14 Ocak 2021

Dünya Bankası ve IMF’in Gizli Ajandası



Birlikte hareket eden Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) hiçbir sorunla karşılaşmadan, işlerini tıkır tıkır yürütüyor. Sadece dünyadaki korku rejimlerine düzenli olarak büyük miktarlarda borç vermekle kalmıyorlar, aynı zamanda fakir uluslara Batı’nın dayattığı acımasız koşulları kabul etmeleri için şantaj yapıyorlar. Başka bir deyişle, Dünya Bankası ve IMF, en acımasız insan hakları ihlallerinden ötürü suçlu.

Dünya Bankası’nın giriş kapısının üst kısmında “Hayalimiz Yoksulluktan Kurtulmuş Bir Dünyadır” yazısını okuduğunuzda bir anlam veremiyorsunuz. Bu ikiyüzlülüğe ben, sadece şu cümleyi ekleyebiliyorum: “Ve bunun bir hayal olarak kalacağından eminiz.” Bu söz aslında, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi altında oluşturulan, ancak Amerika Birleşik Devletleri tarafından teşvik edilen iki uluslararası finans kurumunun hem yalanını hem de suçlu oluşunu açığa vuruyor.

Dışarıdan bakıldığında bu kurumlar, sütten çıkmış ak kaşık gibi görünüyorlar. İlk planda sosyal altyapıya, okullara, sağlık sistemlerine, içme suyu gibi temel ihtiyaçlara, hıfzıssıhha çalışmalarına, hatta çevrenin korunmasına, yoksulluğun azaltılmasına dönük girişimlere yardım ettiğini düşünüyor, yoksulluğun olmadığı bir dünya için çalıştığını sanıyorsunuz.

Oysa bu iki kurum, zaten sahteydi. Yetmişlerde ve seksenlerde bu gerçeğin görülmemiş olmasına şaşırmak gerek. Zamanla insanlar gözlerini açtılar ve o berbat gerçeği, şantajı, sömürüyü ve baskıları gördüler. Peki BM himayesinde olan bu iki kurum, BM sistemi konusunda bize neler söylüyor? BM, kimlerin elinde?

Bu dünya teşkilâtı, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, 24 Ekim 1945’te San Fransisko’da kuruldu. Teşkilâtı, uluslararası barışı ve güvenliği korumayı vaat eden 51 ülke kurdu. Bu ülkeler, dostane ilişkiler geliştirecekler, toplumsal ilerlemeye katkı sunacaklar, daha iyi yaşam standartları ve insan hakları hedeflerine destek sunacaklardı.

BM, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan barış anlaşması olarak Versay Antlaşması’nın yerini aldı. Cenevre’de imza edilen ve 10 Ocak 1920'de yürürlüğe giren Versay Antlaşması’nın amacı, silahsızlanmak, müşterek güvenlik önlemleri ile savaşı önlemek, ülkeler arasındaki anlaşmazlıkları müzakere diplomasisi yoluyla çözmek ve küresel refahı geliştirmekti. Geriye dönüp bakıldığında, tüm BM sisteminin ikiyüzlü bir saçmalık olarak kurulduğu ve insanları güçlü liderlerinin yalnızca barış istediğine inandırdığı, kolaylıkla görülüyor. Bu güçlü liderlerin hepsi de Batılıydı; O asil amaçlara hizmet ettiği söylenen Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunun üzerinden 20 yıldan az bir süre geçtikten sonra İkinci Dünya Savaşı başladı.

* * *

Bu kısa takdim bize, en nihayetinde küresel hırsızlık, dünya çapında yoksullaşan uluslar, insanların sömürülmesi, insan hakları ihlalleri ve alttakilerin varlıklarının yukarıya aktarılması, halkın elindeki varlıkların Bretton Woods kurumları denilen küçük bir elit şirket grubuna ve oligarşiye teslim edilmesi ile ilgili, BM’nin de desteklediği büyüme sürecini anlamak için gerekli bağlamı sunuyor.

Temmuz 1944’te Müttefik Kuvvetler içindeki 44 ülke (İkinci Dünya Savaşı’nı kazananlarla birlikte hareket edenler), İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası para ve finans düzenini belirli bir yapıya kavuşturmak adına, ABD’nin New Hampshire eyaletinin Carroll kasabasına bağlı Bretton Woods bölgesinde bulunan Washington Dağı Oteli’nde bir araya geldi. Kendi kendisini muzaffer ilân etmiş olan Birleşmiş Milletler’in himayesinde düzenlenen bu konferans, ABD önderliğinde gerçekleştirildi. Böylece ABD, dünyadaki finansal düzenin efendisi hâline geldi. Oysa bu, ilk planda görülmeyen, gizli bir ajanda dâhilinde atılmış bir adımdı.

Resmiyette IMF, Batı’daki “konverte edilebilir” denilen para birimlerini düzene sokmak, onların bir ons (yaklaşık 31,1 gram) altının 35 Amerikan dolarına sabitlendiği, altın standardıyla ilgili yeni kurala tabi kılmak için kurulmuştu. Her ne kadar 44 müttefik ülkeye aynı ölçüde tatbik edilecek olsa da bu altın standardı, nedense ABD doları cinsinden belirlenmiş bir altın fiyatına tabiydi. Dolayısıyla burada 44 ülkenin para birimlerinin değeri belirleyici değildi. Bu da ileride kurulacak sistemi sorgulanır kılmaktaydı. Ama kimse, bu sürecin nasıl işleyeceğini, bu düzenlemenin ne tür sonuçlar doğuracağını sorgulamadı. Bu 44 milletin hiçbir ekonomisti, altın standardı ile ilgili düzenlemedeki ihaneti sorgulama gereği bile duymadı, buna cesaret bile edemedi.

Dünya Bankası veya Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (IBRD) ise resmiyette savaşın yıkıma uğrattığı Avrupa’nın yeniden inşası için hazırlanan Marshall Planı’nı yönetmek üzere kurulmuştu. Marshall Planı, Birleşik Devletler tarafından yapılan bir bağıştı ve 1947’de bunu öneren ABD Dışişleri Bakanı George Marshall’ın adını almıştı. Plan, İkinci Dünya Savaşı sırasında fiziksel ve ekonomik olarak harap olan Avrupa ülkelerine 13,2 milyar dolarlık dış yardım sağladı. 1948’den 1952’ye dek uygulamada kalması öngörülen planın süresinin çok kısa olduğu görüldü ve bu süre altmışların başına dek uzatıldı. Bugünkü değer üzerinden hesaplandığında planın sunduğu yardım 135 milyar doları buluyor.

Marshall Planı, söz konusu ülkeler tarafından geri ödenmesi için temin edilen bir döner sermayedir. Marshall Planı parası, defalarca borç olarak verildi ve bu nedenle çok etkili oldu. Dünya Bankası tarafından yönetilen Marshall Fonu’nun Avrupalı muadili, Alman Maliye Bakanlığı tarafından kurulan Alman Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası (KfW - Kreditanstalt für Wiederaufbau”nun Almanca kısaltması) isimli bankaydı.

Dünya Bankası’nın Avrupa’daki muadili olan KfW, hâlen daha varlığını sürdürmekte, daha çok dünyanın güneyindeki yoksul ülkelerde kalkınma projeleri yürütmektedir. Şimdilik daha çok Alman Hükümeti’nin fonlarıyla Alman ve Avrupa sermaye piyasalarından borç alınmıştır.

KfW, genellikle Dünya Bankası ile ortak projelerde işbirliği yapıyor. Bugün hâlâ KfW bünyesinde sadece Marshall Planı Fonu parasıyla ilgilenen özel bir departman var. Hâlâ dönen bu fonlar, Avrupa'nın yoksul güney bölgelerine kredi vermek ve aynı zamanda Doğu Avrupa ekonomilerini desteklemek için kullanılıyor, bilhassa eski Doğu Almanya’yı bugünün “Büyük Almanya'sına” entegre etme noktasında devreye sokuluyor.

Marshall Planı’nın iki unsuru özellikle ilgi çekicidir ve dikkate değerdir. İlk unsur, ABD ve Avrupa arasında kurulan bağımlılık ilişkisidir. Oysa Avrupa’yı tahrip eden, Batılı müttefik güçlerdir, savaşı ise Sovyetler kazanmıştır. Sovyetler, savaş süresince 25-30 milyon insanını kaybetmiştir. Dolayısıyla aslında Marshall Planı, komünist Rusya’ya karşı bir kalkan olarak tasarlanmıştır.

Resmiyette Sovyetler batılı güçlerin, ABD, İngiltere ve Fransa'nın müttefiki ise de gerçekte komünist SSCB, özellikle Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere batının baş düşmanıydı. Marshall Planı ile ABD, Avrupa’yla kurulacak ittifakı bir biçimde parayla satın almış oldu. Bu bağımlılık, bugüne dek varlığını sürdürdü. Sovyetler’e karşı sürdürülen, yalanlar üzerine inşa edilen Soğuk Savaş, bugün bile birçok Avrupalının henüz daha kavrayamadığı Batı’ya ait propaganda komedisinin doğrudan kanıtıydı.

İkinci unsursa ABD’nin yeniden yapılanma fonunu kendi doları üzerine kurmuş olması idi. Avrupa, böylelikle dolara bağımlı hâle gelmekle kalmadı, aynı zamanda bugün tüm Avrupa’yı istila eden ve Avro denilen para birimi için gerekli zemini teşkil etmiş oldu. Avro aslında ABD doları ile aynı imajla yaratıldığı için doların üvey evladından başka bir şey değildir. O, hiçbir şeyle desteklenmeyen bir itibari para birimidir. Birleşik Avrupa ya da şimdi Avrupa Birliği olarak adlandırılan şey, hiçbir zaman gerçek bir birlik olmadı. Burada yürürlükte olan fikir, Avrupa’ya değil, bir avuç Avrupalı hain serseri kılığına bürünmüş ABD gizli servisi elemanına aitti. Tıpkı ABD gibi kendi anayasası olan bir birleşik Avrupa’yı, bir Avrupa Federasyonu’nu kurma yönünde atılan her adım, ABD, daha çok da ABD’nin AB içerisindeki köstebeği olan Birleşik Krallık eliyle sabote edildi.

ABD, ekonomik ve askerî açıdan güçlü bir Avrupa’yı hiçbir vakit istemedi. (ABD nüfusu 330 milyonken Avrupa’nın nüfusu 450 milyon; 2019 yılında AB’nin GSYİH'si 20,3 trilyon dolarken ABD’nin GSYİH'si 21,4 trilyon dolardı.) Çoğu ekonomist, aralarındaki ilişkinin gevşek olduğu bir ülkeler topluluğunun belirlediği ortak para biriminin geleceği olmadığını, bu paranın varlığını sürdüremeyeceğini söylüyor. Ortada ortak bir anayasa da yok, dolayısıyla mali, ekonomik ve askerî olarak ortak bir hedef de bulunmuyor. Bu istikrarsız koşullar altında uzun vadede ortak bir para birimi sürdürülebilir değil. Ayrıca Avrupa Merkez Bankası, Amerikan Merkez Bankası’ndan ilham alınarak kurulmuş bir yapıdır. Oysa bu kurumun bir merkez bankası işlevi bulunmuyor. O, daha çok bir bekçi köpeği görevi görüyor. Zira her bir AB üyesi, her ne kadar egemenlik sahası giderek daralsa da, hâlen daha kendi merkez bankasına sahip.

Şu anda 27 AB üyesinden sadece 19'u avro bölgesinin bir parçası. Avro bölgesinin bir parçası olmayan ülkeler olarak Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Macaristan, İsveç vs. kendi mali politikalarını muhafaza ettiler ve Avrupa Merkez Bankası’na bağlanmadılar. Bu bağlamda Yunanistan, 2008/2009’de imal edilmiş “kriz”in çilesini çektiğinde avro bölgesinden çıkmayı tercih etmiş olsaydı, ülke bugün muhtemelen iyileşme sürecine girmiş olacaktı. Yunanistan, böylesi bir tercih sonucunda o berbat troykanın, yani Avrupa Komisyonu’nun, Avrupa Merkez Bankası’nın ve IMF’in emirlerine ve kaprislerine tabi olmayacak, borcun çoğu iç borç olduğundan, borç almaya gerek olmadığı için borcunu içeriden düzenleme yoluna gidebilecek, dışarıdan tek kuruş borç almayacaktı.

2015 yılında yapılan kurtarma referandumunda, Yunan halkı kurtarma paketine, yani yeni üstlenilecek devasa borca karşı oy kullandı. Ama Yunan cumhurbaşkanı Çipras sanki referandum hiç yapılmamış gibi, kalkıp halkın yüzde yetmişinin karşı çıktığı kurtarma paketine onay verdi.

Bu, sahtekârlığın açık bir göstergesiydi, zira oynanan, adil bir oyun değildi. Çipras ve partisi, paketi belki de baskılar sonucu kabul etmek zorunda kaldı, bunu bilmiyoruz. Çipras’ın halkını neden sattığını, tüm zenginliği IMF ve Dünya Bankası’nı arkasına almış oligarklara neden teslim ettiğini, Yunan halkını ağır yoksulluk şartlarına neden mahkûm ettiğini, işsizlik oranlarını Avrupa’nın en yüksek değerine neden çıkartma yoluna gittiğini, intihar oranlarının hızla artmasına neden sebep olduğunu asla bilemeyeceğiz.

Yunanistan, diğer AB ülkeleri “uslu durmazlarsa”, yani paranın uluslararası efendilerine itaat etmenin yazılı olmayan altın kurallarına bağlı kalmamaları durumunda başlarına neler geleceği konusunda iyi bir örnek olarak iş gördü.

Asıl korkutucu olan da buydu.

* * *

Şimdi bu Kovid döneminde işler nispeten daha kolay. Yoksul ülkeler, bilhassa dünyanın güneyindekiler, salgın hastalık sebebiyle borçlanıyorlar, halklarının temel ihtiyaçlarını karşılamak için dışarıdan aldıkları borç, hızla artıyor. Veya ülkeleri borç almanın gerekli olduğuna inandırıyorlar. Gelişmekte olan ülkelerin biriken borçlarının büyük bir kısmı, tıpkı kuzeydeki ülkelerin borçları gibi, iç borç. İç borçların silinmesi için yabancı kredi kurumlarına ihtiyaç yok aslında. Zira zengin kuzey ülkelerinin IMF’ten veya Dünya Bankası’ndan borç aldığına pek tanık olunmuyor.

Öyleyse Küresel Güney, bu yalana neden kansın? Kısmen yolsuzluk, kısmen baskılar, kısmen doğrudan şantajla bu ülkeler borç alma gereği duyuyorlar. Evet, akla gelebilecek en büyük uluslararası suçlardan biri olan şantaj, en önde gelen uluslararası BM’ye bağlı finans kurumları olarak DB ve IMF tarafından işleniyor.

Örneğin tüm dünya, nasıl olup da koronavirüs denilen görünmez bir düşmanın 193 BM üyesinin tamamını birden vurduğunu merak ediyor. Nasıl oluyor da Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Dr. Tedros, henüz dünya genelinde 4.617 vaka görülmüşken bu yaşananı "küresel salgın" olarak nitelendiriyor? Sonuçta da 16 Mart 2020’da tüm dünya kapanıyor. İstisnasız tüm ülkeler evlere çekiliyorlar. Brezilya, İsveç, Belarus’un yanı sıra Madagaskar ve Tanzanya gibi bazı Afrika ülkeleri bu adımı atmayıp kendi kurallarını belirliyor, maske takmanın daha zararlı olduğunu görüyor, sosyal mesafenin gelecek nesillerin ve ülke kültürlerinin sosyal dokusunu bozacağını düşünüyor.

Ancak o şeytanî, derin ve karanlık devlet, “bağımsız” ülkelerle yol almak istemiyor. Tüm ülkelerin Gates’in, Rockefeller’ın, Soros gibilerin emirlerine uymasını istiyor. Kısa süre içerisinde Dünya Ekonomi Forumu başkanı Klaus Schwab da bu emirlere destek sunuyor. Birden Brezilya’da vaka sayılarının hızla arttığına ilişkin haberler işitiyorsunuz. Tek soru bile sorulmuyor. Herkese test yapılıyor, birçok önemli bilim insanının değersiz gördüğü PCR testleri ile ilgili tartışmalara bakılmıyor. Sadece devletlerinden para alan, yozlaşmış, satılık bilim insanları, bu testin güvenilir olduğunu söylüyorlar. Sonra Bolsonaro’nun hasta olduğu, Brezilya ekonomisinin çöktüğüne ilişkin haberler geçiliyor.

Tesadüf mü?

Dünya Bankası ve IMF, ya hibe ya da düşük faizli krediler olarak, çoğunlukla borç erteleme konusunda büyük yardımlar sunuyor. Ama bu yardımlar, belirli şartlarla yapılıyor: borç alan ülke, Dünya Sağlık Örgütü’nün kurallarına uyacak, testleri yapacak, aşıları zorunlu kılacak. Batılı devletlerin kaynaklarınızı çalmasına ve özelleştirmelere izin verirseniz, Dünya Bankası ve IMF yardımını almaya hak kazanıyorsunuz.

Dünya Bankası, salgınla mücadele için yürütülen operasyonların hâlihazırda yüz gelişmekte olan ülkeye ulaştığını duyurdu. Bu anlamda dünya nüfusunun yüzde yetmişine ev sahipliği yapan bu yüz ülke, 160 milyar doların üzerinde borç almış durumda. Bugün itibarıyla, salgının patlak vermesinin üzerinden altı ay sonra, ikinci dalganın orta yerinde yardımlar katlanarak çoğalıyor ve 193 BM üyesine ulaşıyor. Bu da tüm ülkelerin, hatta en fakirlerin en fakirleri arasında bulunan ve sürece belli ölçüde itiraz etmiş olan Madagaskar ve Tanzanya gibi Afrika ülkelerinin bile, kötü şöhretli Bretton Woods kurumlarının baskı veya şantajına nasıl boyun eğdiklerini açıklıyor.

Dolar, herhangi bir ekonomi tarafından desteklenmeyen itibari bir para olduğu için, bu kurumlar, dolar temini konusunda hiçbir sorunla karşılaşmıyorlar, zira dolar, “sıcak hava”dan üretilebiliyor, borç veya hibe olarak fakir ülkelere borç şeklinde verilebiliyor. Bu ülkeler, uluslararası finans kurumlarının baskısı nedeniyle, bundan böyle sonsuza dek kurtuluş gününü görmek adına Batılı efendilere kul olacaklar. Kovid-19, finans piyasaları için varlıkları aşağıdan yukarıya doğru aktarmak için mükemmel bir araç.

Serveti en üstte yoğunlaştırmak için bir ya da iki, hatta üç yeni Kovid dalgasına ihtiyaç var. Her şey planlı ilerliyor. Dünya Ekonomi Forumu, korkunç fikirler içeren Kovid-19: Büyük Sıfırlama isimli kitabında önümüzdeki süreçle ilgili senaryoları aktarıyor. Taşlar yerine oturuyor. Batılı entelektüellerimiz bu kitabı okuyor, analiz ediyor, eleştiriyor ama biz onu incelemiyoruz bile. Oturup dünyanın sıfırlanacağı günü bekliyoruz. Plansa görev bilinciyle hareket eden Dünya Bankası ve IMF eliyle uygulanıyor, üstelik yapılanlar, “dünyaya iyilik ediyoruz” yalanı ardına gizleniyor.

Peki Dünya Bankası ve IMF, Kovid plandemisinden önce farklı bir role mi sahipti? Hayır. Eskiden olduğu gibi bugünde bu kurumlar, sömürü, borçlandırma ve köleleştirme için varlar. Kovid’in ortaya çıkışıyla elleri rahatladı sadece. 2019 yılının sonuna dek Dünya Bankası ve IMF, Batı’nın göz koyduğu doğal kaynaklara, petrole, altına, bakıra, kıymetli arazilere sahip gelişmekte olan ülkelerin çoğunun kapısını çaldı.

Gerçekte herhangi bir borca ihtiyacı olup olmadığına bakılmadan, yapısal düzenleme kredileri adı altında bu tür ülkelere yardımlar yapıldı. Bugün bu krediler, tıpkı renkli devrimler gibi, farklı biçimler ve renklerde sunuluyor ve genelde destek amacıyla veriliyor. Ben bunlara “boş çek” diyorum. Zira kimse, paranın başına ne geldiğine hiç bakmıyor, hiçbir işlemi kontrol etmiyor. Bu süreçte ekonomilerini yeniden yapılandırmak, kamu hizmetlerini rasyonel bir zemine kavuşturmak, suyu, eğitimi ve sağlık hizmetlerini, ayrıca elektriği, otoyolları ve demiryollarını özelleştirmek zorunda kalan ülkeler, ellerindeki doğal kaynakları kullanmaları konusunda dış güçlere tavizlerde bulunuyorlar.

Ulusal kaynakların çalınması üzerine kurulu olan bu dolandırıcılığı halk, hiç görmüyor. Ülkeler, giderek Batılı mutemetlere bağımlı hâle geliyorlar. Halkın ve kurumların sahip olduğu egemenliğin yerinde yeller esiyor. Rüşvet alan varsa veren de vardır. Maalesef rüşvete ve yozlaşmaya teslim olmuş kişilere güneyin yoksul ülkelerinde sıklıkla rastlanıyor. Üç kuruş için ülkeler, ABD’yi ilgilendiren kimi BM kararlarının oylandığı toplantılarda ABD ile birlikte oy kullanıyorlar. Bu gerçek de bizi BM’nin dayandığı, yozlaşmış ve çürümüş sistemle ilgili meseleyle karşı karşıya bırakıyor.

1944'te iki Bretton Woods organizasyonu kurulduğunda belirlenen oylama sistemi uyarınca “her ülkeye bir oy” ilkesi lafta kaldı, neticede ABD her iki kurumda mutlak veto yetkisine kavuştu. Ülkelerin oy kullanma hakları, GSYİH gibi belirli ekonomik göstergeleri temel alan karmaşık bir formül üzerinden belirlenen sermaye katkılarına göre tespit edildi. Bugün ABD’nin her iki kurumdaki veto hakkı ve oy hakkı, yüzde 17’lik bir pay üzerinden belirleniyor. İki kurum, toplamda 189 üyeye sahip.

* * *

Kovid, bu BM’ye bağlı, Bretton Woods kaynaklı, “resmiyet”i olan, beynelmilel finans kurumlarının BM sistemine tam olarak nasıl entegre edildiğinin, birçok ülkenin ellerinde daha iyi bir seçenek olmadığı için güvenmek zorunda kaldığı bu kurumların sistemin parçası hâline geldiğinin görülmesini sağladı.

Ama gene de şu soru sorulmalı:

Zevahiri kurtaran, ikiyüzlü ve yozlaşmış bir sistem mi yoksa bu distopik sistemi ortadan kaldırıp, her bir katılımcı ülkenin egemenlik haklarını gözeten, yeni demokratik şartları esas alan yeni bir sistem mi kurmak daha hayırlıdır?

Peter Koenig
18 Kasım 2020
Kaynak

[Peter Koenig, ekonomist ve jeopolitika analizcisidir. Otuz yılı aşkın bir süre Dünya Bankası’nda çalışan Koenig, Implosion isimli, kendi ilk elden tecrübelerini aktardığı ekonomi kitabını kaleme aldı.]

0 Yorum: