Bugün büyük hükümetin ve açık kaynağın sunduğu
neoliberal özgürlük, sınırsızmış gibi görülen dünyanın yaydığı o özgürlük
havası, “ilerleme”ymiş gibi takdim ediliyor. “Yönetim” yerine “yönetişim”den
dem vuranlar da aynı şekilde aktörlerden oluşan ağlar arasındaki yatay
iletişimle ilgileniyorlar. Castells’den Hardt & Negri’ye birçok
postmodernist sosyolog, belirli bir ağın parçası olarak, proletaryayı
post-maddi enformasyon işçilerle ikame ediyorlar. Latour, nesneler ve montajlar
üzerine kurulu pozitivist bir dünya hayali kuruyor. Bu nesneler ve montaj
malzemeleri, her şeyin her şeyle eşit oldukları tek boyutlu bir düzlem üzerinde,
belirli bir düzende bir araya getiriliyorlar.
Bilimle ideolojik bir yönelim olarak bilimcilik arasındaki
farkı kimse anlamıyor.
Giderek teknokratik bir içerik kazanan çevrecilik
akımı, idealizmin felsefi planda temelsiz olan bir biçimine yaslanıyor.
Muhtemelen buradaki çelişki, kendilerini “dünya
vatandaşı” olarak gören bir iş insanı ve bir bilim insanı tarafından 1968’de
kurulan Roma Kulübü isimli düşünce kuruluşunu model alan sistemlerden miras
kalma. Yalnız şunu da görmek gerek: 2000’li yıllara girildiğinde Güney’deki
eğitimli sınıflarla zengin Kuzey’in siber kuşakları, ekolojik süreçleri
açıklama noktasında bilgisayar simülasyonuna iyice aşina olmuşlardı.
Birçok siyasetçi bile “toplumsal sistemler” ile “doğal
sistemler” arasındaki etkileşimin bilgisayarda görüntülenebileceğini ve bu
sayede yönetilebileceğini düşünmeye başladı.
Oysa enformasyon teorisine bel bağlamak, bırakalım
insan davranışlarını, karmaşık biyolojik-fiziksel geri bildirim döngülerini
zaman üzerinden değerlendirmeye tabi tutmak için fazla basit bir adım. Neticede
günümüzde kapitalist siyasetle dijitalleşmiş akıl ve muhakeme arasında sıkı bir
bağ söz konusu.
Bugün dünyada nüfusun sadece yüzde onunun
arabasının bulunduğu koşullarda teknokratik söylem materyalist bir okumaya tabi
tutulduğunda, onun ne denli dar görüşlü olduğu görülür.
Dünya genelinde sınıf, etnisite ve cinsiyet
eşitsizliğinin dayandığı yapıyı ele alan Bond, Brand ve Wissen gibi yazarlar,
Alman Federal Meclisi’ne ait istatistikleri kullanarak, “Almanya gibi
sanayileşmiş bir ülkede yaşam tarzının nasıl emperyalistleştiğini” ortaya
koyuyor. Bu ülkede her bir kiloluk ev içi tüketim için başka bir toplumdan beş
kiloluk kaynak alınıyor.
Bunun da ötesinde, gündelik hayatın idrak edilmesi
gereken her bir yönünü yönetmek için bilgisayarlardan yararlandığımızda çevreye
daha fazla zarar veriliyor.
Kuzeyi Güney’e maddi açıdan bağımlı ve bu bağımlılık, ekstraktivizm olarak biliniyor. Gelişmiş ülkeler, liderlik konumlarını bu ekstraktivizm sayesinde muhafaza ediyorlar.
Ekstraktivizm, çevre ve insan kaynaklı borçlarla
birlikte, aynı zamanda “yeşil yeni düzen” gibi neoliberal “sürdürülebilir
kalkınma modelleri”nin ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın ulusötesi
şirketler lehine geliştirdiği “yeşil ekonomi” anlayışının temelini oluşturuyor.
Şirketlerin kâr amaçlı kaynak ve hammadde tedariki
çalışmaları, ilerleme adına savunuluyor. Oysa bu model, dünyanın ekolojik
sağlığı ve demokrasinin geleceği için zararlı.
Coğrafya, antropoloji, sosyoloji ve etik gibi
farklı disiplinlere ait görüşleri harmanlayan radikal araştırmalar sahasında
çalışan akademisyenlerin ve eleştirel politik ekolojistlerin bu yeni
teknokratik yönetim biçimini sorgulamaları gerekiyor.
Bu yönetim anlayışı dâhilinde geliştirilen ve “Dünya
Yönetişim Sistemi” denilen paradigma, Avrupalı akademisyenlerden oluşan bir ağ kuruyor.
Bu yönetişim tarzını savunanlar, sosyal bilimlerin karşısına şu önemli sorunu
çıkartıyorlar:
“Farklı
aktörlerden, ağlardan ve kurumlardan oluşan, daha karmaşık bir yapı meydana
geldi. […] Küresel çevre yönetişimi içerisinde faaliyet yürüten aktörlerin türü
de sayısı da son yirmi-otuz yıl içerisinde ikiye katlandı.”[1]
Bu yönetişimin geliştirdiği ajanda ise özel
şirketlerin ve kamunun elindeki yetkileri ilişkilendirip artırmaya, ulusötesi
idari yapılar arasında yeni dikey ve yatay bağlar kurulmasına dönük çalışmaları
içeriyor. Buna bağlı olarak aynı ajanda, devletin rolünü sorguluyor ve hesap
verme sorumluluğunu ortadan kaldırıyor.
Dünya Yönetişim Sistemi, sosyal adalet, yurttaşlık
ve kültürel özerklik konusunda önemli sonuçlara yol açacak bir gelişme. Bu tür
fikirlerin bilgi düzleminde sahip olduğu yeterlilik, toplum ve doğa arasındaki
ilişki düzeyinde, epey düşük.
Bu yönetişim anlayışı üzerinden bakıldığında
görülüyor ki cebirsel sistemler teorisinden ve başka idealist yöntemlerden
yararlanan uygulamacıların insan-doğa ilişkisini kavramsallaştırması zor. Bu da
demek oluyor ki alternatif bir yaklaşım dâhilinde politik ekolojistlerin çalışmalarını
materyalist açıdan ele aldıkları insan-doğa metabolizmasına dayandırmaları
gerekiyor.
Ariel
Salleh
[Kaynak:
The International Handbook of Political
Ecology, Yayına Hazırlayan: Raymond L. Byrant, 2015, Elgar, s. 432-433.]
Dipnot
[1] Biermann, F. ve P. Pattberg, “Conclusions”, F. Biermann ve P. Pattberg (ed.), Global Environmental Governance Reconsidered içinde, Cambridge, MA: MIT Press, s. 265.
0 Yorum:
Yorum Gönder