düzenlenen bu
konferans, ABD önderliğinde gerçekleştirildi. Böylece ABD, dünyadaki finansal
düzenin efendisi hâline geldi. Oysa bu, ilk planda görülmeyen, gizli bir ajanda
dâhilinde atılmış bir adımdı.
Resmiyette IMF, Batı’daki “konverte edilebilir”
denilen para birimlerini düzene sokmak, onların bir ons (yaklaşık 31,1 gram)
altının 35 Amerikan dolarına sabitlendiği, altın standardıyla ilgili yeni
kurala tabi kılmak için kurulmuştu. Her ne kadar 44 müttefik ülkeye aynı ölçüde
tatbik edilecek olsa da bu altın standardı, nedense ABD doları cinsinden
belirlenmiş bir altın fiyatına tabiydi. Dolayısıyla burada 44 ülkenin para
birimlerinin değeri belirleyici değildi. Bu da ileride kurulacak sistemi
sorgulanır kılmaktaydı. Ama kimse, bu sürecin nasıl işleyeceğini, bu
düzenlemenin ne tür sonuçlar doğuracağını sorgulamadı. Bu 44 milletin hiçbir
ekonomisti, altın standardı ile ilgili düzenlemedeki ihaneti sorgulama gereği bile
duymadı, buna cesaret bile edemedi.
Dünya Bankası veya Yeniden Yapılanma ve Kalkınma
Bankası (IBRD) ise resmiyette savaşın yıkıma uğrattığı Avrupa’nın yeniden inşası
için hazırlanan Marshall Planı’nı yönetmek üzere kurulmuştu. Marshall Planı,
Birleşik Devletler tarafından yapılan bir bağıştı ve 1947’de bunu öneren ABD Dışişleri
Bakanı George Marshall’ın adını almıştı. Plan, İkinci Dünya Savaşı sırasında
fiziksel ve ekonomik olarak harap olan Avrupa ülkelerine 13,2 milyar dolarlık
dış yardım sağladı. 1948’den 1952’ye dek uygulamada kalması öngörülen planın
süresinin çok kısa olduğu görüldü ve bu süre altmışların başına dek uzatıldı.
Bugünkü değer üzerinden hesaplandığında planın sunduğu yardım 135 milyar doları
buluyor.
Marshall Planı, söz konusu ülkeler tarafından geri
ödenmesi için temin edilen bir döner sermayedir. Marshall Planı parası,
defalarca borç olarak verildi ve bu nedenle çok etkili oldu. Dünya Bankası tarafından
yönetilen Marshall Fonu’nun Avrupalı muadili, Alman Maliye Bakanlığı tarafından
kurulan Alman Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (KfW - Kreditanstalt für Wiederaufbau”nun Almanca kısaltması) isimli bankaydı.
Dünya Bankası’nın Avrupa’daki muadili olan KfW, hâlen
daha varlığını sürdürmekte, daha çok dünyanın güneyindeki yoksul ülkelerde
kalkınma projeleri yürütmektedir. Şimdilik daha çok Alman Hükümeti’nin
fonlarıyla Alman ve Avrupa sermaye piyasalarından borç alınmıştır.
KfW, genellikle Dünya Bankası ile ortak projelerde
işbirliği yapıyor. Bugün hâlâ KfW bünyesinde sadece Marshall Planı Fonu
parasıyla ilgilenen özel bir departman var. Hâlâ dönen bu fonlar, Avrupa'nın
yoksul güney bölgelerine kredi vermek ve aynı zamanda Doğu Avrupa ekonomilerini
desteklemek için kullanılıyor, bilhassa eski Doğu Almanya’yı bugünün “Büyük
Almanya'sına” entegre etme noktasında devreye sokuluyor.
Marshall Planı’nın iki unsuru özellikle ilgi çekicidir
ve dikkate değerdir. İlk unsur, ABD ve Avrupa arasında kurulan bağımlılık
ilişkisidir. Oysa Avrupa’yı tahrip eden, Batılı müttefik güçlerdir, savaşı ise
Sovyetler kazanmıştır. Sovyetler, savaş süresince 25-30 milyon insanını
kaybetmiştir. Dolayısıyla aslında Marshall Planı, komünist Rusya’ya karşı bir
kalkan olarak tasarlanmıştır.
Resmiyette Sovyetler batılı güçlerin, ABD,
İngiltere ve Fransa'nın müttefiki ise de gerçekte komünist SSCB, özellikle
Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere batının baş düşmanıydı. Marshall Planı
ile ABD, Avrupa’yla kurulacak ittifakı bir biçimde parayla satın almış
oldu. Bu bağımlılık, bugüne dek varlığını sürdürdü. Sovyetler’e karşı
sürdürülen, yalanlar üzerine inşa edilen Soğuk Savaş, bugün bile birçok
Avrupalının henüz daha kavrayamadığı Batı’ya ait propaganda komedisinin
doğrudan kanıtıydı.
İkinci unsursa ABD’nin yeniden yapılanma fonunu
kendi doları üzerine kurmuş olması idi. Avrupa, böylelikle dolara bağımlı hâle
gelmekle kalmadı, aynı zamanda bugün tüm Avrupa’yı istila eden ve Avro denilen
para birimi için gerekli zemini teşkil etmiş oldu. Avro aslında ABD doları ile
aynı imajla yaratıldığı için doların üvey evladından başka bir şey değildir. O,
hiçbir şeyle desteklenmeyen bir itibari para birimidir. Birleşik Avrupa ya da
şimdi Avrupa Birliği olarak adlandırılan şey, hiçbir zaman gerçek bir birlik
olmadı. Burada yürürlükte olan fikir, Avrupa’ya değil, bir avuç Avrupalı hain
serseri kılığına bürünmüş ABD gizli servisi elemanına aitti. Tıpkı ABD gibi
kendi anayasası olan bir birleşik Avrupa’yı, bir Avrupa Federasyonu’nu kurma
yönünde atılan her adım, ABD, daha çok da ABD’nin AB içerisindeki köstebeği
olan Birleşik Krallık eliyle sabote edildi.
ABD, ekonomik ve askerî açıdan güçlü bir Avrupa’yı
hiçbir vakit istemedi. (ABD nüfusu 330 milyonken Avrupa’nın nüfusu 450 milyon;
2019 yılında AB’nin GSYİH'si 20,3 trilyon dolarken ABD’nin GSYİH'si 21,4
trilyon dolardı.) Çoğu ekonomist, aralarındaki ilişkinin gevşek olduğu bir
ülkeler topluluğunun belirlediği ortak para biriminin geleceği olmadığını, bu
paranın varlığını sürdüremeyeceğini söylüyor. Ortada ortak bir anayasa da yok,
dolayısıyla mali, ekonomik ve askerî olarak ortak bir hedef de bulunmuyor. Bu
istikrarsız koşullar altında uzun vadede ortak bir para birimi sürdürülebilir
değil. Ayrıca Avrupa Merkez Bankası, Amerikan Merkez Bankası’ndan ilham
alınarak kurulmuş bir yapıdır. Oysa bu kurumun bir merkez bankası işlevi
bulunmuyor. O, daha çok bir bekçi köpeği görevi görüyor. Zira her bir AB üyesi,
her ne kadar egemenlik sahası giderek daralsa da, hâlen daha kendi merkez
bankasına sahip.
Şu anda 27 AB üyesinden sadece 19'u avro bölgesinin
bir parçası. Avro bölgesinin bir parçası olmayan ülkeler olarak Çek
Cumhuriyeti, Danimarka, Macaristan, İsveç vs. kendi mali politikalarını
muhafaza ettiler ve Avrupa Merkez Bankası’na bağlanmadılar. Bu bağlamda
Yunanistan, 2008/2009’de imal edilmiş “kriz”in çilesini çektiğinde avro
bölgesinden çıkmayı tercih etmiş olsaydı, ülke bugün muhtemelen iyileşme
sürecine girmiş olacaktı. Yunanistan, böylesi bir tercih sonucunda o berbat
troykanın, yani Avrupa Komisyonu’nun, Avrupa Merkez Bankası’nın ve IMF’in
emirlerine ve kaprislerine tabi olmayacak, borcun çoğu iç borç olduğundan, borç
almaya gerek olmadığı için borcunu içeriden düzenleme yoluna gidebilecek,
dışarıdan tek kuruş borç almayacaktı.
2015 yılında yapılan kurtarma referandumunda, Yunan halkı kurtarma paketine, yani yeni üstlenilecek devasa borca karşı oy kullandı. Ama Yunan cumhurbaşkanı Çipras sanki referandum hiç yapılmamış gibi, kalkıp halkın yüzde yetmişinin karşı çıktığı kurtarma paketine onay verdi.
Bu, sahtekârlığın açık bir göstergesiydi, zira oynanan, adil bir
oyun değildi. Çipras ve partisi, paketi belki de baskılar sonucu kabul etmek
zorunda kaldı, bunu bilmiyoruz. Çipras’ın halkını neden sattığını, tüm
zenginliği IMF ve Dünya Bankası’nı arkasına almış oligarklara neden teslim
ettiğini, Yunan halkını ağır yoksulluk şartlarına neden mahkûm ettiğini,
işsizlik oranlarını Avrupa’nın en yüksek değerine neden çıkartma yoluna gittiğini, intihar oranlarının hızla artmasına neden sebep olduğunu asla
bilemeyeceğiz.
Yunanistan, diğer AB ülkeleri “uslu durmazlarsa”,
yani paranın uluslararası efendilerine itaat etmenin yazılı olmayan altın kurallarına
bağlı kalmamaları durumunda başlarına neler geleceği konusunda iyi bir örnek
olarak iş gördü.
Asıl korkutucu olan da buydu.
* * *
Şimdi bu Kovid döneminde işler nispeten daha
kolay. Yoksul ülkeler, bilhassa dünyanın güneyindekiler, salgın hastalık
sebebiyle borçlanıyorlar, halklarının temel ihtiyaçlarını karşılamak için
dışarıdan aldıkları borç, hızla artıyor. Veya ülkeleri borç almanın gerekli
olduğuna inandırıyorlar. Gelişmekte olan ülkelerin biriken borçlarının büyük
bir kısmı, tıpkı kuzeydeki ülkelerin borçları gibi, iç borç. İç borçların
silinmesi için yabancı kredi kurumlarına ihtiyaç yok aslında. Zira zengin kuzey
ülkelerinin IMF’ten veya Dünya Bankası’ndan borç aldığına pek tanık olunmuyor.
Öyleyse Küresel Güney, bu yalana neden kansın? Kısmen
yolsuzluk, kısmen baskılar, kısmen doğrudan şantajla bu ülkeler borç alma
gereği duyuyorlar. Evet, akla gelebilecek en büyük uluslararası suçlardan biri
olan şantaj, en önde gelen uluslararası BM’ye bağlı finans kurumları olarak DB
ve IMF tarafından işleniyor.
Örneğin tüm dünya, nasıl olup da koronavirüs
denilen görünmez bir düşmanın 193 BM üyesinin tamamını birden vurduğunu merak
ediyor. Nasıl oluyor da Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Dr. Tedros, henüz
dünya genelinde 4.617 vaka görülmüşken bu yaşananı "küresel salgın" olarak
nitelendiriyor? Sonuçta da 16 Mart 2020’da tüm dünya kapanıyor. İstisnasız tüm
ülkeler evlere çekiliyorlar. Brezilya, İsveç, Belarus’un yanı sıra Madagaskar
ve Tanzanya gibi bazı Afrika ülkeleri bu adımı atmayıp kendi kurallarını
belirliyor, maske takmanın daha zararlı olduğunu görüyor, sosyal mesafenin
gelecek nesillerin ve ülke kültürlerinin sosyal dokusunu bozacağını düşünüyor.
Ancak o şeytanî, derin ve karanlık devlet, “bağımsız”
ülkelerle yol almak istemiyor. Tüm ülkelerin Gates’in, Rockefeller’ın, Soros
gibilerin emirlerine uymasını istiyor. Kısa süre içerisinde Dünya Ekonomi
Forumu başkanı Klaus Schwab da bu emirlere destek sunuyor. Birden Brezilya’da
vaka sayılarının hızla arttığına ilişkin haberler işitiyorsunuz. Tek soru bile
sorulmuyor. Herkese test yapılıyor, birçok önemli bilim insanının değersiz
gördüğü PCR testleri ile ilgili tartışmalara bakılmıyor. Sadece devletlerinden
para alan, yozlaşmış, satılık bilim insanları, bu testin güvenilir olduğunu
söylüyorlar. Sonra Bolsonaro’nun hasta olduğu, Brezilya ekonomisinin çöktüğüne
ilişkin haberler geçiliyor.
Tesadüf
mü?
Dünya Bankası ve IMF, ya hibe ya da düşük faizli
krediler olarak, çoğunlukla borç erteleme konusunda büyük yardımlar sunuyor.
Ama bu yardımlar, belirli şartlarla yapılıyor: borç alan ülke, Dünya Sağlık
Örgütü’nün kurallarına uyacak, testleri yapacak, aşıları zorunlu kılacak.
Batılı devletlerin kaynaklarınızı çalmasına ve özelleştirmelere izin verirseniz, Dünya Bankası ve IMF yardımını almaya hak kazanıyorsunuz.
Dünya Bankası, salgınla mücadele için yürütülen
operasyonların hâlihazırda yüz gelişmekte olan ülkeye ulaştığını duyurdu. Bu anlamda
dünya nüfusunun yüzde yetmişine ev sahipliği yapan bu yüz ülke, 160 milyar
doların üzerinde borç almış durumda. Bugün itibarıyla, salgının patlak
vermesinin üzerinden altı ay sonra, ikinci dalganın orta yerinde yardımlar
katlanarak çoğalıyor ve 193 BM üyesine ulaşıyor. Bu da tüm ülkelerin, hatta en
fakirlerin en fakirleri arasında bulunan ve sürece belli ölçüde itiraz etmiş
olan Madagaskar ve Tanzanya gibi Afrika ülkelerinin bile, kötü şöhretli Bretton
Woods kurumlarının baskı veya şantajına nasıl boyun eğdiklerini açıklıyor.
Dolar, herhangi bir ekonomi tarafından
desteklenmeyen itibari bir para olduğu için, bu kurumlar, dolar temini konusunda
hiçbir sorunla karşılaşmıyorlar, zira dolar, “sıcak hava”dan üretilebiliyor, borç
veya hibe olarak fakir ülkelere borç şeklinde verilebiliyor. Bu ülkeler, uluslararası
finans kurumlarının baskısı nedeniyle, bundan böyle sonsuza dek kurtuluş gününü
görmek adına Batılı efendilere kul olacaklar. Kovid-19, finans piyasaları için
varlıkları aşağıdan yukarıya doğru aktarmak için mükemmel bir araç.
Serveti en üstte yoğunlaştırmak için bir ya
da iki, hatta üç yeni Kovid dalgasına ihtiyaç var. Her şey planlı ilerliyor.
Dünya Ekonomi Forumu, korkunç fikirler içeren Kovid-19: Büyük Sıfırlama isimli kitabında önümüzdeki süreçle
ilgili senaryoları aktarıyor. Taşlar yerine oturuyor. Batılı entelektüellerimiz
bu kitabı okuyor, analiz ediyor, eleştiriyor ama biz onu incelemiyoruz bile. Oturup
dünyanın sıfırlanacağı günü bekliyoruz. Plansa görev bilinciyle hareket eden
Dünya Bankası ve IMF eliyle uygulanıyor, üstelik yapılanlar, “dünyaya iyilik
ediyoruz” yalanı ardına gizleniyor.
Peki Dünya Bankası ve IMF, Kovid plandemisinden önce
farklı bir role mi sahipti? Hayır. Eskiden olduğu gibi bugünde bu kurumlar,
sömürü, borçlandırma ve köleleştirme için varlar. Kovid’in ortaya çıkışıyla
elleri rahatladı sadece. 2019 yılının sonuna dek Dünya Bankası ve IMF, Batı’nın
göz koyduğu doğal kaynaklara, petrole, altına, bakıra, kıymetli arazilere sahip
gelişmekte olan ülkelerin çoğunun kapısını çaldı.
Gerçekte herhangi bir borca ihtiyacı olup
olmadığına bakılmadan, yapısal düzenleme kredileri adı altında bu tür ülkelere
yardımlar yapıldı. Bugün bu krediler, tıpkı renkli devrimler gibi, farklı
biçimler ve renklerde sunuluyor ve genelde destek amacıyla veriliyor. Ben bunlara
“boş çek” diyorum. Zira kimse, paranın başına ne geldiğine hiç bakmıyor, hiçbir
işlemi kontrol etmiyor. Bu süreçte ekonomilerini yeniden yapılandırmak, kamu
hizmetlerini rasyonel bir zemine kavuşturmak, suyu, eğitimi ve sağlık
hizmetlerini, ayrıca elektriği, otoyolları ve demiryollarını özelleştirmek
zorunda kalan ülkeler, ellerindeki doğal kaynakları kullanmaları konusunda dış
güçlere tavizlerde bulunuyorlar.
Ulusal kaynakların çalınması üzerine kurulu olan
bu dolandırıcılığı halk, hiç görmüyor. Ülkeler, giderek Batılı mutemetlere
bağımlı hâle geliyorlar. Halkın ve kurumların sahip olduğu egemenliğin yerinde
yeller esiyor. Rüşvet alan varsa veren de vardır. Maalesef rüşvete ve
yozlaşmaya teslim olmuş kişilere güneyin yoksul ülkelerinde sıklıkla
rastlanıyor. Üç kuruş için ülkeler, ABD’yi ilgilendiren kimi BM kararlarının
oylandığı toplantılarda ABD ile birlikte oy kullanıyorlar. Bu gerçek de bizi BM’nin
dayandığı, yozlaşmış ve çürümüş sistemle ilgili meseleyle karşı karşıya
bırakıyor.
1944'te iki Bretton Woods organizasyonu kurulduğunda
belirlenen oylama sistemi uyarınca “her ülkeye bir oy” ilkesi lafta kaldı, neticede
ABD her iki kurumda mutlak veto yetkisine kavuştu. Ülkelerin oy kullanma
hakları, GSYİH gibi belirli ekonomik göstergeleri temel alan karmaşık bir formül
üzerinden belirlenen sermaye katkılarına göre tespit edildi. Bugün ABD’nin her
iki kurumdaki veto hakkı ve oy hakkı, yüzde 17’lik bir pay üzerinden
belirleniyor. İki kurum, toplamda 189 üyeye sahip.
* * *
Kovid, bu BM’ye bağlı, Bretton Woods kaynaklı, “resmiyet”i
olan, beynelmilel finans kurumlarının BM sistemine tam olarak nasıl entegre
edildiğinin, birçok ülkenin ellerinde daha iyi bir seçenek olmadığı
için güvenmek zorunda kaldığı bu kurumların sistemin parçası hâline geldiğinin
görülmesini sağladı.
Ama gene de şu soru sorulmalı:
Zevahiri kurtaran, ikiyüzlü ve yozlaşmış bir
sistem mi yoksa bu distopik sistemi ortadan kaldırıp, her bir katılımcı ülkenin
egemenlik haklarını gözeten, yeni demokratik şartları esas alan yeni bir sistem
mi kurmak daha hayırlıdır?
Peter
Koenig
18 Kasım 2020
[Peter Koenig, ekonomist ve jeopolitika analizcisidir. Otuz yılı aşkın bir süre Dünya Bankası’nda çalışan Koenig, Implosion isimli, kendi ilk elden tecrübelerini aktardığı ekonomi kitabını kaleme aldı.]
0 Yorum:
Yorum Gönder