31 Ekim 2022

,

Michael Roberts Söyleşisi

“İnsanları değil, fiyatları dondurun”

Ashley Smith
28 Ekim 2022

Dünya ekonomisi, yetmişlerden beri stagflasyon, durgunluk içinde enflasyon belasıyla cebelleşiyor. Ekonomiler yavaşlıyor ve resesyona giriyor, merkez bankaları, enflasyonu kontrol altına almak adına faiz oranlarını yükseltiyor, krizin ve güya ona karşı sunulan çözümlerin yükünü ise işçiler ve ezilenler sırtlıyor. Spectre dergisinden Ashley Smith, k Michael Roberts ile küresel ekonomik kriz, bu kriz konusunda ana akım iktisatçıların Marksistlerin sunduğu açıklamalar ve bugün solun neleri talep edip ne için kavga etmesi gerektiği konusunda bir söyleşi gerçekleştiriyor.

The Long Depression: Marxism and the Global Crisis of Capitalism (Haymarket 2016) isminde bir kitabı bulunan Michael Roberts, yorumlarını ve analizlerini düzenli olarak The Next Recession isimli blogunda aktarıyor.

* * *

Ana akım medya, enflasyon, durağan büyüme ve küresel resesyonun tehlikesine dair yığınla hikâye anlatıyor. Gelişmiş kapitalist ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve azgelişmiş ülkeler açısından dünya ekonomisi ne durumda?

2021’de Kovid sonrası yaşanan “canlılık” ardından, büyük ekonomilerin hızı düştü. Bugün bu ülkeler, düşen kâr oranlarına bağlı olarak (ki 2021’de kâr marjları açısından rekor kırıldı, ama artık kârlar düşüyor) 2023’te yaşanacak yeni ekonomik krize doğru ilerliyorlar. Bu gelişme sebebiyle yatırımdaki büyüme hızı düşecek. Aynı zamanda küresel tedarik zinciri önündeki engellerin büyüklüğü, Kovid krizi öncesinde ulaştığı düzeyin üzerine çıkacak. Başka bir ifadeyle, 2020’den sonra yükselen, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve Batılı devletlerin Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımlar sebebiyle hızla artan enflasyon, bir süre Kovid öncesi düzeye bile gerilemeyecek.

Yüksek enflasyonu faiz oranlarını artırıp para arzını daraltmak suretiyle kontrol altına almaya çalışan merkez bankaları, emlak fiyatlarında düşüşe, şirketlerin ve kamunun borçlarının yol açtığı maliyetlerin artmasına, böylelikle bir yatırım krizinin ortaya çıkmasına yol açtılar. Doların güçlendirilmesi, dünyanın geri kalanına, bilhassa bugün dolarla borçlanmanın yol açtığı ve giderek artan maliyetlerle, düşen gelirlerle ve para birimlerindeki değersizleşmeyle yüzleşen güneyin azgelişmiş ve zayıf ekonomilerine zarar verdi.

Adam Tooze, kısa süre önce New York Times için yazdığı makalede, küresel kapitalizmin krizini gayet güzel tarif ediyor. Ama görebildiğimiz kadarıyla, bu krizi pek izah edemiyor. Bugünkü stagflasyona ne sebep oldu? Bunun sebebi Kovid mi, tedarik zincirlerindeki tahribat mı yoksa daha derinde işleyen başka bir süreç mi?

Bu önemli bir soru. Kapitalist üretimde bir krizin nasıl geliştiğini bilmek yetmez, asıl önemlisi, krizin neden olduğunu bilmektir. Bu bilgi olmadan, ileride nelerin olacağını, başka bir krizin gelip gelmeyeceğini bilemeyiz. Bir üretim tarzı olarak kapitalizm, bu gezegende yaşayan milyarlarca insanın ihtiyacını karşılamak için gerekli üretim gücünü geliştiremiyor, aynı zamanda kapitalizm, dünyadaki ekosistemi yok etmeye başladı.

İyi teknolojiye, kamu hizmetlerine ve temel mal ve hizmetlere yönelik yatırım, son otuz kırk yıl içerisinde iyice yavaşladı. Esasında küresel finans krizinden beri büyük ekonomiler, düşük yatırımın ve üretkenlik artışının damgasını vurduğu, benim “Uzun Buhran” adını verdiğim kriz koşullarının içinde yaşıyorlar, bu da büyük çoğunluk için reel ücretlerin yerinde saymasına sebep oluyor. Üretime yönelik yatırımların yerini alan finansal varlıklar ve emlak sahasındaki spekülatif canlanmalardan sadece aşırı zenginler, muazzam ölçülerde kazanç elde ettiler.

Ama geçmişte şişirilmiş olan bu balonlar, bugün patlamaya başladılar. Kovid krizi, büyük ekonomilere telafi edilmesi mümkün olmayan, büyük zararlar verdi: Kovid’den bu yana büyüme oranı pandemi öncesine kıyasla düşük, hatta pandemiden on yıl öncesinde dünya, 2008’deki finans krizinden önceki büyüme oranının bile gerisinde kalmıştı. Bu anlamda büyük ekonomiler, iktisatçıların “histerezis” dediği, “ekonomide uzun Kovid dönemi” olarak da niteleyebileceğimiz, etkilerin kalıcılaştığı bir süreçle yüzleştiler.

2021’de ekonomi, kısa süreliğine toparlandı, ama bu toparlama süreci çok kısa sürdü, ekonomiler, pandeminin müdahalesini içermeyen, 2020’de yaşanan ekonomik kriz koşullarına geri döndüler. Yalnız bu sefer toparlanma sürecine son kırk yılın en yüksek rakamlarına ulaşan enflasyon oranları eşlik etti. Dolaysıyla enflasyon oranlarının üst sınırını şiddetli bir iflas durumu tayin edecek ve bu oranların azalmasını sağlayacak. Merkez bankaları, bu amaca ulaşmak adına, sıkı para politikası üzerine kurulu şok tedavisini uygulamaya kararlıymış gibi görünüyor.

Bugün Marksizm, enflasyonu nasıl açıklıyor? Marksizmin açıklaması ile diğer açıklamalar arasındaki farklar nelerdir?

Ana akım iktisat, enflasyonu iki şekilde açıklıyor. İlk açıklamaya göre, çok az sayıda mala çok fazla para denk düşüyor. Monetarist Milton Friedman, bu durumu “enflasyon her zaman parayla alakalı bir olgudur” cümlesiyle izah ediyor. İkinci açıklamada, artan enflasyonun sebebi olarak maliyetlerde, bilhassa emek piyasasının daralıp işçilerin yüksek ücret talep ettiği koşullarda yaşanan artış görülüyor. Keynesçiler, bu durumda ücret-fiyat sarmalının oluştuğunu söylüyorlar. Monetarist teori, parayı ve merkez bankalarını; Keynesçilerse işçileri suçluyorlar. Oysa iki teori de teorik ve empirik açıdan yanlış.

Doksanlardan 2019 yılına dek uzanan dönem boyunca enflasyon oranları, çok düşük düzeyde seyretti, hatta epey düşük düzeyde kaldı, ama öte yandan para arzı ile kredilerdeki büyüme oranı arttı. Bu durum, empirik düzeyde monetarist teoriyi yalanlıyor. Son iki yıl içerisinde enflasyonda yaşanan artışın sebebi, artan para arzı değil, bilâkis, bu dönemde para arzındaki büyüme oranı düştü. Monetarist teori, paranın fiyatlara yön verdiğini varsaymak suretiyle önemli bir teorik hata yapıyor, oysa tam tersi geçerli.

Ücret-maliyet teorisinin de empirik düzeyde yanlış olduğu görüldü. Yetmişlerde işsizlik arttı, işçiler pazarlık yapma güçlerini yitirdiler, ama enflasyon hızla yükseldi. Düşük işsizlik ile yüksek enflasyon arasında bir bağ olduğunu söyleyen Phillips eğrisinin yanlış olduğu görüldü. Birçok ekonomi (en azından resmi rakamlara göre) oldukça düşük işsizlik oranlarına ulaştı, ama bu son Kovid krizine dek enflasyon oldukça düşük kaldı. Esasında merkez bankaları, kendi amaçlarına ulaşmak adına, enflasyon oranlarını yükseltmek için çaba sarf ettiler.

Peki Marksizm, enflasyonu nasıl açıklıyor? Burada öncelikle bir metadaki değerin başına gelenlere bakarak işe koyulmak gerekiyor. Bir metanın veya hizmetin fiyatını Marx’ın “sabit sermaye” dediği makine ve hammadde kullanımı, bunun yanında, üretimde emeğin yeni değer üretme pratiği meydana getiriyor. Kapitalistler, sermaye birikim süreci içine giriyorlar (kâr elde ediyorlar), bu sebeple, emeğin payını düşüren teknolojiyi kullanmak suretiyle emeğin maliyetini (ücretleri) sürekli azaltmaya çalışıyorlar.

Ama bunu yaptığında, bir metanın toplam fiyatına nispetle oluşan yeni değerdeki artış oranı düşüyor. Bu sebeple fiyat enflasyonu, zaman içerisinde yavaş seyrediyor. Bu süreçte başka faktörler de devreye giriyor. İlk faktör, bugün de tanık olduğumuz üzere, hammadde fiyatlarındaki ani artış. İkinci faktörse, bir ekonomide para arzının miktarını değiştirme yetkisine sahip olan ve para konusunda otoriteyi elinde bulunduran güçler. Bu güçler, enflasyon oranlarını düşürüp paranın fiyatlarını artırmak için yeni değer artış hızını düşürmek gibi hamlelere başvurabiliyorlar.

Bu da bize şunu söylüyor: eğer ekonomiler krize girmişse, yeni değer artışı oranı sıfır oluyor veya düşüyor, böylelikle deflasyon meydana geliyor. Eğer para otoriteleri arzı kısmaya devam ederlerse, o vakit enflasyon oranları da düşüyor.

Mevcut krize dair sunduğunuz açıklamanızda, kâr oranları ile ilgili krizin reel ekonomide yatırımları düşürdüğünü söylüyorsunuz. Şirketlerin yüksek miktarlarda paraya sahip olduğuna işaret eden insanların kafası bazen bu noktada karışıyor. Bazı isimlerse enflasyonun şirket kârlarını inanılmaz ölçülerde artıran fahiş fiyat uygulamasının bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Kâr oranları ile fahiş fiyat uygulaması arasındaki farklılık ve ilişki nedir?

Çok büyük şirketler, bilhassa enerji, teknoloji ve medya sahasında faal olanlar, bu süreçte muazzam kârlar elde ettiler. Enerji tedariği ve üretimi konusunda tekel olan şirketler, “fahiş fiyat” uygulamasına başvurdular. Fakat öte yandan şirketlerin büyük bir kısmı, faal oldukları pazarlarda sert rekabet koşulları ile yüzleştiler, hammadde maliyetlerindeki artışların ve faiz oranlarındaki artışın çilesini çektiler, bu da onların kârlarını düşürdü.

Dolayısıyla, bugün bilhassa ABD’de enerji, teknoloji ve medya sahasında faal olan, yüksek miktarlarda kârlar elde eden şirketlerin azınlık olduklarını, küçük bir kesimi meydana getirdiklerini görmek gerekiyor. Yatırılan sermayeye oranla elde edilen ortalama kâr, son yetmiş yılda görülen en düşük düzeye gerilemiş durumda. Kendi borçlarını karşılayacak kârı elde edemeyen, bizim “zombi şirketler” dediğimiz, “şirket sermayesinin yaşayan ölüleri” olarak nitelendirdiğimiz şirketlerin oranı, yüzde on beş ilâ yirmi civarında.

Burada şu önemli tespiti yapmak lazım: enflasyonun ve kâr artışlarının ana sebebi, fahiş fiyatlar veya tekellerin takdiri değil. Ana sebep olarak bunları görenler, fiyatlara tavan değer getirilip tekellerin dağıtılmasını istiyorlar, böylelikle kapitalist üretimin pürüzsüzce, enflasyon belasıyla uğraşmadan ilerleyebileceğini söylüyorlar. Oysa tavan fiyat türünden tedbirler, emekçi halka geçici süre fayda sağlar, kapitalist krizin ortadan kalkmasına sebep olmaz, yaşanan krizin yükü taşınmaya devam eder.

Resesyon ve krizle yüzleşmeden, enflasyon sorununa, ancak sadece enerji sektöründe gördüğümüz, “doğal” tekeller değil, büyük stratejik şirketler ve finans kurumları da yatırım, istihdam ve iklim kontrolü için geliştirilmiş bir plan dâhilinde kamu mülkiyetine ve kontrolüne tabi kıldığımız vakit son verebiliriz.

Tooze yazısında bir de faiz oranlarındaki koordinasyon dâhilinde yapılmayan artışların dünyayı büyük bir resesyon riskiyle karşı karşıya bıraktığını söylüyor. Bugün ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız? Bu tehlikeye mani olacak bir para politikasını, koordinasyon fikrini daha fazla içeren bir yaklaşımla ele almak mümkün müdür? Bu türden bir koordinasyon gerçekleştirilebilir mi?

“Koordinasyon dâhilinde yapılmayan artışlar” mı? Koordinasyon dâhilinde yapılsa sorun yok demek ki. Bence gene de sorunlu. Dünya genelinde faiz artışlarının nedeni, tahvil fiyatlarındaki düşüş ve merkez bankalarının gerçekleştirdikleri müdahaleler. Bir anlamda bu artışlar, koordineli bir biçimde gerçekleştiriliyorlar, zira her bir ülke diğer ülkeyi takip etmek zorunda, aksi takdirde bu ülkeler para birimlerinde ciddi bir değer kaybıyla yüzleşirler.

Resesyon, koordineli bir para politikasıyla savuşturulamaz. Bu tür bir politikanın söz konusu artışları durdurması ve artış yönünü terse çevirmesi gerekir.

22 Eylül 1985’te Fransa, Almanya, Japonya, İngiltere ve ABD arasında yapılan, dolar kuruna müdahale edilmesini öngören, doların gücünü kırmayı amaçlayan Plaza Anlaşması, güçlü ekonomilerin ekonomik büyümesi üzerinde çok az etkiye yol açmıştır. Üstelik bu tür bir anlaşmanın bugün imzalanma ihtimali bulunmamaktadır.

Koordinasyonu, yatırım, iklim kontrolü ve yoksulluğun azaltılmasını amaçlayan küresel bir plan için ortaya konulacak pratik kapsamında ele almak gerekir. Oysa böylesi bir pratiğin gerçekleşme imkânı bulunmamaktadır.

Faiz oranlarındaki artışlar, dünya ekonomisinin farklı kesimlerini nasıl etkiliyor? Gelişmiş kapitalist ülkelerde bu artışlar nelere sebep oluyorlar? Küresel güneyi, bilhassa en fazla borca sahip olan ülkeleri nasıl etkiliyor? Bir kez daha ülkelerin büyük bir borç kriziyle yüzleşeceği bir döneme mi giriyoruz?

“Yeni yeni güçlenen” birçok azgelişmiş ülke, borç ve iflas sorunuyla yüzleşmeye başladı bile (Sri Lanka, Zambiya, Pakistan). Önümüzdeki yıl içerisinde daha fazla ülkeye daha fazla kredi vermeyi planlayan IMF, birçok yoksul ülkeyi borç bataklığının dibine çekiyor, onları mali disiplinine daha fazla tabi kılıyor.

Bu da söz konusu ülkelerde daha fazla kemer sıkma tedbirlerinin gündeme geleceği anlamına geliyor. Bu tür bir durumla gelişmiş ülkeler de yüzleşecek, zira hükümetler, Kovid sonrası yapılan harcamaları kısacak ve hem kamuda hem de özel biriken borçları azaltmak için uğraşacak.

Resesyonların, birbirini izleyen zayıf toparlanma süreçlerinin damga vurduğu uzun vadeli bir küresel buhranın içerisinde yaşadığımızı söylüyorsunuz. Bunun bir sebebinin de devletlerin rekabet edemeyen, zombi olarak nitelenen şirketleri düşük faiz oranları ve kurtarma paketleriyle desteklemesi olduğundan bahsediyorsunuz. Yetmişlerin sonunda Paul Volcker’ın bahsini ettiği, faiz oranlarındaki ani artışlar enflasyonu dizginledi ve uzun süren bir neoliberal canlılık dönemine girildi, fakat bunun karşılığında yoksul güney ülkelerinde iflaslar yaşandı, işsizlik rakamları yükseldi, borç krizi ile yüzleşildi. Merkez bankaları bu adımı bir kez daha atabilir mi, “yaratıcı yıkım” dedikleri işlem, kapitalist büyüme sürecinde yeni bir dönemin başlamasını sağlayabilir mi?

Yetmişlerin sonunda gündeme gelen “yaratıcı yıkım” veya Volcker’ın sözünü ettiği türden bir “şok tedavisi”ne 2008’deki küresel finans piyasalarındaki çöküşte ihtiyaç duyulmamıştı. Esasında o dönem Amerikan merkez bankasının başındaki isim olan Bernanke, zıt bir politika benimsedi ve para arzını büyütüp kapitalistleri kurtarmak için onlara krediler verdi (hatta bu sebeple başkana Nobel ödülü bile verildi.)

Sonrasında bu şirketler, neredeyse yüzde sıfır faizle verilen kredilerle ve düşük enflasyonla beslenip büyütüldüler, ama bu büyüme, gene de oldukça yavaş seyretti. Uzun buhran denilen süreç yerini “yaratıcı yıkım”a bıraktı. 2019’da yeni bir resesyon eşikte beklemekteydi. Bugün 2022’deyiz ve kredi verme önerisi gündeme değil. Enflasyonun yüksek seyrettiği koşullarda merkez bankası bugün enflasyon konusunda “şok tedavisi”ni uygulamanın yollarını arıyor.

Görebildiğimiz kadarıyla, neoliberal dönem boyunca ABD’nin hegemonik güce sahip olduğu koşullarda gelişen küresel kapitalizmin mevcut yapıları yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. Kovid ve ABD ile Çin aynı zamanda Rusya arasında artan jeopolitik gerilimler, küresel tedarik zincirlerindeki sorunları ortaya çıkarttı. Bu sorunlar, bugün devletleri ve şirketleri, bildiğimiz küreselleşme düzeyinden geri çekilmeye zorluyor. Peki bu tespit doğru mu? Dünya ticaretindeki düşüş geçici mi yoksa dünya ekonomisinde yeniden bloklaşma eğilimi mi ortaya çıkıyor?

Ana akım iktisatçıların bir bölümü küreselleşmenin bittiğini, bir bölümü de devam ettiğini söylüyor. “Küreselleşme” derken bu iktisatçılar, dünya ticaretinin gümrük ve kota olmaksızın büyümesini ve dünya genelinde finans yatırımlarının artmasını kastediyorlar. Fakat küresel finans krizinden beri dünyadaki emtia ticareti (yeterince yavaş seyretmiş olan) GSYİH artışından daha yavaş büyürken, dünya genelinde özellikle yeni gelişen ülkelere akan sermaye küçüldü.

Bazı iktisatçılar, hizmet temelli ticari faaliyetlerdeki küreselleşmenin bu boşluğu doldurduğunu, bu anlamda küreselleşmenin ölmediğini söylüyorlar. Lâkin ABD ve Çin arasındaki gerilimlerin tırmandığı, ticaret sahasında engellerin arttığı, Rusya ve İran gibi ülkelere yönelik yaptırımlara tanık olunduğu koşullarda, elimizde azalmakta olan emtia ticaretinin yerini hizmet temelli ticaretin aldığını söyleyen herhangi bir kanıt bulunmuyor.

Büyük ölçülülük olarak anılan küreselleşme dönemi sona eriyor. Bu da sadece ticaret ve yatırım sahasında değil, diğer birçok alanda da rekabetin ve çatışma süreçlerinin daha da yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Marx’ın dediği gibi, kapitalistler emeğin karşısında can ciğer kardeşler, ama kendi aralarında birbirlerine düşman ve kavga eden kardeşler gibi hareket ederler.

Fakat öte yandan bir başka anlamıyla küreselleşmenin capcanlı ve zinde olduğunu görmek gerekiyor. ABD’nin öncülük ettiği emperyalist blok, kendi çıkarlarına karşı gelen ülkeleri ve o çıkarlara karşı direniş sergileyen her türden gücü zayıflatmak için yeni tedbirler uyguluyor. Emperyalist blok, ABD hegemonyasını kabule hazır olmayan güçlerin artan itirazıyla yüzleşiyor. Fakat ben, bu bloğun koordineli bir muhalefet bloğu olduğundan pek emin değilim. Muhalefet, hâlen daha beş benzemezin meydana getirdiği bir yapıymış gibi görünüyor.

Son soru: en güçlü devletler ve onların merkez bankaları üzerinden yürüttükleri politikalar, işçileri ve ezilen ülkeleri harap ediyor. Sınıf savaşı ve eski tip emperyalizm kendisini bu tür politikalarla dışa vuruyor. Peki bugün işçi hareketleri ve ezilen uluslar neleri talep etmeli? Sol, kısa ve uzun vadede ne için propaganda faaliyeti yürütmeli?

Kısa vadede artan hayat pahalılığı ile mücadele yürütmeliyiz. Bu noktada, işyerlerinde işçileri savunan yegâne güç olarak sendikaların verdikleri mücadeleye destek olmalıyız. İnsana yaraşır bir ücret, en azından reel gelirlerin korunmasını sağlayacak ölçüde, enflasyon oranlarını karşılayacak ücret artışları için mücadele vermeliyiz. Faiz oranlarının artırılmasına yönelik her türden öneriye, devletin hizmetler ve sosyal yardım konusunda yaptığı harcamaları kesecek ve/veya büyük çoğunluğun ödediği vergileri artıracak tedbirlere karşı çıkmalıyız.

Enflasyon, bankacılık sektörü ve ekonominin stratejik sektörleri kontrol altına alındığı takdirde kontrol altına alınıp düşürülebilir. Enerji gibi kimi piyasalarda, iklim kontrolü, teknolojiye yatırım ve düzgün iş imkânları yaratmak amacıyla, toplumsal ihtiyaca yönelik demokratik devlet planlamasını yürürlüğe koymalıyız.

Irak’ta, Afganistan’da, Ukrayna’da, Sahra Altı Afrikası’nda yaşanan, belki de yakında Orta Asya’da gerçekleşecek yıkıcı savaşların hepsine son vermek zorundayız. Bu savaşlar, sadece yüz milyonlarca insanın canına ve geçim imkânlarına mal olmakla kalmaz, çevreyi tahrip eder, kaynakların heba edilmesine neden olurlar.

Dolayısıyla şunu söylemeliyiz: yaşam standartlarında kesinti yapılmamalı, devletin halk için yaptığı harcamalarda kesintiye gidilmemeli, savaşlara son verilmeli, dünya ekonomisi halka ait ve planlı olmalı, bu ekonomi, kapitalist piyasanın ve kâr peşinde koşan milyarderlerin değil, halka ait kurumların demokratik kontrolünde olmalı.

Kaynak

0 Yorum: