25 Mayıs 2024

, ,

Hindistan’da “Maoist” Sorunu ve Demokratik Sol


Şok Doktrini çalışmasında bakış açısını yansıtan argümanlardan birinin altmetninde Naomi Klein, esasında demokrat olmayan, şiddete meyilli, “totaliter” Marksist hareketlerin, neoliberal devletin baskıcı tedbirlerini meşrulaştırmaya yaradığını söylüyor.

Devletin baskıcı tepkilerini davet ederken, bu “demokrat olmayan”, devrimci sol hareketler, demokratik uzamların aşınmasının ve muhalefet etme hakkının ortadan kalkmasının sebebi olarak takdim ediliyorlar. Peki ama ya o demokratik uzamlara demokrat olmayan devrimci soldan uzak durmak suretiyle destek olma fikri, radikal dönüşüm konusunda ortaya çıkacak ihtimallere mani olma, bunun yanında, kapitalist demokrasiyi ideolojik planda meşrulaştırma amaçlı pratiği temel alıyorsa?

Bugün Klein türü muhalif demokrat solcular bile baskıcı neoliberal düzeni, ondaki çifte standartçı yaklaşımları ve ikiyüzlü iddiaları ifşa ediyorlar ama bir yandan da bu düzenin temel öncüllerine bağlı kalıyorlar, zira kapitalist politik demokrasiye ait normları destekleyip meşrulaştırıyorlar. Bu isimler, demokrasiye yönelik sancılı bağlılıklarını (demokrasi mücadelelerini, geçim yollarını esas alan yaklaşımlarını, hak temelli dillerini, maduna odaklanan anlayışlarını vs.) neoliberal devletin benimsediği “şok doktrini”nin ve baskı politikalarının karşısına çıkartıyorlar ama bu yaklaşım dâhilinde devrimci solu, kabul edilir, “meşru” politik mücadelenin genel alanından kovuyorlar. Oysa Hindistan’da da gördüğümüz üzere, bu “demokrat olmayan, totaliter” Maoist hareketi baskıcı devletle bir gören demokratik sol, nesnel düzlemde içeriden konuşuyor, dolayısıyla, ağzından çıkan her şey, bu neoliberal baskıcı devlete ait demokratik uzam adına dile dökülüyor.

Bu da bize, Hindistan’da muhalif solun demokrasiyi ve demokrasi mücadelesini şehirde oynanacak yegâne oyun olarak gördüğünü gösteriyor. Bu kesimler, biçimsel demokrasiye ait normlara sadıklar, ama bir yandan da “demokrasi dışı” politik mücadelenin de şoke etme ve korkutma ile ilgili olduğunu düşünüyorlar.

Demokrasi oyununu oynamayı reddeden bir gücün liberal demokratik veya radikal demokratik konsensüsü politik düzlemde tehdit etmesi karşısında kapitalist devlet, kendisine muhalif müttefiki olarak demokratik solla birlikte iş tutuyor. Bu anlamda, birbirine karşı duran müttefikler olarak devlet ve muhalif sol, Maoist hareketi hep birlikte bir “sorun” olarak görüyor: aralarındaki fark, sadece bu sorunu anlama yöntemleriyle ilgili.

Hindistan’da Maoist hareket konusunda süren tartışmada taraflar, iki farklı yaklaşım geliştiriyorlar. Bir taraf sorunu “asayiş” sorunu; diğeri ise sosyo-ekonomik sorun olarak görüyor. Her iki bakış açısı da hareketi sorun olarak gördüğünden, esasında iki konum da tek bir konummuş gibi ele alınabilir. Ama buna hiçbir şekilde izin verilmiyor. Zira iki konum, birbirinden ayrı şeylermiş gibi görülüyor.

Hâkim düzen, politika sahasını mücadele, muhalefet ve demokrasi üzerinden inşa ediyor. Bu anlamda, tıpkı ABD’de görüldüğü gibi, Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki rekabetteki politik farklılığın özünde sahte ve boş bir farklılık olduğu anlaşılmıyor. Bu politika sahası, bugün Hindistan’da Maoist seçeneğin gözden ırak tutulması suretiyle ayakta tutuluyor.

Naksallılar hareketi olarak bilinen Maoist hareket, 25 Mayıs 1967’de yaşanan köylü ayaklanmasının tetiklediği, Hindistan komünist hareketi içerisinde gelişen eğilimi ifade ediyor. Hedefini Yeni Demokrasi Devrimi olarak belirleyen hareket bu devrimi, “yarı feodal, yarı sömürgeci” devletin uzun soluklu halk savaşı ile yıkılması olarak tarif ediyor. Bu sebeple, hareket, devletin baskı ve zulmüyle yüzleşiyor. Maoistleri yok etmek için çabalayan devletin zulmü, çelişkili bir biçimde, bugün muhalif solun sosyo-ekonomik yaklaşımıyla uyumlu bir nitelik arz ediyor.

Son yıllarda birçok siyasetçi ve içişleri bakanlığı yetkilisi, Maoistleri bir asayiş sorunu olarak görüyorlar ve resmi düzeyde Maoistleri “terörist” olarak tasnif ediyorlar. Kısa süre önce başbakan, Maoistlerin ülkedeki en büyük güvenlik tehdidi olduğunu söyledi.

Maoist “sorun”unu güvenlik merkezli ele alan yaklaşıma itiraz eden muhalif solun belirli kesimleri, bu sorunu yokluktan, geçim sıkıntısından, işsizlikten ve fakirlikten kaynaklanan “sosyo-ekonomik bir sorun olarak görüyorlar ve sorunu devletin sosyal yardımla alakalı işlevlerini ortadan kaldıran neoliberal devletle ilişkilendiriyorlar. Bu solculara göre, hükümet bir hileye başvurarak, “Maoist tehdidi”ni güvenlik merkezli devleti güçlendirmek için bir bahane olarak kullanıyor. Böylelikle, baskıcı kanunlarıyla gerçek demokrat sesleri ve muhalefeti susturuyor.

Muhalif sol içerisinde bir vakitler Nehrucu sosyalizme ve planlı kalkınma anlayışına bel bağlamış, eşitsizliği ve yoksulluğu azaltmayı dert edinmiş kesim, bugün sosyo-ekonomik yaklaşımı savunuyor. 1991’den beri bu kesim, neoliberal politikaların benimsenmesiyle birlikte, devlet ve bürokrasi içerisinde epey zayıfladı, dolayısıyla, onun geliştirdiği, “insaniymiş” gibi görünen sosyo-ekonomik yaklaşım, ilgili seçkinci kesimin çıkarlarıyla ilişkilendirilmeden anlaşılamaz.

Bu kesimin varlığı ve ortaya koyduğu çabalar sayesinde bir vakitler güçlü olan, refah devletçi Hindistan Planlama Komisyonu, kısa süre önce Maoist hareketi ele alan, sosyo-ekonomik yaklaşım üzerine kurulu bir çalışma yayımladı. Bizim bu makalemiz, Müfritlerin Etkisi Altındaki Bölgelerde Kalkınmayla İlgili Güçlükler başlıklı çalışmayı ele alıyor (“Planlama Komisyonuna Uzman Ekibinin Sunduğu Rapor”, Hindistan Hükümeti, Yeni Delhi, Nisan 2008, PDF).

Rapor

Rapor, Naksallılar hareketi/Maoist hareket denilen olguyu iki yaklaşımı, güvenlik merkezli yaklaşımla sosyo-ekonomik yaklaşımı merkez alarak oluşturulmuş politika sahasıyla ilişkisi içerisinde gelişen üç değerlendirme üzerinden ele alıyor. Bu politika sahasını verili kabul eden raporda Maoistler, bu sahayla ilişkileri konusunda üç düzlemde inceleniyorlar. Bu üç düzlem, birbiriyle bağlantılı, aralarında geçişler söz konusu, bu anlamda, basit düzeyde diyalektik bir ilişki içerisinde. Üç düzlemin ilki, hareketin sistemden kopmasıyla birlikte oluşuyor. İkinci düzlemde, adivasiler, arazi hakları gibi konular için dövüşmeleri sebebiyle, hareketin olumlu bir içeriğe sahip olduğu üzerinde duruluyor. Bu bağlamda, devletin sosyo-ekonomik niteliğiyle ilişkilendirilen hareketin yoksullara iş bulma, merkezsizleşme, kabile hakları gibi konularla bağlantısına vurgu yapılıyor.

Üçüncü düzlemde Maoistler, güvenlik merkezli devletle Maoistlerin reforma tabi tutulması durumunda sisteme dâhil olabilecek bir yapı olarak takdim ediliyor. Üç düzleme bütün olarak bakıldığında, Naksallıların/Maoistlerin sistemden kopma anından olumlu şeyler söyleme aşamasına, oradan da sisteme yedirilme aşamasına doğru ilerlediğinden söz ediliyor. Bu arada, güvenlik merkezli yaklaşımla sosyo-ekonomik yaklaşım denilen devlet içi iki eğilimin teşkil ettiği politika sahası, genel yapısıyla muhafaza edilmekle kalmıyor, aynı zamanda Naksallıların/Maoist tehdidinin tasfiyesiyle pekiştiriliyor. Tüm bunlar, insani duygu ve fikirleri temel alan sosyo-ekonomik yaklaşım üzerinden yapılıyor!

Rapor, ideoloji sahasında üç hamle yapıyor: ilk hamlede Naksallılar, devletin kalkınma modelinin başarısızlığının bir sonucu olarak görülüyor, buradan da hareket, onu politik bir alternatif olmaktan çıkartacak politika sahası dâhilinde bir yan ürün, tali bir olgu olarak anlaşılıyor. Buradan da rapor, ikinci ideolojik hamlesini gerçekleştiriyor ve hareketin toplumun kıyısına köşesine atılmış kesimlerin hakları için dövüşen niteliğini olumlu bir şey olarak tespit ediyor. Rapora göre önemli olan, hareketin politik ve ideolojik hedefleri değil, aslolan, bu türden yardım faaliyetleri.

Rapor, politik amaçlar denilen cilânın altındaki yardım çalışmalarına odaklanıyor. Bu tespit üzerinden Naksallıların, özyönetim, kırsalın güçlendirilmesi, adivasi hakları gibi konulara dair planları devreye sokan şefkatli bir devletten farkı kalmıyor.

İnsani duygu ve fikirleri temel alan sosyo-ekonomik yaklaşımın başvurduğu üçüncü ideolojik hamle dâhilinde rapor, doğal olarak, Maoistlerle devlet kurumları arasında ortak bir zemin bulmaya çalışıyor. Bu zeminin iki tarafında yürütülecek müzakereler için zaruri olduğu üzerinde duruluyor. İlginçtir, komşu ülke Nepal’de Maoistlerin halk savaşı alanını terk edip demokratik siyaset alanına dâhil olması için aracılık eden Hintli siyasetçiler de esas olarak Hindistan’da Maoistlere sosyo-ekonomik açıdan yaklaşan görüşü savunan isimlerden oluşuyordu. Bu kişiler, Nepal’de ideolojik açıdan gerici bir rol oynadılar. Dolayısıyla, bu gerici rol, Hintli Maoistleri bu siyasetçilerin karakteri konusunda bir ikaz işlevi görmeli.

Bahsini ettiğimiz rapor da insani temele dayalı sosyo-ekonomik yaklaşımı benimsiyor. Rapor, bu noktada Naksallıları politikalarından arındırıyor, sonra da onu “olağan politik sürece” dâhil etmek için uğraşıyor. Güvenlik merkezli yaklaşımı eleştiren sosyo-ekonomik yaklaşım, politika sahasını öyle bir yapılandırıyor ki Naksallılara-Maoistlere yönelik savunu, onları politik bir seçenek olmaktan çıkartma girişimi olarak vücut buluyor. Sosyo-ekonomik yaklaşımı benimseyenlerle güvenlik merkezli yaklaşımı benimseyenler, Naksallıların alternatif bir politik güç olmaktan çıkartılması konusunda ortaklaşıyorlar.

Görev Tanımı

Raporu hazırlayanlar, görev tanımları dâhilinde, Naksallılar hareketiyle değil, devletin “aşırıya kaçmış örgütlerin etkisi altındaki bölgeleri devletin ele geçirememiş olmamasıyla ilgileniyor. Bu sebeple, “halkta sistemdeki hatadan kaynaklı olarak oluşan hoşnutsuzluklar”dan dem vuruyor (s. vi). Rapor, Naksallıların bu hoşnutsuzluktan istifade edip toplumun kıyısına köşesine itilmiş kesimleri politik programına örgütlediğini söylüyor:

“Devlete ait mekanizmalarda ve kurumlarda yüzleşilen hatalar, yetersizlik ve adaletsizlik, Naksallıların faaliyetleri için gerekli alanı açtı.” (s. 45)

Sosyo-ekonomik bakış açısı, tam da bu mesele üzerinde duruyor. O da asayişi esas alan yaklaşım gibi Naksallıları basit bir terör örgütü olarak görüyor.

Naksallıları kendi şartları üzerinden değerlendirmek yerine, sosyo-ekonomik yaklaşım, örgütü devletin başarısız kalkınma politikalarının yan ürünü olarak görüyor. Bu yaklaşımsa esasında bugün devleti kontrol eden, güvenliği ve büyümeyi merkeze koyan, neoliberalizmden yana duran yağmacılara karşı Nehrucu kalkınma anlayışını ve devleti savunan görüş bağlamında gündeme geliyor. Bu sebeple Rapor, “1991’den itibaren ekonomi politikasında bir paradigma değişikliği yaşandığı”ndan, “devlet politikalarının eskiden gelir ve servetteki eşitsizliği azaltma vaadinde bulunduğu”ndan, ama “artık bu vaadi dillendirmediği”ndensöz ediyor (s. 57).

Rapor, altmışlarda ve yetmişlerde devletin Naksallılar hareketine yönelik geliştirdiği olumlu tepkilere atıfta bulunuyor. Bahsini ettiği tepkilerin, Maoistlerin yeminli düşmanı olan revizyonist Hindistan Komünist Partisi (Marksist) tarafından konulduğundan tabii ki hiç söz etmiyor. Bu parti, toprakların yeniden dağıtılması konusunda geliştirdiği politika dâhilinde şunu söylüyordu:

“Köylüler, büyük arazilere kavuşacaklarını gördükleri vakit Naksallılar hareketine mensup militanlara sırtlarını dönüp yüzlerini olağan politik sürece çevireceklerdir.” (s. 56)

Bu bağlamda, İndira Gandi hükümetinin toprak reformu konusunda yönetmelik hazırladığı, mevcut kanunları revize ettiği, bunun neticesinde, köylerdeki huzursuzlukların azaldığı, böylelikle Naksallıların kitle tabanının eridiği üzerinde duruluyor (s. 56).

Rapor, artık güvenliği esas alan neoliberal devletin hükmünü yürüttüğü koşullarda, devletin herkese eşit toplumsal haklar sunma sorumluluğunun ortadan kalktığını, devletin yoksul köylülere karşı yükümlülüklerini yerine getirmediğini söylüyor. Rapora göre “hükümet politikalarında modernleşmeye, makineleşmeye, ihracat odaklı ekonomiye, piyasa için üretilen ürünlerin çeşitlendirilmesine, kimi teşvik uygulamalarının kaldırılmasına yönelik bir eğilim ortaya çıktı, bu da birçok yönden yoksulların canını yaktı” (s. 2). Dolayısıyla, köylerde artan hoşnutsuzluğun ve huzursuzluğun, buradan da Naksallılar hareketinin gücündeki artışın sebeplerini açıklarken Rapor, esas olarak devletin neoliberal politikalarına yönelik kapsamlı eleştiriye odaklanıyor. Naksallılar hareketinin artan gücü ve saldırganlığı, bu politikalardaki başarısızlığın delili olarak sunuluyor.

Birinci İdeolojik Hamle: “Başarısız” Kalkınma Modelinin Sonucu

Rapor göre Naksallılar, devletin kalkınma politikalarındaki yanlışlığın somut bir tezahürü. İki devletçi kutup arasındaki rekabetin damgasını vurduğu politika sahasında güvenlik merkezli yaklaşımla kalkınma merkezli yaklaşım kapışıyor. Esasında tartışmada Naksallılar hareketi bir bahaneden ibaret. Artık devlet içerisinde marjinalleşmiş olan kesim, onu kontrol eden neoliberallere Naksallılar üzerinden laf yetiştiriyor. Bu kapışma, Planlama Komisyonu ile İçişleri Bakanlığı arasındaki çekişmede karşılık buluyor. İki kesim de Naksallılar hareketi-Maoist hareketin politika sahasında kurucu bir bileşen olarak varolduğunu düşünmüyor, onu sadece yan ürün, tali unsur olarak görüyor. Sosyo-ekonomik yaklaşım diğerinden, harekete devletin daha müşfik yaklaşılmasına dair önerisi üzerinden farklılaşıyor.

Tabii devletin harekete müşfik, insani, kucaklayıcı bir şekilde yaklaşabilmesi, “demokratik tarzı” muhafaza edebilmesi için hareketin politik açıdan sahip olduğu çapaklarından kurtulması, radikal niteliğinden sıyrılması gerekiyor. Güvenlik merkezli yaklaşımla rekabeti dâhilinde, bahsini ettiğimiz raporda dile getirilen sosyo-ekonomik yaklaşımın sahipleri, cesur bir adım atarak Naksallıların kendilerine benzediklerini söylüyorlar! Bu noktada, hareketin marjinalleştirilmiş kesimlerin hakları için verdiği mücadeleyle refah devletini yan yana koyuyorlar. Naksallılar hareketinin refah devletçi muhalif solun onu devlet iktidarından uzaklaştırmış olan neoliberalcilere darbeler indirdiği imasında bulunuluyor. Bu tespitler, refah devletçi muhalif solun Hindistan’da Maoistlere karşı neden “yumuşak” bir tavır içerisinde olduklarını izah ediyor.

İkinci İdeolojik Hamle: Hizmet Sağlayıcılar Olarak Maoistler

Rekabet ettiği güvenlik merkezli yaklaşımla arasına mesafe koymak adına Rapor, Maoist hareketin sadece mevcut devletin başarısız kalkınma politikalarının basit bir sonucu olmadığını söylemekle kalmıyor, aynı zamanda bu sorunu kendince çözmeye çalışıyor. Bu noktada Rapor, şunu söylüyor:

“Devleti şiddet araçlarıyla ele geçirme denilen ideolojik hedefleri haricinde, bu aşırı radikal güçlerin temel programları, esasında yoksulların ve topraksız köylülerin yoksul ve mahrum hâllerine, temel haklardan uzak oluşlarına son vermeyi amaçlıyor.” (s. 70)

Burada da görüyoruz ki Rapor, Naksallıları tali unsur, yan ürün olarak görüyor. Bu anlamda Rapor, hareketin politik güç olarak sahip olduğu “kimliği” göz ardı ediyor. “Müşfik ve insani” yaklaşım, esasında Naksallıların ideolojisine, politik programına ve “Hindistan devletini yıkma amacını beyan edişi”ne “kimlik”leri gibi birer yan ürün ve tali unsur olarak yaklaşıyor.

Bu anlamda Naksallılara yönelik müşfik ve insani yaklaşım, “ideolojik hedefi ve politik muhteva”yı dışlıyor. Rapor, Hint devletinin güvenlik merkezci saldırganlığına karşı koymanın en iyi yolu olarak gördüğü refah devletçi yaklaşımla ele aldığı Naksallıları politik özünden arındırmak için uğraşıyor. Naksallıların “halk yanlısı” faaliyetlerine dair doğru şeyler söyleyen Rapor, sosyo-ekonomik yaklaşımıyla, güvenlik merkezci yaklaşıma kıyasla “daha ilerici”ymiş gibi görünüyor. Oysa, güvenlik merkezci kutbun daimi varlığına ihtiyaç duyan politika sahasında faaliyet yürüten bu sosyo-ekonomik yaklaşım, mevcut politik dizilimi takviye ediyor.

Güvenlik merkezci yaklaşıma karşı koyarken muhalif sol, mevcut politika sahasını yeniden teyit ediyor, Maoistlerin bu sahayı yeni bir dizilime kavuşturma çabalarını çöpe atıyor. Bu anlamda, Naksallıların politik bir hareket olarak görülmemesi, Rapor’un görev tanımının dayattığı kısıtlamalardan kaynaklanmış bir “kusur” olarak görülmemeli. Bu yaklaşım, esasında Rapor’un sosyo-ekonomik yaklaşımının dayandığı mantığın pratikteki işleyişine ait bir sonuç. Bu yaklaşım, ideolojik açıdan en iyi ve en net ifadesini, güvenlik merkezci yaklaşıma karşı ilerici bir konum alıp Naksallıların insanların geçimle alakalı sorunlarına yardım çalışmalarıyla çözüm bulmalarına işaret eden cümlelerinde buluyor.

Rapor’un üzerinde durduğu zımni, örtük önerme şu: Maoistlerin politik hedefleri ve ideolojisi, basit bir kabuktur, o kabuğun içindeki olumlu öz, açığa çıkartılmalıdır. O öz de halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması, şikâyetlerinin giderilmesi ile ilgilidir (ki zaten Naksallılar da Robin Hood tarzı iyiliksever isyancılardan başka bir şey değildir!)

Rapor’un açık etmediği, gizli tuttuğu ideolojik önermeyi ise şu şekilde ifade etmek mümkündür: “Günün sonunda hepimiz halka mal ve hizmet tedarik etmek için yola çıkmış, geçimle ilgili imkânları sağlamaya çalışan yardımsever insanlar değil miyiz? Neticede iktidar, demokrasi, zulüm gibi meseleler tali değil midir?”

Her ne kadar Maoistleri devleti şiddet araçlarıyla yıkma mücadelesi veren politik bir güç olarak görmese de Rapor, iktidar, demokrasi ve zulüm gibi meselelerin ele alındığını iddia ediyor.

“Raporun ele aldığı konularla almadığı konular arasındaki bağ, Naksallılar hareketinin kitlelerden destek bulma çabası dâhilinde belirleyici olan halkın sorunları ve ihtiyaçlarına cevaplar bulmasında aranmalı.” (s. 45)

Naksallıların faaliyetlerinin halkın şikâyetlerini gidermeyle sınırlı olmadığını tespit eden Rapor, nedense halkın o şikâyetleri giderme çabaları yüzünden örgütle birlikte hareket ettiğini söylüyor (yani diyor ki “yoksula yiyecek-giyecek verirsen o da sandıkta oy atar”.) Yani aslında Rapor, Naksallılara yönelik kitle desteğinin geçimle alakalı sorunları çözmesiyle ve örgütün halka devletten daha hizmet sunmasıyla ilgili olduğunu söylüyor. Bu fikri hattı takip eden Rapor, devamında Naksallıların yardım çalışmalarına dair örnekleri sıralıyor ve böylelikle örgütü hizmet sağlayıcı STK’larla devletin kalkınma kurumlarının yanına yerleştiriyor. Buradaki diğer önemli sorunsa şu: Rapor, Maoistleri hizmet sağlayıcı olarak kodladığı gibi Maoistlere örgütlenen halkı da hizmet beklentisi içerisinde olan kişiler toplamı olarak görüyor.

Rapor, politik özneye, toplumsal değişimin failine ve o değişimin sonuçlarının yükünü omuzlamak isteyen bir güce dönüşmesi mümkün olan halkı insani yardım arayıp duran bir güruh olarak takdim ediyor. Alain Badiou’nün de dediği gibi, “İnsanı kurban, ölüme yazgılı bir varlık gibi gören, ona bu şekilde muamele eden insan hakları, sefalet karşısında hayatta kalanların hakkına dönüşüyor.” [Ethics: An Essay on the Understanding of Evil, Londra: Verso, 2001, s. 12).

İlk ideolojik hamle dâhilinde Naksallılar, devletin başarısız kalkınma politikalarının sonucu olan tali bir unsur olarak tasvir ediliyorlar. İkinci hamlede ise halkın geçim sorunlarına dokunan bir güç olarak görülen Naksallıların olumlu rolünden söz ediliyor, buradan da örgütün politikası refah devletinin yürüttüğü faaliyetlere indirgeniyor. Ardından da üçüncü hamleye geçiliyor. Bu hamle dâhilinde Naksallılara, refah devletinin marjinalleştirilmiş kesimlerin belirli haklara kavuşmasını sağlamakla ilgili misyonunun ortağı ve yedek gücü olma rolü bahşediliyor. Bu anlamda Naksallılar politik manada hadım ediliyorlar.

Rapor, Naksallılarla müzakereler yürütülmesini tam da bu zemin üzerinden öneriyor. Aslında bu öneri, hareketin tasfiyesi veya insani bir yaklaşımla elinden tutup onu “demokratik sürece” dâhil etmek için başvurulacak bir tür reçete olarak dillendiriliyor.

Üçüncü İdeolojik Hamle: Müzakereler (Ya da Maoistlerin Tasfiye Edilmesi)

Sosyo-ekonomik yaklaşım, Naksallıların yoksul köylülere mal ve hizmet sunma çabalarını, onlara geçim kaynaklarına erişme imkânı sunmaya yönelik adımlarını, orman haklarının gündeme getirilmesi ile ilgili çalışmalarını takdir ediyor. Naksallıları neoliberal kalkınma modelinin yol açtığı boşlukları dolduran bir güç olarak takdim eden Rapor, marjinal kesimlere yönelik yükümlülükleri yerine getiren, toplumsal hakları savunan Naksallılarla toplumsal sorumlulukları olan devlet arasında bir süreklilik bulunduğunu varsayıyor. Rapor, merkezsiz ama toplumsal sorumluluklarının bilincinde olan bir devletin halkı Naksallılardan uzaklaştıracağını, benzer türde faaliyetler yürütmekte olan örgütle müzakere süreci için gerekli zeminin bu şekilde sağlanacağını söylüyor.

Refah devletiyle Maoistleri ortak zeminde buluşturan sosyo-ekonomik yaklaşım, örgütü potansiyel müttefik olarak görüyor. Üçüncü ideolojik hamle dâhilinde ilgili yaklaşım, buradan, devlete örgütle müzakere yürütmesi için bir gerekçe sunuyor.

Özetle; sosyo-ekonomik yaklaşım, ilk hamlesinde Naksallıları sistemin hatasının yan ürünü, tali unsuru olarak tasvir ediyor; ikinci hamlede hizmet sağlayıcı bir güç olarak takdim edilen örgütün olumlu yönü üzerinde duruluyor; üçüncü hamlede ise örgüt, sistemin sorunlarına çözüm bulacak bir müttefik olarak görülüyor. S. Banerjee’nin de ifade ettiği biçimiyle, Rapor esasında net ve açık bir mesaja sahip:

“Maoistler, iktidarı almakla ilgili ‘azami’ hedeflerini bir süreliğine rafa kaldırıp devletle polisle Naksallılar arasında yaşanan çatışmaların ortasında kalmış olan binlerce yoksul ve masum ailenin insani çıkarları konusunda devletle müzakere yürütebilir.” [“On the Naxalite Movement: A Report with a Difference”, Economic & Political Weekly, 24 Mayıs 2008, s. 12).

Bu yaklaşımda örtük olarak Maoistlerin refah devletiyle müzakere yürütmesi ve şiddet araçlarına başvurulan halk savaşını askıya alması gerektiğinden söz ediliyor. Bunu yapmamaları durumunda, şiddet takıntıları sebebiyle ve halkın en temel sorunlarını çözmek yerine insanları öldürmeleri üzerinden suçlanacaklar (İlginç olan şu ki kısa süre önce Nepal’de de Maoistler, “politik farklılıklar”ı bir yana koymanın şart olduğuna dair fikre teslim oldular, “yeni ve birleşik modern Nepal” için yürütülen “uzlaşma, gelişme ve barış” süreci içerisinde çalışma sözü verdiler. Bunu yaptıkları an radikal politik güç olarak tasfiye oldular.) Demek ki bu noktada bizim şu soruyu sormamız gerekiyor: sosyo-ekonomik yaklaşım, Maoistlerin “demokratik” veya “insani” yollardan tasfiye edilmesi için önerilen bir reçete olabilir mi?

Eleştiri ve İdeoloji

Muhalif sol, mevcut politika sahasındaki ayrışmayı görüyor, onu dikine kesecek hamleler yapma cüretini göstermediği için egemenlerin politika sahasına kul-köle oluyor. Sosyo-ekonomik yaklaşım ile onun neoliberal devlete yönelik eleştirisi, her türden radikal dönüşüm ihtimalini ortadan kaldırıyor: bu anlamda, yaklaşımın ideolojik niteliği üzerinde durmak gerekiyor: burada “ideoloji”, yanlış bilinç yaymakla değil, mevcut politika sahasının sürekli ve daimi kılınması ile ilgili. Sosyo-ekonomik yaklaşım, Maoistlerin politika sahasındaki ayrışmayı dikine kesme ihtimalini ortaya çıkartmak suretiyle yeni bir politika sahasının oluşturulmasına mani oluyor.

Muhalif sol, Maoistlerin “tanınma”sını ve kabulünü sosyo-ekonomik bir sorun olarak gören güvenlik merkezli yaklaşıma yönelik ilerici eleştirilerinin ve itirazlarının kendisindeki insani öznelliğin bir sonucu olduğunu düşünüyor. Bu, özünde yanlış bir düşünce. Zira aslında tam tersi geçerli: Muhalif sol, sosyo-ekonomik yaklaşımını geliştirecek demokratik alanı, Maoistlerin politika sahası dışından gerçekleştirdikleri, kendisinin “totaliter” ve “gayrı demokratik” kabul ettiği, mevcut devlet düzenini yıkmakla ilgili müdahaleleri sayesinde buluyor. Muhalif solun, neoliberal devlet sosyal yardımla ilgili işlevlerinden uzaklaştığı için Maoistlerin yoksul ve marjinal kesimleri örgütlediği, bu kesimlerin tam da bu sebeple ele silah aldıklarına dair lafları sakız gibi sürekli çiğnemesinin bir anlamı yok.

Arundhati Roy konuyla ilgili şunu söylüyor:

“Bugün silaha artık daha fazla insan ulaşıyor. Peki şiddetin arttığından söz edebilir miyiz? Eğer hükümet, ilerlemeyi ve halkın refahını ölçmek için ‘büyüme oranları’na ve Bombay borsasındaki işlemleri gösteren Sensex endeksine bakıyorsa, tabii ki artacak.” (“Interview”, Tehelka, 31 Mart 2007).

Halkın silaha ulaştığı koşullarda Maoistlerin sebep olduğu “totalitarizm tehdidi”ni muhalif sol, neoliberal güvenlik merkezli değerlendirmeyi çürütmek için kullanıyor. Bu noktada muhalif sol, neoliberal güvenlik merkezli yaklaşımı devletin, temsil kurumlarının ve hükümetin “demokratik” meşruiyetini ortadan kaldırmakla suçluyor. Bu sayede solcu Uzman Grubu Maoist örgütün omzu üzerinden mevcut “neoliberal”, “halk düşmanı” Hint devletini yaylım ateşine tutuyor ve “sol”un mevcut devleti (yani “demokratik ve halk odaklı devlet”i) daha iyi yöneteceğini, devrimci hareketlerin yol açtığı güçlüklere karşı devleti “demokratik yollardan” koruma altına alacağını iddia ediyor.

Aslında Maoistlerin şiddete meyilli ve gayrı demokratik olduğunu söyleyenler, devlete muhalefeti boğması ve demokratik güçleri ezmesi için bahane sunuyorlar. Bugün birçok yerde işittiğimiz bu görüş, devlet merkezli demokrasi ve özgürlük anlayışının ürettiği bir görüş. “Maoist bahanesini ortadan kaldıralım ki devlet yanılgıya düşüp insanlarına baskı uygulamasın” diyen anlayış devlete hürmet eden bir anlayıştır ve devletin özünde baskıcı olmadığını söylüyordur. Bu yaklaşım daha önemli bir şey yapar: radikal dönüşüme yönelik her türden çabayı devlete demokrasiyi askıya alması için bir bahane sunduğu gerekçesi üzerinden ideolojik düzlemde kötüler.

Neoliberal politikalara yönelik eleştirileri dâhilinde, muhalif sol içerisinde önemli konumlarda olan bazı insanlar, Ülke Genelinde Köylülere İstihdam Garantisi Verilmesiyle İlgili Kanun ve Bilgilenme Kanunu gibi kanunlara destek verdiler, bu tür konularla ilgili hukuki çalışmalara katıldılar, bir yandan da baraj, maden, özel ekonomi bölgeleri gibi projeler üzerinden insanların yerinden edilmesine karşı çıktılar, kabilelerin ormanla ilgili hakları konusunda faaliyet yürüttüler. Muhalif sol ayrıca Çatisgar’da iç savaşın eşiğine gelen sürece karşı çıkmak gibi kimi pozisyonlar aldı. Bilindiği üzere Çatisgar’da devlet, Maoistlere karşı Salva Cudum denilen örgüte bağlı çeteleri silahlandırmış, Orissa’da insanların yerinden edilmesine neden olan eylemlere destek sunmuştu.

Politika sahası ve genel olarak sistem, tavizler talep edildiğinde veya kopartıldığında pekişiyor. Bunun bir örneği de insan hakları eylemcisi Binayak Sen’in serbest bırakılmasına dönük eylemlerdi. Bu eylemlerde onun “iyi bir doktor” ve “gerçek bir hümanist” olduğu üzerinde duruldu ve gözaltı halinin sürmesinin Hint demokrasisinin kötü görünmesine neden olduğu söylendi. Ama kimse, onun Maoistlerle bağlarına değinmedi, Maoistler, radikal ötekiler olarak lanse edildiler. Maoistlerin ülkedeki zalim yasalara, baskı tedbirlerine, genel olarak devlete karşı verdiği mücadelesi de aynı şekilde dışarlıklı ve yabancı bir olgu olarak gösterildi.

Tüm bu eleştiriler, hareketler ve kampanyalar, Hint devletinin içerisinde zayıflamış bir kanat olarak sosyal demokrat hizbin icraatları olarak biçimlendi. Totalitarizm karşıtı, yeni Gandici, modernizmi eleştiren, devlete karşı solcuların bir pratiği olarak cisimleşti. Dolayısıyla, üçüncü bir konumun oluşmasına izin verilmedi.

Birleşik İlerici İttifak hükümetinin kurduğu Ulusal Danışma Kurulu, muhalif solun özelliklerini bünyesinde toplamış bir yapı. Bu kurul, Hindistan Komünist Partisi’ndeki ve Hindistan Komünist Partisi (Marksist)’teki sosyal demokrat solun, “sosyalist yol”un, yeni Gandici solun ve parti dışı politik oluşumların buluştuğu bir kavşak. Neoliberal saldırıya aynı zamanda Hindu sağındaki güçlenmeye karşı birleştiklerini iddia ediyorlar. Solun bu kadar farklı rengini bir araya getiren diğer bir etkinlik de 2004’te Mumbay’da düzenlenen Dünya Sosyal Forumu’ydu.

Hindistan Komünist Partisi (Marksist) hükümetinin 2007-2008’de özel ekonomik bölgeler oluşturma teklifine karşı gelişen direnişle birlikte bu ittifak, güçlü bir itirazla yüzleşti. Eski sosyal demokrat sol olarak HKP(M) ve her daim kararsız olan HKP’nin birlikte neoliberal politikaları uygulayacağı net bir biçimde görüldü. HKP(M), bazen Dünya Bankası ve IMF politikalarına saldıran ama bazen de tam tersi yönde ilerleyip o eleştirdiği neoliberal küreselleşmeye uygun adımlar atan bir parti. Ondaki antiemperyalizm, parlamento siyaseti denilen oyunda hayatta kalabilmek adına üzerine geçirdiği basit bir gömlekten başka bir şey değil. Muhalif sol, HKP(M)’nin emperyalizm ve kapitalizm yanlısı politikalarına ve baskıcı tedbirlerine pratikte karşı çıktı.

Kopan Gürültüler, Yaşanan Değişimler

Gelgelelim, sınıfsal çelişkiler keskinleştikçe, güçlü kapitalist sınıfın ittifak kurduğu, zincirlerinden boşanmış ve tüm acımasızlığıyla saldıran devlet karşısında ümitsizliğe kapılan halk kitlelerinin tepkileri bazen şiddete ve radikalizme meylettikçe, muhalif solun neoliberalizme ve baskıcı yasalara yönelik geliştirdiği demokratik eleştirinin alanı iyice daralıyor. Yani 1991 öncesinde politika sahasına sosyal demokrat sosyo-ekonomik yaklaşım ile güvenlik merkezli yaklaşım damgasını vuruyordu. Bugünse serbest pazarcı devlette önemli değişimlere tanık olunuyor. Güvenlik merkezli yaklaşımı benimsemiş olan neoliberal devletin güçlenmesiyle birlikte sosyal demokrasi, özelde HKP(M), “kitlelerin safında” olan bir güç iken, açıktan devletin ve sermayenin safına geçti. Bu değişimle birlikte Maoist hareket gibi direniş tarzlarının ve eylem biçimlerinin niteliği ve kapsamı da değişti.

Nandigram’da kitleler, HKP(M)’nin parti ve hükümet olarak parlak bir buluşmuş gibi takdim ettiği özel ekonomik bölgelere karşı eylemler yapınca sosyal demokrasinin kitleleri sermaye ve devlet adına kontrol altında tutma rolünden uzaklaşıp neoliberal saldırının öncüsü olma rolünü üstlendiği anlaşılmış oldu. HKP ve HKP(M) gibi iki önemli komünist partide cisimleşmiş olan sosyal demokrasi, onlarca yıl kitlesel direnişleri zarar vermeyecekleri yerlere kanalize edip etkisizleştirme görevini üstlendi. Bugün görünüyor ki sosyal demokrasi, kitlelerin sisteme yönelik tehdidi yönetme işiyle artık yetinmiyor. Bu “tarihsel yağma” pratiğinden elde ettiği kazancın yanında, sermaye ve devletin yönetilmesi işinin getireceği kazançtan da doğrudan pay almak istiyor.

Bu süreç, muktedir politik sınıflara uysal ama kızıl bir sol armağan ediyor. Ama görebildiğimiz kadarıyla aynı sınıflar, kitlelerdeki toplumsal hoşnutsuzluğu kontrol altına alma konusunda güvenebileceği bir “sol” bulamıyorlar. Bu hoşnutsuzluğu kontrol altına alma konusunda STK’lar, toplumsal hareketler, Hindu sağı, tümden başarısız oldu. Narmada Baçao Andolan [“Narmada Nehri’ni Kurtarın Hareketi”] gibi militan ama şiddet araçlarından uzak duran, hiyerarşiden yoksun mücadelelere yürüten yeni Gandici toplumsal hareketler, enerjilerini bu süreçte önemli ölçüde tükettiler.

Bunun yanında, komünist partiler ve sosyal demokratlar gibi meclis siyaseti yürüten partiler, açıktan sağa kaydılar. Güvenlik meselesini merkeze alan, baskıcı neoliberal devletin milyonlarca insanın hayatını ve geçim kanallarını mahvettiği koşullarda, sosyal demokrasinin oynadığı roldeki değişiklik, esasında ezilen-sömürülen halk kitlelerini direnişlerini “demokrasi” hattına çekip kuşatabilecek, kontrol altında tutabilecek, güven veren tek bir “sol” politik gücün bulunmadığının delili. Oysa direniş imkânları muktedir sınıflar için sorun, devrimci güçler için avantajdır.

Bu anlamda, mevcut konjonktür, sermaye ve devletin şu veya bu hizbinin yönetemediği kitlesel tepkilere dair ihtimalleri gündeme getiriyor. Batı Bengal eyaletinin Nandigram şehrinde HKP(M)’nin özel ekonomik bölge projesi dâhilinde bir kimya merkezi kurma çabalarına yönelik tepkiler sonucu yaşanan polis saldırısı, sosyal demokrasinin ve sol güçlerin rolündeki ve niteliğindeki değişikliğin kitlelerin radikal direnişleri için yeni kapılar açtığını ortaya koyan bir gelişmedir. Uzlaşma nedir bilmeyen, radikal halk kitleleri ne müzakereye ne de arabuluculara olur verdi. Medha Patkar gibi orta sınıfa mensup aktivistlerin direnişe yönelik desteği, “saldırıların yaşandığı bölgeler”e yapılan ziyaretlerle sınırlı kaldı. Oysa Narmada Baçao Andolan gibi önceki eylemlerde orta sınıfa mensup aktivistler, hiyerarşiden ari olsa da mevcut harekete liderlik edebilmişlerdi.

Bu durumda mevcut “gerçekliği” aşan radikal değişimin tohumlarını bağrında taşıması muhtemel herhangi bir sol örgüte rastlanmıyor. Maoist hareket de tam da bu boşluğa doğru genişlemek zorunda. Genel anlamda, Maoistlerden ayrı olarak şu tespiti yapabiliriz: kitlelerin direnişi ve tepkileri ileride her zaman radikal olmasa da nispeten daha az demokratik daha az hak temelli ama daha çok şiddet araçlarına açık bir hâl alacak.

Ülkenin birçok yerinde Maoistler varlık alanlarını genişletiyorlar, toprağa daha fazla kök salıyorlar. Nandigram şehrindeki direnişe can katanlar ve yön verenler, bizatihi Maoistlerdi. Bu türden gelişmeler, mevcut politik dizilimi yeniden yapılandırma potansiyeline sahip.

Buna karşılık, muhalif sol politik güçler dengesindeki bu değişimi hâlen daha dikkate almak istemiyor. Devletin gücünü, sermayenin gür sesini anlamaya yanaşmayan, bu anlamda, demokrasi ve anayasa alanının dışında seyreden kitlesel hareketler ve direniş karşısında hâlen daha devlete ve sermayeye odaklanan muhalif sol, bu iki gücü saf ve soyut olgular olarak ele alıyor, eleştirmenin anlamsız olduğu, hepten kudretli yapılar olarak görüyor.

Mevcut politik düzene yönelik eleştiri konusunda muhalif sol, sadece kendi keyfine bakıyor, sadece kendisini görüyor, sadece kendisine kilitleniyor. Bu sebeple, muhalif sol, hâkim politika sahasının dışında cereyan eden her türden direnişi değersiz görüyor, bu tür direnişlerin başka bir seçeneğin tohumlarını bağrında taşıdığını düşünmüyor. Muhalif sol, sadece “kitlelerin şikâyetleri”ni gideremeyen neoliberal devletin sunduğu örneklere bakıyor.

Bahsini ettiğimiz Rapor’da acil ele alınması gereken konular olarak, “toplumsal huzursuzluk”, “demokrasinin aşırı yükü”, “demokratik yönetişimdeki kriz” ve “gerçek şikâyetler giderilmesi ihtiyacı” gibi başlıklar üzerinde duruluyor. Bu vurgular bize, esasında muhalif ve parlamentocu solun silâhlı devrimci mücadelenin ortaya çıkma ihtimalinden korktuğunu gösteriyor.

Tam da burada Frantz Fanon’un sömürgecilik karşıtı mücadelede orta sınıfların sergilediği tavra ve karaktere dair tespitini hatırlamak gerekiyor: Orta sınıflar, sömürgecilik karşıtı dili kullanmalarına rağmen, bir yandan da silahlı mücadeleyi ne pahasına olursa olsun sonlandırmak istiyorlar.

Sistemin arzusu sır değil. Her şeyden önce sistem toplumsal hoşnutsuzluğu kontrol altına almak istiyor. Bu konuda gösterdiği başarıları muhalif solun belirli kesimlerini yeni gelişmekte olan politik seçeneklere karşı körleştiriyor. Tam da bu sebeple muhalif sol, neoliberal devleti devlete dosta ikazda bulunur gibi eleştiriyor, bu anlamda, devletin kriz yönetimine katkıda bulunuyor. Kendi tabanının yaşadığı deneyimler üzerinden muhalif sol, daha fazla bilgiye vakıf oluyor. Devletin gerçek çıkarlarını derinlemesine bilince çıkartıyor, gerçek tehlikeleri daha iyi görüyor, devletin yüzeysel, büyüme merkezli fikirler üzerinden ayakta kalamayacağını anlıyor, iktidardakilerin kibrine ve açgözlülüğüne saldırıyor. Devletin gerçek sesi olarak muhalif sol, her şeyi devletin için doğru yola sokmak amacıyla faaliyet yürütüyor. Bu nedenle kendisinin ve demokrasinin daha fazla bela ve sıkıntıyla yüzleşmemesini istiyor. Muhalif sol, bu düzlemde, ülkedeki politik güçler dengesini yeniden yapılandıracak bir gücün ortaya çıkışı için yol açmakla zerre ilgilenmiyor. Nandigram gibi yerlerde yaşanan direnişler gündeme mevcut politik sistemin dışında duran yeni demokrasi biçimleri ve iktidar organlarını getirdiklerinde muhalif sol, hemen anayasada yer alan, artık gerçeklikte hiçbir karşılığı kalmamış, özyönetime ve köy konseylerine dair hükümleri “demokratik karar alma süreçleri adına” canlandırmaya, yani “cemaatleri bu karar alma süreçlerine dâhil etmeye” çalışıyor. Amit Bhaduri Development With Dignity: A Case for Full Employment (Yeni Delhi: National Book Trust, 2005) kitabında tam da bu sebeple “köy konseyleri üzerinden iktidarın merkezsizleştirilmesi”nden ve” anayasal hükümlere atıfta bulunmak suretiyle, “katılımcı demokrasi yoluyla kalkınma”dan bahsediyor.

Korkuların En Büyüğü

Görebildiğimiz kadarıyla güvenlik meselesini öne çıkartan devlet, kitlelerin politik hareketliliğinden ve tepkilerinden korkuyor, buna karşın, muhalif solun sosyo-ekonomik yaklaşımı ise bu politik hareketliliği ve tepkileri politika sahasının dışında tutmak istiyor. Bu anlamda, ideolojik açıdan ilericiymiş gibi görünen sosyo-ekonomik yaklaşım, baskıcı güvenlik merkezci devletin mütemmim cüzü.

Devlet, kitlelerden, kitlelerin direnişinden, daha da kötüsü, kitlelerin Maoist olmasından korkuyor. Kendisini güvence altına almak adına insan haklarını çiğniyor, baskıcı tedbirlere başvuruyor. Demokratik alanın daralıp hakların ortadan kalkması, bunun sebebi olarak güvenlik merkezci devletin yükselişinden de muhalif sol korkuyor. Alain Badiou buna “korkuların en büyüğü” diyor (“The Communist Hypothesis”, New Left Review, Sayı 49, 2008, s. 30).

Muhalif sol, devletin kitlelerin direnişi karşısında geliştirdiği baskıcı tepkinin demokratik olmayan sonuçlarından korkuyor. Oysa “bu en büyük korku, içeriği pek tespit edilemeyen tali, başka şeylerin sonucu olan bir duygu. Geniş halk kitleleriyle kurulacak ittifaka dair hiçbir anlayış geliştirilmiyor.” (s. 30)

Hem devletin tepkisinden korkuyor hem de kitlelerin politik tepkilerine iştirak edemiyor. Hindistan’da muhalif solun yüzleştiği açmazın özeti bu. Örneğin Kasım 2005’te Cihanabad kentinde Maoistlerin hapishaneden firar edişine bakalım. Şehirdeki halk, hapishaneye hücum etti. Devlet iktidarının eli kolu bağlandı. Bu sayede tutsaklar hapishaneden firar ettiler. O gün orada görevde olan bir polis, tüm şehir halkının “terörist” olduğu yorumunu yapıyordu.

Gelgelelim, devlet düzeninin çöktüğü, halkın kendisine güveninin arttığı bu olay neticesinde muhalif sol, korkuların en büyüğüyle yüzleşti. O, yaşanan olayda sadece “Naksallılarla devlet arasına sıkışmış halk”ı ve “mücadelenin başka biçimlerinin yürütüleceği demokratik alanın büyük ölçüde daralmış olması”nı gördü (Bela Bhatia, “Jailbreak and the Maoist Movement”, Economic & Political Weekly, 17 Aralık 2005, s. 5370).

Geniş halk kitlelerinden kopan muhalif sol, “muhalefet etme hakkı”nın peşinden koşuyor, sürekli, boş ve bitaraf kalabileceği bir alanın savunulması ve desteklenmesi için “demokratik alanlar” arıyor. Muhalif solun eleştirileri, radikal muhalifin sadece kendisiyle ilgili ifadeleri ile radikal şık beylerin ve hanımların radikal hayal ürünü fikirleri arasında salınıp duruyor. Bu açıdan, Roy’un şu muhteşem ifadesi, söz konusu yaklaşımı gayet iyi anlatıyor: “Ben, ülkeden kopmuş olan, bağımsız, hareket hâlindeki bir cumhuriyetim” (“The End of Imagination”, Outlook, 3 Ağustos 1998). Orta sınıftaki kendine ve keyfine düşkünlük hâli, onun “demokratik alanlar” aramayı asli politik görev kabul etmesine neden oluyor. Bu arayış neticesinde orta sınıf, halk kitlelerinin bu demokratik alanların ötesinde, kolektif devrimci bir proje dâhilinde harekete geçtiğini görmüyor.

Arundhati Roy, bu orta sınıf solculuğunun en iyi örneği. O da muhalif solun içinden çıkamadığı açmazın, kördüğümün çilesini çekiyor: Roy da şiddet araçlarından uzak duran toplumsal hareketlerin yolun sonuna geldiğini, STK’ların “kafesteki aslanlar” olduklarını görüyor, ama bir yandan da “surda gedik açabilecek tek güç olsalar da” Maoistlerin politik açıdan desteklenemeyeceğini söylüyor (Mülâkat, Tehelka, 31 Mart 2007).

Meramımın daha iyi anlaşılabilmesi için Salva Cudum çeteleriyle iş tutan devlete dair tartışmalara, özelde de bu mesele karşısında endişe duyan bağımsız yurttaşların tepkilerine bakılabilir. Devlet bizatihi Salva Cudum çetesi hâline gelmişken, muhalif sol, tüm coşkusuyla bu tür çetelerle iş tutmayacak demokratik, anayasaya bağlı bir devlet varolsun diye mücadele ediyor. Devletin hesap vermesini isterken, bir biçimde onu yeniden tesis ve ıslah ediyor. Hiç bilinmeyen ve tüm riskleriyle yeni olan devletin aynasında sadece şiddet ve totalitarizm görüyor. Bunu yaparken, bugünkü devletin canına can katıyor.

Saroj Giri
2009

[Kaynak: Journal of Contemporary Asia, Cilt 39, Sayı 3, s. 463-474.]

0 Yorum: