07 Ocak 2021

Gates Vakfı, Ebola ve Küresel Sağlık Emperyalizmi


18 Mart 2015’te dünyanın en zengin adamı, yürürlüğe girmesini istediği yeni projesini kamuoyuna duyurdu: bulaşıcı hastalık kaynaklı salgınlara kararlı bir biçimde cevap verebilecek küresel, askerî ve ulusüstü bir kurum inşa edilmeli.[1]

Prestijli New England Journal of Medicine (NEJM) dergisinde çıkan “Yeni Salgın: Eboladan Alınacak Dersler” başlıklı makalesinde ise Bill Gates, azami tesire sahip olacak ve tüm dünyaya hitap eden bir eylem çağrısı yapmaktaydı. Bu makaleyle aynı zamanda Gates, New York Times’a başka bir makale yazdı.[2] Bu dönemde medya, Gates’in argümanlarını hiç eleştirmeden olduğu gibi benimseyen yığınla yazıya yer verdi.

Tarihteki en güçlü özel vakfın başkanı olarak Bill Gates, bugünlerde dünyadaki sağlık çalışmalarının gündemini belirlemeyi alışkanlık hâline getirmiş durumda. Bill ve Melinda Gates Vakfı (BMGV) sağlık alanına tonla para bağışlıyor. Bu para, toplamda 43,5 milyar doları buluyor. Vakıf, sıtma, çocuk felci, verem, HIV gibi hastalıklarla mücadele eden kurumlara her yıl 4 milyar dolar veriyor. Bir STK yetkilisinin de dediği gibi, “bugün Gates Vakfı’nın haberi olmadan kimse öksüremez, kafasını kaşıyamaz, hapşıramaz.”[3]

Gates, New England Journal of Medicine dergisinde çıkan makalesinde sağlık hizmetlerini yönetecek kudretli bir yapının kurulması talebini dillendiriyor. 2014’te Ebola salgınının dünya genelinde yol açtığı panik üzerinden Gates, ileride felâketlere yol açabilecek salgınlar konusunda uyarılarda bulunuyor ve bu salgınların ancak NATO’yu model alacak, güçlü bir küresel ısınma ve tepki sisteminin müdahalesiyle kontrol altına alınabileceğini söylüyor.

BM yetkilileri, o dönemde Ebola’ya uluslararası planda verilen tepkinin çok yavaş olduğu, ama nihayetinde bu tepkinin etkisini gösterdiği, hatta kimi örneklerde “muazzam bir başarı elde edildiği” tespitinde bulunuyor.[4] Buna karşın Gates, “Başka türden bir küresel tehditle, yani savaşla ilgili hazırlıklarımızla kıyaslandığında Ebola ile mücadele tam bir fiyasko” diyor.[5]

Öte yandan Gates, yazısında Dünya Sağlık Örgütü’nün uluslararası salgınla mücadele sistemine sahip olduğunu söylüyor, ama bu sistemin yeterli personele ve paraya sahip olmadığı üzerinde duruyor. Gates Vakfı, hâlihazırda DTÖ’ye en fazla fon sağlayan kuruluşlardan biri. Bu noktada en az 125 milyar dolarlık vakfın başındaki bir ismin zaten yürürlükte olan programlara neden daha fazla para vermediği sorusunu sormak gerekiyor. Oysa Gates makalesinde bu soruya cevap vermiyor, ama gene de sorunun cevaplarını metinde örtük olarak bulmak mümkün.

Aslında Gates’in hayalinde şu tür yetkilere sahip bir teşkilât var:

Batılı ülkelerin ordularıyla, bilhassa NATO ile birlikte çalışacak, gelişmekte olan ülkeleri hedefleyen operasyonlar yürütecek. (“Burada planlama, NATO gibi askerî ittifakları içermeli”; “Ağır bir salgın durumunda orta ve yüksek gelirli ülkelerin büyük bölümü, belki hepsi birlikte çalışmalı.”)

Hızlı tarama testlerinin yapılabilmesi, yeni aşıların ve ilâçların kullanılabilmesi için ülkelerin güvenlik mevzuatını baypas edecek. (“Yeni Ebola ilâçları, salgın zirvesine ulaştıktan sonra Ebolalı hastalarda test edilmedi. Bunun kısmi nedeni, yeni bir deneme formatını onaylayacak veya yasal sorumluluk karşısında tazminat verilmesini güvence altına alacak net bir sürecin işletilmemesi.”)

Teşkilât, salgından etkilenen ülkelerdeki anayasal güvenceleri askıya alacak (“Demokratik ülkeler, bireylerin seyahat etme ve toplanma haklarını budamaktan kaçındıkları için bu ülkeler, faaliyetleri sınırlama konusunda yavaş davranıyorlar, bu da salgının yayılmasına katkıda bulunuyor.”)

Özel korumalardan azade, tüm dünyayı gözetleyen ağlar kuracak, bu ağlar, gelişmekte olan ülkelerdeki insanlarla ilgili bilgileri emperyalist merkeze anında aktaracak. (“Uydu fotoğraflarına ve cep telefonu verilerine erişim sağlanması, salgından etkilenen bölgedeki halk hareketlerini ve bireyleri izleme imkânı sunar.”)

Gates, eskiden beri varolan BM türünden uluslararası kurumların bu türden aşırı güçlü bir yapıyı inşa edemeyeceğini düşünüyor. Bunun yerine Dünya Bankası, G7 ülkeleri ve NATO’yu içinde barındıran bir konsorsiyumun kurulmasını, bu yapıya vakıfların ve teknoloji şirketlerinin katılmasını istiyor. Gates, BM’nin bu çalışmadaki rolü konusunda net bir şey söylemiyor.

Gates, bu bağlamda “sürece Dünya Sağlık Örgütü’nün hangi kısımlarının öncülük edeceğini, Dünya Bankası ve G7’nin hangisinin koordinasyonu sağlayacağını hep birlikte tartışalım” diyor. Makalesinde BM’ye saygı duyuyormuş gibi yapıyor, yoksul ülkelerde kamusal sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesi gerektiğine dair yalandan bir şeyler söylüyor ama aslında o, BM’yi aşan, gelişmekte olan ülkeleri hedefe koyan, Batı’nın zengin ülkelerinin kontrolünde olacak yeni bir uluslararası kurumun oluşturulmasını istiyor.

Gates’in makalesinin ardındaki fikriyat, özgün ve muhteşem görülüp göklere çıkartılıyor. Oysa esasen başka firmaların fikirlerini adapte edip sömürmek suretiyle tüm dünyada yazılım sahasının hâkimi hâline gelen Microsoft geleneğine uygun olarak Gates, bugünlerde halk sağlığı sahasına sinen bir anlayışı, “küresel sağlık yönetimi” anlayışını kendine mal ediyor.

Bu kavram, ilkin Sovyetler yıkıldıktan sonra kurulan tek kutuplu dünya bağlamında dillendiriliyor. “Küresel sağlık yönetimi” anlayışında amaç, ulusötesi sağlık meselelerinin yönetimini Batı’nın idaresinde pekiştirmek.

Süreç içerisinde halk sağlığı, güvenlik meselesi olarak yeniden tanımlanıyor. Gelişmekte olan ülkeler, bugün dünyaya hastalık ve ölüm yayan, SARS, AIDS gibi hastalıkların yuvalandığı alan olarak takdim ediliyorlar ve buradan da Batılı güçlerin, devletlerin egemenliğinin dayattığı kısıtlamaları aşmak için tasarlanmış merkezî sağlık sistemlerini kurmaları gerektiğinden bahsediliyor.

Şunu görmek lazım: Bu literatüre aşina olmayanlar, Gates’in önerilerini şaşırtıcı buluyorlar. Gates ise sadece yeni bir bağlam sunuyor ve bu noktada gerekli kaynaktan söz ederek, tüm basın organlarının büyük bir heyecanla hazırladıkları, ürkütücü bir bulaşıcı hastalıkla alakalı haberleri tüm dünyaya yayarak paniğe yol açıyor.

Bugün ilk kez dünyanın en güçlü isimlerinden biri, sağlık düzleminde küresel sağlık yönetimi fikrine destek veriyor. Küresel sağlık yönetiminin bugün gerçeklik hâline gelmesini söyleyen teori, sağa sola yardımlar dağıtan Bill Gates’in özel vakfını da ele geçiriyor.

Aslında tüm o hayırseverlik, Gates’in küresel sağlık yönetimi düşüncesini askerîleştiren girişimlerini gizliyor. Yardım kuruluşlarının “yumuşak gücü”, her daim Batı emperyalizminin sert gerçekleri ile el ele ilerliyor.

Vakıflar ve Emperyalizm

Özel vakıflar, sadece insanî yardım faaliyetleri yürüten kuruluşlar olarak görülüyor. Bunlar, zenginlere “kazandıklarını topluma cömertlik ve şükran duyguları ile geri vermelerini” sağlayan aracı temin ediyorlar.

Nadiren de olsa bu hayırseverler, çıkıp asıl amaçlarını açık açık ifade ediyorlar ve bu yardım çalışmalarıyla kendileri için dünyayı daha güvenli kılma amacını güttüğünü söylüyorlar.

Bill ve Melinda Gates Vakfı, kendi internet sitesinde bir mektup yayımladı. Burada Bill Gates, “zenginlerin çıkarları üzerine kurulu dünya”ya sesleniyor ve şu uyarıyı yapıyor: “Eğer toplumlar, insanlarına temel sağlık hizmetlerini sunamazsa, onları besleyip eğitemezse, o vakit halklar ve sorunlar büyür, dünya istikrarsız bir yer hâline gelir.”

Bu türden “yardımseverlik” faaliyetleri, yaklaşık yüzyıldır ABD’de yürürlükte olan bir olgu. Yüz yıl önce Rockefeller ve Carnegie gibi sanayi baronları, kendi adlarıyla vakıflar kurdular. Onları 1936’da Ford takip etti.

Joan Roelofs’un (2003) da dile getirdiği biçimiyle, son yüz yılda geniş ölçekli özel yardım kuruluşları, dünya genelinde Batılı yönetici sınıfının ideolojisinin güçlendirilmesinde ve neoliberal kurumların hegemonyasının güvence altına alınmasında kritik bir rol oynadılar. Vakıflardan, vakıfların desteklediği STK’lardan ve Ulusal Demokrasi Vakfı gibi devlet kurumlarından oluşan ağ, CIA’yi fonlamak için kullanıldı ve emperyalizme verilen desteklerle birlikte, halkına dost devletlerin ve toplumsal hareketlerin ezilmesi noktasında devreye sokuldu. Bu amaçla ABD’nin küresel stratejisine katkı sunacak kurumlar ele geçirildi. Süreç içerisinde vakıflar, ABD istihbaratının yönettiği rejim değişikliği operasyonlarında aktif olarak kullanıldılar.

Örneğin Endonezya’da Ford Vakfı’nın desteklediği bilgi ağları, ABD hegemonyasına karşı çıkan tarafsız Sukarno hükümetini yıkmak için kullanıldı. Aynı zamanda Ford, hem Endonezya Üniversitesi’nde hem de ABD’deki üniversitelerde ekonomistleri ileride kapitalist emperyalizme destek sunacak hükümette kullanmak üzere eğitti.

Kısa sürece Pierre Omidyar ve George Soros gibi milyarder isimlerin yönettikleri vakıflar, Ukrayna cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i deviren 2014 darbesinin ardındaki muhalif gruplara destek verme noktasında ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ile birlikte çalıştılar.

Bilindiği üzere özel vakıflar, nüfuzlarını dolaylı yollardan kullanıyor ve imkânlarını daha geniş bir alanda devreye sokuyorlar. ABD’nin elindeki “yumuşak güce” ait önemli bir unsur olarak vakıflar, yönetici sınıf tarafından kaldıraç niyetine kullanılıyorlar ve onlardan, kamu politikasını kapitalist sisteme, şirketlerin kârlarına yarayacak bir yöne sokma noktasında istifade ediliyor.

Uluslararası sağlık alanında yürütülen yardım faaliyetlerinin ilk örneğini tropikal tıp okullarında görmek mümkün. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Britanya ve ABD, bu okulları sömürgelerdeki emekçilerin üretkenliğini artırmak, ama öte yandan da oralarda çalışan beyaz denetçilerin ve idarecilerin sağlığını korumak için kurdu. 1907’de bir gazeteci şunları aktarıyor:

“Hastalık, yerli halkın büyük bir kısmını kırımdan geçiriyor, tropik bölgelerden gelen insanlar evlerine yaşlı ve harap hâlde dönüyorlar. Beyaz adam, bu soruna çözüm bulana dek söz konusu ayıpla yaşanmaya devam edilecek. Dünyanın büyük bir kısmını beyaz adamın idaresi altına sokmak tumturaklı bir iddia, ama yerli halkların yaşam koşullarını geliştirecek araçlar elimizde yoksa bu iddia, boş bir övüngenliğin yansıması olarak kalacak.”[6]

Rockefeller Vakfı da aynı gerekçe temelinde kuruluyor. 1913’te faaliyetlerine başlayan vakıf, ilk hedefinin kancalı kurt hastalığını, sıtmayı ve sarıhummayı ortadan kaldırmak olduğunu söylüyor. Esasında ilk günden itibaren vakfın yardım faaliyetleri, ülke içiyle alakalı bir gündeme de sahip. 1916’da Walsh Komisyonu Raporu’nun hazırlanmasından sonra vakıf, emek sahası ile ilgili araştırmalara sunduğu desteği geri çekiyor, zira raporda vakfın patronların yıkıcı faaliyetlerini ve sanayideki şiddeti gizlemek için kamuya ait bilgi kaynaklarını ortadan kaldırdığından söz ediliyor.[7]

Rockefeller’a ait Uluslararası Sağlık Komisyonu’nun sömürge dünyasında teşvik ettiği halk sağlığı tedbirleri kâr artışına sebep oluyor, zira bu teşvikler sayesinde her bir işçiye çalışma başına daha düşük para ödeniyor, ama buna karşın “işçilerin daha uzun ve daha çok çalışacak gücü bulduklarından, buna karşılık kendilerine verilen zarfın içinde daha fazla parayla karşılaştıklarından” bahsediliyor.[8]

Sömürü için geniş bir işsiz havuzuna sahip olan bölgelerde emeğin verimliliğindeki artışa katkı sunan Rockefeller destekli araştırma programları, Güney’in yoksul ülkelerinde ABD ordusunun ileride gireceği maceralar konusunda gerekli kapsamı sunuyor. Bu ülkelerde işgalci orduların elini kolunu tropikal hastalıklar bağlıyor.[9]

Rockefeller Vakfı, uluslararası sağlık programlarının kapsamını ABD kurumlarıyla ve diğer örgütlerle uyumlu biçimde genişlettikçe emperyalizmin merkezi daha fazla avantaj elde ediyor. Modern tıp kapitalizmin sunduğunu söylediği faydaları “geri kalmış” halklara reklâm ediyor, bu halkların emperyalist güçlerin hâkimiyetine yönelik direnişinin zeminini ortadan kaldırıyor, bir yandan da sömürge ülkelerde yeni sömürgeciliğe açık, yabancıların bağışlarına bağımlı bir meslek sahibi sınıf yaratıyor. Rockefeller Vakfı’nın başkanı 1916’da şu tespiti yapıyor: “İlkel ve şüpheli halkları susturma noktasında ilâçlar makineli tüfeklere kıyasla daha fazla avantaja sahiptir.”[10]

İkinci Dünya Savaşı sonrasında halk sağlığı ile ilgili yardım çalışmaları, ABD’nin dış politikasıyla daha fazla uyumlu hâle getiriliyor, çünkü bu dönemde yeni sömürgecilik, her zaman özü teşkil etmese de “kalkınma” retoriğini benimsiyor.

Vakıflar, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ile devletin gerçekleştirdiği, Batı’nın imal ettiği mallara yeni pazarlar oluşturma bir yandan da hammadde üretimini artırma amacını güden müdahalelere destek verme noktasında işbirliği içinde hareket ediyorlar.

ABD’de Dışişleri Bakanı George Marshall’ın temsil ettiği yönetici sınıf içi bir kesim, o dönemde şunu söylüyor:

“Tropikal bölgelerde emeğin üretimini artırdığımızda halk sağlığına yapılacak yatırımların yanında toplumsal ve ekonomik altyapıya da yatırım yapmak zorunda kalacağız.”

Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ABD siyasetinin önde gelen mimarlarından olan Marshall, 1948’de düzenlenen Dördüncü Uluslararası Tropikal Hastalıklar ve Sıtma Kongresi’nde yaptığı konuşmada, “aydınlanmacı” kapitalizmde verilecek sağlık hizmetleriyle ilgili vizyonunu şu şekilde aktarıyor:

“Tropikal hastalıkların kontrol altına alınması ile gıda ve hammadde üretimi muazzam ölçülerde artacak, dünya ticareti teşvik edilecek, her şeyin ötesinde yaşam koşulları iyileşecek, toplumsal ve kültürel avantajlar elde edilecek.”[11]

Marshall’ın bu konuşması, bugün Bill ve Melinda Gates Vakfı türünden vakıflarca olduğu gibi tekrarlanıyor. Bu vakıflar, sömürgecilik sonrası dönemin reelpolitiği için bir kılıf işlevi görüyor.

Ellilerde Ford Vakfı’na başkanlık eden Paul Hoffman’a göre, “Çin iç savaşında komünistlerin elde ettikleri zafer, komünizmin toplumsal ve ekonomik düzensizliğin bulunduğu koşullarda gelişip serpildiği konusunda bir ders içeriyor.”[12]

Dolayısıyla, savaş sonrası gündeme gelen yardım çalışmalarının asıl amacı, üçüncü dünya halklarını pasivize edecek kalkınma programlarını teşvik etmek. Ford Vakfı’nın 1949’da hazırladığı Gaither Raporu tam da bu sebeple, “Asya ve Avrupa’da komünizmin yükselişine karşı koymak amacıyla insanların refahını artırma” görevini vakıfların omuzlarına yüklüyor.[13]

1956’da ise Ulusal Kalkınma İdaresi Kurulu başkanının hazırladığı raporda halk sağlığı yardımlarının Batı’nın Hintçini’nde gerçekleştirdiği askerî saldırılara yardım etmek amacıyla devreye sokulan bir taktik olduğu söyleniyor:

“Geceleri Viet Minh gerillalarının faaliyetleri yüzünden girilemeyen bölgelerde gündüzleri sıtmayla mücadele ekipleri, her yere DDT denilen böcek ilâcını sıkıyordu. […] Filipinler’de insanların yaşamadığı birçok bölgenin kullanılabilmesi için benzer programlar yürürlüğe konuldu ve bu programlar, Huk örgütü mensubu teröristlerin barış yanlısı birer toprak sahibine dönüştürülmesi sürecine katkıda bulundular.”[14]

Büyük yardım kuruluşları ve vakıflar, bağımsızlığın elde edilmesi ardından Hindistan tarımına da müdahale ediyorlar. Burada Ford Vakfı, Toplumsal Kalkınma Programı türünden girişimlerin altına imza atıyor. Üstelik Nehru bu programları, “tarımda temel toplumsal reformları talep eden solcu ve komünist köylü hareketlerinden devrim tehditlerini savuşturacak bir model olarak” görüp göklere çıkartıyor.

Ama halk sağlığı yardımlarından farklı olarak vakıf destekli tarımsal kalkınma pratiği, göstermelik tedbirlerin ötesine geçemiyor. Paul Baran gibi isimlerin de dillendirdiği biçimiyle, savaş sonrasında emperyalizm, çevre ve merkez arasında tesis ettiği bağımlılık ilişkisi sayesinde gelişip serpiliyor.

Bu süreçte yabancı sermaye, mevcut feodal ticaret düzenini savunan büyük toprak sahipleri, zengin kompradorlar ve güçlü tekellerden meydana gelen koalisyonun güvencesi altındaki yarı feodal politik ve toplumsal yapıların kalıcılaşmasından epey istifade ediyor.

Dolayısıyla, azgelişmiş devletlerin ve ekonomilerin güçlenmesini ve feodalizmin kökünün kazınmasını şart koşan her türden anlamlı reform, kapitalist kurumların başındaki yöneticilerin korumak istedikleri sömürgecilik sonrası bağımlılık sistemine dönük bir tehdit olarak görülüyor.

Bu noktada vakıfların hassas bir denge tesis etmeleri, bağımsızlığı veya gerçek bir reformu teşvik etmeksizin üçüncü dünya halklarını teskin edecek adımlar atmaları gerekiyor. Bazen de vakıflar, lütufta bulunup altyapı ile eğitimli personel üzerindeki kontrolünü olduğu gibi ulusal sağlık bakanlıklarına teslim ediyor.[15] Ama hiçbir zaman yoksul ülkelerdeki sağlık sisteminin gerçek anlamda kendi kendine idame edebilen bir yapıya kavuşmasına izin verilmiyor.

Soğuk Savaş döneminde dile getirilen abartılı vaatlerle kıyaslandığında üçüncü dünya ülkelerinde sağlık hizmetlerine yapılan yatırımlar çok düşük düzeylerde seyrediyor. Gene de periferideki ülkelerin hükümetlerinin emperyalizmle işbirliği, insanların kalplerini ve akıllarını ele geçirmek için verilen mücadele bağlamında zaruri görülmeye devam ediyor. Rusya ve Çin’de sosyalizmin sona ermesiyle birlikte uluslararası sağlık yardımının dayandığı teori ve bu yönde atılan adımlar, nitelik bakımından önemli bir değişime uğruyorlar.

Küresel Sağlık Yönetimi (KSY)

Küresel sağlık yönetimi kavramı, Batı’da ilkin doksanların başlarında dillendirildi. Bu kavram, ABD çıkarlarının hâkim olduğu tek kutuplu dünyada, Washington’ın Sovyetler’in çökeceğine dair inancının bir yansımasıydı.

Bush’un “yeni dünya düzeni” kavramı, akademiye “küresel yönetim” adı altında giriş yapmıştı. Bu yönetim, temelde ABD’nin öncülük ettiği bir ulusötesi rejimi ifade ediyordu. Bu rejimse hem Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret Odası gibi kurumlardan, hem de ulusötesi şirketler, özel vakıflar ve STK’lardan oluşan özel aktörlerden meydana geliyordu.

Oysa aslında resmiyette bir dünya hükümeti önerisinde bulunmanın bir anlamı yoktu. Esasen Batı, azgelişmiş ülkelerin sorumluluğunu üstlenmek istemiyordu. O, milyarlarca yoksul seçmenin talebini karşılayacak durumda değildi.

Bu vizyon temelde, son tahlilde ABD ordusunun güvencesi altında olan, küresel kapitalizmin kurumlarının uygulamaya koydukları, kendisini her yerde hissettirecek bir güç anlayışı üzerine kuruluydu. Bu tarz bir rejim, Vestfalya Antlaşması kaynaklı egemenlik anlayışının ve demokratik düzlemde hesap verme zorunluluğunun eskiden beri yol açtığı engeller olmadan işleyecekti.[16]

Ulus-devletin altını oymak suretiyle emperyalizm, Istvan Meszaros’un “son iki yüz yıldır sisteme damgasını vuran, ulus devletler arasındaki patlamaya hazır çelişkileri aşma, bu noktada ulusötesi niyetlerini ve yönelimlerini destekleyecek şekilde kapitalist sisteme ait bir devlet kurma hatası” dediği süreci işletti.

“Küresel yönetim” kavramı, ilkin belirli bir gidişatı izah etmek için kullanıldı, ama sonra ABD’nin öncülük ettiği uluslararası koalisyonun 1999’da Yugoslavya’ya saldırmasıyla başka bir boyut kazandı. Dış politika analizcileri, prens ve prenseslerin burunlarını sürtmek, kendi ülkeleri içindeki ve dışındaki aşırılıkları almak adına belirli çalışmalar yürüttüler ve açıktan, bunların yapılması durumunda ulusal egemenlikle ilgili eski fikirlerin terk edilmesinin şart olduğunu söylediler. Bir hukuk hocasının da ifade ettiği biçimiyle küreselleşme,

“meşru politik otoriteyi sabit bir coğrafyaya çaktığı kazıktan kurtaracak, dolayısıyla bu otoriteyi temel kozmopolit düzenlemelere ait bir vasıf hâline getirecek şekilde yeniden tanımlamak gerekiyor. Bu noktada kozmopolit yapı, birbirinden ayrı birlikler hâlinde örgütlenmeli. Aslında bu kopuş, kazıklardan kurtulma süreci, çoktan başladı. Ulus devletin altında, üstünde ve yanı başında duran tüm politik otorite ve yönetim biçimleri, dağılıyor.”

Ulusal egemenlik fikri için yıkıcı olan bu düşünce tarzı, sonrasında yeni emperyalist genişleme süreci için faydalı olduğunu kanıtladı. Küresel yönetim, “insanî müdahale” etiketi vurulan askerî faaliyetlerin teorik dayanağını teşkil etti ve “koruma sorumluluğu” lafına yapılan atıflar üzerinden meşrulaştırıldı. Ayrıca küresel yönetim, kendi literatürünü de üretti ve bu kavram, Batı emperyalizminin çıkarına olan her hususa bir biçimde tatbik edildi. Bu bağlamda “küresel hukukun yönetilmesi”, “küresel finansın yönetilmesi” ve “küresel kültürün yönetilmesi” gibi kavramlar üretildi. Küresel sağlık yönetimi de bu bağlamda gündeme geldi. 2002’de ABD’nin başlattığı terörizmle küresel mücadele ile birlikte gündeme gelen küresel sağlık yönetimi, hızla dünya kamu sağlığı ajandasının ilk maddesi hâline geldi.[17]

Küresel sağlık yönetimi, en temelde şu şekilde tarif ediliyordu:

“Sağlıkla ilgili güçlükleri ve sorunları etkin bir biçimde ele almak için sınırları kolektif eyleme ihtiyaç vardır. Bu güçlüklerle ve sorunlarla başa çıkabilmek için devletlerin, hükümetlerin kurduğu teşkilâtların ve sivil toplum aktörlerinin resmi ve gayriresmi kurumlardan, kurallardan ve süreçlerden yararlanması gerekir.”[18]

Bu lafı dolandırmadan dillendirilen tarif, eskiden uluslararası düzlemde önerilen sağlık hizmeti modellerinden çok farklı bir modele işaret etmektedir: Bu model, “sivil toplum aktörleri”ni, yani vakıfları, STK’ları, kamu-özel ortaklıklarını sadece ulusal hükümetlere tahsis edilmiş bir alanda faaliyet yürütmeleri için gerekli kapsama ve yetkiye sahip yapılar olarak görmektedir.

Kısmen küresel sağlık yönetimi teorisinde amaç, “sivil toplum” denilen olgunun büyümesi için gerekli zemini teşkil etmektir. Sivil toplumsa yönetici sınıfın iktidarı konusunda halkın rıza göstermesine katkıda bulunan, kâr amacı gütmeyen örgütlerden oluşur ve örgütler, bir yandan da egemen devletlerin otoritesi üzerinde bir otoriteye sahip olurlar.

Daha önceleri dünyada sağlık hizmetleri ve çalışmaları, egemen devletlerin Dünya Sağlık Örgütü’nün rehberliğinde yürüttüğü, işbirliğine dayalı bir çaba olarak görülürdü. Alma Ata Deklarasyonu’ndaki (1978) ruha uygun olarak “herkese sağlık hizmeti verilmesi” hedefi, ana hedef olarak belirlenmişti. Çin Halk Cumhuriyeti’nde halk sağlığını devrimcileştirmiş olan “yalınayak doktor” programını temel alan Alma Ata Deklarasyonu, halkın kendisine verilecek sağlık hizmetlerinin planlanması ve uygulanması sürecine tek tek ve müşterek iştirak etme hakkı elde ettiği, bunu bir görev olarak kendisine veren, temel sağlık hizmetiyle alakalı bir felsefe önermekteydi. En azından teoride zengin devletler ve hayır kurumlarından, gelişmekte olan dünyaya, ulusal egemenliğe ve yerelin endişelerine saygı duymak şartıyla, yardım etmesi bekleniyordu.

Alma Ata, neoliberalizmin zafere ulaşmasıyla birlikte çöpe atıldı, zira gelişmekte olan dünya geneline, halk sağlığına yatırım yapılmamasını şart koşan yapısal uyum programları dayatıldı.

Alma Ata’nın yerini süreç içerisinde “kısmen örtüşen ve hiyerarşik olmayan uygulamalar” aldı. Bu bağlamda her yanı, devlet destekli STK ve vakıf sardı. Özellikle Batı’da pıtrak gibi çoğalan bu tür yapıların parasını ise multi-milyarderler ödüyordu.

Ulusal sağlık hizmetleri ile ilgili çalışmalara verilen destek, zaman içerisinde gündemden düştü. Sağlık bakanlıkları, sistematik olarak baypas edildi veya kamu-özel ortaklığı türünden müdahaleler üzerinden tavizde bulunmaya zorlandı. Ulusal sağlık sistemlerinin altı oyuldukça bağışçı ülkelerin ve özel vakıfların sağlık harcamaları da büyük oranlarda arttı.[19]

Merkezi ABD’de bulunan Dış İlişkiler Konseyi’nin öngörüsüne göre devlet destekli sağlık hizmetlerinden yararlananların sayısı düşecek, onun yerine insanlar, tüm ulusları kuşatan, “yeni yasal çerçevelere, kamu-özel ortaklıklarına, ulusal programlara, yenilikçi finans mekanizmalarına, sivil toplum örgütlerinin geniş katılımına, yardımlar dağıtan vakıflara ve çokuluslu şirketlere yaslanan yeni bir düzen tesis edilecek.”

Batılı hükümetler ve vakıflar, bugün “Vestfalya sonrası oluşan çerçeve”ye geçmek için fırsat kolluyorlar.[20] Alanla ilgili çalışmalar yapan akademisyenler de farklı bir şey söylemiyorlar. Bu isimlere göre küresel sağlık yönetimi meselesinde asıl tartışma, şu hususla ilgili: “Vestfalya Anlaşması’nı temel alan yönetim tarzına ait eski formüller işe yaramıyor, birçok farklı aktör, yeni fikirlerle sahneye çıkıyor.”[21]

Ulusal egemenliğin ağırlığını azaltmak, küresel sağlık yönetiminin bilinçli bir biçimde güttüğü bir amaç ve bu amaç nadiren tartışılıyor. Daha çok “küresel sağlık yönetimi” denilen mesele, yaklaşan kıyamete karşı gerekli bir savunma yöntemi olarak öneriliyor.

Bu fikri savunanlar, dünyanın bugün kritik ve eşi benzeri görülmemiş bir momentte olduğunu, bu momentte uluslararası seyahatlerin arttığını, kentleşmenin hızlandığını, ticaretin “yeni bulaşıcı hastalıklar”ı kaçınılmaz kıldığını, bu hastalıkların felâketlere yol açma potansiyeline sahip olduğunu söylüyorlar. Bu konuda kanıt olarak da 1918’deki İspanyol Gribi’ni ve 1957-58’deki Asya Gribi’ni örnek veriyorlar. Oysa bu iki salgın da ülkelerin birbirine bağlanmasından çok önce görüldü.

Bu bağlamda ilgili tehdit, bir yandan da sömürgeci iddialarla ve ırkçılara has korku ifadeleriyle birlikte ele alınıyor. Zira bulaşıcı hastalıklar, yoksul ülkelerden çıkan bir şeymiş gibi takdim ediliyorlar ve onların Batı dünyasını tehdit ettiği üzerinde duruluyor. Küresel sağlık yönetimi ile ilgili ders kitapları, vaka çalışmalarını kendi niyetini ele veren bir üslupla aktarıyorlar:

“SARS, insandan kaynaklanmadı ve kontrol edilemeden, Güney’den Kuzey’e hızla yayıldı. Aynı şekilde kuş gribi de insan kaynaklı değildi, o da her ne kadar kendisini ilk gösterdiği, Güney’in gelişmekte olan ülkelerinde yavaş ilerlese de, kontrolsüz bir biçimde yayıldı. HIV/AIDS, Güney’de insan dışı kaynaklardan türedi ama insanlar eliyle Kuzey’e sıçradı ve buradaki ülkelerde yayıldı.”[22]

Bu tür metinlerde nedense 2007-2008’de Kanada’nın Halifax eyaletinin Nova Scotia şehrinde çıkan ve dünyaya yayılan kabakulak salgınından ve BM Haiti’nin İstikrarı Komisyonu üyesi arabulucuların bulaştırdığı, hâlen daha etkisini gösteren kolera salgınından hiç bahsedilmiyor.

Küresel sağlık yönetimi teorisi, hiç de küresel değil aslında. Çünkü bu teori, yoksul periferinin zengin merkez nezdinde yol açtığı tehditlere odaklanıyor. Burada teoriden çok emperyalizmin mevcut aşamasıyla birebir örtüşen bir ideoloji söz konusu.

Küresel sağlık yönetimi, Batı’nın dış tehditlere karşı kendisini savunması gerektiğinden bahsediyor. Dolayısıyla onun 11 Eylül saldırısı sonrası gündeme gelen “güvenlik” söylemine sarılması, gayet doğal bir gelişme.

Dünya genelinde biyoterörizm konusunda alarm verilmiş olması sayesinde birileri, birbiriyle alakası bulunmayan sağlık ve ulusal/uluslararası güvenlik denilen iki alanı birbirine bağlama fırsatı yakaladılar.[23] Bu bağ, karşılıklı ilişkiyi tetikledi. Sonuçta sağlık emekçileri “terörle mücadelenin tıp cephesini açtılar”, askerî güçler de sağlıkla ilgili felâketlere yönelik tepkiler kapsamında harekete geçirildiler, bundan sonra da bu yönde kullanılmaya devam edilecekler.[24]

Küresel sağlık yönetimi, ABD ordusunun 2010’da Haiti’de meydana gelen depreme verdiği tepkinin adı olan Birleşik Tepki Operasyonu için bir bahane olarak kullanıldı. Güya insanî yardım için yapılan operasyon, ABD emperyalizminin uzun zamandır hâkim olduğu ülkenin büyük bir kısmını işgal etmesi konusunda bir gerekçe sundu. Ülkeye gelen 17 gemi, 48 helikopter ve 12 sabit kanatlı uçaktan inen 17.000 asker Haiti’ye konuşlandı.[25]

Ertesi yıl Başkan Obama, “Küresel Sağlık Güvenliği Ajandası”nı açıkladı ve konuşmasında ABD’nin öncülük edeceği, farklı sektörleri içeren, her türden biyolojik tehlikeye yönelik tepkiden dem vurdu. Orada başkan, ister tedavi edilebilir bir hastalık olsun, ister terörist bir saldırı, isterse H1N1 türünden bir pandemi olsun, her türden tehlikeye yönelik tepkiye ABD’nin öncülük edeceğini söyledi.[26]

ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ve ABD Savunma Bakanlığı gibi kuruluşlar sürece dâhil edildiler. Sağlık alanına yönelik emperyalist müdahaleler, artık “insani yardım amaçlı” askerî müdahaleler bağlamında meşrulaştırılma imkânına kavuştular:

“Bugün ulusal çıkarlar ülkeleri, sorumluluk gereği sağlıkla alakalı dış kaynaklı tehditlerle uluslararası planda ilgilenmeye veya küresel güvenlik ya da ticaret zarar görmesin diye kendi sınırları dışındaki çatışmaların sonlandırılması sürecine katkıda bulunmaya mecbur etmektedir.”[27]

Bu süreçte bazı isimler, halk sağlığının askerîleştirilmesini ağır bir dille eleştirdiler ve bunun “endişe verici bir gelişme olduğunu, otoriter bir nitelik arz ettiğini, halk sağlığı için kötü olduğunu, stratejik düzlemde ise verimsizlikle sonuçlanacağını” söylediler. Bu eleştirilere kulağını tıkayan Bill Gates, söz konusu gelişmeyi sevinçle karşılayanlar arasında yer alıyordu:

“Bazılarına sert gelebilir ve redde tabi tutulabilir söyleyeceklerim ama ordu, sadece askerî harekâtlar değil, doğal felâketler ve salgınlar konusunda da eğitilmeli. […] Ordu, sıhhiye sınıfıyla beslenecek olursa, hiçbir harcama yapmadan çok önemli bir güce sahip olmuş olursunuz.”[28]

Gates’in ordunun müdahalesine verdiği onay ve destek, bilhassa önemli, zira sahip olduğu vakıf, küresel sağlık yönetimi döneminde hayırseverliğin önde gelen kuruluşu ve timsali hâline geldi. Paranın nereden geldiği, nereye gittiği konusunda hiç hesap vermeyen bu vakıf, demokrasiye veya ulusal egemenliğe zerre saygı göstermeksizin, elini kolunu sallaya sallaya tüm kamu ve özel faaliyetler alanını hiçbir engelle karşılaşmadan dolaşabiliyor, istediği kişi ve kurumlarla iş yapıyor, temsil ettiği çıkarlar adına hızlı ve net müdahaleler gerçekleştiriyor. Bill Gates’in kendisinin de ifade ettiği biçimiyle, seçimle işbaşına gelmiş biri olmadığı için, onu o “koltuktan oy kullanarak indirmek de mümkün değil.”[29]

Bill & Melinda Gates Vakfı (BMGV)

1999’da kurulan ve ilk bağışını Microsoft’tan alan Bill & Melinda Gates Vakfı (BMGV), bugün dünyanın en büyük özel vakfı, hatta öyle büyük ki Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı ve Carnegie Derneği gibi bir zamanların en önemli oyuncularını gölgede bırakıyor.

BMGV, dünyanın en zengin ve en acımasız kapitalistlerinin at koşturduğu bir sahada tüm o istisnai zorbalığıyla epey bir itibar elde etti. Gates ailesinin çıkarlarının ve tutkularının yönlendirdiği vakıf, kurucusu dışında kimseye tek kuruşun hesabını vermiyor. Vakfın stratejilerini, bizzat Bill Gates oluşturup onaylıyor. Vakfın ele aldığı argümanları bizzat o çıkıp savunuyor, örgütün yönünü o belirliyor.

Gates’in hayır işlerine yaklaşımı, muhtemelen onun demokrasiye yönelik tutumundan kaynaklanıyor:

“Devlete yaklaştıkça, işlerin nasıl döndüğünü gördükçe, ondan giderek uzaklaşıyorsunuz. Bu adamların bütçe konusunda bir bilgileri bile yok. […] Tüm bu insanların oy kullanacaklarını, giderek karmaşıklaşan konulara dair görüş geliştireceklerini aklınıza getirince şunu düşünüyorsunuz: bulunan en kolay cevap, gerçek cevap değildir. Bu, oldukça tuhaf bir sorun aslında. Bu türden sorunlarla yüzleşen demokrasiler, bu şeyleri daha iyi mi hallediyor acaba?”

Gates’in hayırseverlik üzerine kurulu imparatorluğunun üzerinde güneş batmıyor, üstelik bu imparatorluk giderek büyüyor. ABD’de BMGV, esas olarak “eğitim reformu” meselesine odaklanıyor, devlet okullarının özelleştirilmesine dönük çabalara destek sunuyor, öğretmen sendikalarının kendisine bağlı hâle gelmesi için uğraşıyor. ABD’deki vakıf faaliyetlerinden daha kapsamlı çalışmalar yürüten dış şubelerse gelişmekte olan ülkeleri hedef alıyor ve bulaşıcı hastalıklar, tarım politikası, üreme sağlığı ve nüfus kontrolü gibi meselelere yoğunlaşıyor. Sadece 2009 yılında BMGV, dünya genelinde yürüttüğü projelere 1,8 milyar dolardan fazla para harcadı.

BMGV, bir yandan da yardımseverlik denilen sahaya şirketler arasında cereyan eden rekabeti taşımakla ve iş planlamasına dair normları uygulamakla övünüyor. Vakfı inceleyen bir isme göre “Bill Gates, sıtmanın kökünü nasıl kuruttuğunu, tıpkı Netscape denilen bağımsız bilgisayar şirketinin kapısına nasıl kilit vurduğunu anlatır gibi anlatıyor.” Fortune dergisinin en büyük beş yüz şirket listesinde yer alan şirketler gibi BMGV de stratejik ortaklıklarla yatırımlarını artırmaya çalışıyor ve vakfın girişimlerinin elde ettikleri başarıları sayısal ifadelerle değerlendirmeye tabi tutuyor:

“Vakıf, sağlık veya eğitim hizmeti sağlama alanına yatırım yapmıyor. Bunun yerine biz, sistemlerin başarısını yukarı çekecek ve bu hizmetler insanlar için daha iyi sonuçlar ortaya koysun diye yenilik yapacak yollar belirliyoruz. Tüm stratejiler, ortaklarımızın etkisini artıracak düzeye ulaşmalarını sağlıyor. Stratejiler, bütünüyle teknolojinin rolü üzerinde duruyor.”

Vakıf, esasen sadece yaptığı harcamalarla değil, ayrıca STK’lar, devlet kurumları ve özel şirketler gibi “ortak şirketler”den oluşan gelişkin ağ üzerinden güç elde ediyor. Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü’nün en büyük üçüncü bağışçısı olan vakıf, dünya sağlık politikasının oluşum sürecini yöneten ana güçlerden biri.[30]

Vakfın kendi boyunu aşmış olan nüfuzu, Cenevre’de her daim hoş karşılanan bir olgu değil. 2008’de basına sızan bilgi notunda DSÖ’deki sıtma programına başkanlık eden Arata Kochi, vakfın yürüttüğü sıtma araştırmalarıyla sürece hâkim olmaya başladığını, bu durumun bilim insanlarının farklı görüşler dile getirmesine mani olduğunu ve DSÖ’nün politika yapma işlevini ortadan kaldırdığını söylüyordu.

Vakıf, bugün kapsamı epey geniş olan, çok farklı alanlara nüfuz eden kamu-özel işbirliklerini yönetiyor. Yardımlar dağıtan bu kuruluşlar, devletlerarasındaki ayrımları silikleştiriyor. Yurttaşlarına zerre hesap vermiyor, sadece hissedarlarına hesap veren kâr amaçlı işletmeler olarak çalışıyor.

Örneğin 2012’de bir çalışma başlatılıyor. Burada amaç, o güne dek göz ardı edilmiş tropikal hastalıklarla mücadele etmek. Sürece ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı, Dünya Bankası, Brezilya, Bangladeş ve BAE gibi devletler, ayrıca 13 ilâç şirketinden oluşan bir konsorsiyum dâhil oluyor. Bu konsorsiyumda adı kötüye çıkmış, Merck, GlaxoSmithKline ve Pfizer gibi büyük ilâç tekelleri yer alıyor.

“AIDS, Verem ve Sıtmayla Küresel Mücadele Fonu” ve (Dünya Sağlık Örgütü ile aşı endüstrisini birbirine bağlayan, Gates’in fonladığı kamu-özel işbirliği olarak) “GAVI Aşı İttifakı” türünden “çok paydaşlı girişimler”in ardında hep BMGV’yi görüyoruz.

Bu türden adımlar sayesinde vakıf, farklı şirketlerin yer aldığı girişimlerdeki payını artırma imkânı buluyor. Aynı şekilde, bu girişimlerde özel şirketler, stratejik yatırım programları üzerinden güçlerini artırıyorlar ve kâr elde ediyorlar. ABD hükümeti, bu sürecin önemli ve stratejik bir ortağı.

Aynı zamanda BMGV, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı ve Hastalık Kontrolü ve Korunma Merkezi ile sıkı ilişki içerisinde. Kurucusu sayesinde Gates Vakfı, Beyaz Saray’a hiçbir kısıtlamayla karşılaşmadan girebiliyor. Ayrıca vakıf, vergi kanunları konusunda bir sıkıntıyla da karşılaşmıyor. Bu kanunlar sayesinde özel yardım kuruluşları belirli bir zırha sahip oluyorlar. Hatta devlet, ilgili kuruluşları etkin bir biçimde finanse ediyor.

Gates Vakfı, ulusal hükümetlerin ajandalarına ve faaliyetlerine doğrudan müdahale ediyor. Örneğin Uganda’daki belediye altyapısının geliştirilmesi ile ilgili projeye finansman sağlıyor veya “Tuvaletin Yeniden İcadı” başlıklı çalışmada Hindistan Bilim Bakanlığı ile birlikte çalışıyor.

Aynı zamanda vakıf, kendisinin destek verdiği girişimlere hükümetler para akıtsın diye lobi faaliyeti yürüten STK’lara destek sunuyor.[31] Hatta BMGV, Pakistan hükümetinden, faaliyetlerine destek verecek güvenlik tedbirlerini talep edebiliyor.

Yoksul ülkelerin başındaki hükümetlere nüfuz etmek, vakfın asıl görevlerinden biri: Vakıf, büyük ilâç tekelleri türünden, sağlıkla bağlantılı ulusötesi şirketlerin ürettikleri ürünler konusunda bu tür ülkelerde talep yaratmak için uğraşıyor. Yıllık gelirleri bir trilyon dolara yaklaşmasına rağmen küresel ilâç endüstrisi, kalıcı kriz koşullarından bir türlü kurtulamıyor, üstelik bir de çıkıp kendisine pahalıya patladığını söylediği mevzuatları ve yönetmelikleri suçluyor.

Bir ilâcı piyasaya sürmek için araştırma-geliştirme, testler ve reklâm konusunda epey para harcamak gerekiyor. Bu ilâçları satın alan hükümetlerden gelen yardımı almak için en başarılı ilâçları bile kârlı bir hâle sokmak gerekiyor. Bu noktada BMGV, arabulucu olarak iş görüyor. Tüm gücünü, ülkelerin sağlık bakanlıklarını ilâç alımı için tahsis edilmiş, zaten kıt olan parayı aşı ve gebelik önleyiciler gibi ilâçlara yatırmaya teşvik etmek için kullanıyor. Bu satın alınan ilâçların yükünü ise gelişmekte olan ülkelerde, verecek parası az olan yerlerde, vergi ödeyen halk omuzluyor. Sonuçta da kâr, çevreden merkeze akıyor.

Aynı zamanda BMGV gücünü, güvenlik testlerinin yapılması için de kullanıyor. Vakfın tanıtım bülteni, kendisinin gelişmekte olan ülkelerin gerçeklerine uygun biçimde geliştirilmiş AR&GE stratejilerine sunduğu desteği “bilimsel keşiflerin uygulanabilir çözümlere tercüme edilmesi” olarak tarif ediyor ve aşı türünden müdahalelerin değerlendirilip geliştirilmesi için yollar bulduklarını söylüyor. Bültene göre aşı benzeri müdahaleler, pahalı ve zaman harcanmasına sebep olan klinik denemeler öncesi incelemeye tabi tutuluyor.

Esasen BMGV, büyük ilâç tekellerine gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz ilâç denemelerine destek vermek suretiyle, onların mevzuatları aşmasına yardım etme vaadinde bulunuyor.

2014-2015’te Afrika’da görülen Ebola salgınının kontrol altına alınmasından kısa bir süre sonra vakıf, Sahraaltı Afrikası’nda üç yıl içerisinde ilâç kayıt sürelerini yarı yarıya azaltmak için lobi faaliyeti yürüteceğini açıkladı. Vakfın iddiasına göre bu tenzilat, kaliteden ve güvenlikten ödün vermeden yapılacak. İlgili çalışmada vakıf, söz konusu girişimi, birçok insanın hayatını kurtaracak, acil durumlarda alınması gereken bir tedbir olarak takdim etti, böylece gerekli kılıfı ördü.

Oysa geçmişte vakfın güvenlik mevzuatını delmeye dönük çabaları, bazen insanların çile çekmesi ve ölümlerle sonuçlanmıştı. Örneğin Gates’in destek verdiği, yasaya aykırı olan HIV aşısına dönük klinik denemeler, Hindistan’da yedi genç kızın ölmesine, yüzlerce insanın yaralanmasına sebep olmuştu.

Muhtemelen vakfın icra kurulundaki isimler, bu ölümleri maliyet-fayda analizi tablosuna eklediler ve iş dünyasının pratikleri dâhilinde taahhütlerini yerine getirmeyi sürdürdüler.

Esasında vakfın faaliyetleri, hacimli, dikey örgütlenmiş, çokuluslu şirketlerin faaliyetlerinden farksız. Vakıf da Seattle’daki vakıf merkezinden başlayıp tedarik, üretim ve dağıtım aşamalarından geçen, oradan da Afrika’nın ve Güney Asya’nın köylerindeki milyonlarca isimsiz ve yoksul “son kullanıcı”ya ulaşan tedarik zincirindeki her bir aşamayı kontrol ediyor.

Yazılım piyasasını ele geçirmek için geliştirdiği stratejileri vakıf sahasında kullanan Gates, halk sağlığı sahasında tekel hâline gelmiş durumda. Vakfın dünya genelinde sahip olduğu nüfuz, bugün eski icra kurulu başkanı Jeff Raikes’in dile getirmek zorunda kaldığı düzeyin çok üstünde: “Biz, Birleşmiş Milletler’in yerini alıyor değiliz. Ama bazı insanlar, gene de bizim çok yönlü ve yeni bir örgüt formu olduğumuzu söylüyorlar.” 2014-2015’teki Ebola salgını, Raikes’in bu övüngen ifadesini teyit eden bir yığın veri sundu.

Ebola

Mart 2014’te Dünya Sağlık Örgütü, Ebola olarak da adlandırılan bir tür viral hemorajik ateş salgınının görüldüğünü duyurdu. Daha önce görülmediği yerlerde açığa çıkan hastalık, Gine, Liberya, Sierra Leone gibi Batı Afrika ülkelerini etkiledi.

Mali ve Nijerya gibi diğer Afrika ülkelerine yayılan salgın, tüm dünyayı paniğe sürükledi, panik, medyada çıkan haberlerle körüklendi, bu haberlere bir de sosyal medyadaki çılgınlık eklendi. Tüm dünya genelinde kontrol edilemeyen bir salgınla ilgili tahminler havada uçuştu ve hepsi de felâketin eşiğinde olduğumuzu söylüyordu. Oysa Amerikalılar, normal koşullarda Afrika kaynaklı hastalıkların bu denli paniğe sebep olmasına bir anlam veremez, bu konuyu pek kafaya takmazlardı.

Ekim 2014’te her üç Amerikalıdan ikisi, Ebola salgınının ABD’ye ulaşacağı konusunda endişeli olduğunu söylüyordu. Ebola salgınıyla bağlantı olarak göçmenlere kısıtlama getirilmesi önerisine destek verenlerin oranı, birden yüzde 91’e çıktı.

Bir yıl sonra, salgının görüldüğü tüm ülkelerde ölümlerin ve yeni teşhis edilen hastaların sayısı düştü, sonuçta da salgın kontrol altına alındı. Aslında ölü sayısı epey yüksekti: 25 Mart 2015’te kayıt alınan ölü sayısı, on binin üzerindeydi. Ama bir açıdan bakıldığında Ebola, insan sağlığı için ufak bir tehdit gibi görünmekteydi. Aynı yıl içerisinde HIV’den ölenlerin sayısı 1,5 milyon civarında iken ishalli hastalıklardan 1,5 milyon, yol kazalarından 1,3 milyon insan ölmüştü.

Aslında Ebola, kendisi ile ilgili yayılan korku üzerinden elde ettiği itibarın aksine o kadar da bulaşıcı ve öldürücü değildi. Virüs, insana çatlamış deri veya mukoz zarı üzerinden akan vücut sıvılarıyla doğrudan temas kurulduğu noktada bulaşıyordu. Hıyarcıklı veba türünden taşıyıcı yoluyla veya grip ya da SARS’ta olduğu gibi öksürük ve hapşırık yoluyla yayılmıyordu.

Virüsün kurbanlarının yüzde doksanını öldürdüğünü söyleyen ilk bulguların abartılı olduğu sonradan görüldü. DSÖ, bugün ölüm oranının yüzde elli civarında olduğunu söylüyor. Uzman elinden çıkma bir çalışma ise yeterli tedavinin uygulanması durumunda hayatta kalma oranının yüzde doksanı bulduğunu ortaya koyuyor. 2014’teki salgın öncesinde hastalık sebebiyle ölenlerin sayısı sadece 1.548’di.

Ebola, Batı’da ilkin Richard Preston’ın 1992’de New Yorker’da çıkan “Sıcak Kuşaktaki Kriz” isimli makalesi ile birlikte ünlendi. Sonrasında bu ün, Preston’ın 3,5 milyon satan Sıcak Kuşak: Ürkütücü Bir Gerçek Hikâye isimli kitabıyla perçinlendi. Hikâyesini abartarak anlatan Preston kitabında, Ebolavirüs ailesinde yer alan beş virüsten biri olan Reston virüsünün 1989’da görüldüğü bir vakadan söz ediyordu. Virüs, biyolojik savaş araştırmaları yürüten, orduya bağlı USAMRIID’e bağlı bir tesiste görülüyordu. 1969’da sonlandırıldığı söylenen biyolojik savaş programlarında bu tür araştırmalar, sonrasında biyolojik savunma veya biyolojik güvenlik adını almışlardı.

Preston’ın kitabı, yanlış değerlendirmeler üzerinden virüsün her daim hava yoluyla bulaşabileceğine dair bir şüpheye sebebiyet veriyor ve hastalarda görülen semptomları kasten yanlış aktarıyordu. Örneğin kitap, hastaların ağzından ve gözlerinden kan geldiğini, ayrıca iç organlarının eridiğini söylemekteydi. O dönemde bir epidemiyolog, kitaptaki abartılı ifadelerin sıkıntılı olduğunu, epidemiyoloji ve bulaşıcı hastalıklar sahasında çalışan insanları çileden çıkarttığını dile getirdi.

Preston’ın kitabı, Hollywood tarafından sinemaya uyarlandı. Salgın adı verilen film, Ebola efsanesini iyice pekiştirdi. Hem film hem de kitap, virüsü ırkçı bir yaklaşımla ele almaktaydı. Her ikisinde de Ebola karşımıza, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında dolaşan bir öcü gibi resmediliyor, dahası, ilkel bölgelerden kaçıp “medeni” dünyaya bulaşacak ve onu yok edecek bir tehdit olarak sunuluyordu.

Lisa Lynch’in de gözlemlediği gibi Preston’ın kitabı türünden çalışmalar, “biyolojik açıdan kirli olan yerlilerle ilgili olarak sömürgecilerin başvurdukları ırkçı dilin ürettiği pandemi hikâyelerinin varlığını koruduğunu” ispatlamaktaydı. “Bu tür hikâyelerde esas olarak, vahşilerin medeni dünyaya sızıp ona nüfuz edeceklerinden korkan yabancı düşmanı kişilerin korkularından” bahsedilmekteydi.[32]

Sömürgecinin geçmişten bugüne ayakta kalmayı bilmiş olan mitler üzerine kurulu dünya görüşü, 2014’teki salgın konusunda Batı’da yapılan birçok değerlendirmeyi biçimlendirdi. Her zaman olduğu gibi o gün de birçok haberde Ebola, “ormanda gizlenen katil”, “her an her yerde patlak vermeye hazır yabani bir Afrika hastalığı” veya “Batı Afrika ormanlarından fırlamış bir canavar” olarak takdim edildi. Laurie Garrett’ın 2014’te çıkan ve çok satan Ebola: Bir Salgının Hikâyesi isimli kitabının başında, on dokuzuncu yüzyıl sömürgecilerinin macera romanlarından fırlamış ırkçı bir hikâyeye yer veriliyordu:

“Tümüyle irileşmiş gözbebekleri zifiri karanlıkta şekilleri belirlemek için mücadele veriyor, dans eden milyonlarca ateşböceğinin yaydığı ışığı seyrediyordu. Attığı o sessiz adımlar, aysız gecede gözün göremediği her şeye bir biçimde ihanet ediyordu. Karanlık gecede kara derilerinin ardına gizlenmiş insanlar, sürekli bir hareketlilik içerisindeydi. […] Atalardan kalma eski törenlerden birinde kötü ruhlar defedilmekteydi. Ellerindeki hayvan kuyruklarını havaya kaldırıyorlardı genelde. Ama bu sefer gerek duymadılar. Büyü çok güçlüydü çünkü.”[33]

ABD emperyalizmine hizmet eden propagandacılar, Ebola üzerinden gündeme gelen bu sömürgeci söylemden istifade ederek “isyancı” virüsü Washington’ın düşman bellediği güçlerle kıyasladılar.

O günlerde Financial Post’ta “Ebola, IŞİD ve Putin Birer Bulaşıcı Hastalık, Kontrol Altına Alınsın” başlıklı bir yazı yayımlanıyordu. Forbes ise Ebola, IŞİD ve Putin’i “yirmi birinci yüzyıla karşı gerçekleştirilen isyan”ın tehlikeli birer semptomu olarak görüyordu. Düzmece olduğu belli olan bir raporda IŞİD savaşçılarının virüsü silâh olarak kullandığından söz ediliyor, bu rapor, medyanın yaygın ilgisine mazhar oluyordu. Dış İlişkiler Konseyi (CFR) için kalem oynatan ABD Hava Kuvvetleri mensubu Albay Clint Hinote virüsü, ideolojik kirlenmeye benzetiyor, halk sağlığı çalışanlarının kontrgerilla taktiklerini devreye sokmalarını talep ediyordu.

Halk sağlığı uzmanları ve yardım kuruluşları, bu türden siyasi anlamlarla yüklü dilden uzak dursalar da Ebola’nın yol açtığı paniği kendi ajandalarını uygulamaya koymak için kullanmaktan imtina etmediler. Dünya Sağlık Örgütü genel direktörü Margaret Chan, 2014 salgınının “o güne dek görülmüş en büyük, en şiddetli ve en karmaşık salgını” olduğunu, bunun “acilen eyleme geçilmesini gerekli kılan küresel bir tehdit” olarak görülmesi gerektiğini söyledi. Uluslararası sivil toplum kuruluşlarından olan Sınır Tanımayan Doktorlar’ın başkanı Joan Liu, Eylül ayında toplanan Birleşmiş Milletler’de benzer bir oyunu sahneye koydu:

“Tarihte görülmüş en kötü Ebola salgınının başlamasının üzerinden altı ay geçti, buna karşın dünya, bu hastalığı kontrol altına almak için verdiği savaşı kaybediyor. […] Sierra Leone’de virüsün bulaştığı cesetler sokaklarda çürümeye terk edilmiş. Liberya’da yeni Ebola bakım merkezleri inşa etmek yerine krematoryum inşa etmek zorunda kaldık. […] Bu, ulusları aşan bir kriz ve Afrika kıtası için toplumsal, ekonomik ve güvenlikle alakalı sonuçları olacak. Harekete geçmek, sizin tarihsel sorumluluğunuz.”[34]

Salgının şiddeti azalsa bile Batı medyası, genelinde insanların konuya yönelik hassasiyeti iyice arttı. Artık tehdidin eşi benzeri olmadığını düşünen insanlar, onun felâkete yol açabilecek bir şey olduğuna ikna olmuşlardı. Dolayısıyla herkes, en kısa süre içerisinde bir yerlerde birilerinin bir şeyler yapması gerektiğini söyleyecek kıvama getirilmişti.

Bu aşamada ulusların sağlık sistemlerinin bu görevi yerine getirme noktasında verimsiz ve yetersiz oldukları söylendi. Ama salgına yönelik tepkilerin etkisini azaltanın sömürü ve bağımlılık üzerine kurulu tarih olduğundan kimse bahsetmedi. Hatta Batı’nın özel şirketleri, felâket karşısında gösterdikleri beceri üzerinden övgülerle karşılandılar.

Örneğin Liberya’nın başkenti Monrovia yakınlarında bulunan ve dünyanın en büyük kauçuk plantasyonunun hem sahibi hem işletmecisi olan Firestone Lastik ve Kauçuk Şirketi, salgın karşısında ortaya koyduğu tepki sebebiyle basında epey bir ilgi gördü. Oysa Liberya’da Ebola’nın tespit edilmesinden hemen sonra şirket, varlıklarını korumak için harekete geçmiş, elindeki parayı ve politik gücü ülkenin diğer yerlerinde temin edilemeyen, tehlikeli maddelere karşı koruyucu elbise ve eğitimli sağlık personeli gibi kaynaklara el koymak için kullanmıştı.

Gene Liberya’da, Firestone’un kurucusunun adını almış olan Harbel şehrinde seksen bin işçi, modern kölelik şartlarında istihdam edildi ve şirketin ulusal egemenliğe ya da insan haklarına pek saygı göstermeyen otoriter rejimine tabi olarak çalıştırıldı.[35]

Tam da bu bağlamda Firestone şirketinin plantasyonu kapatması, hastaları izole etmesi, aileleri karantina altına alması kolay oldu. Böylelikle pratikte yoksul Liberya’nın orta yerinde Ebola’dan arındırılmış özel bir ada meydana getirildi. O günlerde devletin radyosu büyük bir coşkuyla şunu söylüyordu: “Firestone, hükümetlerin yapamadığını yaptı. Ebola’nın yoluna taş koydu.”

Ama bu tür yayınlarda Firestone’da günde beş dolar kazanan işçilerden, Ebola’ya kurban verilmiş, Harbel’da tek seferlik olmak kaydıyla ileride alacakları 1.900 dolarlık emekli maaşı karşılığında evlerinden tahliye edilen ailelerden hiç söz edilmiyordu. Bu ailelere bir de ayrıca bir torba pirinç verilmişti.

Süreci devlet kurumları ve şirketler, uzun zamandır rafta tuttukları ajandalarını uygulamak için bir fırsat olarak gördüler ve hemen harekete geçtiler. Sağlık alanında çalışan STK’lar, Ebola’nın yol açtığı histeri sayesinde, tıpkı Sandy Kasırgası sonrası tonla para toplayan ama bu paraları halkla ilişkiler sahasında harcayan, yöneticilerine yediren Amerikan Kızılhaçı gibi, felâketten istifade ederek para toplama işine soyundular.

Sınır Tanımayan Doktorlar, bu süreçte 47 milyon dolar topladı ki bu, yıllık bütçesinin iki katına yakın bir tutardı. Afet Acil Durum Komitesi, Naomi Campbell gibi modellerle “Ebola’ya Karşı Moda” türünden etkinlikler örgütledi. Campbell, bu etkinlikte kullanmadığı kıyafetlerini Londra Moda Haftası’nda açık artırmaya çıkarttı. Aşırı zenginler, o eleştirilere ve incelemelere maruz kalan yüzde birlik kesim, kesenin ağzını açıp basında kendilerine övgüler düzen haberler yaptırdı. Facebook’un multi-milyarder sahibi Mark Zuckerberg, 25 milyon dolar yardım yaparken Microsoft’un kurucularından Paul Allen, NBA takımlarından, kendisine ait Portland Trailblazers oyuncuları ile birlikte Twitter’da “Ebolaylamücadele” başlıklı bir etiket çalışması başlattı ve ünlülerden para topladı.

Zuckerberg ve Allen’ın topladığı bu paralar, öncelikle Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi Vakfı’na gitti. Bu vakıf, önleme merkezinin (CDC’nin) para kaynaklarını beslemek amacıyla Kongre tarafından kurulmuş, pek fazla insanın bilmediği, yarı özel bir şirketti. Vakfın devletle bağları, yatırım imkânları arayışı içinde olan müteşebbislerin ağzını sulandıracak cinstendi. Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde bulunan Hayır Kurumları ve Kamu Politikası Merkezi direktörü James M. Ferris’in dediğine göre devletle bağlantılı vakıfların zenginlere ait hayır kurumlarının ilgisini çekmesinin asıl sebebi, bu vakıflar sayesinde bağışların miktarının epey artırılabiliyor olmasıydı.

Zenginler, toplumsal etkilerini daha da artırmak istiyorlardı. Neticede yardım kuruluşları şirketlerin daha uzak menzile erişmelerini sağlıyordu. Tam da bu sebeple kamu politikasına nüfuz edebilmek için hükümetle ortak oluyorlardı.

Tüm bunlar olurken, ABD’nin Mısır hariç tüm Afrika ülkelerinden sorumlu olan askerî komutanlığı AFRICOM, kıta genelinde ABD’nin çıkarlarını güvence altına almak için faaliyet alanını hızla genişletti. 2007’de felâketlere yardım sürecinin hızlandırılması ve savaşların önlenmesi bahanesiyle kurulan komutanlık, ABD’deki plancılar tarafından genelde stratejik kaynaklar açısından zengin olan bölgede Çin’in artan nüfuzunu kırmak için bir araç olarak görülüyordu.

2013 yılında AFRICOM’un faal olduğu ülke sayısı 49’du. Komutanlık, ayrıca kıta genelinde ortak askerî tatbikatlar ve gizli özel operasyonlar düzenliyordu. Ama egemen devletlerin onayını alma ihtiyacı üzerine ABD, bu komutanlık üzerinden, 2012 yılında Afrika’ya iki bin asker konuşlandırdı.

Bu noktada ABD askerinin sayısının artırılması için gerekli kılıfı Ebola krizi sağladı. Ebola’yı “ABD’nin ulusal güvenliği açısından birinci öncelik” kabul eden Beyaz Saray, Eylül 2014’te AFRICOM’a Gine’ye, Liberya’ya, Sierra Leone’ye, Nijerya’ya ve Senegal’e üç bin asker konuşlandırma yetkisi verdi. Bu sayede Amerikan askeri sayısı iki katına çıktı. Buna ek olarak Monrovia’da yeni bir askerî üs kuruldu. ABD askerleri, medyanın koparttığı alkış tufanı eşliğinde Batı Afrika’ya ulaştı. Bu askerler gidip Ebola Tedavi Birimleri kurdular. Bu birimler, esasen içinde ucuz plastik yataklar bulunan büyük çadırlardan ibaretti, çadırların önemli bir bölümü boştu.

Nisan 2015’te ABD ordusunun kurduğu 11 tedavi biriminde sadece 28 Ebola hastası tedavi edildi. Washington Post’ın dediğine göre, “ilk tedavi merkezi kurulmadan çok önce hastalık zaten kontrol altına alınmıştı.” Bu, aslında ABD’nin sert cevabını tetikleyen o “endişe verici epidemiyolojik tahminler”le çelişen bir haberdi.

2015 yılının başlarında Ebola operasyonu için tahsis edilen 2,6 milyar dolar paranın nasıl harcandığını kimse bilmiyordu. Bu paranın tamamının sağlık hizmetlerine harcanmadığı açıktı.

Salgının hızı kesilince bazı askerler bölgeden çekilse de geride önemli sayıda asker kaldı. Daha önceleri AFRICOM’a karşı çıkmış olan Afrika ülkeleri baskılara dayanamadı ve çok sayıda askerin topraklarına konuşlanmasına izin verdi. Pentagon, artık ileride sağlık konusunda yaşanacak krizlere müdahale etmeyi düşünebileceği bir konuma gelmişti.

Bu süreçte ayrıca STK’lar ve ulusal egemenlik meselesinin yol açtığı sorunların üstesinden gelmeye başlayan Pentagon arasında askerî zemini olan işbirliklerinin kurulması için gerekli çerçeve oluşturuldu. Mart 2015’te AFRICOM, hiç vakit kaybetmeden, ilk Tıbbi Destek Operasyonları konferansını toplayacağını duyurdu ve konferansa Britanya Kızılhaçı ve Çocukları Kurtarın türünden STK’lardan NATO ve İspanya Silâhlı Kuvvetleri’ne kadar birçok kuruluşu davet etti.

Muhtemelen askerî sahada yaşanan en önemli gelişme, “insanî müdahale” ifadesinin her yana çekiştirilebilecek yeni bir kavram olarak “insanî güvenlik” örtüsü altında Libya’da yaşanan katliamı cilâlayıp satmak için kullanılan bir tabir hâline getirilmesi idi.

Sera gazı literatürü dâhilinde gündeme gelmiş olan ve Obama tarafından kullanılan bu “insanî güvenlik” kavramı, süreç içerisinde AFRICOM’un bölgeye konuşlandırılması için gerekli kılıf olarak kullanılmaya başlandı. Ayrıca bu ifade, BM Güvenlik Konseyi’ne “yüz binlerce insanı öldürebilecek, korkunç çilelere yol açacak, ekonomileri istikrarsızlaştıracak, sınırları hızla aşabilecek bir hastalığı durdurmak için daha fazla çaba ortaya koyması yönünde çağrıda bulunmanın” gerekçesi olarak devreye sokuldu.

Bu çağrıya cevaben BM, Ebola yardımlarıyla ilgili 2177 sayılı kararını aldı. Kararda “uluslararası barışa ve güvenliğe yönelik yeni tehditlerle ilgili bir dilin oluşturulması gerektiğinden” söz edilmekteydi.

Bu “insanî güvenlik” meselesini Washington Post şu şekilde açıklıyordu:

“Her zaman güvenlik tehdidi denilince akla bir ülkenin ulusal çıkarlarına yönelik tehditler gelir. İnsanî güvenlik kavramı, güvenlik anlayışının kapsamını genişleten, buradan da bireye odaklanan bir kavram. Böylelikle yoksulluk, küresel salgınlar ve iklimle bağlantılı afetler, güvenlik tehditleri olarak görülmekte. […] İnsanî müdahaleler, çatışmalara çözüm bulmak için yapılıyor. Bu süreçte çoğunlukla dışarıdan gelen aktörler, sadece kendi ulusal çıkarları tehlike altında ise müdahil oluyorlar. […] Ebola krizini insanî güvenlik olarak tanımladığımızda oyunun gidişatını da değiştirmiş olacağız. Ebola’dan etkilenen Batı Afrika ülkelerinde (en azından şimdilik) savaştan eser yok, dolayısıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin üzerinde durduğu güvenlik tehdidi, esasen insanlara ve insanlığa, onurlu bir hayat yaşama hakkına yönelik bir tehdit olarak görülüyor.”

BM’nin bu “insanî güvenlik” kavramını benimsemesi, Sınır Tanımayan Doktorlar türünden önemli STK’lara krizlere yönelik gizli askerî müdahale yapılması çağrıları karşısında tarafsız kalmakla ilgili ahlakî yükümlülüklerinden kurtulma konusunda gerekli kılıfı temin etti. Daha fazla kaygıya yol açan gelişme ise yeni öğretinin herhangi bir sınır tanımıyor oluşu idi. Madem yoksulluk, hastalıklar veya iklim değişikliği askerî eylemler için gerekli zemini sunuyor, o vakit artık Afrika’da her türden müdahale meşru idi.

Pratikte Batı, ileride gelişmekte olan ülkelerde düzenleyeceği askerî operasyonlar için gerekli bahaneye kavuşmuştu. Bu noktada Ebola salgını, gerek duyulan bahaneden başka bir şey değildi. Böylelikle askerîleştirilmiş “küresel sağlık yönetimi”nin oluşturulması için yarı hukukî çerçeve hazırlandı. Artık insanî yardım kılıfı altında gelişmekte olan ülkelere istenildiği vakit müdahale edilebilecekti.

Sonuçta Amerikan ordusu, salgının kontrolüne zerre katkı sunmadı. Buna karşılık Küba’nın sağladığı yardım daha etkili oldu. Küba, Sierra Leone, Liberya ve Gine’de yaklaşık 500 sağlık uzmanını konuşlandırdı. Üç Afrika ülkesinde, Nijerya, Senegal ve Mali’de salgınla mücadele daha hızlı gerçekleştirildi ve daha başarılı oldu. Çünkü bu üç ülke, yeterince para temin edebilen ulusal sağlık sistemlerine ait kaynaklardan istifade edebilmişti.

Bill Gates bile Ebola salgınının “dünyanın en yoksul ülkelerindeki sağlık sistemlerinin acilen güçlendirilmesi gerektiğini ortaya koyduğunu” kabul etmek zorunda kalmıştı. Oysa BMGV’nin onca yaygarası kopartılmış Ebola ile ilgili müdahalelerine yakından bakıldığında vakfın yardım işlerinin, ülkelerin sağlık sistemlerine katkıda bulunmak değil, vakfın kapsamlı ajandasını uygulamak amacıyla yürütüldüğü görülüyordu.

Gates Vakfı ve Ebola

İlk başta Gates Vakfı, Ebola krizine müdahale etme konusunda gönülsüzdü. Afetlerde yapılan yardımlara bağışta bulunmak, esasen şirketin somut sonuçlar doğuran stratejik ve uzun vadeli çözümlere vurgu yapan işletme modeliyle çelişiyordu.

Ancak sağlık alanında dünyanın önde gelen yardım kuruluşlarından biri olarak Bill ve Melinda Gates Vakfı (BMGV) bu sürecin dışında durmanın itibarına zarar vereceğini düşündü. Sonuç olarak 10 Eylül 2014’te vakıf, Ebola salgınına müdahale etmek için 50 milyon dolar ayıracağını duyurdu. Kısa bir süre sonra Gates, kendi blogunda ulusal sağlık sistemlerinin acilen güçlendirilmesi gerektiğine dair bir yazı yazdı. BMGV ise bahsi edilen paranın tamamının, kısa vadede afet yardımlarına ve yereldeki sağlık altyapısına dönük yatırımlara tahsis edileceğini açıkladı.

Ama vakıf, Ebola’yla mücadeleye yapacağı katkılarda asıl olarak vakfın uzun vadeli stratejik hedeflerini gözetmekteydi. Söz verilen paranın küçük bir kısmı, sürece müdahale edenlere verildi: bu noktada Dünya Sağlık Örgütü beş, UNICEF beş, Hastalık Kontrol Merkezi 2 milyon dolar aldı. Geri kalanı ise güya “hastalığın başka yerlere yayılmasına mani olma ve hastaları tedavi etme noktasında etkili olabilecek tedavilerin, aşıların ve teşhis süreçlerinin geliştirilmesine dönük olarak kamu ve özel ortaklıklarının yürüttükleri çalışmalar”a tahsis edildi. Pratikte burada esasen vakfın kendisinden bahsedilmekteydi. Yatırım yapılan alan, zaten vakfın para sağladığı, biyomedikal AR&GE çalışmaları, Büyük Veri girişimleri ve aşı geliştirme çalışmalarından oluşmaktaydı. Bu çalışmalara bir de ABD’de kurulacak bir kamu-özel işbirliği de eklendi. Bu şirket, neticede ülkelerin sağlık sistemlerinin sahip olduğu yetkileri aşmak için kurulacaktı. Vakıf, acil durumlara yönelik müdahalelere ne kadar para harcadığını hiçbir zaman açıklamayıp, bu yönde attığı adımların hesabını hiç vermediyse de gene de elimizde paranın pratikte nasıl harcandığını gösteren, Ebola ile bağlantılı bağışlarla alakalı raporlar var:

1. İyileşen hastalardan alınan kan örneklerinin miktarını artırmakla yükümlü büyük bir kamu-özel konsorsiyumuna 5,7 milyon dolar verildi. Konsorsiyumun içerisinde ilâç firmaları, özel vakıflar, üniversiteler, aynı zamanda ABD Kara Kuvvetleri’ne bağlı USAMRIID denilen biyolojik savunma birimi var. Bu fonlar bakım işine değil, biyomedikal sanayinin ileride kâr etmesini sağlayacak uzun vadeli araştırmalara tahsis edilmiş. Bir yönüyle bu teşebbüs hızlı hareket etmek zorunda kalmış: Bu noktada BMGV, Ebola bulaşmış kişilerden kan ve plazma toplama işinin hızlandırılmasını önermiş. Her ne kadar proje, hastalara tedavilerinde katkı sunacak herhangi bir şey sunmasa da DSÖ, kriz koşullarında bu önerilen adıma onay vermiş.

Ebola sayesinde BMGV, ulusal sağlık sistemlerini ulusüstü kamu-özel işbirlikleriyle ikame edecek dünya sağlık yönetişimi konusunda gerekli desteği elde etme imkânı buldu. Raporda analizcilerin de dile getirdiği biçimiyle: “Birçok bileşen arasında önceden kurulmuş resmi ve gayriresmi ilişkiler sayesinde konsorsiyumun hızla kurulabilmesi için gerekli zemin oluştu. Konsorsiyum, sürece olağanüstü bir hız ve kapsamda cevap geliştirdi. […] Sürecin başından itibaren görüldü ki bu tür ittifaklar, önceden küresel salgınlarla mücadeleye kıyasla daha fazla sayıda işin hâllolmasını ve sınırları aşan daha fazla pratiğin ortaya konulmasını sağladı.”

2. BMGV’nin 10 Eylül’de yaptığı basın açıklaması, brincidofovir isimli, tartışmalara yol açan antiviral ilâcın geliştirildiğini duyurdu. İlk başta çiçek hastalığının tedavisi için düşünülen bu ilâç sıkıntılı bir süreç yaşadı. Patentin sahibi olan Chimerix, ilâcı piyasaya sürmek için gerekli denemeler konusunda gerekli onayı alamadı. 2014 yılının başında şirket, ahlakî olmayan bir yola başvurup sosyal medya kampanyası başlattı ve FDA’ya baskı uygulamaya çalıştı. Bir gecede brincidofovir Ebola ilâcı ilân edildi. Bu gelişmenin sektörü şaşkına çevirdiğini söyleyen bir analizci, “İlgili sahada faaliyet yürüten tek bir kişi bile bu ilâcın farkında olmadığını” iddia etti.

İlâca BMGV’nin destek vermesiyle birlikte ahlakla ilgili tüm o cümleler uçup gitti. DSÖ, Batı Afrika’da yürütülecek geniş ölçekli denemelere hemen onay verdi, böylece yoksul insanların deneysel tedavi çalışmalarında ilâç şirketlerince kobay olarak kullanılmasının önünü açılmış oldu. Hatta DSÖ, “Batı Afrika’daki Ebola salgınının bu özel bağlamı dâhilinde henüz başarısını ispatlamamış müdahaleleri gerçekleştirmek, ahlakî açıdan kabul edilir bir adımdır” dedi. Öte yandan FDA ise denemesi yapılmamış olan ilâcın Ebola hastalarında tedavi amaçlı kullanılmasına izin verdi. BMGV ve büyük ilâç tekelleri içerisindeki ortakları, böylece deneysel tedavi alanına yaptıkları bu küçük yatırım sayesinde, sektörün kısa vadede canlanmasını sağladılar ve ileride ilâç onayı süreçlerini hızlandırabilecek bir emsale sahip oldular.

3. DSÖ’nün güvenlik protokollerinin denenmesi ile ilgili engelleri ortadan kaldırması ile birlikte, ileride Batı Afrika’da yapılacak büyük ölçekli ilâç denemelerinin yolu açıldı. Hemen bu durumdan istifade etmek isteyen BMGV, “ileride gündeme gelecek muhtemel tedaviler konusunda bilgi elde etsin”, bunun için klinik denemeler yapsın diye Klinik Araştırmalar İdaresi’ne 6 milyon dolar bağışladı. Eski USAMRIID çalışanlarının kurduğu idare, önde gelen sözleşmeli araştırma teşkilâtı olarak, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, yeni ilâçları piyasaya sürmek için uğraşan ilâç şirketlerine test destek hizmeti sunan bir firma.

4. ZMapp denilen ilâcın üretim ve test işlemlerini hızlandırmak adına, Rockefeller Üniversitesi’ne ve Mapp Biopharmaceuticals şirketine toplam 1 milyon doların üzerinde bağış yapıldı. Bu, Mapp’in USAMRIID ve Savunma Bakanlığı’na bağlı olan, yeni askerî teknolojilerin geliştirilmesinden sorumlu DARPA isimli kuruluşla birlikte geliştirdiği bir deneysel ilâç.

5. “Ebola aşısının üretimi ve geliştirilmesi sürecinin hızlandırılması için” dünyanın altıncı en büyük ilâç şirketi olan GlaxoSmithKline’a 3 milyon dolar bağışlandı. BMGV fonları, büyük olasılıkla, bu şirketin Ulusal Sağlık Enstitüleri ile birlikte geliştirdiği, hâlâ piyasada olan, Ebola virüsünün Zaire’de görülen versiyonu için geliştirilmiş aşısının hızla test edilmesini güvence altına almak için kullanıldı. Kısa süre önce GlaxoSmithKline’ın ismi, Adalet Bakanlığı’nın açtığı davada dolandırıcılıktan ve güvenlik önlemlerini ihlal etmiş olması sebebiyle suçlu bulundu ve 3 milyar dolar ödedi. Sektörün çıkarttığı yayınlarda şirketin Ebola aşısı araştırma sürecine kendi çıkarını düşünerek dâhil olduğundan ve halkla ilişkiler çalışması yürüttüğünden bahsediliyor.

6. Söz konusu süreçte Tony Blair Africa Yönetişim İnisiyatifi 700.000 dolar aldı. Bu vakıf, Afrika devletleriyle Batılı STK’ların iç içe geçeceği sürece destek verme ve neoliberal reformların uygulanmasını sağlama amacını güdüyor. Her ne kadar kendi yayınlarında “Afrika’nın geleceğinin Afrikalı liderlerin elinde olduğunu” söylese de bu yardım kuruluşu, esasen emperyalist merkezin çıkarları adına faaliyet yürütüyor. En önemli bağışçıları arasında Dünya Bankası ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı bulunuyor.

7. Fio Corporation, veri toplama ve akıllı telefon cihazları üzerinden bu verileri paylaşma imkânı sunan bir sistemin geliştirilmesi için 736.048 dolar aldı. Şirket, ön saf sağlık çalışanları ile uzak bölgelerde sağlık alanında çalışan yöneticiler ve örgütler arasında elektronik haberleşmeyi sağlayacağını vaat etti. Yatırımın görünürdeki amacı, salgınların sahada takibini sağlamak, ama aslında o, Gates’in hayalindeki küresel sağlık gözetleme ağının oluşturulması için atılan ilk adım.

BGMV’nin diğer önemli hamlesinin salgınla bir alakası yok, Ebola’nın yol açtığı karışıklıktan istifade etmekle bağlantılı bir adım bu. Mart 2015’te vakıf, CureVac isimli özel ilâç şirketinin 52 milyon dolarlık hissesini aldığını duyurdu. Bu, genetiği değiştirilmiş mRNA’dan yararlanan aşılar geliştirme işi yapan bir şirket. Böylece ilk kez BMGV’nin ticari ilâç işinde başarı elde etmeyi kendisine dert edindiği açığa çıkmış oldu. Vakıf, dünya genelinde devletlerin aşı satın alma süreçlerinin biçimlendirilmesinde önemli bir rol oynadığı için söz konusu yatırım, aslında çıkar çatışmasına neden olmaktaydı. Ama eskiden büyük ticari baskıları önemsememekle övünen büyük hayırseverimiz, bu konuda tek laf etmedi, ayrıca sektör yayınlarında ve popüler dergilerde bu meseleye dair tek bir eleştiriye rastlanmadı. Özel kazançla kamu çıkarı öyle iç içe geçmişti ki CureVac ile ilgili hikâye üzerinde kimse durmadı.

Toplamda vakfın Ebola ile mücadele için ayırdığı fonlarla ilgili kararları, dünya sağlık yönetişimi sürecinin, vakfın uzun zamandır güttüğü siyasetine uygun biçimde hızlandırılmasına dönük adımlar olarak görebiliriz. Gates, salgınla mücadele meselesini kendi ajandası için ustalıkla kullanmayı bildi. Yaratılan korku iklimi, vakfın ve dünya sağlık yönetişimi teorisyenlerinin paylaştıkları hedefe doğru ilerlemek adına büyük bir beceriyle istismar edildi. Bu süreçte uluslararası sağlık kuruluşlarının Batı sermayesinin çıkarlarına hizmet etmeleri sağlandı. Gates sonrasında New England Journal of Medicine’da bir çağrıda bulundu ama bu çağrı, esasında küresel sağlık yönetimi hedefinden sapıldığı anlamı taşımıyordu, bilâkis, ilgili yazıda, Gates’in küresel yönetici sınıfın imtiyazlarına en kısa sürede cevap verebilecek, güçlü bir yeni kurumun kurulması ile birlikte mevcut statükonun pekiştirilip tahkim edilmesine dönük arzusu kendisine dil buluyordu.

ABD yetkilileri, Gates’in müdahalelerini kavrayamadılar. DSÖ, vakfın salgınla mücadelesindeki kusurları ve kendi önerilerini aktaran bir bildiri kaleme aldı. DSÖ bu bildiride, BM himayesinde, muhtelif örgütsel reformların ve yeni bir ihtiyat fonunun eşlik ettiği, yeni bir küresel sağlık acil durum işgücünün oluşturulması çağrısı yapmaktaydı. Örtük olarak Gates’e karşı koyan bu bildiride, ulusal düzeyde sahip olunan kapasitenin artırılması ihtiyacı üzerinde duruluyor, “piyasa temelli sistemler” eleştiriliyor, hastalığın kontrolünde “toplumun ve kültür”ün önemine vurgu yapılıyordu. Böylece küresel sağlık yönetiminin dizginlerinin kimde olacağına dair mücadele için gerekli zemin de teşkil edilmiş oldu. Hayat akıp gidecek ve biz de bu mücadelenin sonucunu hep birlikte göreceğiz.

Küresel Sağlık Emperyalizmi

Emperyalizm ve küreselleşme ile ilgili tartışmasında Samir Amin, şu tespiti yapıyor:

“Dünya yönetimi ile ilgili küresel bir politik stratejiden söz edebiliriz. Bu stratejinin amacı, devlet denilen toplumsal örgütlenme biçiminin dağılma sürecine destek sunmak suretiyle, sisteme düşmanlık etme ihtimali bulunan güçlerin parçalanmasını sağlamak.”

Kanaatime göre bu strateji üzerinden yürütülen ve politika sahasında da karşımıza çıkan operasyonlar, en açık biçimde, halk sağlığı alanında kendisini gösteriyor. “Küresel sağlık yönetişimi” ifadesi, Bill Gates’in at koşturduğu bu dönemde sağlık yönetimi meselesini tarif etme noktasında kullanılıyor. Muhtemelen ben, bu makalede projenin niteliğini ve niyetlerini oldukça sınırlı bir biçimde ele aldım. Dolayısıyla bu aşamada “küresel sağlık emperyalizmi” terimini kullanmak, buradan da aşağıdaki özelliklere sahip sistemi bu terim üzerinden tarif etmek gerekiyor:

1. Küresel sağlık krizleri, yoksul ülkelerden kaynaklanan sorunlar olarak görülüyor ve bu krizlerin zengin ülkeleri tehdit ettiği üzerinde duruluyor. Bu türden krizlere yönelik cevap ise bir güvenlik meselesi olarak ele alınıyor.

2. Ulusal sınırların ötesine uzanan sağlık meselelerinin etkin bir biçimde yönetilebilmesi noktasında Vestfalya Antlaşması temelli ulusal egemenlik meselesi, bir engel olarak görülüyor.

3. Yoksul ülkelerin halklarıyla ilgili kapsamlı sağlık planlamalarına, politikalara ve programlara, zengin ülkelerin uzmanları ve finansçıları karar veriyorlar. Vakıfların temin ettiği fonlar, ulusal sağlık sistemlerinin bağımsız olarak işlemesine mani olacak şekilde kullanılıyorlar.

4. Varolan ulusal ve yerel sağlık hizmetleri yönetimi, büyük yardım kuruluşlarının ve Batı kapitalizminin hedeflerine tabi kılınıyor, bu yönetsel birimler yardım kuruluşları ve Batı sermayesiyle işbirliğine zorlanıyorlar.

5. Sağlık hizmetlerinin verildiği sürecin ve afet yönetiminin askerîleşmesi, uygun ve zaruri bir adım olarak kabul ediliyor. Sürece ABD’den, NATO’dan ve müttefik ülkelerden gelen askerler dâhil oluyorlar.

6. Sağlık alanında faaliyet yürüten yardım kuruluşları, özel şirketlerin felsefesini ve pratiklerini model olarak alıyorlar. Sağlık hizmetleri için verilen fonlar, yatırım faaliyeti olarak görülüyorlar; dolayısıyla bağış yaparken esas olarak somut ve hesaplanabilir yatırım kârlılığı ilkesi üzerinde duruluyor.

7. Büyük yardım kuruluşları, Batılı ulusötesi şirketlerin kârına kâr katacak adımlar atıyorlar, bu anlamda ulusal sağlık sistemlerini güçlendirip temel sağlık hizmetlerine destek sunmak yerine aşı ve ilâç gibi kâr getiren alanlara yöneliyorlar. Batılı ulusötesi şirketlerin ürettikleri ilâçlar ve sağlık hizmetiyle alakalı ürünler, yoksullardan alınan vergilerle finanse ediliyorlar.

8. Uluslararası sağlık yönetişimi ile ilgili hâlihazırda faal olan sistemlerin yerini, Dünya Bankası, G7 ayrıca sağlık alanıyla bağlantılı ulusötesi şirketler, merkezleri ABD’de bulunan önemli vakıflar ve STK’lardan oluşan ağlar gibi küresel kapitalizme ait resmi kurumların meydana getirdiği ulusüstü yönetişim biçimleri alıyor. Bu aşamada halkın sağlık hizmetlerine demokratik yollardan katılımının genel kapsamı, giderek daralıyor.

Benim “küresel sağlık emperyalizmi” dediğim ve giderek dünya genelinde kendisini hissettiren sistem, henüz yerleşmiş değil ve bu sürecin terse çevrilmesi mümkün. Hindistan ve Çin gibi Batılı olmayan güçlü devletler, sahada ABD hegemonyasına karşı koymaya başladı bile. Halk sağlığı uzmanları, büyük yardım kuruluşlarını artık daha fazla ve daha açıktan eleştiriyorlar. Daha da önemlisi, yoksul ülkelerde açığa çıkan halk direnişi, kendisini eşitlikçi ve sürdürülebilir bir toplum mücadelesinin parçası olarak ortaya koyuyor. Witwatersrand Üniversitesi Rektör Yardımcısı Âdem Habib’in de dediği gibi, “Yoksulların yüzleştiği açmazın kaynaklarla bir alakası yok. Burada mesele, güç. Yoksullar gerekli güce kavuşurlarsa, ihtiyaç duydukları kaynaklara ulaşırlar. Bill Gates, kendisine ait gelecek planlarını cümle âleme ilân etti, ama insanlar henüz bu planları işitebilmiş değiller.

Jacob Levich

[Kaynak: American Journal of Economics and Sociology, Cilt 74, Sayı 4 (Eylül 2015), s. 704-742.]

Dipnotlar:
[1] Bill & Melinda Gates Foundation, “Clinical Research Management”, Ocak 2015, BMGF.

[2] “Discovery and Translational Sciences Strategy Overview”, BMGF.

[3] Aktaran: Alternative World Health Report, Zed Books, 2008 s. 251.

[4] “Nigeria is Now Free”, 20 Ekim 2014, WHO.

[5] Bill Gates, “The Next Epidemic”, 15 Nisan 2015, NEJM.

[6] Brown, E. Richard. (1976). “Public Health in Imperialism: Early Rockefeller Programs at Home and Abroad.” American Journal of Public Health 66(9): s. 897.

[7] Brison, Jeffrey. (2005). Rockefeller, Carnegie, and Canada. Montreal: McGill-Queen’s University Press, s. 35.

[8] Brown, E. Richard, A.g.e., s. 900.

[9] Killingray, David. (1989). “Colonial Warfare in West Africa 1870–1914.” Imperialism and War içinde. Yayına Hz.: J. A. de Moor ve H. L.Wesseling. Leiden: E.J. Brill, s. 150-151.

[10] Brown, E. Richard, A.g.e., s. 900.

[11] Packard, Randall. (1997). “Visions of Postwar Health and Development and Their Impact on Public Health Interventions in the Developing World.” International Development and the Social Sciences içinde. Yayına Hz.: Frederick Cooper ve Randall Packard. Berkeley: Univ. of California Press, s. 97.

[12] Hess, Gary R. (2003). “Waging the Cold War in the Third World: The Foundations and the Challenges of Development.” Charity, Philanthropy, and Civility in American History. Yayına Hz.: Lawrence J. Friedman ve Mark D. McGarvie. New York: Cambridge University Press, s. 319.

[13] Gaither, H. Rowan (1949). Report of the Study for the Ford Foundation on Policy and Program. Detroit: Ford Foundation, s. 26.

[14] Packard, Randall, A.g.e., s. 99.

[15] Downs, M. D. Ve G. Wilbur (1982). “The Rockefeller Foundation Virus Program 1951–1971 with Update to 1981.” Annual Review of Medicine 33, s. 8.

[16] 1660 tarihli Vestfalya Anlaşması, Avrupa’da yaşanan Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda imzalandı. Anlaşma üzerinden ulus-devletleri temel alan modern bir sistem teşkil edildi ve ulusal egemenlik anlayışı benimsendi. Şurası açık ki Avrupalı güçler sömürgeler konusunda uzun süre bu ulusal egemenlik ilkesini redde tabi tuttular, hatta sömürge ülkeler sözde bağımsız olması ardından da bu ilkeyi görmezden gelmeye devam ettiler.

[17] Lee, Kelley ve Admam Kamradt-Scott. (2014). “The Multiple Meanings of Global Health Governance: A Call for Conceptual Clarity.” Globalization and Health 10(1): s. 28.

[18] Fidler, David P. (2010). “The Challenges of Global Health Governance.” Council on Foreign Relations Working Paper. s. 3.

[19] Global Health Watch. (2008). Global Health Watch 2: An Alternative World Health Report s. 210–211).

[20] Ricci, James. (2009). “Global Health Governance and the State.” Global Health Governance 3(1).s. 1).

[21] Kirton, John J. ve Andrew F. Cooper. (2009). “Innovation in Global Health Governance.” Innovation in Global Health Governance: Critical Cases içinde. Yayına Hazırlayanlar: Cooper ve Kirton. Surrey, UK: Ashgate. s. 309.

[22] Kirton ve Cooper, A.g.e., s. 10.

[23] Rushton, Simon ve Jeremy Youde. (2015). Routledge Handbook of GlobalHealth Security. New York: Routledge. s. 18.

[24] Elbe, Stefan. (2010). Security and Global Health. Cambridge, MA: Polity Press. s. 82

[25] U.S. Fleet Forces Public Affairs. (2010). US Fleet Forces Commander Provides Update on Navy Contributions to Haiti Relief Efforts Ocak 19.

[26] U.S. Dept. of Health and Human Services. (2014). Global Health Security Agenda.

[27] Novotny, Thomas E., Ilona Kickbusch, Hannah Leslie ve Vincanne Adams. (2008). “Global Health Diplomacy—A Bridge to Innovative Collaborative Action.” Global Forum Update on Research for Health 5: s. 41.

[28] Bill Gates’ten aktaran: Ina Fried, “Bill Gates Tells”, 19 Mart 2015, Vox.

[29] Bill Moyers, “Bill Gates Interview”, 9 Mayıs 2003, PBS.

[30] Global Health Watch. (2008). Global Health Watch 2: An Alternative World Health Report, s. 250.

[31] Global Health Watch, s. 251.

[32] Lynch, Lisa. (1998). “The Neo/Bio/Colonial Hot Zone: African Viruses, American Fairytales.” International Journal of Cultural Studies 1(2): s. 235.

[33] Garrett, Laurie. (2014.) Ebola: Story of an Outbreak. New York: Hachette 2014, s. 105–107, 120–121.

[34] United Nations. (2014). Special Briefing on Ebola 2 Eylül. DWB.

[35] Verite. (2012). Rubber Production in Liberia: An Exploratory Assessment of Living and Working Conditions, With Special Attention to Forced Labor, s. 16. PDF.

0 Yorum: