25 Ekim 2022

,

Kıyametin Koptuğu Zamanlar

“Zafer Sarı Yelekliler’in Olacak”


Sınırlarını zorlayan düşünce olmaksızın ne strateji,
dolayısıyla ne taktik, ne eylem, gerçek muhakeme süreci
veya inisiyatif, ne yazı pratiği, ne müzik, ne resim, ne heykel vs. mümkündür.

[Louis Althusser]


Kelimenin gerçek manasıyla, “kıyametin koptuğu” zamanlarda yaşıyoruz. Bir şeylerin ifşa olduğu, açığa çıktığı zamanlar. İlk gösterdiği şey, 2008’deki politik kopuşlar dönemini tetikleyen finansal çöküş. “Ya faşizm ya devrim” seçeneğinin gerçekte bir karşılığı, dengi yok, çünkü biz, hâlihazırda neofaşist, cinsiyetçi, ırkçı güçlerin yarattığı, görünüşe göre karşı konulamaz olan bir dizi “politik kopuş”un içinde yaşıyoruz, çünkü şu moment için devrimci kopuş, sadece basit bir hipotez ve bu hipotezi bize kapitalizmle mücadele eden güçler teorisini ve eylemini hafızadan silme konusunda başarılı olan neoiberalizm dayatıyor. Üstelik bu, neoliberalizmin en önemli zaferi.

Bu zamanlar, aynı zamanda yeni faşizmin neoliberalizmin öteki yüzü olduğunu ortaya koyuyor. Wendy Brown, bu gerçeğe karşı çıkan isimlerden:

“İlk neoliberallerin gözüyle baktığımızda, Trump’ı, Brexit’i, Orbán’ı, Nazileri veya Alman Parlamentosu’nu, İtalya Parlamentosu’ndaki faşistleri içeren kütle, neoliberal rüyayı kâbusa çeviriyor. Hayek, ekonomik liberalizmin Alman türevi olan ordoliberalizm, hatta Şikago Okulu bile neoliberalizmin mevcut biçimini, özellikle üzerine geçirdiği en son gömleği redde tabi tutardı.”[1]

Bu tespit, olgular açısından yanlış, ayrıca sermaye ve onun gücünü kullanma tarzına dair anlayış düzleminde de sorunlu bir tespit. Latin Amerika’daki eli kanlı diktatörler şahsında cisimleşmiş olan neoliberalizmi inşa eden şiddeti silen kişi, hem teorik hem de politik bir hata yapıyordur: sadece ekonomiyi, kurumları, hukuku ve yönetim mekanizmalarını koruyan, ilkin Pinochet döneminde Şili’de uygulanan şiddete yoğunlaşıp sermayeyi modernleşmenin faili, yeniliklerin arkasındaki güç olarak takdim eden kişi de, öte yandan dünya devrimini ve sermayenin dünya genelinde ortaya koyduğu tepki anlamında “küreselleşme”nin kaynağı ve sebebi olan bu devrimin yaşadığı yenilgiyi silen de hata içerisindedir.

Bu tarz bir fikriyatın ürünü olan iktidar anlayışı, teskin edicidir. Eylemi eylemle, hükümeti davranışlarla teskin eder (Foucault), kişilere karşı, savaşın ve iç savaşın zirvesini ifade ettiği eylem uygulamayı öngörmez. İktidar, doğalında hafif bir şiddet uygulayan insan dışı aygıtlarla bütünleştirilebilen bir şeydir. Oysa tam tersi geçerlidir: neoliberalizm, iç savaş mantığı üzerine kuruludur ve bu mantık, massedilebilen, silinebilen bir şey değildir, yerini ekonomi, hukuk ve demokrasideki işlerlik alamaz.

Kıyametin koptuğu zamanlar gösteriyor ki yeni faşizm biçimleri yeniden harekete geçiyorlar. Üstelik ortada kapitalizmi ve mülkiyeti, savaş ile yönetebilirlik arasındaki ilişkiyi tehdit eden bir komünizm de yok.

Bugün hukuk devleti ile istisna hâlinin arasındaki sınırların silikleştiği, ikisinin melezlendiği bir dönemde yaşıyoruz. Yeni faşizmin elindeki hegemonya, sadece sahip olduğu örgütlerin kudretiyle değil, devlete, politik sisteme ve medyaya sızma kapasitesi ile ölçülmelidir.

Kıyametin koptuğu zamanlar, demokratik çehresinin altında, o ekonomik, toplumsal ve kurumsal “yenilikler”in gerisinde duran sınıfsal nefretle ve stratejik çarpışmanın yol açtığı şiddetle yüzleşeceğimizi göstermiştir. Devrimci, hatta reformist bile olmayan Sarı Yelekliler türünden bir kopuşa yol açan hareket, tek başına “Versay ruhu”nun dirilmesini sağlamaya yetmiştir. O ruhta sembolik düzeyde bile iktidarı ve mülkiyeti tehdit etmeyen “pislikler”i kurşuna dizme arzusu kabarmıştır.

Sermayenin çarkına çomak sokulduğunda, burjuva bir gazetenin yayın yönetmeni bile birazcık olsun gerçeği ifşa edebilir:

“Mevcuttaki nefret üzerine kurulu imparatorluk, bazen üzerine toprak serpilmiş olan, sınıf ve kastlar arası sınırları belirginleştiriyor. […]. Bugün nefret denilen kemirgenin demokrasiyi kemirip tükettiğine, birden dağılmış, çözülmüş, istikrarını, dengesini yitirmiş, kırılganlaşmış, öngörülemez hâle gelmiş politik bir toplumun ortaya çıkışına şahit oluyoruz. Eski çağın nefreti, yirmi birinci yüzyılın tereddüt içerisindeki Fransa’sında yeniden yüzeye çıkıyor. Modernite kendi altında nefreti saklıyor.”[2]

Kıyametin koptuğu zamanlar, ayrıca 2011’den beri sermayenin yüce iktidarına kafa tutmaya çalışan politik hareketlerin güçlü ve zayıf yanlarını ortaya çıkartıyor.

Bu çalışma, tam da Sarı Yelekliler’in ayaklandığı dönemde tamamlandı. Bu türden bir hareketi (ayrıca ondan farklı olan Arap Baharı eylemleri, ABD’deki Wall Street’i İşgal Et Hareketi, İspanya’daki kemer sıkma politikalarına karşı gelişen 15 Mayıs Hareketi ve Brezilya’da 2013 Haziran’ında gerçekleşen eylemleri) anlamak, ne dediğini işitmek adına “dünya devrimi” bakış açısını benimseyen çalışma, fazla iddialı veya fazla hayalci bulunabilir. Oysa “sınırlarda düşünmek”, sadece altmışlarda dünya devriminin yaşadığı tarihsel yenilginin yanında, ayrıca kuzeyde ve güneyde farklı cereyan eden, günümüzdeki hareketler içerisinde ürke ürke ilerleyen devrimlerin yol açtıkları “gerçekleşmemiş ihtimaller”den de başlamak demektir.

Altmışlarda devrimci sürecin verili biçimi değişmiş olsa da o süreç, aşılması mümkün olmayan bir engelle, yirminci yüzyıldaki devrimler kuşağını başlatan 1917’deki modelden farklı bir model icat etme konusunda gösterilen beceriksizlikle yüzleşti.

Leninist modelde devrim, hâlen daha devrimin gerçekleştiği fikrini öne çıkartan bir biçime sahipti. İşçi sınıfı, kapitalizmin ilga edilmesiyle ve komünizmin kurulmasıyla ilgili koşulları zaten kendi bağrında taşıyan bir özneydi. “Kendinde sınıf”tan “kendisi için sınıf”a geçiş, bilinç denilen kaldıraçla ve iktidarın alınmasıyla gerçekleşebilecek bir süreçti ve bu süreç, bizatihi işçilerin “sendika” pratiklerinde eksik olanı dışarıdan taşıyan parti öncülüğünde örgütlenecek, ona gene parti öncülük edecekti.

Ancak altmışlardan itibaren devrimci süreç, devrimin olduğu fikrini öne alan bir biçime kavuştu. Politik özneler, zaten orada oluşmakta olan bir şey olarak değil de öngörülemeyen bir şey olarak ele alınmaya başlandı. (Sarı Yelekliler, bu öngörülemezliği gayet iyi anlatan bir örnektir.)

Artık politik özneler, tarihteki zaruretin cisimleşmiş hâli değil, politik çatışma ihtimalinin ta kendisidirler. Politik öznelerin teşkili, “bilince varması”, programları, örgütleri (yönetilmeye dönük) itiraz, kopuş, her türden demokrasi ve adalet vaadiyle tatmin olmayan radikallik temelinde meydana geliyor.

Rancière’e atıfla, ayaklanmanın kendi “nedenler”i ve “sebepler”i olduğunu söylemek gerekiyor. Sarı Yelekliler felsefecilerden daha zekiler, çünkü onlar, “üretim” ile “dolaşım” arasındaki ilişkinin ters yüz edildiğini “anlamışlar”. Dolaşım, paranın dolaşımı, emtia, insanlar ve enformasyon, bugün “üretim”den daha önemli hâle geldiler. Artık insanlar fabrikaları değil, kavşakları işgal ediyorlar, enformasyonun dolaştığı kanallara saldırıyorlar (paranın dolaşımı, nispeten daha soyut bir mesele, onu hedef almak için başka bir örgütlenme ve eylem düzeyine ihtiyaç var.)

Şurası açık ki politik sürecin ortaya çıkışının önkoşulu, onu üreten “nedenler”den ve “sebepler”den kopmak. Yalnızca mevcut düzenin çarkına çomak sokmak, yalnızca hükümet edilen sahanın dışına çıkmak suretiyle, yeni bir politik sürecin önü açılabilir, çünkü direnseler bile “yönetilenler”, iktidarla ilişkisi dâhilinde ondan iki kat daha güçlüdürler. Hâkimiyetin esas olduğu dönemden, ortaya çıkmazdan önce hayal bile edilemez bulunan yeni imkânları yaratmak suretiyle çıkmak, bizim ve dünyanın dönüşümü için gerekli koşulları meydana getirir. Artık isyanı gizemlileştiren fikirlere de ayaklanmayı idealize eden yaklaşımlara da ihtiyaç yoktur.

Politik öznenin teşkil edildiği, örgütlerin kurulduğu, mücadele imkânlarının geliştiği süreçleri mümkün kılan, iktidarın çarkına sokulan çomaktır. Bu süreçler, karşılarında ayaklanmanın yok edemediği kâr, mülkiyet ve miras gibi “nedenler”i bulur. Bu nedenlerse tam aksine, saldırgandırlar, birden düzeni yeniden sağlamak gelir akıllarına, polisi ön safa yerleştirirler, bir yandan da hiçbir şey olmamış gibi, “reformlar”ın duyurusunu yaparlar.

Bu noktada radikal seçenekler gündeme gelir: yeni politik süreç, ya sermayenin “nedenler”ini değiştirecek ya da aynı nedenler, o politik süreci değiştirecektir. Politik imkânlar kapısının açılmasına karşılık iki kat ağır başka bir sorun gündeme gelir. Bu düzlemde politik özneyle birlikte sermaye iktidarı da tesis edilecektir, çünkü politik özne, ancak sermaye iktidarı ile birlikte meydana gelebilir.

Arap Baharı eylemlerinin, Wall Street’i İşgal Hareketi’nin, Brezilya’da Haziran 2013’te yaşanan olayların bu sorulara verdiği cevaplar, esasen oldukça zayıf cevaplardır. Bu hareketler, gerçek stratejilere ulaşmadan kimi deneyler yapmaya devam ediyorlar. Bu türden açmazların, İspanya’da Podemos’un uyguladığı “sol popülizm”le aşılması mümkün değil. Hareketin stratejisi, neticede 1968 sonrası başlamış olan devrimi tasfiye etti. Bu tasfiye sürecinde, Marksizmleri esasen arızalı olan birçok Marksistin katkısı var.

Çelişkiler ve özneleşme alanı olarak demokrasi, “kapitalizm ve devrim” denkleminin yerini alıyor (Lefort, Laclau, Rancière), üstelik bu, sermayenin elindeki mekanizmanın kelimenin tam anlamıyla “demokratik temsil” denilen olguyu yalayıp yuttuğu bir dönemde gerçekleşiyor.

Claude Lefort’un “demokraside iktidar alanı boştur” sözü, ta yetmişlerin başında itirazla karşılamış, bu itirazı dillendirenler, o yerde kendince “egemen” olan sermayenin durduğunu söylemişlerdi. O alana yerleşen her parti, ancak “imza yetkilisi” olarak iş görebilir (Marksizmin bu konuyla ilgili tespitine dudak büken birçok kişi, onun Fransız cumhuriyetinin son cumhurbaşkanı Emmanuel Macron şahsında, üstelik en karikatür hâliyle doğrulandığına şahit oldu.)

Sol popülizm, artık varolmayan bir şeye yeni bir hayat verme derdinde. Temsiliyet ve meclis denilen olguların hiçbir gücü yok. Hatta meclis, bugün tümüyle yürütmenin elinde ve bu yürütme gücü, neoliberalizm koşullarında “halkın” veya genel çıkarın emirlerini değil, sermayenin ve mülkiyetin emirlerini uyguluyor.

2008 sonrası ortaya çıkan hareketleri politikleştirme arzusu gösteriyor ki bu çaba, esasen gerici, çünkü o, altmışların devriminin redde tabi tuttuğu, bugün ortaya çıkan her hareketin de karşı çıktığı, karizmatik lider, partinin “aşkınlığı”, temsilcilerin seçilmesi, liberal demokrasi ve halk gibi başlıkları siyaset sahasına dayatıyor.

Sol popülizmi konumlandırıp, teorik planda sisteme kavuşturmaya çalışan Laclau ve Mouffe türü isimler, aslında düşmanın adıyla çağrılmasına mani oluyorlar. Sol popülizmin geliştirdiği “kast”, “yukarıdakiler” ve “aşağıdakiler” türü kategoriler, komplo teorisine çalıyorlar. Bu tür fikirlerde ısrarcı olanlar, bir sonraki aşamada, finans yoluyla dünyayı kontrol eden “beynelmilel Yahudiliği” mahkûm etmeye başlıyorlar.

Solun esasen imkânsız olan popülizmini teorize edenler ve solcu liderlerce diri tutulan bu türden kafa karışıklıkları, hareketlere musallat olmaya devam ediyorlar. Sarı Yelekliler örneğinde bu kafa karışıklıklarını medya ve politik sistem de besledi. Öte yandan, bu türden bir fikrî ortamda kopuşun alacağı biçimlere dair tartışma da hükmünü yitirdi.

Bu noktada şunu görmek lazım: günümüzde maruz kaldığımız, elli yılın karşı-devrimciliğinin beslediği politik çoraklıkta yön bulmak, gerçekten zor mesele.

Sarı Yelekliler gibi 2011 yılından beri ortaya çıkmış olan hareketlerin sınırları görüldü. Öte yandan, eskiden Bolşeviklerin yaptığı gibi, hiçbir parti, hiçbir “dışsal güç” sahneye çıkıp, “ne yapılacağını”, nasıl yapılacağını gösterme becerisini ortaya koyabilmiş değil. Bunlar, ancak içeriden ortaya konulabilirler, ancak harekete içkin olan gösterebilir bunları. İçeriyi ise başka şeylerin yanında, bilgi, deneyim, başka politik hareketlerin görüşleri teşkil eder, çünkü “işçi sınıfı”ndan farklı olarak, Sarı Yelekliler’in ortaya koyduğu mücadeleler, tüm proletaryayı temsil etme, kapitalizme ait mekanizmayı meydana getiren tüm hâkimiyet ilişkilerini eleştirme becerisini haiz değildir.

Sarı Yelekliler, kuzey/güney ayrımı düzleminde teşkil edilmiş, merkezdeki ülkelerde “üçüncü dünya”yı yeniden üreten, ister istemez hem içteki ayrışmayı hem de sermayenin beynelmilel hâkimiyetini, aynı zamanda işgücünün ve gezegene ait kaynakların küresel sömürüsünü eleştirebilen, “içeriden sömürgeleştirilmişler”in hareketinden mahrumdur. Kapitalizmin bu “ırksal” ve beynelmilel boyutunu görmeyen bir hareket, illaki Fransa-merkezci milliyetçilik gömleğini giymek zorunda kalacaktır.

Oysa artık millet denilen alana dair her türlü vehimden uzak durulmalı: on dokuzuncu yüzyılda ulus-devlet, varlığını sömürgeci kapitalizmin küresel boyutuna, refah devleti ise varlığını dünya devrimi ve gezegen genelinde Soğuk Savaş’la girilen stratejik kavgaya borçludur.

“Sömürgeler”i mağdur eden ırksal fay hattı, sadece dünya genelinde emek örgütlerini değil, altmışların devrimini dahi böldü. Bugün dünya devrimini mümkün kılacak koşulları, bir yandan her şeyden önce göçmenler gibi yeni sömürgeleştirilmiş halk hareketlerinin fiziken meydana getirdikleri, dünya genelinde oluşan ağlar sayesinde kadın hareketlerinin hâlihazırda pratiğe döktüğü yeni enternasyonalizmin ortaya çıkışında, bir yandan da sadece emek alanıyla sınırlı tutulmaması gereken kapitalist hiyerarşilere yönelik eleştiride aramak gerekiyor.

Cinsel ve ırksal ayrışmalar, sadece sermayenin yeniden üretim sürecini değil, ayrıca toplumsal işlevlerin ve rollerin dağıtıldığı süreci de yapılandırıyor. Bugün “toplum meselesi”ne odaklanmış bir hareket, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda olunduğu gibi sosyalist olamaz, çünkü tüm güç ilişkilerini içeren küresel ve toplumsal devrim, bu toplum meselesinin ötesine geçmiştir. Irksal ve toplumsal ayrışmaları eleştirmeksizin hareket, bugüne dek her şeye rağmen karşı koymayı bildiği sağcıların ve aşırı sağcıların dirilişi meselesiyle yüzleşiyor.

Sol popülizmin iddiasının aksine, mücadeleleri bu türden farklı hâkimiyet ilişkilerine karşı yürüten öznellikler, halk denilen “boş gösteren”in birliğine kapatılamazlar. Bu anlamda, kendi bütünlüğü içerisinde, ortak politik eylem ve sermaye iktidarı denilen iki sorun varlığını hâlen daha sürdürüyor. Sermaye iktidarını sömürü ve hâkimiyet kurma pratiği “emek” alanı ile sınırlı olmayan, orada kalmayan küresel ve toplumsal bir mekanizma olarak analiz edememiş olmamız, altmışlarda yaşanan yenilginin ana sebeplerinden biridir. Bu açıdan bakıldığında, stratejinin değiştiği, bizim bugün belirli bir stratejiden uzak olduğumuz görülür.

2011’den beri hareketler, çatışma mekânının ve zamanının seçilmesinde gösterdikleri yaratıcılık, radikal demokrasi, örgütlenme tarzlarında gösterdiği muazzam esneklik, temsiliyetin ve liderlerin reddi, partinin merkezileştirici ve bütünleştirici pratiğinden uzak durma gibi özellikleri açısından “devrimci” bir nitelik arz ediyorlar, ama öte yandan hareketler, düşman tanımı ve talepler konusunda “reformist” bir konum alıyorlar (bu anlamda hareket, Mübarek’i devirdi, ama iktidarın mevcut sistemi yerinde kaldı, aynı şekilde, halk, eleştirilerinin odağına Macron’u koydu, oysa Macron, zerre şüpheye yer bırakmayacak şekilde, sermayenin elindeki mekanizmanın basit bir bileşeniydi.)

Kopuş, önemli değişikliklere yol açıyor, ama bu değişiklikler, iktidar ve mülkiyetin örgütsel yapısı değil, isyancıların öznelliklerinde cereyan ediyor. Kısa vadede hareketler yenilse bile, öznel değişimler, kişilerde yaşanan değişiklikler, muhtemelen politik etkilere yol açmaya devam ederler. Yeter ki kimse, “politik devrim” olmadan “toplumsal devrim” gerçekleşebilir, yani kapitalizmin ötesine geçilebilir vehmine kapılmasın.[3]

68 sonrası süreç, toplumsal devrim politik devrimden ayrıştırıldığı vakit, onun kapitalist mekanizmaya sermaye birikiminin yeni bir kaynağı olarak kolaylıkla entegre edilebileceğini ortaya koydu.

Bugün sermayenin, dolayısıyla, neofaşizmde tezahür eden, sermayeye ait yıkım ve özyıkıma ait gücün bir unsuru olmak istemiyorlarsa devrimciler, “devrimci olmak” denilen, bizatihi öznel dönüşüm sürecinin gündeme getirdiği şeyi “devrim” denilen olgudan ayrıştırmamalıdırlar.

Maurizio Lazzarato
2021

[Kaynak: Capital Hates Everyone: Fascism or Revolution, Çeviren: Robert Hurley, Brill, 2021, s. 1-7.]

Dipnotlar:
[1] Wendy Brown, “Le néoliberalisme sape la démocracie,” AOC, 5 Ocak 2019.

[2] Alain Duhamel, “Le triomphe de la haine en politique,” Libération, 9 Ocak 2019.

[3] Tam da bu sebeple Samuel Hayat, Sarı Yelekliler konusunda şu açıklamayı yapıyor: “Burada karşımızda, dar politik anlamıyla devrimi olmayan bir devrimci hareket var: o, en azından süreç içerisinde gerçekleşen bir toplumsal devrim.” [Samuel Hayat, “Liberation movements have to adapt to circumstances,” Ballast, February 20, 2019, Revue.]

0 Yorum: