11 Mayıs 2024

Heterodoks İktisatçılar



ASSA 2022: İkinci Bölüm

Heterodoks İktisatçılar

 

ASSA ekonomi konferansıyla ilgili makalemin bu ikinci bölümünde, radikal ve heterodoks iktisatçıların makalelerini ve sunumlarını inceliyorum. Bu sunumların önemli bir bölümü, Radikal Politik Ekonomi Birliği (URPE) tarafından düzenlenen oturumlarda gerçekleştirildi, ama ayrıca Evrimci Ekonomi Derneği de bazı oturumlara ev sahipliği yaptı.

Ana akım iktisatçılar, ABD ekonomisinin ve dünya ekonomisinin Kovid sonrasında toparlanıp toparlanamayacağı, enflasyondaki tırmanışın sona erip ermeyeceği ve bu konuda neler yapılması gerektiği sorularına odaklandılar. Heterodoks iktisatçıların katıldıkları oturumlarda ise beklendiği üzere, odak noktası, modern kapitalist ekonomilerindeki fay hatları ve servet ile gelirdeki eşitsizliğin neden arttığı sorusu teşkil ediyordu.

İlginç olan şu ki bu yıl heterodoks iktisatçıların yaptıkları sunumların çoğunun altında Marksist politik ekonomistler değil, postkeynesçilerin imzası vardı.

En ilginç makale ise Utah Üniversitesi’nden Al Campbell ve Bucknell Üniversitesi’nden Erdoğan Bakır’a aitti.

Bakır çalışmasında, 1945’ten bu yana ABD’de gerçekleşen resesyonların sahip olduğu dinamikleri, Kalecki’nin geliştirdiği kâr modeli ışığında inceliyordu. Bilindiği üzere ben de Kalecki’nin modeliyle ilgili bir dizi makale kaleme almıştım.

Bakır ve Campbell’ın makalesi, Kalecki modelindeki makro kimliklerin genel çerçevesini sunuyor. Basitleştirmek gerekirse, bu modeller şu basit formülle ifade edilebilirler: Kâr = Yatırım + Kapitalist Tüketim.

Oysa bu, basit bir kimlikten ibaret: toplam kârın kapitalistlerin toplam harcamalarına (yatırım ve tüketime) denk düşmesi gerekiyor. İşçilerin aldıkları ücretleri harcayacakları, biriktirmeyecekleri varsayılıyor. Kalecki’nin de ifade ettiği biçimiyle, “işçiler tüm kazandıklarını harcarken kapitalistler harcadıklarını kazanıyorlar.”

Marx ile Kalecki arasındaki fark da işte burada. Kalecki, sebep sonuç ilişkisini belirli bir kimlik dâhilinde, yatırımdan kâra doğru işleyen bir süreç olarak kurarken, Marx, bu süreci tersten kuruyor. Kalecki yatırımı verili kabul ediyor, kapitalistlerin kâr elde etmek için yatırım yaptığını söylüyor. Marx ise kârı verili kabul ediyor ve kapitalistlerin o kârları yatırıma dönüştürdüklerini veya harcadıklarını söylüyor. Tam da Keynesçilere yakışacak bir üslupla Kalecki, kapitalist ekonomilere toplam talebin ve bu talebin parçası olan kapitalist yatırımın yön verdiğini, kârın sadece yatırımın kalıntısı veya sonucu olduğunu iddia ediyor. Buna karşılık Marx, kapitalist ekonomilere işgücünün sömürülmesinden kaynaklanan kârın yön verdiğini, yatırım için gerekli kârı işgücünün temin ettiğini söylüyor. Kalecki, Marx’ın değer yasasına ve sömürü ile ilgili değerlendirmelerine benzeyen her şeyi kendi modelinden söküp atıyor. Oysa değer yasası da sömürü meselesi de Marx için asli unsurlar.

Kanaatimce temel farklılığı da burada aramak gerekiyor, zira Marksist kriz teorisi, esasen genelde kârın, özelde kâr oranlarının başına gelenlerle ilgili bir mesele. Örneğin Marx’a göre krizlerin sebebi, emekten sömürülen artık değer eksikliği. Kalecki ise krizlerin kapitalistlerin yatırım malları, işçilerin tüketim malları talep etmemesinden kaynaklanıyor.

Ama gene de her iki modelin makro kimliği aynı. Bakır-Campbell tarafından kaleme alınmış olan makale de bu noktada devreye giriyor ve belirleyici unsurlarından bağımsız olarak, Kalecki’nin kâr anlayışının ana bileşenlerini analiz ediyor. ABD’deki ulusal gelirle ilgili rakamları inceleyen yazarlar, kapitalist sınıfa, yani bankacılara, hissedarlara, kapitalistlere faiz, kâr payı ve kapitalist tüketime ne kadar gittiği üzerinde duruyor.

Tablo 2. Kâr Oranları, Belirleyici Unsurlar ve Bileşenleri (%): II. Savaş sonrası dönemler


Bu makaleden alınmış olan Tablo 2, mülk sahiplerinin gelirlerinin kârdaki payının Altın Çağ (I-IV) boyunca ortalama yüzde 47,6 olduğunu, bu payın neoliberalizm döneminde yüzde 34,4’e gerilediğini ortaya koyuyor. Dağıtılmamış kârların sahip olduğu pay da Altın Çağ denilen dönemde yüzde 17,4 iken neoliberal dönemde bu rakam yüzde 10,3’e geriliyor. Kira gelirlerinin payı da bu iki dönem arasında yüzde 13,8’den yüzde 9’a düşüyor. Net faiz ödemelerinin ve net kâr payı ödemelerinin kâr içerisindeki oranı ise neoliberal dönemde artıyor. Altın Çağ’da net faiz ödemelerinin oranı yüzde 10 iken, neoliberal dönemde bu oran yüzde 28,7’ye çıkıyor, net kâr payı ödemelerinin oranı da 11,2’den 17,6’ya çıkıyor.

“Bu verilerin de teyit ettiği biçimiyle neoliberalizm döneminde gelir, işletmelerden alınıp rantiye kesimine ve hissedarlara dağıtıldı. Bu dağıtım işlemi, işletmelerin birikimlerini erittiği ölçüde yatırım şevkini kırdı.”

Başka bir ifadeyle, kapitalistlerin kârlarını, neoiberal dönemde finansal spekülasyondan daha fazla kâr elde etmek adına üretime dönük yatırımlar alanından çıkartmayı seçtiklerine dair elimizde epey kanıt var. Bu, aynı zamanda üretime yönelik yatırımdaki daralmayı ve finans sektöründeki büyümeyi de izah ediyor. Ne yazık ki Kalecki modeline başvuran Bakır ve Campbell, bu tercihe dair Marksizmin sunduğu sebebin üzerini örtüyor. Yani yazarlar, çalışmalarında üretime dönük sektörlerde kâr oranlarının düştüğünden hiç bahsetmiyorlar. Ama bir yandan da makalelerinin kârlılığı tayin eden unsurları ele almak gibi bir amacı olmadığını söylüyorlar.

İkilinin kaleme aldığı diğer bir makalede ise yazarlar, kâr oranlarının artışına destek sunan ve teşvik eden borç artışının rolü üzerinde duruyorlar.

Konferansta yaptığı sunumda Al Campbell, finansın Michael Hudson gibi iktisatçıların dile getirdikleri gibi, bir asalak olmadığını söyledi; oysa finans, asalaktan da beterdir! Çünkü finans sektörü, üretime yönelik birikim sürecini yavaşlatır. Basit anlamda sadece asalak olarak kalsaydı, sermayeye hizmet eden stratejistler her türden borcun neoliberal dönemde büyümesine izin vermezlerdi.

Daha önce de ifade ettiği gibi, neoliberalizm sadece finansallaşmaya indirgenemez. Neoliberalizm, birçok farklı özelliğe sahiptir ve bu özelliklerinin hepsi de aynı amaca, kârın artırılması amacına hizmet eder. Kârın artırılması için kredilerin ve borçların artırılması gerekir ve bu da üretime yönelik yatırım hilafına gerçekleşir.

Dolayısıyla, kapitalizmin borçları kontrol altına almak veya azaltmak suretiyle üretimde ve yatırımda hızlı büyümeyi teşvik etmek suretiyle Altın Çağ’a dönebileceği, sadece reformistlerin dillendirebileceği bir vehimden ibarettir.

Konferansta sunulan ve modern kapitalist ekonomilerde yatırım ile üretkenlikteki ilerleyişin yavaşlaması ile ilgili makaleler esasında Keynes ve Kalecki’nin görüşlerini temel alıyor, bu yavaşlamanın ana sebebinin emeğin ulusal gelirdeki payının azalması, buna bağlı olarak toplam talep artışının yavaşlaması olduğunu söylüyorlardı.

Colgate Üniversitesi’nden Thomas Michl konuşmasında ücretlerin payının emekten tasarruf edilmesini sağlayan teknik değişim sürecine belirli bir düzen getirdiğini, istihdamın ise sermayenin kullanıldığı ortamı düzene soktuğunu söyledi. Bu anlamda neoliberal kapitalizmde kalıcı durgunluğun sebebi, azalan yatırımlar ve işçilerin azalan pazarlık gücüdür. Bunlar, yavaş seyreden teknik değişime ve nüfus artışına kıyasla daha fazla etkilidirler. Neticede kârın içerisindeki pay artar, teknik değişimin, sermaye birikiminin ve nüfus artışının sahip oldukları oranlar düşer. Tekrarlamak gerekirse; bu, Marx’ın teorisiyle çelişen bir teoridir.

Benzer telden çalan Carlos Aguiar de Medeiros ve Nicholas Trebat de klasik politik ekonomi ve güç kaynakları yaklaşımı temelinde şunu söyledi: “Bu dönemde artan ücretlerin ve gelir eşitsizliğinin ardındaki ana faktör, küreselleşme veya teknik değişim değil, işçilerin pazarlık gücündeki azalmadır. Neoliberal dönemde sendikaların gücünün kırılmasıyla ulusal gelirde emeğin payının azaldığı tespiti kesinlikle doğrudur. Ama buradan, ‘ücretlerin yön verdiği ekonomiler’den dem vururken postkeynesçilerin dediği gibi, 1980 sonrası kapitalist üretimde yaşanan krizlerin sebebinin, emeğin gelirdeki payında yaşanan azalma olduğunu söyleyemeyiz.”

Kapitalist krizlere dair bu postkeynesçi analizin bir başka versiyonunu, Münih Üniversitesi’nden John Komlos takdim etti. Keynes’in görüşünü, “bence kapitalizm akıllı bir biçimde yönetildiği takdirde, ekonomik amaçlara ulaşma noktasında, ufkumuzda olan her türden alternatif sisteme kıyasla daha verimli kılınabilecek bir sistemdir” sözüyle kabul eden Komlos, pandemi buhranının ağır geçtiğini, bunun nedeninin ise kapitalist ekonominin öncesinde zaten bir tür kırılganlıkla malul olduğunu söyledi. Komlos’a göre bu kırılganlığın açığa çıkmasını pandemi türünden beklenmedik bir olay sağladı. Bardaktaki o son damla suyu taşırdı.

Şansın her şeye yön verdiğini söyleyen finans analizcisi Nesim Talib’in görüşü uyarınca 2008-2009’da da bazı isimler, Büyük Resesyon’u ihtimaller deniziyle, bilinmezlerle, beklenmedik olaylarla izaha kalkışmışlardı. O dönemde krizleri ve buhranları şansla, beklenmedik olaylarla açıklamanın hiç de şans eseri gerçekleşmeyen, düzenli olarak, tekrar tekrar cereyan eden krizlere bir açıklama sunamayacaklarını söylemiştim.

Peki ama kapitalizm koşullarında bu tür buhranlardan, krizlerden kaçınmak veya onlardan çıkabilmek için ne yapmak gerek? Heterodoks iktisatçılar, oldukça popüler bir politika seçeneği öneriyorlar, bu anlamda hükümetin daha fazla harcama yapmasını, Modern Para Teorisi uyarınca para basmak suretiyle kalıcı bütçe açıklarının finanse edilmesini istiyorlar.

Modern Para Teorisi heterodoks iktisatçıların sunumlarında da destek buldu. St. Peters Üniversitesi’nden Devin Rafferty, heterodoks iktisatçı Karl Polanyi ile bu teorinin hem paranın basılma süreci hem de paranın değerini düzenleyen mekanizmalar konusunda uzlaşabileceklerini söyledi. İktisatçımıza göre Polanyi’nin Modern Para Teorisi üzerinden alınan, iş garantisi ve işlevsel finans gibi politik tedbirleri benimseyebileceği iddiasında bulundu. Bu iki tedbir MPT’nin iki ana sütununu ifade ediyor. Yazar ilgili tedbirlerin uluslararası barışa, ulusal özgürlüğe ve bireyin serbestiyetine katkı sunacağını söylüyor. Burada yazar, aslında Polanyi’nin Marksizmi ve MPT’den bahsediyor.

Modern Para Teorisi, en çok da Ulusal Chenghi Üniversitesi’nden Brian Lin’den eleştiri aldı. Lin’e göre devlet teşebbüslerinin yaptığı kamusal yatırımlar, Modern Para Teorisi’ne kıyasla, buhranlardan, krizlerden kaçınma noktasında daha etkililer. Devlet yatırımları, “ülkelerin ekonomilerini sürdürülebilir kılmak için inşa edilmiş bir unsur ve bu anlamda MPT türünden politik-ekonomik olgulara göre daha yerinde bir araç.” Bu anlamda bir ülke için en hayırlısı, işsizler için daha fazla para basmak yerine finansal güçlüklerle yüzleşmiş özel şirketleri millileşitirmeye dönük kararlı bir siyaseti benimsemek olacaktır.

Lin’in bu görüşü, devlete ait şirketlerin özel sektöre kıyasla bürokratik ve verimsiz olduğunu, bu yapılara asla güvenilmemesi gerektiğini söyleyen konferans katılımcılarının belirli kısmından ağır eleştiriler aldı. Lin ise verdiği cevapta kamu yatırımları alanında tüm ülkeler için bir başarı hikâyesi olarak karşımızda duran Çin modelinden değil de İsveç’teki devlet teşebbüslerinden bahsetti!

Öte yandan, mevzu yoksul ülkeler için önerilen yatırım çözümlerine gelince katılımcılar nedense kamuya ait kalkınma bankalarının çoğaltılmasından ve büyütülmesinden bahsettiler.

Grenoble Üniversitesi’nden Gaëlle Despierre Corporon, bu tür kurumların “güneyle kuzey arasında kurulacak ilişkilerin kurulması için olumlu bir itki sağlayacağını, bunların uzun vadeli kalkınma finansmanı için yeni bakış açıları sağlayacağını ve dünya sisteminin ahengini güvence altına alacağını” söyledi.

Nedense katılımcılara göre kamu sektörü, küresel düzeyde işleme imkânı bulunan ama ulusal düzeyde işlemeyen bir şeydi.

ASSA Konferansı’nda asıl üzerinde durulmayan konu, dünya genelinde servet ve gelir eşitsizliğindeki artıştı. Ana akım iktisatçıların görmezden geldikleri bu konuya bir tek Sea Üniversitesi’nden Victor Manuel Isidro Luna değindi.

Yazarın tespitine göre, dünya ülkelerinin büyük bir çoğunluğu zengin ülkeleri yakalayamayacak durumda. Bu ülkeler arasındaki eşitsizlik bu nedenle artıyor. Daha da özelde, Latin ülkelerinden bahseden yazar, bu kıtadaki zengin ve yoksul ülkeler arasında kapanması mümkün olmayan bir uçurum olduğunu söylüyor. Yoksul ülkeleri dünya genelinde ketleyen ana unsursa bunların, kısa vadede yabancı portföy yatırımlarına, uzun vadede ise zengin ülkelerin kontrolündeki doğrudan dış yatırımlara bel bağlamaları. Bu da yoksul ülkeleri zenginlerin boyunduruğu altına girmesine neden oluyor. Dolayısıyla serbest piyasalar, yoksul ülkelere kalkınma modeli olarak önerilemezler.

Bazı oturumlarda “ülke içindeki” eşitsizlikler tartışıldı. Norveçli iktisatçılar, emeğin gelirinin servet içerisindeki en önemli belirleyici unsur olduğunu söylediler. Bu tespit, sadece tepedeki yüzde bir için geçerli değildi. Bu kesim içinse sermaye geliri ve finansal varlıklardan elde edilen kazançlar daha önemli. Tabii bu kapitalist ekonomi için de geçerli.

Meksika Ulusal Özerk Üniversitesi’nden Alicia Girón da eşitsizlikteki artıştan bahsetti ve bu artışın hem dünya genelinde hem de tek tek ülkelerin bünyesinde yaşanan sermaye birikimiyle çelişecek biçimde, varlıklardaki değer artışıyla ilişkili olduğunu söyledi. Girón’a göre nüfus artışı ve büyüme gibi yüzeysel faktörlerin bu artışta bir rol oynamıyordu. Başka bir ifadeyle; en tepedeki yüzde bir en çok da mülklerinin ve finansal varlıklarının fiyatlarındaki artışlardan kazanç elde etmekteydi.

Zenginler için icat edilen önemli bir yeni finansal varlık da kripto paralar. Marksizmin para tanımına başvuran St. Francis Koleji’nden Julio Huato konuşmasında kripto para alıcılarının eline esasen merkezsiz bir parasal varlığın geçtiğinden söz edilemezdi. Bu para da hâlen daha “kurtulma hayali kurdukları” devlete bağımlıydı.

Federal Ceara Üniversitesi’nden Edemilson Parana, sunumunda Bitcoin’in paranın temel şartlarını yerine getirmemesi sebebiyle mevcuttaki para sistemine alternatif teşkil edemeyeceğini söyledi. Dünya parasının yerini alma arayışına, “enflasyona tabi” olan devlet parasına karşı paranın istikrarını sağlama, paranın gücünü politika dışı kılıp merkezsizleştirme ve onun yoğunlaşmasına mani olma iddiasına karşın, kripto parayla ilgili empirik gözlemler, tam tersi bir sürecin işlediğini ortaya koyuyorlar. Dolaşımdaki paranın hacmi düşük ve dar, devlet parasına karşı istikrarsız olan kripto paralar, ekonomik veya ekolojik vb. işlemler dâhilinde verimsiz, ayrıca kullanıcıları arasında politik ve ekonomik gücün yoğunlaşmasına daha fazla sebep oluyorlar. Neticede Bitcoin’in radikal neoliberal arzularının gerçekleşmemiş olması, bize onu yaratanların ve parayı toplumsal içeriğinden soyutlama, yani onu “tarafsız” kılma hevesinde olanların tüm çabalarının kapitalizmde bir karşılığının olmadığını, bu türden bir önerinin uygulanamazlığını ortaya koyuyor.

Son olarak bir de herkesin görmezden geldiği konuya, Çin’e değinelim. Şaşırtıcı olan şu ki gelir eşitsizliği oturumu dışında heterodoks iktisatçıların katıldığı oturumların hiçbirisinde Çin’den bahsedilmedi. Sadece bir çalışmada Çin’in “küresel alanda faal olan orta sınıf”ı ile ilgili birkaç şey söylendi. Bu çalışmaya göre Avrupa’daki orta sınıfla aynı gelire sahip Çinli orta sınıf hızla büyümüş, 2007’de nüfus içerisindeki payı yüzde 2 iken bu pay, 2013’te yüzde 14’e, 2018’de ise yüzde 25’e çıkmış. Büyük bir kısmını kentlilerin oluşturduğu bu orta sınıf genelde Çin’in doğusunda yaşıyor ve ağırlıklı olarak gelir konusunda ücretli çalışma pratiğine tabi. İşletme sahibi özel bir orta sınıf var ama bu, nispeten küçük.

Görebildiğimiz kadarıyla heterodoks iktisatçıların katıldığı oturumların ana konu başlıklarını, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki finansallaşmayı Kalecki’nin gözlüğüyle ele alan yaklaşımlar, Modern Para Teorisi ve kripto paralarla ilgili şüpheler, artan eşitsizliği ele alan çalışmalar oluşturuyordu.

Michael Roberts
14 Ocak 2022
Kaynak

0 Yorum: