19 Ekim 2022

Amerikalı Zenginler Duyarcılığı Neden Çok Seviyor?

“Duyarcı sermaye” veya “duyarcılık”, son dönemde sıklıkla tanık olduğumuz birer olgu. O, şu türden görüşleri dillendirip duruyor:

Toplum, temelde ırkçı, cinsiyetçi, ataerkici, sömürgecidir, dolayısıyla düzeltilmeli, yok edilmelidir;

Görünüşteki çeşitlilik iyidir, ama görüşlerin çeşitliliği kötüdür;

Sınıf önemli değildir, önemli olsa bile o, ırk, toplumsal cinsiyet ve LGBT meseleleri karşısında ikincil bir öneme sahiptir;

Yanlış fikirlerinizden ötürü cezalandırılmalısınız, günahlarınızdan arınmanız ihtimal dışı;

Bizim görüşlerimize karşı çıkıyorsanız, demek ki siz ırkçı, faşist, Neonazi vs.siniz.

Akademideki birçok önemli isim, bu tür görüşleri savunuyor. Bu isimler arasında, Beyazlardaki Kırılganlık kitabının yazarı Robin DiAngelo, Irkçılık Karşıtı Nasıl Olunur kitabının yazarı İbrahim Kendi ve Eleştirel Irk Teorisi kitabının yazarı, kesişimsellik meselesine dair kalem oynatan Kimberle Crenshaw gibi isimler bulunuyor.

Birçok dostum, bugünlerde “bu duyarcılık da nereden çıktı?” sorusunu soruyor. Bu soruya, “duyarcılık, neden aşırı kapitalist ve aşırı liberal olan ABD’de ortaya çıktı?” ve “kaymak tabakası, o zenginler, ideolojik olarak duyarcılığı neden tercih ettiler?” soruları ekleniyor. Bunlar, cevaplanması gereken, önemli sorular.

Burada bu olgunun ardındaki felsefi sebepleri derinlemesine ele alacak değilim. Bu, başka bir makalenin konusu. Burada ben, daha çok Amerikan burjuvazisinin ve uşaklarının duyarcılığı neden hâkim ideoloji olarak seçtikleri sorusuna cevap sunmaya çalışacağım.

Genel anlamda duyarcılık, dikkatleri sınıfsal ayrışma denilen olgudan uzaklaştırıyor, sorumluluk üstlenme gereği duymadan, o zenginlerin sınıfsal statüsünü muhafaza etmesine katkıda bulunuyor, liberalizmin ve kapitalizmin sebep olduğu atomizasyon sürecini hızlandırıyor ve ABD emperyalizminin canına can katıyor.

Sınıftan Uzaklaşma

Duyarıcılık, kesişimsellik fikrini bağrında taşıyor. Kesişimsellik ise "ayrımcılık veya dezavantajlar üzerine kurulu olan, birbiriyle örtüşen ve birbirine karşılıklı bağımlı olan sistemler olarak kabul edilen ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet gibi belirli bir birey veya grup için uygulanan toplumsal kategorilerin birbirlerine bağlı oluşu" şeklinde tarif ediliyor.

Bu ideolojik görüşü komik bulduğumu söylemeliyim. Buradaki ırkçılık tespitinin altı boş olduğunu, tüketici demografisi olarak ırk, bir tür moda olarak toplumsal cinsiyet ve gene tüketici demografisi olarak cinsel yönelim denilen kavramları maddi koşul olan sınıf meselesine bağlamaya çalışıyor.

Amerika’da kaymak tabakası, kesişimselci söylemi kolaylıkla ele geçiriyor, yağını çıkartıp onu ekmeğine rahatlıkla sürebiliyor, çünkü zaten bu söylem, daha ilk dillendirildiği andan itibaren, o tabakaya aitti.

Söz konusu ideolojiyi Cornell ve Harvard üniversitelerinde okumuş, Columbia Üniversitesi Los Angeles Kampüsü’nde ders veren Elizabeth Warren geliştiriyor. Warren’ın kapısından içeri girdiği tüm bu okullar, milyarlarca dolar bağış alıyorlar. Dolayısıyla kapitalist bir devlet, kendi zenginlerine kaymak tabakasını ırk ve toplumsal cinsiyet açısından çeşitlendirmesini söyleyen bir ideolojinin yayılmasında bir sorun görmüyor. O, sınıf temelli Sovyet tarzı bir sosyalist devrime dair talepler dışında her türden talebe sıcak bakıyor.

Karl Marx’ın da dediği gibi:

“Her dönemde egemen fikirler, egemen sınıfın, yani hem toplumdaki egemen maddi güç hem de egemen fikri güç olan sınıfın fikirleridir.”

Burjuvaların, maddi koşullarla tüketici demografileri arasındaki sınırı silikleştiren, insanlara yoksul beyazların burjuvazi içerisindeki siyahi üyelere nazaran daha imtiyazlı olduğunu söyleyen bir ideolojiyi sevmeleri gayet doğal. Esasında yapılan çalışmalar, “beyazların imtiyazı” konusunda bilinçlendirilen liberallerde yoksul beyazlara yönelik empatinin kaybolduğunu ortaya koyuyor:

Çalışmaların da ortaya koyduğu biçimiyle, sosyal liberaller, sosyal muhafazakârlara nazaran yoksullara daha fazla sempati duyuyorlardı, ama beyazların imtiyazı konusunda yaptıkları okumalar, onların yoksul beyazlara yönelik sempatilerini siyahlara yönelik sempati karşısında daha da azalttı. Sempatideki bu azalmayla birlikte liberaller, yoksul beyazları çektikleri çile konusunda daha fazla suçlamaya başladılar, içsel yükleme yöntemine başvurarak, çekilen çilenin sebebinin yoksul beyazın sahip olduğu özellikleri olduğunu, onların kendi elleriyle belalarını bulduklarını düşündüler.

Sosyal liberaller, beyazların elindeki imtiyazlar konusunda bilinçlendirildiği ölçüde, yoksul beyazların ırksal imtiyazlarından istifade edemediklerini düşündüler, bu da olumsuz toplumsal değerlendirmelere yol açtı.

Böylelikle alt sınıfın belirli bir kesimine dönük empati, deri rengi temelinde, azaltıldı. Herkes, işini layıkıyla yaptı, sınıfsal birliğin temelleri iyice sarsıldı.

Bu söylemin 2008 finans krizi sonrası yaşanan, sınıfsal temeli olan Wall Street’i İşgal Et gösterilerinin yol açtığı gerçek tehdidin ardından dayatılması, kesinlikle sürpriz değil. O hareket, bizzat üyelerinin kullandığı anarşist ve hiyerarşi karşıtı yöntemler yüzünden başarısız oldu. Bu başarısızlığın yaşandığı günlerde ana akım medya, bu türden hareketlerin yeniden güçlenmesine mani olmak için ırk temelli söyleme destek sundu.

Tablet dergisinde Zach Goldberg’in sunduğu veriler, bu iddiayı kanıtlıyor. Bu konuda aşağıdaki grafiklere de bakılabilir. Burada ana akım medyada ırk temelli söylemdeki artışa tüm politik ideolojiler nezdinde, bilhassa beyaz demokratlar/liberaller arasında, ırkçılığı büyük bir sorun olarak görenlerin sayısındaki artış eşlik ediyor. Özellikle bu iki artışa 2008 finans krizi sonrasında, bilhassa Trump’ın adaylığını açıklaması ardından tanık olunuyor.


Doksanlardan iki binlere uzanan süreçte yoksul beyazları “beyaz çöpler” olarak gören insanlar, bugün o yoksul beyazlara “beyaz üstünlükçülüğün kaymağını yiyen beyaz üstünlükçüler” diyorlar. Üstelik bu lafı, son yirmi otuz yıldır o yoksul beyazların yaşam koşullarının kötüleştiği, toplam servetteki paylarının düştüğü, gelirlerinin azaldığı bir gerçeklikte ediyorlar. Ayrıca bu türden lafların yoksul Siyahlara veya Latin Amerikalılara bir hayrının olmadığını görmek gerekiyor.

Yoksul beyazların ve yoksul beyaz olmayan kesimlerin aynı maddi koşullara sahip olmadıklarını söyleyenlerin derdi, her iki kesimin maddi koşullarını iyileştirmek değil. Onlar, “beyazların imtiyazı” gibi dillere pelesenk olmuş boş laflarla gevezelik etmek ve statükonun korunması adına, “sömürgelikten kurtulmak” gibi gayet anlamlı kelimelerin içini boşaltmak derdindeler.

“Sosyal adalet” kavgasının ön cephesinde işçi sınıfı örgütleri yerine bankaların, üniversitelerin, Silikon Vadisi’nin ve oligarşinin partisi Demokrat Parti’nin bulunmamasına şaşmamalı. Bunlar, kaymak tabakasının tekerine çomak sokacak asli güç olarak görülüyorlar!

Sorumluluk Üstlenmeden Sınıfsal Statünün Muhafaza Edilmesi

Duyarcılık, sınıf meselesinden uzak tutuyor. Bu gerçeğin yanında önemli bir hususa da işaret etmek gerekiyor: duyarcılık, bir yandan mevcut sınıfsal hiyerarşileri muhafaza ediyor, bir yandan da kaymak tabakasının tebaasına karşı taşıdığı yükümlülükleri azaltıyor.

Mesele, şu şekilde ele alınmalı: Eğer bir ulus ve halkı, temelde ırkçı, cinsiyetçi, homofobik ve yabancı düşmanı ise ona karşı insan, kendisini neden borçlu hissetsin? Asıl yapılması gereken, o halkın ve ulusun disipline edilip neyin doğru olduğu konusunda eğitilmesi. Duyarcılığın mantığı bu şekilde işliyor: insanlar, mevcut inançlar, gelenekler ve kültürler konusunda yanlış bir anlayışa sahipler, dolayısıyla, onlara sorumluluk vermezden önce onların ilkin disipline edilmesi ve doğru fikirlerle donatılması gerekiyor.

Duyarcılık, tıpkı 1920-1933 arası dönemde Amerika’da açığa çıkmış olan alkol karşıtı hareketin yürüdüğü yoldan yürüyor: zenginler, işçilere karşı devasa bir toplumsal deney gerçekleştiriyorlar. Bu çaba, maddi meseleler konusunda herhangi bir çözüm sunmuyor. Neticede burjuvazi, o maddi meselelerin sonuçları karşısında hiçbir şey yapmama imkânı buluyor.

Amerikalı zenginler, “sosyal adalet”in kişinin benliği dâhilinde ahlaki bir reform üzerinden gerçekleştiğini görüyor, ama bu kişisel dönüşümün kitleleri “kötü davranışlar”da bulunmaktan alıkoyacak devlet/şirket gücünü üreten “ahlaken daha da bilinçlenmiş elitler” eliyle yönetiliyor.

Zenginlerin maddi yardımdan ziyade kültürel açıdan teskin edici çabalara daha fazla odaklanmasının sebebini burada aramak gerekiyor. Kültür savaşı, zenginlerin alt ve orta sınıflara karşı yürüttükleri sınıf savaşı. Zenginler, sınıfı önemsiz gösterip toplumsal cinsiyet, ırk, seks işçiliği, kesişimsellik ve akıl sağlığı gibi olguları başa yerleştiriyor, yüceltiyor. Böylelikle bu siyasete ortak olanlar, kendilerini zenginlerin suçlu evlatları değil de zulüm karşıtı siyasetin özneleri olarak görüyorlar.

Bu anlamda duyarcılık, bugün on dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyılın başında aristokratlarda gördüğümüz lüks anlayışlarının bir tezahürü. Esasen o kaymak tabakasına dâhil olmak isteyenler, o tabakanın mensuplarını taklit etmeyi kurtuluş yolu olarak görüyorlar. Örneğin “beyazların imtiyazı” lafını ele alalım. Bu lafı en çok kim dile getiriyor? Alt sınıflara mensup siyahlar değil, kolej diploması olan ve proleterleşmekten korkan, ilerici olduğunu iddia eden, ama bir yandan da kaymak tabakasına girmek için yanıp tutuşan kişiler bu lafı dillerine doluyorlar.

Özünde ortalama bir üniversiteden mezun olmuş kentli beyazlar, “beyazların suçu”ndan bahsedip duruyorlar, çünkü bu sayede bir yandan başarılı beyazlar olarak gördükleri George Washington, Abraham Lincoln ve Franklin D. Roosevelt gibi isimleri içeren çevreye dâhil olabileceklerini düşünüyorlar, bir yandan da karavan kamplarında yaşayan yoksul “beyaz çöpler”in statü bakımından üzerinde olduğuna dair bir işaret vermiş oluyor. Böylelikle kişinin sınıfsal statüsü muhafaza ediliyor, “o aptal eziklerin suratına üniversite diploması sallanıyor, zengin kaymak tabakasının başkaları üzerinde kurdukları hâkimiyete payanda olan dili temize çekiyor.

Amerikalı zenginler ve zengin olma heveslisi kişiler, duyarcılığı sınıfsal statülerini muhafaza etmek için kullanıyorlar, bir yandan da kültür savaşı üzerine kurulu hikâyeler anlatan bu kişiler, maddi sorunları giderecek herhangi bir çözüm önerisi sunma gereği duymuyorlar.

Duyarcılık Atomize Ediyor, Liberalizmi ve Kapitalizmi Besliyor

Bazı sağcı okurlar, söylediklerimi duyunca şaşırabilir. Duyarcılık, neticede liberalizmin ve kapitalizmin doğal bir sonucu.

Çünkü liberalizm, özgürlükle alakalı. Özgürlükse, tuhaf bir biçimde, özgür olmama tercihinde bulunamadığınız koşullarda özerk ve bağımsız olmayı ifade eder. Onun nihai hedefi, boş sayfa olarak gördüğü bireyleri atomize etmek, her türden grup veya önyargıdan kurtarmak, böylelikle onların rasyonel bireysel aktörler hâline gelmesini sağlamaktır.

Liberal felsefeciler ve teorisyenler, bu gerçeği kendilerince kabul ederler. Joseph Raz, Özgürlüğün Ahlakı isimli çalışmasında şunu söyler:

“Liberal düşünce içinde ortak bir görüş mevcut vardır ve o, liberalin ana meselesinin kişisel özerkliğin teşviki ve korunması olduğunu söyler.”

Kişi, kendi hayatının yazarı hâline gelebildiği takdirde özgürdür.

Bruce Ackerman, Sosyal Adalet ve Liberal Devlet kitabında şunu söyler:

“Liberalizm, bireyci politik ahlaktır. […] Bu ahlakın asli meselesi, bireylerin özgürlüğünü koruyup desteklemektir.”

Dostum Apex’in yazısında özetlediği gibi, “özerklik atomizasyonu talep eder, çünkü kişi tarafından seçilmemiş olan her türden bağ, kişinin özgür eylemleri önündeki bir sınırı ifade eder.”

Peki bunun kapitalizmle ilişkisi ne? Şimdi kapitalist ekonomistlerin konuyla ilgili sözlerine bakalım: George Stigler, Fiyat Teorisi kitabında şunu söylüyor:

“Ekonomik ilişkiler, ekonomik birimler arasındaki her türden kişisel ilişkiyi içermesi durumunda asla tam anlamıyla rekabetçi olamaz.”

Marshall McLuhan ise şunu söylüyor:

“Alabildiğine sanayileşmiş veya pazarlama pratiğine açık bir hayata sahip olabilmemiz için insanlararası ilişkilerin aynı ölçüde yüzeyselleştirilmesi gerekir.”

Kapitalizm, bağların ve ilişkilerin kopmasını ister. Onun talebi, atomizasyon yönündedir. Kapitalizmin toplumu bir arada tutan geleneksel bağları yok ettiğini ilk söyleyen isimlerden biri de Karl Marx’tır:

“Katı olan her şey buharlaşır, kutsal olan her şey kutsallığını yitirip dünyevileşir, insan, en nihayetinde hayatının gerçek koşullarıyla, kendi türüyle kurduğu ilişkilerle en ayık hâliyle yüzleşmek zorunda kalır.”

Bu anlamda liberalizm, kapitalizmin gelenekleri dağıtıp, geleneksel bağları kopartmak için ihtiyaç duyduğu kimyasalı temin eder. Suudi Arabistan, Çin, belli ölçüde Orbán yönetimindeki Macaristan gibi liberal olmayan bir kapitalist devlet de varolabilir, ama bu durum, kapitalizmi gelenekleri yok etmekten alıkoymaz. Bu süreç, sadece bu tür ülkelerde daha yavaş ilerler.

Örneğin hayatta kalmak için artık petrolden kurtulmak zorunda olduğunu idrak ettikten sonra ekonomisini daha fazla kadın işgücüne açmak zorunda kalan Suudi Arabistan’ı ele alalım. Bu ülke, artık kadınların otomobil kullanmasına, erkeklerin izni olmaksızın evden çıkabilmelerine izin vermeye başladı, bir yandan da devlet, ülkeye gelen turistlere yönelik tesettür zorunluluğunu kaldırıyor, sinemalar açıyor.

Öte yandan, kişi başına düşen gayrisafi milli hâsılası 2.100 dolar olan liberal demokratik Hindistan’da Batı’da dönen kültürel tartışmalara benzer tartışmalara tanık olunuyor. Örneğin Mumbay şehrindeki Tata Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde hazırlanan akademik makalelerde, Hindistan’ın Keşmir’de sömürgeci bir güç olarak bulunduğunu söyleniyor.

Liberalizm, süreç içerisinde Batı’daki kültürel yozluğu Hindistan’a taşıdı, bir yandan da ülke, Afrika’daki ekonomik standartlara sahip oldu. Balkanizasyon için bundan daha iyi reçete bulunamaz. Bu da bize, liberalizmin söz konusu atomizasyon sürecini hızlandırıp kurumların altını oyma noktasında önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyor.

Peki bunların duyarcılıkla ne alakası var? İşin acemisi olanlar, Siyahların Hayatı Önemlidir hareketine bakmalı. ABD’de duyarcılığı teşvik eden kurumlar, bizatihi şirketler. Çekirdek ailenin yok edilmesi türünden talepleri en çok da bu duyarcı gruplar dillendiriyorlar. Bu anlamda “kişinin ailesi dâhil her türden bağ ve kimlik, kişi tarafından seçilmeli, bunlar tercihe tabi olmalı” deniliyor. Liberalizmin ve kapitalizmin kitleleri atomize ettiği bir dünyada, bu seçim ve tercih de tabii ki piyasanın mantığına göre biçimlenecek. Başka bir ifadeyle bu bağlar ve kimlikler, tüketiciye ait kimlikler gibi tüketilecekler.

Bu da şirketlere ve oligarklara bağlardan kurtulmuş işçilere sahip olma imkânı verecek. Böylelikle işçiler, ücretli kölelik koşullarına odaklanamayacak. Şimdi bir düşünün: patronunuz, kadın işçisinin ailesiyle ve çocuklarıyla bir saat daha fazla zaman geçirmesini mi yoksa büroda veya fabrikada bir saat daha fazla çalışmasını mı ister? Elbette ki ikincisini tercih eder. Hadi bana inanmıyorsunuz, gidin işçilerinin herhangi bir maddi veya ailesel mülke sahip olmaksızın yaşamalarını isteyen Mark Zuckerberg’e kulak verin!

“Bir arabamız olmayabilir. Bir ailemiz olmayabilir. Hayatın basitleşmesi sayesinde asıl önemli olana odaklanma imkânı bulacaksınız.”

“Polis teşkilâtını lağv edin” de böylesi bir talep. Liberalizm ve kapitalizm koşullarında polis kurumunu ve kamu yararını ortadan kaldırdığımızda, onun yerini özelleştirilmiş “hayırseverlik” alır. Şartları piyasadaki en güçlü olan aktör belirler, o da illaki bizatihi kapitalistin kendisi olacaktır. Dolayısıyla, suçlara sertlikle yaklaşmak gerektiğini düşünen Eric Adams’ın New York belediyesi seçiminde Siyahlardan ve işçi sınıfından bu kadar çok oy almasının sebebini buralarda aramak gerekiyor. Siyahların Hayatı Önemlidir hareketini ve polisin mali kaynaklarının kesilmesini isteyen adımları destekleyen Maya Wiley’nin arkasında ise George Soros var. Bu arada Wiley’nin yavan bir performans ortaya koyduğunu söylemek lazım.

Bir de şu çok tartışılan konuyu ele alalım: trans çocuklara verilen ergenlik önleyicileri.

Bu tür şeyler, liberalizmin doğal sonucudur. Bilgiye dayalı bir görüşü dillendirecek beceriye sahip olmasalar bile, çocuklar dâhil herkes, karar alma konusunda “özgür ve “serbest” olmalıdır. Ebeveynle kurulan ilişki gibi her türden ilişki, yok edilmelidir. Ergenlik önleyici ilâçların satılmasını ve satışların artmasını isteyen imalatçılar ve lobiciler, bugün bu fikri yaymak için uğraşıyorlar.

Bu arada belirtmem gerek ki LGBT haklarına ben de destek veriyorum, ama hiçbir çocuğun bu konuda bilgiye dayalı bir görüş dile getiremeyeceğini düşünüyorum. Her alanda olduğu gibi bu alanda da çocuk çocuktur. Ergenlik önleyici ilâçlar, esasen hiçbir çocuğun rıza göstermeyeceği kalıcı sonuçlara yol açmaktadır.

Liberalizm ve kapitalizm, bireycilik ve kâr hedefine doğru ilerlerken, önlerine çıkan her türden geleneksel bağı yok etmek suretiyle toplumu atomize etmek için birlikte hareket ediyorlar.

Duyarcılık, Amerikan Emperyalizmine Yeni Bir İmaj Kazandırıyor

Sovyetler’e karşı yürütülen soğuk savaşın başladığı günden beri ABD, tüm kararlılığıyla, liberalizm ve kapitalizm modelini tüm dünyaya ihraç etmek için uğraştı. Hatta İran ve Şili gibi ülkelerin başında bulunan, seçimle iktidara gelmiş liderler, kendi doğal kaynaklarını millileştirmeye karar verince, CIA müdahalesiyle alaşağı edildiler.

Bu ihraç çabası, Reagan sonrası Amerikan dış politikasında yeni muhafazakârların iktidara gelmesiyle daha da yoğunlaştı. Bu neokonlar, Trotskiy’nin “küresel proleter devrim” çağrısının içeriğini değiştirip, onu liberal demokrasinin tüm dünyada tesis edilmesi talebi olarak anlayan, SSCB, ardından Marksizm konusunda hayal kırıklığı yaşamış olan eski Troçkistlerdi. Bu kişilerin görüşleri, ABD dış politikasının kararlaştırıldığı salonlara galebe çaldı ve demokratik barış teorisi gibi anlamsız fikirlerin öne çıkmasını sağladı. Bu teori, bu dünyada her bir ülke, liberal demokrasiyle yönetilmediği sürece dünya barışına ulaşamayacağımızı söylüyordu.

SSCB’nin çöküşü sonrası bu görüş, Amerikan hegemonyasının ve neoliberalizmin zirvede olduğu, bu liberal demokrasinin teşvik edilmesi kılıfı ardında rejim değişikliği için savaşların verildiği dönemde karşılık buldu. Eski Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelerdeki savaşlar, bunun yanında, Çin ve Sovyet sonrası dönemde kimi ülkelerde gerçekleşen renkli devrimler, bu görüşün uygulanmadığı örnekler olarak öne çıktılar.

Liberalizm ve kapitalizm yüzünü duyarcılığa döndü, ama temeldeki görüş ve kanaatler hiç değişmedi. Liberalizm ve kapitalizm, duyarcılık üzerinden yeni bir imaja kavuştu. Artık genelkurmay başkanı, eleştirel ırk teorisinin öğretilmesinden yana olduğunu söylüyor, CIA, göçmen, beyaz olmayan feminist isimleri işe alıyor.

Dış politikadaki bu duyarcı imaj, Amerika’nın mali ve kültürel hegemonyasının karşısına çıkan her türden güçlüğün karşısında konumlanıyor. Bu noktada bu güçlüklerin kaynağının sağ veya sol olmasının bir önemi bulunmuyor. Örneğin Macaristan’ın başındaki muhafazakâr lider Viktor Orbán’ı ele alalım. Orbán, toplumsal cinsiyet ideolojisinin çocuklara öğretilmesine karşı çıktı, AB’nin belirlediği göçmen kotasını kabul etmedi, George Soros gibi oligarkların desteklediği STK’ların çalışmalarına kısıtlama getirdi. Yürüttüğü kampanya süresince Joe Biden, Macaristan’daki rejim için “totaliter rejim” tabirini kullandı. Biden bu tabiri kullanırken, neyi kastettiğini gayet iyi biliyordu. Bu arada belirtmekte fayda var: Macaristan NATO üyesi.

 

Bugün hatta Narendra Modi “faşist” olduğu için, Amerika’nın Hindistan’a müdahale etmesini isteyenlere rastlanıyor.

Şimdi de 2019’da Bolivya’da yaşanan darbeye bakalım. Halktan destek gören, ekonomiyi yukarıya çeken, önemli kaynakları millileştiren, ekonomik eşitsizliği büyük ölçüde azaltan solcu lider Evo Morales, askeri bir darbeyle devrildi ve yerine kadın hareketi aktivisti Jeanine Añez getirildi.

Añez, Venezuela ile bağların kopartılacağını, Kübalı doktorların ülkeden gönderileceğini söyledi. Ardından yerli halka ve Morales’e destek sunan kesimlere yönelik sayısız katliama imza attı. Ama buna rağmen Amerikan dış politikasını belirleyen müesses nizam, onu hayranlıkla takip etti. Çünkü Añez, ülkedeki lityum rezervlerini Amerika’nın hizmetine sundu, eldeki kaynakları özelleştirdi. Fakat 2020’de yapılan erken seçimin ardından Morales’in partisi, Luis Arce liderliğinde seçimden zaferle çıktı. Ülkeden kaçmış olan Morales, Bolivya’ya döndü, Añez ise hapse atıldı.

Duyarcılık, emperyalizme yeni bir imaj kazandırıyor, onu yeniden ambalajlıyor. Onun işlerinin nereye varacağını, hangi amaçlara hizmet ettiğini görmek zor değil. Duyarcılık, Amerikan müdahaleleri ve hâkimiyet tesisine dönük çabalar için ideolojik gerekçe olarak iş görüyor. Amerikan ideolojisinin savunucuları, bugün Wall Street’in ve büyük teknoloji şirketlerinin desteğini arkasına almış olan Dick Cheney ve İbrahim Kendi gibi isimler.

Sonuç

Duyarcılık, liberalizmin ve kapitalizmin doğal bir sonucu. O, Reagan’dan Obama’ya dek Amerika’nın başına gelen hükümetlerde uygulanan neoliberalizmin bir ürünü. Amerikan işçi sınıfının ekonomik fırsatları yitirdiği, ilerici üst orta sınıfın proleterleşme korkusu yaşadığı dönemde duyarcılık, tercih edilen ideoloji hâline geldi.

Birçokları, bu duyarcılığı Mao’nun Çin’inde tanık olunan Kültür Devrimi’ne benzer bir devrim olarak nitelendirse de arada önemli farklılıkların bulunduğunu görmek gerekiyor. Çin’deki Kültür Devrimi’nde Mao, kendi iktidarını tehdit eden zenginleri, devrime sadık olmayan bürokratları ve kapitalistleri tasfiye etmek için öğrencileri ve işçileri namluya sürmüştü. Amerikan versiyonu ise daha çok Kültürel Karşı-Devrim olarak nitelendirilebilir. Bu versiyonda sadık olmayan bürokratları, küçük işletme sahiplerini ve yanlış fikirlere sahip işçileri cezalandırmak için öğrencileri ve kapitalistleri bu sefer kaymak tabakası kullanıyor. ABD’deki koalisyonun Çin’deki yapıyla zıtlık içinde olduğunu görmek gerek.

Buradan şunu söylemek mümkün: duyarcılık, sınıfsal ayrışmayı dikkatlerden kaçırıyor, zenginleri sorumluluktan kurtarıp onların sınıfsal statüsünü muhafaza etmesine katkıda bulunuyor, liberalizmin ve kapitalizmin sebep olduğu atomizasyon sürecini hızlandırıyor, ayrıca ABD emperyalizminin canına can katıyor. Amerikalı zenginlerin ve onlara ait kurumların bu ideolojiye bu kadar çok destek sunmalarına şaşırmamak gerek. Duyarcılık, Amerikan liberalizminin ve kapitalizminin doğal bir sonucu.

Alexei Arora
27 Haziran 2021
Kaynak

0 Yorum: