ASSA 2022: İkinci Bölüm
Heterodoks İktisatçılar
ASSA
ekonomi konferansıyla ilgili makalemin bu ikinci bölümünde, radikal ve
heterodoks iktisatçıların makalelerini ve sunumlarını inceliyorum. Bu
sunumların önemli bir bölümü, Radikal Politik Ekonomi Birliği (URPE) tarafından
düzenlenen oturumlarda gerçekleştirildi, ama ayrıca Evrimci Ekonomi Derneği de
bazı oturumlara ev sahipliği yaptı.
Ana
akım iktisatçılar, ABD ekonomisinin ve dünya ekonomisinin Kovid sonrasında
toparlanıp toparlanamayacağı, enflasyondaki tırmanışın sona erip ermeyeceği ve
bu konuda neler yapılması gerektiği sorularına odaklandılar. Heterodoks
iktisatçıların katıldıkları oturumlarda ise beklendiği üzere, odak noktası,
modern kapitalist ekonomilerindeki fay hatları ve servet ile gelirdeki
eşitsizliğin neden arttığı sorusu teşkil ediyordu.
İlginç
olan şu ki bu yıl heterodoks iktisatçıların yaptıkları sunumların çoğunun
altında Marksist politik ekonomistler değil, postkeynesçilerin imzası vardı.
En
ilginç makale ise Utah Üniversitesi’nden Al Campbell ve Bucknell
Üniversitesi’nden Erdoğan Bakır’a aitti.
Bakır
çalışmasında, 1945’ten bu yana ABD’de gerçekleşen resesyonların sahip olduğu
dinamikleri, Kalecki’nin geliştirdiği kâr modeli ışığında inceliyordu.
Bilindiği üzere ben de Kalecki’nin modeliyle ilgili bir dizi makale kaleme almıştım.
Bakır
ve Campbell’ın makalesi, Kalecki modelindeki makro kimliklerin genel
çerçevesini sunuyor. Basitleştirmek gerekirse, bu modeller şu basit formülle
ifade edilebilirler: Kâr = Yatırım + Kapitalist Tüketim.
Oysa
bu, basit bir kimlikten ibaret: toplam kârın kapitalistlerin toplam
harcamalarına (yatırım ve tüketime) denk düşmesi gerekiyor. İşçilerin aldıkları
ücretleri harcayacakları, biriktirmeyecekleri varsayılıyor. Kalecki’nin de
ifade ettiği biçimiyle, “işçiler tüm kazandıklarını harcarken kapitalistler
harcadıklarını kazanıyorlar.”
Marx
ile Kalecki arasındaki fark da işte burada. Kalecki, sebep sonuç ilişkisini
belirli bir kimlik dâhilinde, yatırımdan kâra doğru işleyen bir süreç olarak
kurarken, Marx, bu süreci tersten kuruyor. Kalecki yatırımı verili kabul
ediyor, kapitalistlerin kâr elde etmek için yatırım yaptığını söylüyor. Marx
ise kârı verili kabul ediyor ve kapitalistlerin o kârları yatırıma
dönüştürdüklerini veya harcadıklarını söylüyor. Tam da Keynesçilere yakışacak
bir üslupla Kalecki, kapitalist ekonomilere toplam talebin ve bu talebin
parçası olan kapitalist yatırımın yön verdiğini, kârın sadece yatırımın
kalıntısı veya sonucu olduğunu iddia ediyor. Buna karşılık Marx, kapitalist
ekonomilere işgücünün sömürülmesinden kaynaklanan kârın yön verdiğini, yatırım
için gerekli kârı işgücünün temin ettiğini söylüyor. Kalecki, Marx’ın değer
yasasına ve sömürü ile ilgili değerlendirmelerine benzeyen her şeyi kendi
modelinden söküp atıyor. Oysa değer yasası da sömürü meselesi de Marx için asli
unsurlar.
Kanaatimce
temel farklılığı da burada aramak gerekiyor, zira Marksist kriz teorisi, esasen
genelde kârın, özelde kâr oranlarının başına gelenlerle ilgili bir mesele.
Örneğin Marx’a göre krizlerin sebebi, emekten sömürülen artık değer eksikliği.
Kalecki ise krizlerin kapitalistlerin yatırım malları, işçilerin tüketim
malları talep etmemesinden kaynaklanıyor.
Ama
gene de her iki modelin makro kimliği aynı. Bakır-Campbell tarafından kaleme
alınmış olan makale de bu noktada devreye giriyor ve belirleyici unsurlarından
bağımsız olarak, Kalecki’nin kâr anlayışının ana bileşenlerini analiz ediyor.
ABD’deki ulusal gelirle ilgili rakamları inceleyen yazarlar, kapitalist sınıfa,
yani bankacılara, hissedarlara, kapitalistlere faiz, kâr payı ve kapitalist
tüketime ne kadar gittiği üzerinde duruyor.
Tablo 2. Kâr Oranları, Belirleyici
Unsurlar ve Bileşenleri (%): II. Savaş sonrası dönemler
Bu
makaleden alınmış olan Tablo 2, mülk sahiplerinin gelirlerinin kârdaki payının
Altın Çağ (I-IV) boyunca ortalama yüzde 47,6 olduğunu, bu payın neoliberalizm
döneminde yüzde 34,4’e gerilediğini ortaya koyuyor. Dağıtılmamış kârların sahip
olduğu pay da Altın Çağ denilen dönemde yüzde 17,4 iken neoliberal dönemde bu
rakam yüzde 10,3’e geriliyor. Kira gelirlerinin payı da bu iki dönem arasında
yüzde 13,8’den yüzde 9’a düşüyor. Net faiz ödemelerinin ve net kâr payı
ödemelerinin kâr içerisindeki oranı ise neoliberal dönemde artıyor. Altın
Çağ’da net faiz ödemelerinin oranı yüzde 10 iken, neoliberal dönemde bu oran
yüzde 28,7’ye çıkıyor, net kâr payı ödemelerinin oranı da 11,2’den 17,6’ya
çıkıyor.
“Bu verilerin de teyit
ettiği biçimiyle neoliberalizm döneminde gelir, işletmelerden alınıp rantiye
kesimine ve hissedarlara dağıtıldı. Bu dağıtım işlemi, işletmelerin
birikimlerini erittiği ölçüde yatırım şevkini kırdı.”
Başka
bir ifadeyle, kapitalistlerin kârlarını, neoiberal dönemde finansal
spekülasyondan daha fazla kâr elde etmek adına üretime dönük yatırımlar
alanından çıkartmayı seçtiklerine dair elimizde epey kanıt var. Bu, aynı
zamanda üretime yönelik yatırımdaki daralmayı ve finans sektöründeki büyümeyi
de izah ediyor. Ne yazık ki Kalecki modeline başvuran Bakır ve Campbell, bu
tercihe dair Marksizmin sunduğu sebebin üzerini örtüyor. Yani yazarlar,
çalışmalarında üretime dönük sektörlerde kâr oranlarının düştüğünden hiç
bahsetmiyorlar. Ama bir yandan da makalelerinin kârlılığı tayin eden unsurları
ele almak gibi bir amacı olmadığını söylüyorlar.
İkilinin
kaleme aldığı diğer bir makalede ise yazarlar, kâr oranlarının artışına destek
sunan ve teşvik eden borç artışının rolü üzerinde duruyorlar.
Konferansta
yaptığı sunumda Al Campbell, finansın Michael Hudson gibi iktisatçıların dile
getirdikleri gibi, bir asalak olmadığını söyledi; oysa finans, asalaktan da
beterdir! Çünkü finans sektörü, üretime yönelik birikim sürecini yavaşlatır. Basit
anlamda sadece asalak olarak kalsaydı, sermayeye hizmet eden stratejistler her
türden borcun neoliberal dönemde büyümesine izin vermezlerdi.
Daha
önce de ifade ettiği gibi, neoliberalizm sadece finansallaşmaya indirgenemez. Neoliberalizm, birçok farklı
özelliğe sahiptir ve bu özelliklerinin hepsi de aynı amaca, kârın artırılması
amacına hizmet eder. Kârın artırılması için kredilerin ve borçların artırılması
gerekir ve bu da üretime yönelik yatırım hilafına gerçekleşir.
Dolayısıyla,
kapitalizmin borçları kontrol altına almak veya azaltmak suretiyle üretimde ve
yatırımda hızlı büyümeyi teşvik etmek suretiyle Altın Çağ’a dönebileceği, sadece
reformistlerin dillendirebileceği bir vehimden ibarettir.
Konferansta
sunulan ve modern kapitalist ekonomilerde yatırım ile üretkenlikteki
ilerleyişin yavaşlaması ile ilgili makaleler esasında Keynes ve Kalecki’nin
görüşlerini temel alıyor, bu yavaşlamanın ana sebebinin emeğin ulusal gelirdeki
payının azalması, buna bağlı olarak toplam talep artışının yavaşlaması olduğunu
söylüyorlardı.
Colgate
Üniversitesi’nden Thomas Michl konuşmasında ücretlerin payının emekten tasarruf
edilmesini sağlayan teknik değişim sürecine belirli bir düzen getirdiğini,
istihdamın ise sermayenin kullanıldığı ortamı düzene soktuğunu söyledi. Bu anlamda neoliberal kapitalizmde
kalıcı durgunluğun sebebi, azalan yatırımlar ve işçilerin azalan pazarlık
gücüdür. Bunlar, yavaş seyreden teknik değişime ve nüfus artışına kıyasla daha
fazla etkilidirler. Neticede kârın içerisindeki pay artar, teknik değişimin,
sermaye birikiminin ve nüfus artışının sahip oldukları oranlar düşer.
Tekrarlamak gerekirse; bu, Marx’ın teorisiyle çelişen bir teoridir.
Benzer
telden çalan Carlos Aguiar de Medeiros ve Nicholas Trebat de klasik politik
ekonomi ve güç kaynakları yaklaşımı temelinde şunu söyledi: “Bu dönemde artan ücretlerin ve
gelir eşitsizliğinin ardındaki ana faktör, küreselleşme veya teknik değişim
değil, işçilerin pazarlık gücündeki azalmadır. Neoliberal dönemde sendikaların
gücünün kırılmasıyla ulusal gelirde emeğin payının azaldığı tespiti kesinlikle
doğrudur. Ama buradan, ‘ücretlerin yön verdiği ekonomiler’den dem vururken
postkeynesçilerin dediği gibi, 1980 sonrası kapitalist üretimde yaşanan
krizlerin sebebinin, emeğin gelirdeki payında yaşanan azalma olduğunu
söyleyemeyiz.”
Kapitalist
krizlere dair bu postkeynesçi analizin bir başka versiyonunu, Münih
Üniversitesi’nden John Komlos takdim etti. Keynes’in görüşünü, “bence
kapitalizm akıllı bir biçimde yönetildiği takdirde, ekonomik amaçlara ulaşma
noktasında, ufkumuzda olan her türden alternatif sisteme kıyasla daha verimli
kılınabilecek bir sistemdir” sözüyle kabul eden Komlos, pandemi buhranının ağır
geçtiğini, bunun nedeninin ise kapitalist ekonominin öncesinde zaten bir tür
kırılganlıkla malul olduğunu söyledi. Komlos’a göre bu kırılganlığın açığa
çıkmasını pandemi türünden beklenmedik bir olay sağladı. Bardaktaki o son damla
suyu taşırdı.
Şansın
her şeye yön verdiğini söyleyen finans analizcisi Nesim Talib’in görüşü
uyarınca 2008-2009’da da bazı isimler, Büyük Resesyon’u ihtimaller deniziyle,
bilinmezlerle, beklenmedik olaylarla izaha kalkışmışlardı. O dönemde krizleri
ve buhranları şansla, beklenmedik olaylarla açıklamanın hiç de şans eseri
gerçekleşmeyen, düzenli olarak, tekrar tekrar cereyan eden krizlere bir
açıklama sunamayacaklarını söylemiştim.
Peki
ama kapitalizm koşullarında bu tür buhranlardan, krizlerden kaçınmak veya
onlardan çıkabilmek için ne yapmak gerek? Heterodoks iktisatçılar, oldukça popüler
bir politika seçeneği öneriyorlar, bu anlamda hükümetin daha fazla harcama
yapmasını, Modern Para Teorisi uyarınca para basmak suretiyle kalıcı bütçe
açıklarının finanse edilmesini istiyorlar.
Modern
Para Teorisi heterodoks iktisatçıların sunumlarında da destek buldu. St. Peters
Üniversitesi’nden Devin Rafferty, heterodoks iktisatçı Karl
Polanyi ile bu teorinin hem paranın basılma süreci hem de paranın değerini
düzenleyen mekanizmalar konusunda uzlaşabileceklerini söyledi. İktisatçımıza
göre Polanyi’nin Modern Para Teorisi üzerinden alınan, iş garantisi ve işlevsel
finans gibi politik tedbirleri benimseyebileceği iddiasında bulundu. Bu iki
tedbir MPT’nin iki ana sütununu ifade ediyor. Yazar ilgili tedbirlerin
uluslararası barışa, ulusal özgürlüğe ve bireyin serbestiyetine katkı
sunacağını söylüyor. Burada yazar, aslında Polanyi’nin Marksizmi ve MPT’den
bahsediyor.
Modern
Para Teorisi, en çok da Ulusal Chenghi Üniversitesi’nden Brian Lin’den eleştiri
aldı. Lin’e göre devlet teşebbüslerinin yaptığı kamusal yatırımlar, Modern Para
Teorisi’ne kıyasla, buhranlardan, krizlerden kaçınma noktasında daha etkililer.
Devlet yatırımları, “ülkelerin ekonomilerini sürdürülebilir kılmak için inşa
edilmiş bir unsur ve bu anlamda MPT türünden politik-ekonomik olgulara göre
daha yerinde bir araç.” Bu anlamda bir ülke için en hayırlısı, işsizler için
daha fazla para basmak yerine finansal güçlüklerle yüzleşmiş özel şirketleri
millileşitirmeye dönük kararlı bir siyaseti benimsemek olacaktır.
Lin’in
bu görüşü, devlete ait şirketlerin özel sektöre kıyasla bürokratik ve verimsiz
olduğunu, bu yapılara asla güvenilmemesi gerektiğini söyleyen konferans
katılımcılarının belirli kısmından ağır eleştiriler aldı. Lin ise verdiği
cevapta kamu yatırımları alanında tüm ülkeler için bir başarı hikâyesi olarak
karşımızda duran Çin modelinden değil de İsveç’teki devlet teşebbüslerinden
bahsetti!
Öte
yandan, mevzu yoksul ülkeler için önerilen yatırım çözümlerine gelince
katılımcılar nedense kamuya ait kalkınma bankalarının çoğaltılmasından ve
büyütülmesinden bahsettiler.
Grenoble
Üniversitesi’nden Gaëlle Despierre Corporon, bu tür kurumların “güneyle kuzey
arasında kurulacak ilişkilerin kurulması için olumlu bir itki sağlayacağını,
bunların uzun vadeli kalkınma finansmanı için yeni bakış açıları sağlayacağını
ve dünya sisteminin ahengini güvence altına alacağını” söyledi.
Nedense
katılımcılara göre kamu sektörü, küresel düzeyde işleme imkânı bulunan ama
ulusal düzeyde işlemeyen bir şeydi.
ASSA
Konferansı’nda asıl üzerinde durulmayan konu, dünya genelinde servet ve gelir
eşitsizliğindeki artıştı. Ana akım iktisatçıların görmezden geldikleri bu
konuya bir tek Sea Üniversitesi’nden Victor Manuel Isidro Luna değindi.
Yazarın
tespitine göre, dünya ülkelerinin büyük bir çoğunluğu zengin ülkeleri
yakalayamayacak durumda. Bu ülkeler arasındaki eşitsizlik bu nedenle artıyor. Daha da özelde, Latin ülkelerinden
bahseden yazar, bu kıtadaki zengin ve yoksul ülkeler arasında kapanması mümkün
olmayan bir uçurum olduğunu söylüyor. Yoksul ülkeleri dünya genelinde ketleyen
ana unsursa bunların, kısa vadede yabancı portföy yatırımlarına, uzun vadede
ise zengin ülkelerin kontrolündeki doğrudan dış yatırımlara bel bağlamaları. Bu
da yoksul ülkeleri zenginlerin boyunduruğu altına girmesine neden oluyor.
Dolayısıyla serbest piyasalar, yoksul ülkelere kalkınma modeli olarak
önerilemezler.
Bazı
oturumlarda “ülke içindeki” eşitsizlikler tartışıldı. Norveçli iktisatçılar,
emeğin gelirinin servet içerisindeki en önemli belirleyici unsur olduğunu
söylediler. Bu tespit, sadece tepedeki yüzde bir için geçerli değildi. Bu kesim
içinse sermaye geliri ve finansal varlıklardan elde edilen kazançlar daha
önemli. Tabii bu kapitalist ekonomi için de geçerli.
Meksika
Ulusal Özerk Üniversitesi’nden Alicia Girón da eşitsizlikteki artıştan bahsetti
ve bu artışın hem dünya genelinde hem de tek tek ülkelerin bünyesinde yaşanan
sermaye birikimiyle çelişecek biçimde, varlıklardaki değer artışıyla ilişkili
olduğunu söyledi. Girón’a göre nüfus artışı ve büyüme gibi yüzeysel faktörlerin
bu artışta bir rol oynamıyordu. Başka bir ifadeyle; en tepedeki yüzde bir en
çok da mülklerinin ve finansal varlıklarının fiyatlarındaki artışlardan kazanç
elde etmekteydi.
Zenginler
için icat edilen önemli bir yeni finansal varlık da kripto paralar. Marksizmin
para tanımına başvuran St. Francis Koleji’nden Julio Huato konuşmasında kripto
para alıcılarının eline esasen merkezsiz bir parasal varlığın geçtiğinden söz edilemezdi. Bu para da hâlen daha “kurtulma
hayali kurdukları” devlete bağımlıydı.
Federal
Ceara Üniversitesi’nden Edemilson Parana, sunumunda Bitcoin’in paranın temel
şartlarını yerine getirmemesi sebebiyle mevcuttaki para sistemine alternatif
teşkil edemeyeceğini söyledi. Dünya parasının yerini alma arayışına,
“enflasyona tabi” olan devlet parasına karşı paranın istikrarını sağlama,
paranın gücünü politika dışı kılıp merkezsizleştirme ve onun yoğunlaşmasına
mani olma iddiasına karşın, kripto parayla ilgili empirik gözlemler, tam tersi
bir sürecin işlediğini ortaya koyuyorlar. Dolaşımdaki paranın hacmi düşük ve
dar, devlet parasına karşı istikrarsız olan kripto paralar, ekonomik veya
ekolojik vb. işlemler dâhilinde verimsiz, ayrıca kullanıcıları arasında politik
ve ekonomik gücün yoğunlaşmasına daha fazla sebep oluyorlar. Neticede
Bitcoin’in radikal neoliberal arzularının gerçekleşmemiş olması, bize onu
yaratanların ve parayı toplumsal içeriğinden soyutlama, yani onu “tarafsız”
kılma hevesinde olanların tüm çabalarının kapitalizmde bir karşılığının
olmadığını, bu türden bir önerinin uygulanamazlığını ortaya koyuyor.
Son
olarak bir de herkesin görmezden geldiği konuya, Çin’e değinelim. Şaşırtıcı
olan şu ki gelir eşitsizliği oturumu dışında heterodoks iktisatçıların
katıldığı oturumların hiçbirisinde Çin’den bahsedilmedi. Sadece bir çalışmada
Çin’in “küresel alanda faal olan orta sınıf”ı ile ilgili birkaç şey söylendi.
Bu çalışmaya göre Avrupa’daki orta sınıfla aynı gelire sahip Çinli orta sınıf
hızla büyümüş, 2007’de nüfus içerisindeki payı yüzde 2 iken bu pay, 2013’te
yüzde 14’e, 2018’de ise yüzde 25’e çıkmış. Büyük bir kısmını kentlilerin
oluşturduğu bu orta sınıf genelde Çin’in doğusunda yaşıyor ve ağırlıklı olarak
gelir konusunda ücretli çalışma pratiğine tabi. İşletme sahibi özel bir orta
sınıf var ama bu, nispeten küçük.
Görebildiğimiz
kadarıyla heterodoks iktisatçıların katıldığı oturumların ana konu
başlıklarını, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki finansallaşmayı Kalecki’nin
gözlüğüyle ele alan yaklaşımlar, Modern Para Teorisi ve kripto paralarla ilgili
şüpheler, artan eşitsizliği ele alan çalışmalar oluşturuyordu.
Michael Roberts
14 Ocak 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder