Google
arama motoruna “öğretmene şiddet” diye yazıp arama sonuçlarını “1 Ocak 2024
tarihinden itibaren” şeklinde filtrelediğinizde, karşınıza farklı tarihlerde ve
şehirlerde yaşanan şiddet haberleri çıkacaktır. Saldırganın ya öğrenci ya veli
ya özel eğitim kurumu patronu olduğu görülecektir.
İstanbul’un
Eyüp ilçesinde bir özel lisede müdür olarak görev yapan 74 yaşında bir
eğitimci, öğrencisi tarafından silahlı saldırıya uğrayarak yaşamından edildi.
Bu saldırı, okul saatinde, müdür odasında yaşandı. Daha sonra internet haber
sitelerinin iddiasına göre fail, suçunu üstlendiği bir video çekerek
paylaşıyor. Bu acı olay, eğitim camiasında tepkiyle karşılandı.
Aynı
haftanın içinde Batman’da yine bir öğretmene şiddet uygulandı. İki hafta önce
Sarıyer’de ortaokulda görev yapan bir kadın öğretmen, öğrenci velisi tarafından
darp edildi. Yine bu yıl içinde Ankara’da bir müdür yardımcısı, öğrencisi
tarafından bıçaklandı. Aynı şekilde, bu eğitim-öğretim yılında hamile bir kadın
öğretmen, öğrencilerinin gözü önünde, veli tarafından darp edildi. Bunlar
basına yansıyan haberler. Hemen her gün okullarda öğrencilerin hem birbirine
hem de öğretmene karşı sözlü, psikolojik ve fiziksel şiddet uygulaması söz
konusu.
Dün
yaşanan olaydan sonra öğretmen sendikalarının bir günlük iş bırakma kararı
alması, önemli bir gelişme. Uzun yıllardan sonra sendikalar, merkezi düzeyde
aynı gün iş bırakacak, hem de OHAL döneminden sonra.
Sendika
genel merkezlerinin bu kararı almasındaki en önemli faktör, eğitimcilerin ve
üyelerin baskısı. Bu gerçek, eğitim emekçilerinin özünde taleplerinin aynı
olduğunu fakat sendika genel merkezlerinin sınıfın çıkarına aykırı hareket
ederek emekçileri birleştirme politikası yürütmediğini gösteriyor.
Bu
konu ayrı bir yazıda tartışılabilir fakat eğitim alanındaki dönüşümde ve eğitim
emekçilerinin özlük ve ekonomik haklarının budanmasında eğitim emekçilerinin
parçalanmış yapısından yararlanıldığı bir gerçektir.
1
milyonun üzerinde eğitim emekçisi çalışıyor. Bu güç açığa çıkmasın diye sürekli
bir ayrıştırma söz konusu. Sistem bunu yapmak zorunda fakat eğitim emekçileri
olarak biz, öğrencilerimizin ve mesleğimizin haklarını kazanmak için birleşmek
zorundayız. Bu, tarihsel bir sorumluluk olarak önümüzde duruyor.
Cuma
günü ülke genelinde alanlara çıkarak tepkimizi dile getirmeliyiz. İş bırakmanın
anlam kazanması için emeğimizden gelen meşruiyetimizle alanlara çıkmalıyız. İş
bırakma, okullarımıza gitmeme gibi algılanırsa başarıya ulaşamayız. Birlikte ve
güçlü bir şekilde sesimizi yükseltmeliyiz. Bu eşik aşıldığında, bir sonraki
aşamada haklarımızı kazanmak için birlikte adım atmaya olan güvenimiz artacak
ve tek vücut olmanın önemini daha net şekilde yaşayarak görmüş olacağız.
Yitirdiğimiz
eğitim emekçisi meslektaşımız 74 yaşında, kendisi emekli. 74 yaşında bir emekli
eğitimci özel bir kurumda çalışıyorsa bunun tek açıklaması meselenin sınıfsal
olmasıdır.
İstanbul’da
emekli maaşıyla tutunmaya çalışmak güç. Birçok kentte deneyimli eğitim
yöneticileri emekli olduktan sonra özel okullarda çalışmak zorunda kalıyor. Bu
gerçek, artık sadece İstanbul’la sınırlı değil. Güvencesizleşmenin sonucu bu.
Tüm işçi emekçi sınıfın durumu aynı.
Yakın
dönemde seksen yaşına yakın bir işçi, çatı katına tamirat için çıkıp orada
yaşamını yitirmişti. Emekliler halen çalışıyor. Mahalle aralarında motosiklete
bağladıkları küçük tamperlerle kâğıt ve hurda toplayan, pazar yerlerinin
dağılmasını bekleyen, emekli olduğu halde okul-aile birliği üzerinden güvenlik
ve temizlik işlerinde çalışan insanlar var. Fiziki gücü azalan, yaşını almış
insanlar ise işportacılık yapıyor, cinsiyeti fark etmeksizin. Bu insanların
aileleri var, torunları var. Sömürü düzeni, aynı zamanda bir onur sorunudur.
Öğretmenlik
mesleğinin taşeron sistemine tabi kılınıp işçi pazarına çevrilmesi, her yıl
eğitim fakültesinden mezun olan öğretmenlerin işsizlik ve güvencesizlikle
karşılaşarak ücretli öğretmenlikte ve özel sektörde sömürülmesi, mesleğin
değerini her geçen gün daha da aşağı çekiyor. Çalışmak zorunda olan anne-baba
gerçeğinden hareketle, ki onlar daha fazla sömürülsün diye, okullar hangi
kademede olursa olsun birer kreşe/gündüz bakımevine dönüştürülüyor. Bu noktadan
sonra kendi çocuğuyla ilgilenmeyen, yozlaşmanın alameti olarak, anne-baba,
çocuğuna “sahip çıkıyormuş” motivasyonuyla gelip sınıfa ve okula baskın
yapabiliyor. Aslında yozlaşan aile yapısının sonucunda çocuğuna onunla
ilgileniyor iletisini veriyor.
Kapitalist
toplum düzeninde mesleklerin değerinin yaşaması düşünülemez. İtibar denen
değerin içi boşaltılmadığı sürece sömürü ve baskı işçi-emekçi üzerinde hâkim
kılınamaz.
Sömürünün
diğer bir anomalisi de işçi-emekçide biriken öfkenin yine işçi-emekçiye şiddet
olarak dönmesi. Sistem, kendisini buradan güvenceye alıyor. Ev sahibi-kiracı,
hekim-hasta, şoför-yolcu, esnaf-müşteri, öğrenci/veli-eğitimci arasında yaşanan
şiddet, sadece bir sonuç. Mesleki itibar, ancak sınıfsız-sömürüsüz bir düzenle
mümkündür.
Cuma
günü iş bırakma eylemini daha güçlü gerçekleştirmek için okullarımızda
sohbetimiz bu olmalı. Bu şiddete maruz kalmamanın garantisini bu düzen veremez.
Uyuşturucu, bireysel silahlanma, yozlaşma, gençlikten çocukluk çağına inmiş
durumda. Bu gerçeği görmezden gelerek, “Nasıl olsa hiçbir şey değişmez”
umutsuzluğuna teslim olmamalıyız.
Birlikte
hareket etmedikçe şiddetin, baskının, güvencesizliğin, mobbingin, sömürünün her
türlüsüne maruz kalacağız. Yaşadığımız sorunlar bireysel değil, eğitim
emekçileri olarak sorunlarımız ortak. “Bir kişiyle bir şey değişmez” diye
düşünmemeliyiz. Alana gelindiğinde bir dövize yazacağımız slogan bile hepimizin
sesi olarak yankılanacaktır.
Bu
düzen hiçbir emekçiyi kolay yoldan, rekabetçi hırs ve motivasyonla “refaha”
kavuşturamaz. Öğretmenin tek mesleği, eğitimciliktir. Özel dersler, ek işler,
ticaret ve esnaflık yapmak, emekli olunca çalışmak bir kurtuluş yolu değil.
Ganyan atları, borsa lotları, futbolcu şutları, fal kartları, bitcoin hesapları
hiçbirimize çare olmadığı gibi her biri de umut ticareti ve zihin işgali.
Onurumuz,
emeğimiz, iş güvencemiz, yaşam hakkımız ve yine öğrencilerimiz için Cuma günü
alanlara çıkmalıyız. İş bırakırken dayandığımız nokta, basına servis edilen “Iraklı”
öğrenci kimliği olmamalıdır. Sendika bürokratları bu saikle hareket edeceklerdir.
Biz
eğitimciyiz, bizim için öğrencinin dini ve dili kriter olamaz; halkın
öğretmenleriyiz. Son olayda failin etnik kimliği gündeme getirilerek mülteci
düşmanlığı yapmak, en başta emperyalizm tarafından ülkesi ilhaka uğratılıp göçe
zorlanan halklara ve onların acılarına haksızlık olur. Yılda yüz şiddet olayı
okullarda yaşanıyorsa bunun birkaçı mülteci ailelerden kaynaklıdır. Asıl sorun
sistemdir.
Diğer
bir hata da okulların güvenliğinin artırılması talebinin öne çıkartılmasıdır. Oysa
bu talep, eğitimin ilkelerine darbe vuracak ve mücadele zeminini kaydıracaktır.
Böylesi bir talebin dillendirilmesiyle birlikte birileri bu durumu “fırsata çevirecek”,
ardından da turnikeleri, özel güvenlikler, X-Ray cihazları ve yüz tanıma sistemi
gündeme gelecektir. Bunların hiçbiri de şiddetin çözümü olamaz. Bu tür öneriler,
dertlerimizin ve sorunlarımızın asıl nedeni olan sömürü mekanizmasının muhafaza
edilmesinden başka bir işe yaramazlar. İşte o zaman öğretmen yok hükmündedir ve
tüm otoritesini kaybeder. Bu yüzden, okul-öğrenci-veli üçgeninde çözüme öncülük
edecek öznenin varlığını korumak zorundayız. Okulların birer “kışla”ya
çevrilmesine asla müsaade etmemeliyiz.
Bir
kez daha söylersek: Cuma günü alanlarda sesimizi güçlü bir şekilde
yükseltmemizin yolu, birlikte hareket etmemizden geçiyor.
S. Adalı
9
Mayıs 2024
0 Yorum:
Yorum Gönder