09 Mayıs 2024

,

Onur Meselesi: Sınıfa Saldırı


Google arama motoruna “öğretmene şiddet” diye yazıp arama sonuçlarını “1 Ocak 2024 tarihinden itibaren” şeklinde filtrelediğinizde, karşınıza farklı tarihlerde ve şehirlerde yaşanan şiddet haberleri çıkacaktır. Saldırganın ya öğrenci ya veli ya özel eğitim kurumu patronu olduğu görülecektir.

İstanbul’un Eyüp ilçesinde bir özel lisede müdür olarak görev yapan 74 yaşında bir eğitimci, öğrencisi tarafından silahlı saldırıya uğrayarak yaşamından edildi. Bu saldırı, okul saatinde, müdür odasında yaşandı. Daha sonra internet haber sitelerinin iddiasına göre fail, suçunu üstlendiği bir video çekerek paylaşıyor. Bu acı olay, eğitim camiasında tepkiyle karşılandı.

Aynı haftanın içinde Batman’da yine bir öğretmene şiddet uygulandı. İki hafta önce Sarıyer’de ortaokulda görev yapan bir kadın öğretmen, öğrenci velisi tarafından darp edildi. Yine bu yıl içinde Ankara’da bir müdür yardımcısı, öğrencisi tarafından bıçaklandı. Aynı şekilde, bu eğitim-öğretim yılında hamile bir kadın öğretmen, öğrencilerinin gözü önünde, veli tarafından darp edildi. Bunlar basına yansıyan haberler. Hemen her gün okullarda öğrencilerin hem birbirine hem de öğretmene karşı sözlü, psikolojik ve fiziksel şiddet uygulaması söz konusu.


Dün yaşanan olaydan sonra öğretmen sendikalarının bir günlük iş bırakma kararı alması, önemli bir gelişme. Uzun yıllardan sonra sendikalar, merkezi düzeyde aynı gün iş bırakacak, hem de OHAL döneminden sonra.

Sendika genel merkezlerinin bu kararı almasındaki en önemli faktör, eğitimcilerin ve üyelerin baskısı. Bu gerçek, eğitim emekçilerinin özünde taleplerinin aynı olduğunu fakat sendika genel merkezlerinin sınıfın çıkarına aykırı hareket ederek emekçileri birleştirme politikası yürütmediğini gösteriyor.

Bu konu ayrı bir yazıda tartışılabilir fakat eğitim alanındaki dönüşümde ve eğitim emekçilerinin özlük ve ekonomik haklarının budanmasında eğitim emekçilerinin parçalanmış yapısından yararlanıldığı bir gerçektir.

1 milyonun üzerinde eğitim emekçisi çalışıyor. Bu güç açığa çıkmasın diye sürekli bir ayrıştırma söz konusu. Sistem bunu yapmak zorunda fakat eğitim emekçileri olarak biz, öğrencilerimizin ve mesleğimizin haklarını kazanmak için birleşmek zorundayız. Bu, tarihsel bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.

Cuma günü ülke genelinde alanlara çıkarak tepkimizi dile getirmeliyiz. İş bırakmanın anlam kazanması için emeğimizden gelen meşruiyetimizle alanlara çıkmalıyız. İş bırakma, okullarımıza gitmeme gibi algılanırsa başarıya ulaşamayız. Birlikte ve güçlü bir şekilde sesimizi yükseltmeliyiz. Bu eşik aşıldığında, bir sonraki aşamada haklarımızı kazanmak için birlikte adım atmaya olan güvenimiz artacak ve tek vücut olmanın önemini daha net şekilde yaşayarak görmüş olacağız.

Yitirdiğimiz eğitim emekçisi meslektaşımız 74 yaşında, kendisi emekli. 74 yaşında bir emekli eğitimci özel bir kurumda çalışıyorsa bunun tek açıklaması meselenin sınıfsal olmasıdır.

İstanbul’da emekli maaşıyla tutunmaya çalışmak güç. Birçok kentte deneyimli eğitim yöneticileri emekli olduktan sonra özel okullarda çalışmak zorunda kalıyor. Bu gerçek, artık sadece İstanbul’la sınırlı değil. Güvencesizleşmenin sonucu bu. Tüm işçi emekçi sınıfın durumu aynı.

Yakın dönemde seksen yaşına yakın bir işçi, çatı katına tamirat için çıkıp orada yaşamını yitirmişti. Emekliler halen çalışıyor. Mahalle aralarında motosiklete bağladıkları küçük tamperlerle kâğıt ve hurda toplayan, pazar yerlerinin dağılmasını bekleyen, emekli olduğu halde okul-aile birliği üzerinden güvenlik ve temizlik işlerinde çalışan insanlar var. Fiziki gücü azalan, yaşını almış insanlar ise işportacılık yapıyor, cinsiyeti fark etmeksizin. Bu insanların aileleri var, torunları var. Sömürü düzeni, aynı zamanda bir onur sorunudur.

Öğretmenlik mesleğinin taşeron sistemine tabi kılınıp işçi pazarına çevrilmesi, her yıl eğitim fakültesinden mezun olan öğretmenlerin işsizlik ve güvencesizlikle karşılaşarak ücretli öğretmenlikte ve özel sektörde sömürülmesi, mesleğin değerini her geçen gün daha da aşağı çekiyor. Çalışmak zorunda olan anne-baba gerçeğinden hareketle, ki onlar daha fazla sömürülsün diye, okullar hangi kademede olursa olsun birer kreşe/gündüz bakımevine dönüştürülüyor. Bu noktadan sonra kendi çocuğuyla ilgilenmeyen, yozlaşmanın alameti olarak, anne-baba, çocuğuna “sahip çıkıyormuş” motivasyonuyla gelip sınıfa ve okula baskın yapabiliyor. Aslında yozlaşan aile yapısının sonucunda çocuğuna onunla ilgileniyor iletisini veriyor.

Kapitalist toplum düzeninde mesleklerin değerinin yaşaması düşünülemez. İtibar denen değerin içi boşaltılmadığı sürece sömürü ve baskı işçi-emekçi üzerinde hâkim kılınamaz.

Sömürünün diğer bir anomalisi de işçi-emekçide biriken öfkenin yine işçi-emekçiye şiddet olarak dönmesi. Sistem, kendisini buradan güvenceye alıyor. Ev sahibi-kiracı, hekim-hasta, şoför-yolcu, esnaf-müşteri, öğrenci/veli-eğitimci arasında yaşanan şiddet, sadece bir sonuç. Mesleki itibar, ancak sınıfsız-sömürüsüz bir düzenle mümkündür.

Cuma günü iş bırakma eylemini daha güçlü gerçekleştirmek için okullarımızda sohbetimiz bu olmalı. Bu şiddete maruz kalmamanın garantisini bu düzen veremez. Uyuşturucu, bireysel silahlanma, yozlaşma, gençlikten çocukluk çağına inmiş durumda. Bu gerçeği görmezden gelerek, “Nasıl olsa hiçbir şey değişmez” umutsuzluğuna teslim olmamalıyız.

Birlikte hareket etmedikçe şiddetin, baskının, güvencesizliğin, mobbingin, sömürünün her türlüsüne maruz kalacağız. Yaşadığımız sorunlar bireysel değil, eğitim emekçileri olarak sorunlarımız ortak. “Bir kişiyle bir şey değişmez” diye düşünmemeliyiz. Alana gelindiğinde bir dövize yazacağımız slogan bile hepimizin sesi olarak yankılanacaktır.

Bu düzen hiçbir emekçiyi kolay yoldan, rekabetçi hırs ve motivasyonla “refaha” kavuşturamaz. Öğretmenin tek mesleği, eğitimciliktir. Özel dersler, ek işler, ticaret ve esnaflık yapmak, emekli olunca çalışmak bir kurtuluş yolu değil. Ganyan atları, borsa lotları, futbolcu şutları, fal kartları, bitcoin hesapları hiçbirimize çare olmadığı gibi her biri de umut ticareti ve zihin işgali.

Onurumuz, emeğimiz, iş güvencemiz, yaşam hakkımız ve yine öğrencilerimiz için Cuma günü alanlara çıkmalıyız. İş bırakırken dayandığımız nokta, basına servis edilen “Iraklı” öğrenci kimliği olmamalıdır. Sendika bürokratları bu saikle hareket edeceklerdir.

Biz eğitimciyiz, bizim için öğrencinin dini ve dili kriter olamaz; halkın öğretmenleriyiz. Son olayda failin etnik kimliği gündeme getirilerek mülteci düşmanlığı yapmak, en başta emperyalizm tarafından ülkesi ilhaka uğratılıp göçe zorlanan halklara ve onların acılarına haksızlık olur. Yılda yüz şiddet olayı okullarda yaşanıyorsa bunun birkaçı mülteci ailelerden kaynaklıdır. Asıl sorun sistemdir.

Diğer bir hata da okulların güvenliğinin artırılması talebinin öne çıkartılmasıdır. Oysa bu talep, eğitimin ilkelerine darbe vuracak ve mücadele zeminini kaydıracaktır. Böylesi bir talebin dillendirilmesiyle birlikte birileri bu durumu “fırsata çevirecek”, ardından da turnikeleri, özel güvenlikler, X-Ray cihazları ve yüz tanıma sistemi gündeme gelecektir. Bunların hiçbiri de şiddetin çözümü olamaz. Bu tür öneriler, dertlerimizin ve sorunlarımızın asıl nedeni olan sömürü mekanizmasının muhafaza edilmesinden başka bir işe yaramazlar. İşte o zaman öğretmen yok hükmündedir ve tüm otoritesini kaybeder. Bu yüzden, okul-öğrenci-veli üçgeninde çözüme öncülük edecek öznenin varlığını korumak zorundayız. Okulların birer “kışla”ya çevrilmesine asla müsaade etmemeliyiz.

Bir kez daha söylersek: Cuma günü alanlarda sesimizi güçlü bir şekilde yükseltmemizin yolu, birlikte hareket etmemizden geçiyor.

S. Adalı
9 Mayıs 2024

0 Yorum: