[Antonio Gramsci]
1929’dan
beri yaşanan en ağır ekonomik krizle yüzleştik. Bu kriz, 1968’den beri
görülmemiş bir fikrî karışıklığa sebep oldu. Ama bugün ortam çok farklı.
Marksizm, en azından Batı’da, belirli bir düşünsel etkiye sahip ve bu etkiyi
kimse görmezden gelemez. Bu dönemde bir suçlu aranıyorsa o Marx değil, benim
“Marx’sız Marksizm” olarak adlandırdığım, Marx’ın çıkarımlarını iktisat
teorisinden ayrıştırmaya çalışan eğilim. Batı Marksizminin yaşadığı çöküş, tam
da bu eğilimin başarısız olduğunu ortaya koyuyor.
Batı
Marksizminin yüzleştiği güçlükler, solun karşı karşıya kaldığı daha büyük
sorunların yansımaları. Thomas Walcom[1] yerinde bir ifadeyle, bu yaşanan
krizin “kapitalizmin yüzleştiği en kötü kriz” olduğunu söylüyor ve devamında şu
tespitleri yapıyor:
“Buna karşılık, ekonomik
statükoyu eleştirmekle övünen politik hareket, tüm niyetleri ve amaçları ile
birlikte eylem alanında görünmüyor. […] Büyük Buhran, tam da sola uygun bir
dönemdi. Oysa otuzların sefaleti içerisinde büyümeyi aşırı sağ başardı. Bu
dönem İspanya, İtalya, Almanya ve Doğu Avrupa’da faşizmin yükselişine tanık
oldu, ama öte yandan, düşünsel, kültürel, en nihayetinde politik açıdan sol,
daha iyi bir iş başardı. […] Ama bu sefer solun dilinden dökülecek çok az
ilginç şey kalmıştı.”
Bu
noktada bazı ikazlarda bulunmak gerekiyor. Walcom, bir yandan Latin Amerika ve
Çin gibi geniş coğrafyaları değerlendirmesinin dışında tutuyor, bir yandan da
İzlanda’da kurulan sol koalisyon ile Almanya ve Fransa’da azınlık durumundaki
solcu güçlerin elde ettiği mevziler gibi önemli istisnaları görmezden geliyor. Ayrıca,
solcu fikirlerin kaderi tek başına sol partilerin aldıkları oylara
indirgenmemeli: İngiltere’de Yeni İşçi Partisi, krize yol açan politikalara
karşı durmak şöyle dursun, onları dayattığı için kitlelerce cezalandırılırken,
Obama’nın kazandığı seçim, aslında yeni muhafazakârlığa indirilmiş bir darbeyi
ifade ediyordu. Gene de Walcom’ın bam teline dokunduğunu söylemek lazım.
Batı’da 1929 krizine yönelik tepkilere hâkim olan Marksist fikirlerin bugün
neredeyse hiçbir tesiri yok.
Marksizm
marjinalleşti. Bu marjinalleşme farklı şekillerde açıklanıyor, oysa bizim bu
açıklamalara itiraz etmemiz gerekiyor. Kriz yüzünden insanlar, Marx’ın onun
teorisine üstün olan modern bir teori ile kenara itilmesi sebebiyle göz ardı
edildiğini söyleyen neoliberal efsaneye sarıldılar. Alan Greenspan, konuyla
ilgili şu yorumu yapıyor:
“Zamanla büyük bir risk
yönetimi ve fiyatlandırma sistemi gelişti. […] Türev piyasalardaki gelişmelerin
önemli bir kısmına destek sunan bir fiyatlandırma modelini bulan kişiye Nobel
Ödülü verildi. Bu modern risk yönetimi paradigması, onlarca yıl hükmünü yürüttü.
Ancak geçen yılın yaz aylarında tüm düşünsel yapı çöktü.”[2]
Solda
Stiglitz’den sağda Buiter[3] gibi isimlere kadar birçok isim, neoliberalizmin
düşünsel açıdan iflas ettiğini kabul ediyor. Bu görüşler, Colander vd.’nin 2008
tarihli çalışmasında şu şekilde özetleniyor:
“Teoriye en fazla ihtiyaç
duyduğumuz şu günlerde dünya genelinde toplumlar karanlıkta, teoriden yoksun
bir hâlde, yol bulmaya çalışıyorlar. Biz, bunun iktisat mesleğinin kendi iç
sistematiğinden kaynaklı bir hata olduğunu düşünüyoruz.”[4]
Oysa
neoliberal teorinin her yönüyle başarısız olduğu şu dönem, bize lazım gelen
teorinin üretilmesi için gereken koşulları sunuyor. Peki o zaman bugün Marx’ın
takipçileri, ellerindeki Marksist teori denilen zenginlikten neden uzaklaşıyorlar?
Bugün
Marksizmin sesinin duyulmaması konusunda getirilen bir diğer açıklamada onun
susturulduğu üzerinde duruluyor. Bu yaklaşıma göre Marksizm, akademide saygı
gördüğü biçimleri bile, sürekli tehdit altında. Gelgelelim, arkasındaki
kurumsal desteği yitirdiği ölçüde üzerindeki baskı da azalıyor. Bugün Marksist
aydınlar, seleflerinin gördüğü düşlerin ötesine geçip, özgürlüğün keyfini
çıkartıyorlar.
Devrimin
altın çağında ortalıkta, bir şeyleri yıkmaya ahdetmiş ama gidip sağdan soldan
para dilenen kaç kişi vardı? Neticede o kitlesel Marksist partiler, yola ufacık
örgütler olarak çıkmışlardı. Milyonların hayal gücünü CV’lerindeki zenginlikle
değil, fikirlerinin gücüyle ele geçirmişlerdi.
Berlin
Duvarı’nın yıkılışının üzerinden yirmi yıl geçti ve artık Marksistler, kendi
yaptıkları hataları ve o hatalardaki paylarını kabul etmelidirler. Kimse,
onları bir kitleden mahrum bırakmadı, ellerinde bir kitle vardı ve o kitleyi
Marksistler yitirdi. Oyundan şutlanan Marksizm değildi, o kendisi sahadan
çekildi.
Marx’sız
İktisat
Politik
düzlemde İngiltere’deki Yeni İşçi Partisi’nin yaşadığı yenilgi, esasen
sosyalizmin hedeflerine yöntemler olmadan ulaşılabileceğine dair yanılsamadan
kaynaklandı. Marksizmin ölümü de benzer türde bir vehmin, Marx’ın ulaştığı
çıkarımlarına Marx’ın teorisi olmaksızın ulaşılabileceğini söyleyen vehmin bir
ürünü. Bu vehmin çok sayıda kişinin ağzından döküldüğüne şahit olduk. Marx’ın
emek-değer teorisini eleştiren İtalyan iktisatçı Piero Sraffa’nın çizgisini
aştığını iddia eden Steedman’ın (1981: s. 27-28) kaleme aldığı bildiride, bu
düşünce açık bir dille aktarılıyor:
“Bu kitabın amacı, Marx’ın
materyalist analiziyle tutarlılık arz eden argümanların hem Marx’ın ele aldığı
önemli soruların bazılarına cevap sunduğu hem de Marx’ın değer büyüklüğü
analizinin o verilen cevaplarla bir alakasının bulunmadığını vurgulamak
suretiyle, tutarlı ve (mümkün olduğu ölçüde) basit bir yoldan, sağlam
temellendirilmiş sonuçlar ortaya koymaktır.”
Aynı
fikre Roemer’in (1989: s. 11) Kaybetme Hürriyeti isimli eserinde de
rastlıyoruz:
“Bu kitabın odağında
duran, Marksist teorinin tarif ettiği sömürü olgusu, esasında üretim araçları
olarak faydalı olan (yetenekler ve diğer insanlar haricinde) varlıklar
üzerindeki eşitsiz sahiplikle, kapitalist mülkiyetle bağlantılı olan özel
sömürü biçimini ifade eder. Dokuzuncu bölümde ben, klasik Marksizmin artı
değer üzerinden tanımladığı sömürü olgusunu tümüyle kenara atıyorum.”
Hodgson
(1980: s. 273) çalışmasında aynı nakaratı yineliyor:
“Okur, kitabı okuduğunda
görecek ki yukarıda aktarılan fikirlerin önemli bir kısmı ya Marx ve Engels’in
asarından kaynaklanan ya da doğrudan ona atıfla geliştirilmiş fikirler. Ancak
bu noktada bizim Marx ve Engels’in teorisiyle çelişen sömürü teorimizin emek
değer teorisini temel almadığını belirtmemiz gerekiyor.”
Marx’ın
“görüşler”inin veya “fikrinin” savunulup gerçekte varolan teorisinin terk
edilmesi gerektiğini söyleyen yaklaşım, bugünün Marksist iktisadını tanımlayan
ana unsur. Bu yaklaşımı, bilhassa Laibman (2004) gibi isimler Marksizmle
ilişkileri bağlamında ısrarla savunuyorlar:
“En genel manada Winternitz
(1948), Dobb (1955a, 1955b), Sweezy (1970), Sraffa (1960), Meek (1956), Bródy
(1970), Steedman (1977), Shaikh (1977), Harris (1978), Lipietz (1982) ve
Duménil (1983) hatta Laibman’ı (1973, 1992) içeren bir kategori olarak yirminci
yüzyıl Marksistlerine göre, değer tablosundaki girdileri dönüştürmemiş
olması Marx’ın bir kusuru veya yanlışı. Bu kusur ve yanlış, sonraki
Marksist kuşaklarca düzeltilen, kâr oranının hesaplanmasındaki
yanlışlığa ve geniş yeniden üretim koşullarının dikkate alınmamasına neden
oluyor.”
Bu
anlamda, bu “Marksizm”, Marx’ın temellerine değil, haleflerinin teşkil ettiği,
farklı ve düzeltilmiş temele yaslanıyor. Bu bilinçli tercihi, Marx’ın
analizinin doğru olduğunu teyit eden titiz çalışmasında Brenner (1998: s. 12 ve
sonrası) bile yapıyor. Kendi ulaştığı sonuçtan uzak duran Brenner, kitabında
“kapitalist inovasyonun nihai sonucunun, üretilen emtianın değişim değerinin
düşürülmesi, doğrudan ya da dolaylı olarak, ücretin değişim değerinin
düşürülmesi, dolayısıyla, reel ücretin sabit kaldığına dair Marksçı iddia
üzerinden, ortalama kâr oranının artırılması olduğunu” söylüyor. Ona göre
inovasyon, kâr oranını düşüremiyor. Bu sonucun ispatını ise hem Okishio’da
(1961) hem de Roemer’de (1978a, 1978b) buluyor.
Oysa
bu ispatlar, yirmi yıl önce çürütüldü. Marx’ta hiçbir “yanlış” olmadığı
görüldü.[5] Marx’ın teorisine itiraz etmek için elde hiçbir gerekçe bulunmadığı
anlaşıldı. Tüm eleştiriler gözden geçirildi. Görüldü ki burada niyet, Marx’ın
fikirlerini incelemek değil, onun yerine başka bir şey koymaktı.
İktisatsız
Marx
Marx’ın
iktisadına dair tartışmalar, teknik uzmanlar arasında süren kavganın gözlerden
kaçırıldığı koşullarda, kolayca kenara itiliyor. Bu sebeple kimse, bu
tartışmaların önemini idrak edemiyor.
“Marx’sız
iktisat”, yaygın bir eğilim hâlini aldı. Bu eğilime göre, her türden iktisat,
utanç verici bir şey. İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in mekanik
materyalizminden uzak duracağım derken Batılı Marksistler, Gramsci, Lukacs veya
Korsch gibi isimlerin felsefe, siyaset, sosyoloji veya estetikle ilgili muhalif
görüşlerine sığındılar, bu noktada Grossman ve Rosdolski gibi kişilerin
ekonomiye dair görüşlerini göz ardı ettiler.
Batı
Marksizminin uç türevi olarak “kültürel Marksizm” estetik eleştiriyi iktisat
temelli düşüncenin tuzaklarından kurtarma çabasını ifade ediyordu. Bu akımın
kökleri, aşırı zengin bir isim olan Felix Weil’ın bağışta bulunduğu Toplumsal
Araştırmalar Enstitüsü’ne uzanıyor. 1968 sonrası dönemin Marksizminin ana rahmi
olarak iş gören enstitü, Nazi zulmünden kaçanların sığındığı bir yerdi. Kuhn’un
(2007: s. 186) aktardığına göre, enstitünün yöneticileri kendisi de bizatihi
enstitünün üyesi olan Henryk Grossman’ın ekonomiyle ilgili çalışmalarına karşı
çıkıyor, bu çalışmaların enstitüye para verenleri ondan uzaklaştırmasından
korkuyorlardı:
“1939 gibi Horkheimer ve Adorno,
Marksist iktisadın kapitalist toplumlardaki somut gelişmeleri anlamak için kullanılacak
bir araç değil, bu toplumlardaki çelişkilerin teşhiri konusunda önem arz eden
bir unsur olduğu sonucuna ulaştı.”
Bu
daha önceden de varlığını hissettiren iktisat karşıtlığı, yetmişlerde Marksizme
yönelik saldırıyla kesişti. Lukacs’ın “Büyük Uçurum Oteli” adını verdiği
saldırı, Amerika’dan gelip akademik radikalizmin alamet-i farikası hâline
geldi. Saldırıyı sonuçlandırmaksa İtalyan iktisatçı Piero Sraffa’nın Marksist
emek-değer teorisine yönelik saldırısına katkı sunanlara, postmodernistlere ve
Sovyet sonrası dönemde teşkil edilen paramiliter unsurlara tahsis edilmiş bekçi
kulübesinin sakinlerine düştü.
Perry
Anderson’ın Batı Marksizmiyle ilgili tarihsel incelemesi (1983: s. 20) New
Left Review dergisini kürsü olarak kullanan tartışmacıların ve yürüttükleri
tartışmanın ana özelliklerini ortaya döküyor. “Bir bütün olarak kapitalist
sistemin hareket yasalarının Mandel, Braverman ve Aglietta’nın kaleme aldığı üç
önemli eserde keşfedildiği tespitinde bulunan Anderson, devamında şunu
söylüyor:
“Somut tarihsel incelemelere
aynı zamanda Morishima, Steedman, Roemer, Lippi, Krause gibi isimlerin
yürüttükleri, kavram ve yönteme dair yoğun tartışmalar eşlik etti.”
Anderson,
bu noktada bir sentezden bahsediyor: Morishima ve diğer isimlerin oluşturduğu
grubun Mandel, Braverman ve Aglietta’nın oluşturduğu grubun teorilerine düşman
olduğunu söylüyor. Bir vakitler Marx’ın meta biçimine dair kapsamlı analizini
temel alan politik, toplumsal ve kültürel anlayış lime lime ediliyor, böylelikle,
Marksistler, savaşı takip eden tüm dönem boyunca hazırlanılan ve kanlı geçen
ekonomik savaş öncesi silâhsız kalıyorlar.
1968
sonrası dönemin solu eski niteliğine yeniden kavuştu. Sermaye ve Sınıf
denilen ve değer teorisini tartışmak için kurulan zemin, artık bu türden
tartışmaları kabul etmeyecek kıvamdaydı. Sanat, felsefe ve sosyolojiyle ilgili
Marksist eserler bol bol basılırken, bu çalışmaların hiçbirisinde Marx’ın
ilgili alanlara yönelik yaklaşımlarının dayandığı ekonomi temelinden bahsedilmiyordu.
Özetle Marksizm, Marx’tan koptu.[6]
Mesele
Kapitalizm Aptal!
Bu
hâliyle krizi Marksizm izah edemez, ama Marx eder.
Şekil
1, ABD ekonomisindeki kâr oranlarını gösteriyor, bunun yanında, bir de Birikim
Oranı denilen, süreci izah edecek bir değişkene yer veriliyor. Özsermaye ve
çıktı üzerinde duruluyor. Tam da Marx’ın on dokuzuncu yüzyılda kâr oranlarının
düşme eğilimini değerlendirirken söylediği gibi, özsermaye üretilen çıktıya, yani
ürüne kıyasla daha hızlı büyüyor.
Gerçekler
çırılçıplak ortada. Savaş döneminde zirveye ulaşan kâr oranı, ara dönemde yüzde
82 oranında değişiyor. Kâr oranı, bu dönemde düşüyor. Bu düşüşün sebebi ise
birikim. Buna karşılık, çıktı miktarındaki kâr oranı ki eskiden süreci izah
etmek için bu öğeye başvurulurdu, yüzde 32’den yüzde 28’e geriliyor. Bu dönemde
kâr oranlarında sonraki dönemde yaşanan düşüşü telafi etme konusunda hiçbir işe
yarayan ücret kesintisi politikasına başvuruluyor ama bu politikanın etkisi,
geçici ve epey sınırlı oluyor. Bu süreç, Marx’ın değerlendirmesini çarpıcı bir
biçimde teyit ediyor: Çöküşe, kapitalizmin kendisini yeniden ürettiği süreç
olarak birikim sebebiyet veriyor. Marx’ı, bu teorinin kurucusunu
doktriner bir üslupla sahneden kovanlar, Marksizmin bu basit ama doğru olan
açıklamaya körleşmesine neden oluyorlar.
Burada
asıl meselenin ne olduğu konusunda belirli bir netliğe kavuşmamız gerekiyor. Sıklıkla
iddia edildiği biçimiyle, sorun Marx’ın teorisinin kaçınılmaz yıkım, çöküş (Zusammenbruch)
öngörüsünde bulunup bulunmadığı değil.[7] Marx’ın döneminde de olduğu gibi kriz
de kâr oranlarındaki düşüş de gözleme dair olgulardı. Bizim her türden
teoriyi bu iki olguyu izah edip etmediğini sormak suretiyle sınamamız
gerekiyor. Bu sebeple, Marx’ın muarrızlarına kıyasla nasıl bir değerlendirmede
bulunduğu sorusu sorulmalı.
Şekil 1: 1929-2007 arası dönemde ABD ekonomisinde birikim ve
kâr oranı
Meselenin
özüne inildiğinde kriz teorisi konusunda karşımıza iki ekol çıkıyor. Ana akım
teori, insan doğası gibi evrensel bir ilkeden yola çıkıyor ve piyasanın doğaya
ait bir ifade olduğunu söylüyor, buradan da kapitalizmin ya ebedi ya da tarihin
“en yüksek aşaması” olduğu iddiasında bulunuyor. Ben, bu teorileri savunmacı
teoriler olarak adlandırıyorum. Bu teorilere göre, bir sorunla
karşılaşıldığında kapitalizmin doğalında pürüzsüz olan işleyişine bir şeylerin
müdahalede bulunduğu iddia ediliyor.
Diğer
teorilerse sorunların ana nedeninin o işleyişin ta kendisi olduğunu
düşünüyorlar. Veblen ve Hobson, kapitalizmin asalak plütokrasiye veya rantiye
sınıfına nasıl yol açtığını izah ederken, Minsky, Keynes ve Kalecki’nin
çalışmalarına ayrıntılı finansal istikrarsızlık modelleriyle katkıda bulunuyor.
Bu isimlerin hepsi de esasında kapitalizmin bizatihi sorumlusu olduğu süreçleri
tarif etmeye çalışıyorlar. Ben, bu isimleri “Radikal Eleştirmenler” olarak
adlandırıyorum.
Marksistler
arasında yaygın olarak görülen sekter bir eğilim var ve bu eğilim, Keynes’in
fikirlerini önerdiği politikalar devrimci değil diye mahkûm ediyor. Oysa her radikal
teori, kendi bünyesinde devrimci bir öz barındırır: kapitalizmin istikrarsız
olduğunu bilen kişiler olarak biz, bu bilgi temelinde kapitalizmi kurtarmanın
gerekli olduğuna da onun yerine başka bir düzeni koymanın şart olduğuna da
hükmedebiliriz.[8] Bu anlamda, diğer teoriler gibi Marx’ın teorisi de
radikaldir. Ondaki özgünlük, esasen kapitalizmin derhal yıkılması çağrısında
değil, kapitalizmin kendisini yok etmeyeceğine dair mantıksal çıkarımında aranmalıdır.
Buna karşılık, “Marksizm”in radikal bile sayılamayacağı görülmelidir.
Krizsiz
Marksizm
Radikalizmin
karşısına bir tür duvar olarak örülmüş olan ana akım iktisat, sadece
kapitalizmin ve krizin ebedi şeyler olduğunu söyleyen teorilere onay verirler. Genel
Denge denilen teorideki karşı-devrim bu ana akım iktisadın kutsal amacıdır.
Walras’ın sistemleştirdiği, Keynes’in Jean-Baptiste Say’e yönelik düşmanlığının
damgasını taşıyan Genel Denge Teorisi’nin ana öncülü şudur: “Piyasa, doğası
gereği kusursuzdur.” Bu paradigmaya uyan, farklı düşünce okullarında birçok kez
yinelenen bir teorinin sistem içerisindeki kriz eğilimine dair bir çıkarımda
bulunması mümkün değildir. Bu öncülü kabul eden her görüş, ana akıma bağlanmak
zorunda kalır. Onun ilk kurban edeceği şeyse tabii ki Marksizm olacaktır.
Amerika’daki
Marksist teori geleneğinin kurucu isimlerinden olan Paul Sweezy (1968, [1942]:
s. 53), bugünlerde herkesçe kabul gören şu yorumu ilk dillendiren isimdir:
“Günümüze ait bir ifadeyi
kullanmak gerekirse emek yasası, temelde, basit emtia üretimine atıfla
geliştirilmiş, ardından da kapitalizme uyarlanmış genel denge teorisinden başka
bir şey değildir.”
Marx’ın
teorisine dair Zamansal Tek Sistem Yorumu’nu temel alan akademisyenlerin[9] sıklıkla
çürütmek için uğraştıkları iddiaya göre Marx, “girdilerin fiyatlara dönüşümünü
anlayamamıştır.” Oysa Marx, kapitalistlerin girdileri paranın, yani girdilerinin
fiyatının aracılık ettiği değerlerinde satın aldıklarını varsayar. Buna karşılık
Marx, bir yandan da kapitalistler üretime başladıklarında hâkim olan fiyatın bu
olduğu düşüncesindedir. Marksistlere göre kapitalistler üretimi bitirdiklerinde
hâkim olan fiyatta ödeme yaparlar. Oysa bu, bir düzeltme işlemi değil,
alternatif bir usule dair değiniden başka bir şey değildir. Burada başka bir
değer tanımı yapılmaktadır. Bu tanımın sahibi ise 19 yaşında iken Walras’tan
mektup almış olan, ona hayranlık duyan Bortkiewicz’e (1952: s. 23-24 [1905])
aittir. Bortkiewicz yaklaşımını dürüstlükle izah etmektedir:
“Marx’ın görüşüne göre ele
alınan unsurlar, nedensel zincir içerisinde değerlendirilmeli. Bu zincirin her
bir halkası, o zincirin bileşimi ve unsurları dâhilinde, önceki halkaların
belirlenimi altındadır. […] Modern iktisat, yola önceki halkalardan zaman
içerisinde koparak koyuldu. Kopuş sürecinde en önemli rolü ise Léon Walras’ın
öncülük ettiği matematik okulu üstlendi.”
Sraffa
(1962: s. v) ve Steedman’ın (1981: s. 19) da kabul ettiği biçimiyle, piyasa kendisini
hiçbir değişim olmaksızın, kusursuz bir biçimde yeniden üretiyorsa üretim
boyunca fiyatlar da sabit olmalı. Ne var ki sürecin zaten kusursuz bir şekilde
işlediğini söyleyen teorinin sürece içsel hatanın sebebini bulması mümkün
değil.
Bu
tür masum formüller, tam da Marksizmin kanatları altında yuvalanma ve gelişme
imkânı buluyor. Bu teoriler, kapitalizmin kendisindeki istikrarsızlığın ana
sebebi olması ihtimalini daha baştan kapı dışarı ediyor. Böylesi bir teorinin
radikal bir eleştiriyi dillendirebilmesi mümkün değil. Onda nasıl bir
radikallik buluyorlar, gerçekten merak konusu.
Kapitalist
Kriz Nedir?
Marksizin
hatası, bize Marx’ın teorisinin doğru ya da yanlış olduğu konusunda bir şey
söylemez. Peki bu hata, 150 yıl sonra da sadece açıklayıcılık becerisini
muhafaza etmekle kalmayıp, sunulan her türden öneriye üstün olduğuna dair, temelsiz
iddiaya destek sunuyor mu?
Ekonomi
sahasında ilerleme, düz bir çizgiyi takip etmez. Yüz yıllık bir gerileme
dönemine tanık olan ekonomi sahası, Reform karşıtı hareketten beri bir şekilde
ilerliyor. Zira ekonomi, kapitalist düzenleme çabası konusunda gelişkin bir
ideolojik mekanizmanın oluşmasını sağladı. Demek ki tıpkı on beşinci yüzyılda
Kopernik’in geliştirdiği, iki yüz yılı aşkın bir süre eldeki en iyi teori olma
vasfını muhafaza eden teori gibi, bugün ilk dönemin unutturulmuş ve toprağa gömülmüş
teorileri içerisindeki gelişkin fikirleri bulup çıkartmalıyız.
Marx’ın
geliştirdiği kapitalizmin ekonomi teorisi, basit ve derin bir katkı olarak, hâlen
daha yanlışlanabilmiş değil. Bunun nedeni, bu teorinin metayı çıkış noktası
olarak belirlemiş olmasıdır. Kapital söze şöyle başlıyor:
“Kapitalist üretim
tarzının hâkim olduğu toplumların zenginliği kendisini, tek bir metanın ana
birimi ifade ettiği ‘yoğun emtia birikimi’ şeklinde ortaya koyuyor. Bu sebeple,
bizim incelememiz metanın analiziyle başlamak zorunda.”
Asıl
dikkat kesilmemiz gereken nokta burası. Kapitalizmin temelini meta ilişkisi
teşkil etse bile, bu ilişki, kapitalizmden bağımsız var oluyor. Ne var ki
kapitalist üretim tarzında meta ilişkisi, diğer tüm toplumsal ilişkileri
örgütleyen ana ilke hâline geliyor. Bu sebeple, kapitalizmde toplumsal kanunlar
ekonomik kanunların biçimini alıyor. Dolayısıyla kapitalizm, aynı zamanda
önceden varolan tüm toplumsal ilişkileri, kapitalist olmayan ilişkileri bile
dönüştürüyor:
“Sermaye, modern toplumun
ekonomik örgütlenmesini tayin eder. Bunu belirli bir biçim altında yapar. Bu biçim,
sermayenin ana biçimidir. Biz bu biçime dair analizimizde, o herkesin bildiği, gasıpların
sermayesi ve tüccarların sermayesi gibi tabiri caizse ta nuh nebiden kalma
biçimleri dikkate almadık.
[…] tespitimize göre,
tüccarın sermayesi ile faiz getiren sermaye türev biçimlerdir, buradaki
incelememiz sayesinde bir yandan da sermayenin günümüze ait ana biçimi öncesinde
bu iki biçimin tarihsel planda neden ortaya çıktığı net bir biçimde
görülecektir.” (Marx 1992: s. 267)
Kapitalizmin
niteliğine dair bir çıkarıma bu “türev biçimler”den yola çıkarak ulaşılamaz. Tüccar
sermayesi ve gasıpların sermayesi, bize bu nitelik konusunda bir şey söylemez. Zira
ticaret ve para ta antik çağdan beri vardır. Ticareti ve parayı çıkış noktası
olarak almamız durumunda kapitalizmin kendisine ait olmayan şeylere göre
hareket ettiği sonucuna ulaşır, hatta kapitalist ticarete ve kapitalist paraya
körleşiriz, oysa ne kapitalist ticaret feodal ticaretle ne de kapitalist para feodal
parayla aynı şeydir. Marx’ın teorisinin üstünlüğü tam da bu temelle ilişkili
bir meseledir. Söz konusu temel üzerinden, birbiriyle bağlantılı dört sonuca
ulaşmak mümkündür:
(1)
Marx, kapitalizmin içerisindeki belirli bir tarihsel dönemin değil, bir bütün
olarak kapitalizmin soyut kanunlarını belirlemiştir;
(2)
Marx, gene de “evrensel toplum kanunları” demekten imtina etmiş, kapitalizme
özel kanunlar üzerinde durmuştur;
(3)
Marx’ın çıkarımına göre, kapitalizmde toplumsal kanunlar kendilerini özel
olarak ekonomik kanunlar dâhilinde ifade ederler, toplumsal kanunlar, kendileri
dışındaki bir şeye tabi olmadıkları gibi, o şeyle izah edilmezler de.
(4)
Marx’ın tespitine göre meta ilişkisi, tüm toplumsal ilişkilere özel bir
kapitalist biçim atar. Ticaret, para, toprak mülkiyeti hatta zorla çalıştırma
gibi önceden de varolan tüm ilişkiler, kapitalizmde “türev biçimler” olarak
yeni bir yapıya kavuşurlar.
Marx’ın
belirlediği kanunlar, kapitalizmin kanunlarıdır. Bundan gayrı bir şey değildir.
Burada tökezleyenin bile dışa düşeceği bir yarış söz konusudur.
2009
krizinin 1929, 1893 veya Marx’ın dönemindeki krizlerle ortak yönü nedir?
Brenner,
savaş sonrası rekabetin aldığı biçime odaklanıyor. Peki ama bu açıklama, tröstlerin
ve tekellerin en parlak dönemini yaşadığı 1893 ve 1929’daki krizleri nasıl izah
ediyor?
Tarihte
görülen, tesadüfi oluşmuş şu veya bu koşula sırtını yaslayan radikal
eleştiriler bile 1929 tipi krizlerin neden tekrarlandığını da iki yüz yıl boyunca
her 12 yılda bir en az bir krizin neden görüldüğünü de açıklayamıyorlar.
Kapitalist
Canlılık Nedir?
Demek
ki genel kanunlar kâfi değil. Belirli bir krizi anlamak için bizim onun
kendisine has özelliklerini tanımlamamız, hem ekonomi dışı faktörlere hem de
nitelik olarak ekonomik olan ama kapitalizmin geneline teşmil edemeyeceğimiz
faktörlere bakmamız gerekiyor. Bu noktada da Marx’ın fikirlerinin ona karşı
çıkartılan fikirlerden üstün olduğunu görüyoruz.
Bu
aşamada şunu söylemek gerekiyor: Marksist teorinin yakasını bırakmayan,
Kültürel Marksizmin ana teoriden kopmasına neden olan, “kapitalizmin kanunları
mekaniktir veya kaçınılmazdır” olarak özetlenebilecek fikri çöpe atabiliriz.
Genel
bir kanun pekâlâ aşılabilir ve hiçbir kanun aracısız olmadan işlemez. Bir ev
yıkılmışsa muhtemelen kötü inşa edilmiştir, “yıkılmasının sebebi yerçekimidir”
denilemez. Ama gene de bu tespite karşın şunu söylemek gerekir: inşaatçılar,
genel kanunlar uyarınca hareket etmelidirler, tam da bu sebeple, “iyi inşaat
pratiği”, sağlam zemin gibi kimi konularda gerekli tedbirlerin alınmasına
ihtiyaç duyar.
Krize
yol açan önemli bir mekanizma olsa da finansallaşma da aslında genel bir
kanunun sonucudur. Kâr oranları düştükçe reel ekonomi, değer üreten parçası
olarak yatırımları yutar, sonuçta saf spekülasyonun getirisinden daha büyük bir
getirinin güvence altına alınmasını zorlaştırır. Bu, aşılabilir bir zorluktur. Peki
ama nasıl aşılır? İnşaat pratiğindeki sağlam zeminin ekonomideki muadili nedir?
Bankaların desteği olumlu sonuç verir ama büyümenin sürdürülmesini güvence
altına almaz.
Esasen
kapitalizmin krize nasıl girdiğini anlamak hiç de zor değil. Asıl üzerinde
durulması gereken, krizden nasıl çıkılacağıdır. Bu sorunun cevabını bulmak için
bizim 2009 veya 1929 krizini değil 1941 krizini incelememiz gerekmektedir.
Şekil 2: 1929-2007 arası ABD ekonomisinde işsizlik, çıktı ve devlet harcamaları
Şekil
2, Şekil 1’de zaten görünür olan belirleyici noktaya vurgu yapıyor. Ellilerdeki
canlılığın sebebi, Yeni Mutabakat veya Büyük Buhran değil, Savaş’tı. Bu savaş
sayesinde, ABD tarihinde görülmemiş bir ölçeğe kavuşan devletin faaliyetlerine,
dünya uluslar sistemini tümüyle yeniden organize eden süreç eşlik etti. Yaşanan
canlılık, bilinç dışında işleyen kanunların değil, istisnai bir nitelik arz
eden ve büyük bir şevkle ortaya konulan politik eylemin sonucuydu.
Buradan
Marx’ın anlayışının ikinci özgün yönüne ulaşıyoruz: kriz, tesadüflerin devreye
girmesini sağlayan bir araçtır. Kriz, meta biçiminin şu veya bu şekilde insan
hayatını örgütleme konusunda başarısız olduğunun delilidir. İnsanın kendisini
gerçekleştirme ve eyleme geçme potansiyeli anlamında özgürlük fiilileşir.[10]
Kapitalizm, kendisine ait, tümüyle ekonomik olan kanunları askıya aldığında, bu
potansiyel insanlara belirli bir alan açar. İnsanlar, ya kapitalizmi aşarlar ya
da 1893 ve 1929 sonrasında olduğu gibi, büyük bir yıkımın ardından, kapitalizmi
yeni bir zeminde yeniden oluştururlar. İşte kapitalist canlılık budur.
Özetle,
dengeci yaklaşıma göre tesadüfi faktörler krizin sebebidir. Marx’a göre bu
faktörler canlılığın sebebidir.
Kapital Tapıncı
Marksizmde
canlılığın sebebi pek tartışılmadığı gibi önemli bir yere de sahip değil. Kafa
karışıklığının ana sebebi, benim “Kapital tapıncı” dediğim, yaygın
nitelik arz eden fetişizm. Bu inanç, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme konusunda
sahip olduğu devrimci kapasiteye yönelik ısrarı temel alıyor ve ilgili kapasitenin
ortaya çıkmasını sağlayan mekanizmaları görmezden geliyor. Buradan da
kapitalizmde önemli olan iki tarihsel olguya, coğrafi eşitsizlik ve krizin
yapısal niteliğine körleşiliyor.
Kapital Tapıncı’nın
ana sebebi, Andrew Kliman ve benim “fizikicilik” dediğimiz, von
Bortkiewicz-Sweezy-Sraffa’ya ait kurgu. Başta yaptığım alıntılarda da
görüleceği üzere, Marx’ı düzeltme çabası içinde olduğunu söyleyenler, hep “emek
değer teorisi”ni hedef alıyorlar. Emeği ortadan kaldırdıkları vakit iktisat
salt fiziki niteliğin artmasına indirgeniyor. Toplumsal örgütlenme gündem
dışına düşüyor: fiziki büyüme, kapitalizmi tanımlayan ana özellik hâline geliyor.
Kapitalizmin
sahip olduğu kapasiteleri hayranlıkla izleyen Kapital Tapıncı, yaşanan
ekonomik canlılığı doğal ve otomatik gelişen bir olgu olarak ele alırken, ekonomik
çöküşü kötücül güçlerin, aptallığın veya özel koşulların ürünü olarak değerlendiriyor.
Kriz, iyileşip “normalleşmemizi” sağlayan istisnai bir durummuş gibi takdim
ediliyor. Oysa tam tersi geçerli.
1929’dan
beri istikrarlı büyüme sürecinin en uzun sürdüğü süre 30 yıl. Genelde olağanmış
gibi görünen büyümedeki artışlara tanık olunan aşamalar, aslında istisnai
olgular.[11] Bu yaşanan krizin “sebebi” ise ekonomik canlılıkları üreten
anormal faktörlerin yokluğu. Bu faktörlerin ne olduklarını idrak edebilirsek,
hem kapitalizmin bu uzun krizden çıkmadan önce neler yapması gerektiğini,
ayrıca bunun bedelinin ne olacağını da anlarız.
Monthly
Review okulu gibi kimi çevreler, kâr oranları meselesini tam olarak
kavrayamadıkları için krizi izah eden tek teorinin bu kâr oranları ile ilgili
teori olduğu gerçeğini redde tabi tutuyorlar, bu da onların ellerini kollarını
bağlıyor.
Marx’ın
bahsini ettiği “yedek işçi ordusu” bir dünya sistemi olarak kapitalizmin
başarısızlığının en önemli somut ifadesi olmayı sürdürüyor. Bu orduyla ilgili
görüşü, Marx’ın öngörülü olduğunun kanıtı aynı zamanda. Bir yandan da bu görüş,
onu birçok isimden ayrı bir yere yerleştiriyor. Dengeci yaklaşımda bu kadar
uzun süre fazla emek arzının olması mantığa aykırı. Marx, kendi teorisi
bağlamında kusursuz bir mantıksal çıkarımda bulunuyor ve şu sonuca ulaşıyor. Eşitsizlik
de kriz de kapitalizmin kazara ürettiği ürünler değil. Bunlar, bizatihi
kapitalizmi teşkil eden şeyler.
Kapitalizm,
büyüme ve inovasyonun hızını tarihte eşine rastlanmayacak düzeye çıkartsa da
kapitalist toplum, büyüyen ve yenilik yapan bir toplum olarak tarif edilemez. Bu
toplum, büyüme ve inovasyonun yanında sefalet, barbarlık ve yıkım da üretiyor. Peki
neden?
Bunun
açıklamasını Marx’ın ekonomi sahasında üzerinde durduğu en önemli kategori
olarak, ortalamanın üzerinde ve ortalamadan farklı bir kâr anlamında, “Aşırı Kâr”
kategorisi veriyor. Ernest Mandel’in (1974: s. 75-107) ifadesiyle, aşırı kâr,
Marx’a (1991:373) göre kapitalizmin itici gücü.
Neoklasik
teori, aşırı kârı “rant arayışı” olarak görüp kenara itiyor. Dengeci Marksizm
teorileri, kârı kâr oranı her yerde eşit olmadıkça tanımlayamıyor. Oysa Marx, kâr
oranının eşit olmasının mümkün olmadığını söylüyor. Tüm hayatı boyunca (Freeman
1999) Marx, piyasanın gerçekte başarılı olabilmesi için başarısız olmak zorunda
kaldığını iddia ediyor:
“Mill de tüm Ricardo
okulunun yaptığı hatayı yaparak, piyasanın varlık imkânı bulmasını sağlayan
dalgalanmalara veya sürekli kesintililik hâline değinmeden soyut bir kanun tanımlıyor.
Arz ve talep, değişim
değeri ile üretim maliyeti arasındaki eşitsizlik, arz ve talepte önceden
yaşanan dalgalanmalar sayesinde, parasal düzeyde birbirine denk gelirler. Gerçekte
hareket bu şekilde işler, o vakit demek ki yukarıda bahsini ettiğimiz kanun,
tek taraflı olduğu kadar soyut ve tesadüfi bir momentten başka bir şey
değildir.” (Marx 1975: s. 260)
Çünkü
kapitalizm, yeniden ürettiği şeyleri kusursuzca üretemez. Diyelim ki çok fazla
araba üretildi. Araba fiyatları da otomobil sektörünün kârları da düşer, neticede
sermaye, daha fazla kâr elde edeceği yere göç eder.
Geçici
kıtlık hâli, böylelikle hayırlı bir şeye dönüşür. Ayrıca, kapitalizm yenilik
yapar, hâkim piyasa fiyatlarından daha düşüğe ürettiği bir şey üreterek “teknik
açıdan” aşırı olan kârlar elde eder. Bu tür durumlarda kapitalizm, yeniden
üretim sürecinin sürmesinin güvence altına alınmasına katkıda bulunur.
Ama
“bunun olması şarttır” diyebilmemiz için ortada herhangi bir gerekçe de
bulunmamaktadır. Sermaye, toplumsal koşulların işçilere düşük ücret
verilmesine, onların uzun süre çalıştırılmasına veya zorla çalıştırılmasına
izin veren yerlere gider. Kimi zaman uyuşturucu satar kimi zaman spekülasyon
yapar. Ekonomik kriz hâlinde sermaye, parayı elde tutmasına imkân sağlayan yere
göç eder.
Ekonomik
canlılık, ancak aşırı kâr veya onun özel bir biçimi kendisini kuvvetlendirdiği
vakit yaşanır. Schumpeter’in ifade ettiği gibi[12] makinelere yönelik talep,
büyümenin yaşanmasını sağlayacak bir etmendir. Kapital Tapıncı, büyülü
bir şeymiş gibi görünen bu büyüme sürecinin sınırsız olduğunu varsayar.
Ama
öte yandan ekonomik canlılık, Şekil 1’de net bir biçimde görüldüğü üzere, kâr
oranlarının düşmesiyle birlikte kendi sınırlarını kendisi çizer. Ayrıca, yükselme
eğilimi doğalında, otomatik olarak ortaya çıkmayacaktır. Bu noktada şu soruyu
sormak gerekir: Madem teknik inovasyon canlılığa tek başına sebep olabiliyor, o
vakit enformasyon ve haberleşme teknolojisi altın çağa yol açmak yerine 2000
yılında teknoloji firmalarının borsası Nasdaq’ta hisse senetlerinin değerinin
düşmesiyle patlayan ekonomik balon anlamında Dot-com balonuna neden sebep oldu?
(Freeman 2001)
Ekonomik
canlılıklar öncesinde belirli koşulların oluşması gerekir. Yatırım yeterince
getiri getirmeli, yeterli miktarda başlangıç sermayesine sahip olunmalı,
piyasalara güven verilmeli, el büyük taahhütlerin altına imza atacak ölçüde rahat
olunmalı. Bugüne dek yaşanmış ekonomik canlılıklardan önce şu dört koşulun
oluştuğuna şahit oluyoruz:
(1) Hisse
senetlerinin büyük ölçülerde değer kaybetmesi;
(2) Yoksullaşmış yedek işçi ordusunun önemli bir bölümünün istihdam edilmesi;
(3) Birikimin az sayıdaki coğrafi merkezde yoğunlaşması;
(4) Aşırı kârların tüm dünya genelinde politik düzlemde bu merkezlere kayması.
Şumpeterci
gelenek, ekonomik canlılık için gerekli olan bu koşulları kendince ele almış. Tarihte
bu koşullardan ilk bahsedense Trotskiy (Day 1981).
Savaş
sonrası yaşanan ekonomik canlılık, Amerika’nın liderliğinde yeniden çizilen
dünya haritası dâhilinde gerçekleşmiş.[13] 1893-1914 arası dönemde “Belle
Epoque” [“Güzel Dönem”] denilen tarihsel kesit ise emperyalizmin eseriydi. İki
sanayi devrimi de sömürgeci genişleme sürecinin son bulacağı sürecin
başlamasıyla birlikte gerçekleşti.
Buradan
tekrar, “Marksizm”in, yanlış Marksist görüşlerin maddi temelinden koparttığı,
alabildiğine politik, toplumsal, kültürel ve ahlaki olan olguların ekonomik
sonuçlarına gelip dayanıyoruz. Batı Marksizminin göz ardı ettiği olgular
arasında özellikle şu üçünün üzerinde durmak gerekiyor:
(1)
Geri Kalmışlık. Gelişme, azgelişmeden ayrı ele alınamaz. Herhangi bir
coğrafi konumda elde edilmiş olan aşırı kâr, başka yerden temin edilmiştir, bu
anlamda, sistematik yoksulluk ve eşitsizlik kapitalist büyümenin daimi
özellikleridir.
(2)
Barbarlık. Kapitalizm, kendisini sınırlayacak bir nizamnameye veya
mevzuata sahip değildir. Bir kapitalist ister teknoloji, ister Ponzi
dolandırıcılığı isterse kölelerin doldurulduğu fabrika modelini tercih etsin. Burada
yapacağı tercih, elde edeceği paranın yanında, politik, toplumsal ve kültürel koşulun
bir sonucudur.
(3)
Savaş. Aşırı kârın kaynaklarına hâkim olma yarışı, tüm devletlerin
devreye girmesine neden olur. Sömürgecilik, emperyalizm, baskı ve tüm
hükümetlerin suça teşvik edilmesi, her canlılık öncesi ödenen kaparo gibidir. İsyanlar
ve devrimlerse makbuz.
Brenner’ın
(1977: s. 60-61) Bağımlılık Teorisi’yle yürüttüğü o ünlü polemikte de görüldüğü
üzere bu fikirleri reddedenler Marksist sayılamazlar:
“Gelişme ve azgelişmenin
birbirine bağımlı olduğunu, birbirinin varolmasına yol açtığını söyleyen görüşü
benimseyen Wallerstein, merkezdeki gelişmeyle çevredeki azgelişmenin temelde artığın
çevreden merkeze aktarım sürecinin sonucu olduğunu söyleyen yaklaşıma
başvuruyor. Ama bu yaklaşım üzerinden Wallerstein, neticede sermaye birikimi
üzerinden üretici güçlerin geliştirilmesi denilen, kapitalizmin doğasına özgü
olan eğilimi göz ardı etmek zorunda kalıyor.”
Wallerstein’deki
yetersizlikleri başarılı bir değerlendirmeyle ele alan Brenner ise Hintli
iktisatçılar Amiya Kumar Bagchi (1982) ve Prabhat Patnaik (2006) gibi
meselelere daha dikkatli ve kusursuz bir biçimde yaklaşan Marksist yazarların
üzerinde durdukları gerçekleri göz ardı ediyor. Bu anlamda Brenner, bugüne dek
kapitalist gelişme dâhilinde tanık olduğumuz tüm önemli aşamaların soyulanların
azgelişmesine neden olan, tüm dışsal artık kaynaklarının seferber edildiği
sürece doğrudan bağlı olduğu gerçeğini görmüyor.
İngilizlerin
güçlenmesi ve zenginleşmesi için dışarıdaki fazla kâr kaynaklarına erişme
konusunda imtiyazlı bir konuma sahip olmaları gerekiyordu. Bu da sömürgelerini
büyütmesinin ama bir yandan da savaş öncesi güneydeki pamukla kurduğu simbiyotik
ilişkinin bir sonucuydu. Yanlış anlaşılmasın. Bu, sadece bizim düşüncemiz değil,
Marx da böyle düşünüyor:
“Sömürgecilik sistemi,
kamu borçları, ağır vergiler, koruma, ticaret savaşları vs… Bunların hepsi
de gerçek imalat döneminin çocukları ve hep birlikte, modern sanayinin emekleme
dönemi boyunca devasa ölçülerde büyüdü. […] Pamuk endüstrisi İngiltere’de
çocuk emeğini gündeme getirirken, ABD’de önceden varolan, az çok babahancı olan
kölelik düzeninin ticari sömürü sistemine dönüşmesi için gerekli teşviki
sağladı. Esasında Avrupa’daki ücretli işçilerin zımni köleliği, onu ayakta
tutan kaide olarak, yeni dünyadaki saf ve basit köleliğe ihtiyaç duyuyordu.”
(Capital, Cilt 3,1:915)
Kapitalist
büyümenin zirve noktalarına atıfta bulunan bazı ifadeleri italik yaptım. Bunun nedeni,
bazı isimlerin yanlış anlama neticesinde, Marx’ın buralarda “kapitalizm öncesi”
ilişkileri tartıştığını düşünmeleri.
Buradan,
Marx’taki derinlikli ve üstün yana kaynaklık eden son teorik özgünlüğüne
geliyoruz: Marksistlerin sırtını döndükleri bu teorik özgünlük dâhilinde Marx,
kapitalizmin dönüşüme uğratıp yeni bir barbarlık düzeyine taşıdığı meta dışı ve
yarı meta ilişkilerini analiz ediyor.
Esasen
Hitler ve Bush, en güncel ideoloji olarak neoliberalizm koşullarında
uluslararası düzlemde görülen eşitsizliği en yüksek seviyeye taşıyan aynı
çelişkinin ürünleri.[14]
Buradan
da Batı Marksizminin önyargıları sebebiyle kör baktığı, görmediği en önemli hususa
ulaşıyoruz: kapitalizm, acımasız bir biçimde, tüm sınıfsal ilişkileri kapitalistle
işçi arasındaki ilişkiye indirgemek, dünya nüfusunun yarısını, diğer tüm
toplumsal biçimleri bu biçimleri üretmemiş olan, onların ait olmadığı tarih
öncesi çağa mahkûm etmek gibi bir dürtüye sahip. Küresel kuzeyde kapitalizmin
elde ettiği “başarılar”la gezegendeki insanların yarısından fazlasına çile
çektiren yoksulluk arasındaki ilişkiyi kurmamak, savunulması mümkün olmayan, politik
düzlemde ise intiharla neticelenecek bir yaklaşım.
Thomas
Walcom’ın hafife aldığı isyanların dünya genelinde yaşanmasına neden olan şey, bu
bahsini ettiğimiz sınıfsal farklılaşma ve yoksullaşma sürecidir. Bugün küresel
güneydeki yoksul ve emekçi halkın ihtiyaç duyduğu şey, savaş ve yıkımla temin
edilecek yeni bir ekonomik canlılık değil, yirmi birinci yüzyıl sosyalizmidir. Bu
sosyalizmin somutlaşması içinse düşünsel planda yenilenmeye, buradan da Marksizmin
Marx’ı yeniden keşfetmesine ihtiyaç var.
Alan Freeman
7 Kasım 2009
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Thomas Walcom, “Silence of the Left”, Toronto Star, 13 Haziran 2009.
[2]
Floyd Norris, “Greenspan’s Lament”, New York Times, 28 Ekim 2008.
[3]
Willem Buiter, “The unfortunate uselessness of most ‘state of the art’ academic
monetary economics”, Financial Times, 3 Mart 2009.
[4]
Alıntılardaki tüm vurgular aksi belirtilmedikçe bana aittir.
[5]
Okishio’nun teorisini ilkin Kliman (1988) çürüttü, Freeman ve Carchedi (1995)
eliyle çok sonradan bir araya getirilmiş olan, “girdilerin fiyata dönüşümünü
anlayamama”ya dair eleştirinin yanlışlığını ortaya koymaksa Giussani’ye (1991)
düşüyor. Kliman (2007) Marx’ın teorisini temel alan Zamansal Tek Sistem
Yorumu’nun sunduğu vakayı özetliyor. Bu alana yönelik çalışmalara Carchedi
(2009) ve Potts (2009) katkıda bulunuyor. Kliman ve Freeman’ın (2009) anlamlı
bir cevap üretemedikleri görülüyor.
[6]
Metin boyunca “Marksizm” ifadesi “Marx’sız Marksizm” anlamında
kullanılmaktadır. Bu alanın detaylı incelemesi bu makalenin sınırlarını aşacak
düzeyde. Bu anlamda, “Marx’sız Marksizm” terimi esasen Batılı olmayan
Marksistleri içermiyor. Marksist politik örgütler bu meseleyi ciddiyetle ele
alıyorlar. Proteo, bu konuda önemli çalışmalara alan sundu. International
Socialist Journal ve Communist Review ise sadece akademik Marksizm
geleneğindeki yetersizlik üzerinde durmakla yetindi.
[7]
R. B. Day’in (1981) de ifade ettiği biçimiyle, yirmilerde Sovyet stratejisi
üzerine çalışan Rus Marksistlerinin de üzerinde durduğu, tartıştığı ana konu
çöküş meselesiydi. Marksizmin teorideki hatalarından biri de bu konuyu yeniden
tartışmamış olmasıdır.
[8]
Bkz.: Desai, R. ve A. Freeman (2009) “Keynes and the Crisis: a case of Mistaken
Identity”. Canadian Dimension, Temmuz 2009.
[9]
Üçüncü dipnota bakınız.
[10]
Bu görüşü Julian Wells’ten aldım.
[11]
Bkz.: Mandel (1974) ve C. Freeman (1995).
[12]
Bkz.: Perez (2002). Perez de Şumpeterci gelenek içerisinde ekonomik canlılıklar
konusunda makul değerlendirmelerde bulunuyor.
[13]
Rusya ve Çin’den gelen tehdidin teşvikiyle ABD’deki dik kafalı “ortaklar”
disipline edilmesi gerekiyordu.
[14]
Freeman (2009).
Kaynakça:
Anderson, P. (1983). In The Tracks of Historical Materialism. Verso.
Bagchi,
A. K. (1982). The Political Economy of Underdevelopment (Modern Cambridge
Economics). Cambridge University Press.
Bortkiewicz,
L. von (1952), ‘Value and Price in the Marxian System’ (part I), International
Economic Papers, 1952(2), s. 5-60.
Brenner,
R. (1998). “The Economics of Global Turbulence”. New Left Review, I/229.
Brenner,
R. (1977). “The Origins of Capitalist Development: A Critique of Neo-Smithian
Marxism.” New Left Review I/104.
Carchedi,
G. (2009) “The Falling Profit Rate: from Okishio to Marx”, Capital and Class,
Sayı. 99.
Colander,
D, Hans Foellmer, Armin Haas, Michael Goldberg, Katarina Juselius, Alan Kirman
vd. (2008). ‘The Financial Crisis and the Systemic Failure of Academic
Economics’. ifw.
Day,
R. B. (1981). Crisis and the Crash: Soviet Studies of the West, 1917-39.
New Left Books.
Desai,
R. ve A. Freeman (2009) “Keynes and the Crisis: a case of Mistaken Identity”. Canadian
Dimension, Temmuz 2009.
Freeman,
A. (1999) “The Limits of Ricardian Value: law, contingency and motion in
economics” mpra.
Freeman,
A. (2001) “Europe, the US and the world economy: Alan Greenspan’s search for a
fifth Kondradieff” mpra.
Freeman,
A. (2009) “The Poverty of Statistics” Third World Quarterly Cilt 28.
Freeman,
C. (1995). TheThird Kondratieff Wave: The Age of Steel, Electrification and
Imperialism. Sussex: SPRU.
Freeman
ve Carchedi (1995) Marx and non-Equilibrium Economics. Edward Elgar.
Hodgson,
G. (1980). ‘A Theory of Exploitation without the Labor Theory of Value’. Science
and Society, XLIV(3), s. 257-273.
Kliman,
A (1988), ‘The Profit Rate Under Continuous Technological Change’, Review of
Radical Political Economics, 20:2 & 3.
Giussani,
P. (1991), ‘The Determination of Prices of Production’, International
Journal of Political Economy, Cilt 21, Kış (1991-1992), s. 67-87.
Kliman,
A. (2007). Reclaiming Marx's Capital: A Refutation of the Myth of
Inconsistency. Lexington Books.
Kliman,
A. ve Alan Freeman (2009) “No Longer a Question of Truth”. Marxism 21, Cilt
6, Sayı. 3.
Kuhn,
R. (2007) Henryk Grossman and the Recovery of Marxism. University of
Illinois Press.
Laibman,
D. (2004) “Rhetoric and Substance in Value Theory: an Appraisal of the New
Orthodox Marxism “ Freeman, A., A. Kliman ve J. Wells (2004) The New Value
Controversy and the Foundations of Economics içinde. Edward Elgar.
Mandel,
E. (1999). Late Capitalism. Verso.
Marx,
K. (1975). Early Writings. Penguin Classics.
Marx,
K. (1991). Capital: Cilt III. Penguin Classics.
Marx,
K. (1992). Capital: Cilt 1. Penguin Classics.
Patnaik,
U. (2006). ‘The Free Lunch: Transfers from Tropical Countries and Their Role in
Capital Formation in Britain during the Industrial Revolution.’ Yayına Hz.: Jomo,
K. S., Globalization Under Hegemony: The Changing World Economy. New
Delhi: Oxford University Press.
Perez,
Carlota. (2002). Technological Revolutions and Financial Capital: The
Dynamics of Bubbles and Golden Ages. Edward Elgar.
Potts,
N. (2009). “Trying to Help Rescue Value for Everyone”, Critique, Cilt.
37., Sayı. 2.
Roemer,
J. E. (1989). Free to Lose: Introduction to Marxist Economic Philosophy
(2. Baskı). Radius.
Sraffa,
Piero. 1975. Production of Commodities by Means of Commodities.
Cambridge University Press.
Steedman,
I. (1981). Marx After Sraffa (Yeni Baskı). Verso Books.
Sweezy, Paul M. (1968). Theory of Capitalist Development: Principles of Marxian Political Economy. Modern Reader Paperbacks.
0 Yorum:
Yorum Gönder