29 Ekim 2022

, ,

Türk Devrimi ve İslam

Demokrasi, devrimci sabırsızlığa “doğada sıçrama yoktur” olarak özetlenebilecek evrimci tezle karşı çıkar. Oysa bugün yapılan araştırmalar ve ortaya konulan deneyim, sıklıkla bu kesin bir dille ifade edilen tezle çelişmektedir.

Biyoloji ve tarih alanında yürütülen incelemeler, evrimcilik karşıtı eğilimlerle maluldür. Öte yandan, bugün olaylar evrimci kanala dar gelmektedir.

Diğer krizlerin yanı sıra yaşanan dünya savaşı, evrimciliğin zayıf bir görüş olduğunu ispatladı. Bu dönemde Darwinizm bile itibarını yitirdi.

Türkiye, baş döndürücü ve sıra dışı bir dönüşüme sahne oldu. Son beş yıl içerisinde Türkiye, kurumlarını, yürüdüğü yolu ve fikriyatını köklü bir biçimde değiştirdi. Tüm iktidarın sultandan halka geçmesi, eski teokrasinin koltuğuna laik ve liberal-demokratik cumhuriyetin oturması için beş yıl yetti.

Tek bir sıçramada Türkiye, Avrupa ile aynı biçime kavuştu. O yabancı, nüfuz edilmesi mümkün olmayan, egzotik bir olgu olarak görülen halkıyla ülke, başka bir şeye dönüştü. Artık Türkiye’de hayatın nabzı başka şekilde atıyor. Ülke, Avrupai hayatın dertleri, duyguları ve sorunları ile yüklü. Toplum meselesi, Türkiye’de tıpkı Avrupa’daki gibi mayalanıyor, aynı ekşiliğe kavuşuyor.

Türkiye’nin de kıyılarını komünist dalga dövüyor. Öte yandan Türkler, çok eşliliği terk ediyorlar, tek eşliliğe yöneliyorlar, yargıya dair fikirlerini reforma tabi tutuyorlar, Avrupa alfabesini öğreniyorlar. Hâsılı, Türkiye, Batı medeniyetine iştirak ediyor. Bunu yaparak Türkiye, yabancıların veya dış güçlerin dayatmalarına itaat ediyor değil. Onun hareketi, kendiliğinden ve içten gelen bir dürtünün eseri.

Bugün tarihin gördüğü en hızlı geçiş süreçlerinden birine tanık oluyoruz. Türkiye’nin ruhu, tümüyle İslam’a bağlıydı, İslamî öğretiyle bir bütündü. Herkesin bildiği gibi İslam, sadece dinî ve ahlakî bir sistem değildi, ayrıca politik, toplumsal ve hukukî bir sistemdi. Musa şeriatına benzer şeyler söyleyen Kur’an, müminlere ahlak, hukuk, yönetme ve hijyen kurallarını temin ediyor. Bu şeriat, herkesi ve kâinatı kapsayan, o bağlamda inşa edilmiş bir hukuka denk düşüyor.

Türkler, hayatları konusunda Batılıların hayatları dâhilinde güttükleri amaçlardan farklı amaçlara sahipler. Batılılar, faydacı ve pratik dürtüler üzerinden hareket ederken, Müslümanlar, dinî ve ahlakî dürtüler temelinde hareket ediyorlar. Dolayısıyla, iki medeniyete ait hukuk ve hukukî kurumlar, dayandıkları fikriyat açısından farklılaşıyorlar.

İslam halifesi, Türkiye’de siyasi bir güce sahipti. O, hem halife hem de sultandı. Din ve devletse aynı kurumsal yapı içinde bir arada duruyorlardı. Zamanla Yüzeysel ele alınsalar da Avrupa’ya ait bazı fikirler, Batı’nın geliştirdiği görüşler, ülkede karşılık bulmaya başladı.

1908 devrimi, Türkiye’de Avrupa liberalizmine, bilimine ve modasına uygun toprağın oluşturulması için ortaya konulmuş bir çabaydı. Fakat Kur’an, Türk toplumunu yönetmeye devam etti. Osmanlı biliminin temsilcileri, genelde ülkenin İslam dairesinde gelişebileceğine inanıyorlardı. İstanbul Üniversitesi’nde profesör olarak çalışan Fatin Efendi, “İslamcılığın dışarıdan ithal edilen fikirlerle değil, içteki evrim süreciyle ilerleyebileceğini” söylüyordu. Dr. Şehabeddin Bey ise bu tespite temelsiz görüşe meyyal olan Türk halkının yoldan çıkmak veya bölücülük yapmak gibi bir maharetinin olmadığını, yaratıcı bir muhayyileye sahip bulunmadığını, onun kendi inançlarını düzeltme ihtiyacını görmesini sağlayacak eleştirel muhakemeden yoksun olduğunu söyleyerek katkıda bulunuyordu. Kimse, Batı düşüncesinin içeri sızan kısımlarına veya ekonomi ile üretim konusunda oluşan yeni ilgiye önem vermiyordu.

Bu noktada Türk devriminin ana dönemeçlerini hızla ele alalım.

Öncelikle şu hatırda tutulmalı: dünya savaşı öncesinde Avrupa, Türkiye’ye aşağılık ve barbar bir halk olarak muamele ediyordu. Kapitülasyon rejimi sayesinde Avrupalılara ülke içerisinde bir dizi mali ve hukuki imtiyaz bahşedildi. Avrupalılar, Türkiye’de özel bir statüye kavuştular. Böylelikle Kur’an’dan, âlimlerden ve hocalardan yüce bir konuma yerleştiler. Sonrasında Balkan savaşları yaşandı ve bu savaşlar, Osmanlı’nın gücünü ve egemenliğini iyiden iyiye azalttı. Ardından dünya savaşı koptu.

Yüzleştiği kader, Türkiye’yi Avusturya-Almanya bloğunun yanına itti. Düşman, zafere ulaştı ve Türkiye’yi harap etmeye karar verdi. İtilaf Kuvvetleri, Türkiye meselesini büyük bir hınç ve öfkeyle ele almayı seçti. Bu noktada Türkiye, mücadelenin kanlı ve tehlikeli bir biçimde sürmesinin ana sebebi olarak gösterilip suçlandı. Türkiye’ye bu yaklaşım üzerinden büyük bir ceza kesildi.

Halkların kendi kaderini tayin hakkı konusunda hassas olan Wilson bile acımadı Türkiye’ye. O, üniversite görmüş, presbiteryen kilisesiyle atan kalbindeki şefkati sadece Ermenilere ve Yahudilere göstermeyi seçti. Wilson, Türk halkının Avrupa medeniyetine yabancı olduğunu, Avrupa’dan sonsuza dek kovulması gerektiğini düşünüyordu. İstanbul’u, Çanakkale Boğazı’nı ve Türk petrolünü ele geçirmek için can atan İngiltere ise Wilson’ın bu tespitine doğal olarak onay verdi. Türkleri Asya’ya sürmek için kollar sıvandı. İstanbul’da muzaffer ülkelerin iradesine teslim olmuş bir bakanlar kurulu teşkil edildi. Bu kurulun görevi, ülkenin lime lime edilmesine dönük çabaları uysal bir koyun gibi kabullenmek ve bu sürecin çilesini çekmekti.

Uykuda olan Türk ruhu, bu ağır ve acılarla yüklü gelişmeye tepki göstermeyi seçti. Anadolu’da bölgedeki ordunun komutanı olan Mustafa Kemal Paşa başkaldırdı. Ülkenin haklarını savunmak adına Trabzon cemiyeti tesis edildi. Ankara’da millet meclisi hükümeti kuruldu. Ardı ardına başka devrimci ekipler ortaya çıktı: Yeşil Ordu, Halk Zümresi ve Komünist Parti. Tüm bu gruplar, emperyalizme karşı kurulan direniş hareketi içerisinde bir araya geldiler. Yeni bir toplumsal ve politik örgütlenme sürecinin başladığı bu dönemde, güçsüz ve evcilleşmiş İstanbul hükümeti devre dışı bırakıldı.

Türk ruhu ayağa kalkınca, İtilaf kuvvetlerinin niyetleri de hükmünü yitirdi. Sevr Konferansı’nda savaştan zaferle çıkmış olan ülkeler, Türkiye’ye topraklarının üçte ikisini kaybetmesine neden olacak, İstanbul’u ve Avrupa’daki toprağın bir kısmını o da şartlı olarak bırakan bir barış anlaşması önermişlerdi. Anlaşmaya göre Türkler, Avrupa’dan tümüyle kovulmuyor, hilafete saygı duyuluyordu. İstanbul hükümeti anlaşmayı imzaladı. Mustafa Kemal ise Anadolu hükümeti adına anlaşmaya karşı çıktı. Anlaşma, ancak güçle uygulamaya konulabilecekti.

Fırtınanın az çok dindiği bir dönemde İtilaf Kuvvetleri, o büyük ordularını Türkiye’nin üzerine sürdü. Bu da o büyük devrimci dalganın kabarmasını sağladı. İtilaf Kuvvetleri askerlerini Mustafa Kemal’in üzerine sürdüğü için bu ülkelerde burjuva düzeni sarsıldı ve temelsiz kaldı. Dahası, İngilizlerin çıkarları ile Fransızların çıkarları Türkiye konusunda çatıştı. Sevr’deki çalışmalara uzun zamandır destek olan Yunanistan, isyan etmiş olan Osmanlı iradesine o anlaşmayı dayatma görevini kabul ettiğini söyledi.

Yunan-Türk savaşı, inişli çıkışlı bir seyir izledi. Ama ilk günden itibaren Türk devrimi, bu süreçten güçlü çıkmayı bildi. Fransa, alelacele birleşik cepheden koptu ve Ruslarla işbirliği konusunda görüşmeler yapıp ilişki kurmaya başladı. Başkaldırı dalgası, Doğu’ya yayıldı. Bu isyanların elde ettiği başarılar, Türk ruhunu heyecanlandırıp kuvvetlendirdi.

Nihayetinde Mustafa Kemal, Yunan ordusunu yenip onu Anadolu’nun dışına sürdü. Ardından Kemalist askerler, İtilaf Kuvvetleri askerlerinin işgali altında bulunan İstanbul’u kurtarmak için hazırlık yürütmeye başladılar. İngiliz hükümeti, bu tehdidi savaşla savuşturmak istedi. Fakat İşçi Partisi, böylesi bir hamleye karşı çıktı. Zira emekçi halk kitleleri, diğer dönemlerde olduğu gibi işgal harekâtına rıza gösterebilecek veya onu pasif bir tutumla karşılayabilecek bir durumda değildi.

Türkiye’deki ayaklanmanın mevcut aşaması, Sevr Anlaşması’nı iptal eden ve Türkiye’ye Avrupa’da kalma, kendi toprakları üzerinde kendi egemenliğini tesis etme hakkını bahşeden Lozan Anlaşması’nın imzalanması ile kapandı. İstanbul yeniden Türk halkına verildi.

Dış güçlerle barışı tesis eden devrim, yeni düzenin örgütlenmesi sürecini başlattı. Ülke geneline devrimci bir hava hâkim oldu. Millet meclisi, demokratik ve cumhuriyetçi bir anayasa hazırladı. Zaferle taçlanan ayaklanma sürecinin lideri olan Mustafa Kemal, cumhurbaşkanı seçildi. Halife, siyasi gücünü yitirdi. Din-devlet işleri birbirinden ayrıldı. Kur’an’ın Türk hayatı üzerinde sahip olduğu yetki ve güç azaldı. Bu süreçte yeni yargı yöntemleri ve anlayışları benimsendi.

Ama hilafete dokunulmadı. Halifenin etrafında gerici bir çekirdek meydana geldi. İngiliz ajanlar, kendi nüfuzlarına ses etmeyen bir hilafeti meydana getirmek adına, Müslüman ülkelerde faaliyet yürütüyorlardı. Gerici hareket, bu dönemde millet meclisine sızmaya başladı. Devrim, kendisini savunmak zorunda olduğunu gördü ve hızla savunma hattını terk edip saldırı hattına geçti. Devamında da hilafeti lağv edip, tüm kurumları laikleştirdi.

Bugün Türkiye, Batılı tarzda bir ülkedir. Günbegün fizyonomisi, bu gerçeği teyit etmektedir. Devrimin meydana getirdiği politik ve toplumsal koşullar, yeni ekonominin gelişimini teşvik edecektir. Teokratik krallığa geri dönülmesi, maddi açıdan imkânsızdır. Batı medeniyeti ve Muhammedî hukukun uzlaşması mümkün değildir.

Devrim denilen olgu, Osmanlı ruhunda derin köklere sahipti. Türkiye, yeni insanı ve yeni şeyleri seviyor. Kemalist devrimin en büyük düşmanları Türkler değil, İngiliz kapitalizmine hizmet eden kişiler. Times gazetesi, yaşananları unutmuş olduğuna delalet eden bir açıklamayla, gözlerindeki yaşı sile sile, “hilafetin Türkiye’nin geçmişte büyük olduğu dönemle bağlantılı bir kurum” olduğu yorumunu yapıyor. Batı burjuvazisi, Doğu’nun Batılılaşmasını istemiyor. O, aslında kendi ideolojisinin ve kurumlarının kapsamının genişlemesinden korkuyor. Bu da onun Batı medeniyetinin hayatî önemi haiz çıkarlarını artık temsil etmediğinin bir başka kanıtı.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

0 Yorum: