Osmanlı
İmparatorluğu, on yedinci yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’nın en güçlü
devletlerinden biriydi. Ancak on sekizinci yüzyılın başlarından itibaren
imparatorluğun içinde ve çevresinde meydana gelen değişiklikler, gücünü
sarsmaya başlamıştı. Zamanla iç isyanlar, ekonomik sorunlar, yönetimsel
bozukluklar ve dış baskılar Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasına neden
olmuştu.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemindeki en önemli olaylardan biri, on dokuzuncu
yüzyılın ortalarında başlayan Tanzimat reformlarıdır. Bu reformlar,
imparatorluğun modernleşme ve Batılılaşma çabalarının bir parçası olarak
başlatıldı. Ancak, bu reformlar bazen sınırlı başarılar elde etti ve bazen de
toplumsal ve siyasi çalkantılara sebep oldu.
Ayrıca,
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki önemli bir gelişme, etnik ve dini
gruplar arasındaki gerginliklerin artmasıydı. Bu, özellikle Balkanlar ve
Anadolu’da etnik gerilimlere ve çatışmalara yol açmıştı.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemi, içsel ve dışsal faktörlerin bir araya geldiği bir
dönem olarak görülür. İmparatorluğun bu dönemde yaşadığı sorunlar, sonunda
Birinci Dünya Savaşı’na ve nihayet 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşuna yol açtı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ve çöküşü, modern
Türkiye’nin temellerini atmış ve Orta Doğu’nun tarihini büyük ölçüde
etkilemiştir.
On
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu, askeri yenilgiler,
ekonomik zorluklar ve yönetimsel çöküşle karşı karşıyaydı. Bu dönemde,
imparatorluk topraklarının büyük bir kısmı kaybedilmişti, ve Osmanlı hükümeti
içeride ve dışarıda birçok sorunla karşı karşıya kalmıştı.
Osmanlı
İmparatorluğu, ekonomik güçsüzlük yaşamaya başladı. Dış borçlar birikmiş, mali
krizler artmış ve imparatorluğun ekonomisi çökmek üzereydi. Bu sorunların
üstesinden gelmek için on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren bazı
ekonomik reformlar başlatıldı. Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı
(1856), ekonomik alanda bazı yenilikleri içeriyordu ve ticaretin kontrolsüz
yayılmasını sınırlamayı amaçlıyordu.
Merkezi
otorite zayıflamış, eyaletlerin özerkliği artmış ve isyanlar patlak vermişti.
Yabancı müdahalesi ve toprak kayıpları da Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit
ediyordu. Meşrutiyet hareketleri, siyasi reformlarla bu sorunların çözülmesine
çalıştı. Ancak, siyasi reformlar da sınırlı bir etki yarattı ve imparatorluğun
çöküşü kaçınılmaz hale geldi.
Osmanlı
İmparatorluğu, etnik ve dini farklılıkların neden olduğu toplumsal sorunlarla
karşı karşıyaydı. Modernleşme ve gelenek arasındaki gerilim, toplumsal
dengesizliği artırıyordu. Sosyal adaletsizlik ve fakirlik de toplumsal
huzursuzluğa yol açtı. Osmanlı İmparatorluğu, toplumsal reformlar yaparak bu
sorunlarla başa çıkmaya çalıştı, ancak sonuçlar sınırlıydı.
Osmanlı
İmparatorluğu, modern silahlanma eksikliği ve askeri reform gerekliliği ile
karşı karşıyaydı. Ayrıca, yabancı işgaller ve savaşlar da askeri sorunlara
neden oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru, imparatorluk, ordusunu modernize
etmeye çalıştı, ancak bu çabalar yetersizdi.
Sonuç
olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, büyük sorunlarla dolu bir dönemdi
ve bu sorunların üstesinden gelmek için bir dizi reform girişimi başlatıldı.
Ancak, bu reformlar genellikle yetersiz kaldı ve imparatorluğun çöküşü
kaçınılmaz hale geldi. Bu reform girişimleri, Cumhuriyetin kuruluşuna giden
yolun temellerini atmış ve Türkiye’nin modernleşme sürecinin başlamasına katkı
sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, tarihsel bir dönüm
noktasıydı.
Hamiyet
Cemiyeti ve Türkçü Düşüncenin Yayılması ve Etkileri
İttifak-ı
Hamiyet Cemiyeti’nin kurucuları; Sağır Ahmetbeyzade Mehmet, Mehmet Kayazade
Reşat, Menapirzade Nuri, Suphi Paşazade Ayetullah ve Namık Kemal’dir. Cemiyetin
ilk toplantısı, Boğaziçi’nde Ahmet Bey Yalısı’nda gerçekleşmiştir. Ziya Bey
(Paşa), Ali Suavi ve Ebüzziya Tevfik gibi isimler de sonradan cemiyete üye
oldular. Bu gençlerin ortak özelliği, devlet dairelerinde ve bu arada Tercüme
Odası’nda yetişmiş varlıklı aile çocukları olmalarıydı. İtalyan Carbonari
hareketinden esinlenen cemiyet, İtalyan Büyük Mason Locası’nın desteğinde
çalışmaktaydı.
Ebüzziyâ
Tevfik cemiyetin kuruluşunu, İstanbul’da Belgrad ormanında Nâmık Kemal’in de
katıldığı bir kır gezisinde veya cemiyetin önemli isimlerinden Sağır Ahmed
Beyzâde Mehmed Bey’in (Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın yeğeni) evindeki
toplantıda olmak üzere iki farklı anlatımla açıklar (1865). Ebüzziyâ’daki bilgi
kargaşası Kaya Bilgegil tarafından çözümlenmiş, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin
aslında Avrupa’da kurulduğu (1867) ve Belgrad ormanındaki toplantıda teşkil
edilen cemiyetin Fransızca “misyon” anlamında “meslek” adını taşıdığı tesbit
edilmiştir. (Yeni Osmanlılar, s. 355-356; Koray, XLVII/186 [1984], s.
565-567; Onaran, s. 291 vd.)
Şerif
Mardin’in ifadesiyle; “31 Ağustos 1867’de Londra’da Mustafa Fâzıl Paşa’nın
parasal desteğiyle Ali Suâvi tarafından çıkarılan Muhbir gazetesi
kendilerine Yeni Osmanlılar tanımlaması yakıştırılan muhaliflerin sesi
olmuştur. Aslında on dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa’da monarşik idarelere
karşı çıkanlar için kullanılmış bir tabir olan yeni/jön (jeuns)
nitelemesi, daha sonraki dönemlerde genelde monarşi karşıtlığı kastedilmemekle
beraber Osmanlı aydın muhalefetinin tanımlanmasının ayrılmaz bir sıfatı haline
gelmiştir. Bu genç muhalifler kendilerini, bazan da Türkistan’ın erbâb-ı şebâbı
veya o zamanlar “vatan” karşılığında kullanılan “hamiyet” kelimesiyle ifade
edilen İttifâk-ı Hamiyyet gibi adlarla da tanıtmışlardır ki bu kelime “patriotic
alliance” şeklinde tercüme edilmiştir.”
Yeni
Osmanlılar, Avrupa’da geçirdikleri zaman boyunca ne siyasi ne de sosyal bir
parti olarak varlık gösteremediler. Aralarında görüş birliği sağlayamayarak
sonunda dağıldılar. Ancak, kendilerine biçilen sembolizm, özgürlük ve anayasa
talepleriyle, imparatorluğun kurtuluşu için bu unsurları zorunlu gördüler. Bu
görüşler, daha sonraki Jön Türkler tarafından aynen tekrar edildi ve onların
başarısı olarak kabul edildi. 1876 anayasasının ilanı ve 1908’de tekrar
yürürlüğe girmesi, II. Abdülhamid’in sıkı yönetimine son verilmesi ve onun
tahttan indirilmesi gibi olaylar, Jön Türkler’in bir başarısı olarak görüldü,
ancak Yeni Osmanlılar’ın ilk muhalifleri unutulmaz kıldı.
Jön
Türkler ve Etkileri
Yeni
Osmanlılar, aslen Giuseppe Mazzini önderliğindeki Jön Avrupa örgütünün etkisi
altında faaliyet gösteren ve Mason Locası’nda siyasi çalışmalarda bulunan bir
gruptu. Kısa bir süre sonra isimleri Yeni Osmanlılar’dan Jön Türkler’e dönüştü.
Jön Türklerin fikirleri, İnsan Hakları Beyannamesi’nin temel prensiplerine
dayanıyordu. Özgürlük fikrini savunan Mason örgütleri, on sekizinci yüzyıldan
itibaren İnsan Hakları Beyannamesi’nin ilke ve hükümlerini destekliyordu.
Mustafa
Reşit Paşa Avrupa’da meydana gelen tüm olayları yakından izliyor, Paris ve
Londra Elçilikleri zamanında fiilen bu akımlara dahil oluyordu. Kendisi de bir
Mason olan Mustafa Reşit Paşa bu dönemde Masonların savunduğu “özgürlükçü
fikirleri” kaynağında, yani Londra’da izliyor, bu fikirlerin ancak bir
Anglosakson Meşruti Monarşi sistemi içinde gerçekleştirilebileceğine
inanıyordu. Ayrıca özgürlükçü fikirleri, Osmanlı toplum yapısı ile
İngiltere’nin toplum yapısındaki benzerlikler de pekiştiriyordu.
Mustafa
Reşit Paşa’nın, Sultan Abdülmecit üzerinde etkisini kullanarak elde ettiği
Gülhane Hattı Hümayununun gerektirdiği kısmen özgür ortamın, Abdülaziz
tarafından mutlak bir otorite ile ezilmeye kalkışılması, Tanzimat’ın getirdiği
yenilikleri bile yetersiz bulan ve Meşruti Monarşiyi kurmak amacıyla muhalefet
yapan Yeni Osmanlıları harekete geçiriyordu. Bu hareket ise kaynağını,
Fransa’da kurulmuş olan ve Fransız Carbonarisi de denen Genç Fransa örgütünden
alıyordu. Ancak Genç Osmanlıların bu dönemdeki temel sosyal ve ekonomik
görüşlerini, şahıs özgürlüğüne dayalı bireycilik oluşturuyordu. Nitekim bu
görüşler daha sonra önde gelen Jön Türklerden Prens Sabahattin tarafından
kişisel girişimcilik ve yerinden yönetim başlığıyla formüle edilecek, böylece
Anglosakson Liberalizminin Türkiye versiyonu oluşturulacaktı. (Masonluk ve Jön
Türkler)
Avrupalı
masonların, localar aracılığıyla, Mustafa Reşit Paşa gibi Tanzimat erkanına,
materyalizm telkini yaptıkları görülmektedir. Mustafa Reşit Paşa’nın bu anlamda
çarpıcı bir bağlantısı, ünlü ateist Fransız düşünür Auguste Comte ile kurmuş
olduğu yakınlıktır. Ateizmin ve din aleyhtarlığının doruk noktası olan
pozitivizmi ortaya atan Auguste Comte, Mustafa Reşit Paşa’yı etkisi altına
almaya çalışmış, hatta bu yakınlık Padişahın, Reşit Paşa’yı ilk Sadrazamlığı
döneminde görevden almasına sebep olmuştur.
Sık
sık Mustafa Reşit Paşa’ya mektup yazarak ona ateist ve din aleyhtarı bir
felsefe aşılamaya çalışan Auguste Comte, bir mektubunda şunları yazmıştır:
“[…]
Müslümanlar böylelikle esasen faydasız olan, bir siyasi birlik fikrinden
vazgeçerlerse Osmanlı İmparatorluğu’nun lüzumlu görünen dağılışından üzüntü
duymayacaklar, tersine olarak, geçici hâkimiyetlerinin vermiş olduğu
kazançlarını sınırlayan sosyolojik kanun tatbikatını görmüş olacaklardır. Aynı
zamanda Osmanlı şefleri, hala kendilerinden daha az mütecanis bir devletin
müstakbel istilaları ile ilgili ve kendiliğinden bir dağılmaya tamamen boyun
eğmiş olarak hayali de olsa felaketli ve korkunç endişelerden milletlerini
kurtulmuş göreceklerdir.”
Osmanlı
İmparatorluğu sınırları içinde özellikle Selanik gibi bölgelerde bulunan
İtalyan, Fransız ve İspanyol loca üyeleri, kapitülasyonlar nedeniyle
dokunulmazlıklara sahipti. Bu nedenle, bu üyeler rahatça toplantılarını bu loca
mekânlarında gerçekleştiriyor ve bu localara üye olmak, II. Abdülhamid Han’ın
takibinden korunmak için bir güvence sağlıyordu. Ayrıca, Mason loca üyeleri,
Jön Türklerin toplantılarını gizlice yapmalarına yardımcı oluyor ve bu sayede
II. Abdülhamid Han’ın gözetiminden kaçarak faaliyetlerini sürdürebiliyorlardı.
Tahsin
Paşa’nın hatıralarına göre, Selanik’te bulunan Mason cemiyetine mensup ve
tanınmış bazı kişiler, Jön Türklerin faaliyetlerine yardımcı oldular ve
Masonluğun sadece hafif görünen ancak son derece güçlü bir teşkilat olduğunu
belirtmiştir. Ayrıca, Yine 1904 yılından itibaren posta-telgraf başkâtibi Talat
Bey, Askeri Rüştiye müdürü Tahir Bey, Fransızca öğretmeni Naki Bey, Mithat
Şükrü ve Ömer Naci gibi Jön Türkler, Mason loca etrafında propaganda
faaliyetlerine başladılar ve sonunda Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurdular. (Tahsin
Paşa Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, M Ahmet Halit Kitaphanesi, İst
1996:340)
Jön
Türklerden olan Refik Bey 1908 yılında Temps dergisine verdiği
bir röportajda masonlarla cemiyetin ilişkisini şu şekilde anlatmaktadır:
“Masonluktan
özellikle İtalyan masonluğundan destek gördüğümüz doğrudur. İki İtalyan locası,
Risorta ve Labor et Lux; bize gerçekten yardım sağladı ve iltica teklifinde
bulundu. Orada masonlar olarak buluştuk; gerçi birçoğumuz masondu ama kendimizi
örgütlemek için buluştuk, bunun yanı sıra yoldaşlarımızın büyük kısmını bu
localardan seçtik.” (Alkan Ahmet Turan, II. Meşrutiyet Döneminde Ordu ve
Siyaset, Cedid Yayınları, Ank, 2009 s.89.90.92)
Terim
“Genç Türkler” ilk olarak 1828 yılında Charles MacFarlane tarafından, o dönemin
genç Osmanlı nesline atıfta bulunmak üzere kullanıldı. Daha sonra, 1855 yılında
J.-H. Abdolonyme Ubicini, II. Mahmud dönemindeki reform hareketine katılan
devlet adamlarını ve Sultan Abdülmecid döneminin Batılılaşma yanlısı Tanzimat
ricâli için “Jeune Turquie de Mahmoud” ve “Jeune Turquie d’Abdul
Medjid” ifadelerini kullanarak terimi tamamladı.
Jön
Türkler, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti içinde
Meşrutiyet temelinde bir sistem kurmayı ve Kanun-ı Esasi’nin ilanıyla serbest
seçimlere gitmeyi hedefleyen, Batı örnekli bir yol seçen Osmanlı aydınlarının
genel adıdır. Bu terim ilk kez Mustafa Fazıl Paşa tarafından kullanıldı ve daha
sonra Namık Kemal ile Ali Suavi tarafından kabul edildi, Yeni Osmanlılar terimi
yerine kullanılmaya başlandı. Ayrıca, I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde bu
isim, tüm muhalifler için ortak bir tanımlama olarak kullanıldı.
Kavramın
belirli şahıslar için değil bir zümre için kullanılır hale gelmesiyle II.
Abdülhamid’i fazlasıyla rahatsız etmiş ve Temmuz 1901 tarihinde sâdır olan bir
irade gereğince “Jön Türk” tabirinin yerine “müfsid” kelimesinin kullanılması
emredilmiştir. (BA, BEO, Mahremâne Müsveddat, 129, 8 Temmuz 1901) Bu
tarihten sonra resmî evrakta bu tabir yerine “erbâb-ı fesad” ibaresi ikame
edilmiş, Fransızca muhâberatta ise “agitateur” kelimesi tercih
edilmiştir. (Paris Büyükelçiliği Arşivi, D. 244, 17 Temmuz 1901/nr. 30)
Osmanlı
yönetiminin keyfi ve mutlakıyetçi yaklaşımına karşı çıkan, Avrupa’da eğitim
almış bir grup aydın ortaya çıkmıştı ve bu aydınlar arasında Ali Suavi, Şinasi,
Ziya Paşa, Namık Kemal, Agah Efendi gibi isimler yer alıyordu. Genç Osmanlılar,
Avrupa ve İstanbul’da yayınladıkları Ulum ve İbret gibi
gazetelerde insan hakları, eşitlik, hürriyet, adalet, vatanseverlik,
meşrutiyet, meclis sistemi, anayasal düzen gibi konuları ele alıyorlardı. Bu
grubun destekçileri arasında Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü
Paşa gibi isimler öne çıkıyordu. Ayrıca, özgürlük ve meşrutiyet fikirleri,
küçük ve büyük memurlar, subaylar, Mühendishane ve Tıbbiye öğrencileri arasında
da geniş bir etki yaratıyordu.
Abdülhamid’in
Meşrutiyet’i yok etmesi sonucunda, önce Osmanlı İmparatorluğu toprakları
içinde, daha sonra yurtdışında gizli cemiyetlerin kurulmasına yol açtı. Bu
cemiyetler zamanla Jön Türkler olarak bilinmeye başladı. İbrahim Temo’nun
liderliğini üstlendiği bu cemiyetin temel amacı, 1876 Anayasası’nın tekrar
yürürlüğe konmasını sağlamaktı. Aslında bir öğrenci hareketi olan Jön Türkler
kısa sürede toplumu etkileyerek hızla yayılacaktı. 1894 yılında daha sonra
partileşecek İttihat ve Terakki Cemiyetine dönüşecekti.
Jön
Türk hareketi içerisinde, günümüze kadar uzanan önemli bir etki bırakan kişi,
Prens Sabahattin’in düşünceleriyle öne çıkar. Damat Mahmut Paşa’nın oğlu ve
Abdülhamid’in kız kardeşiyle evli olan Prens Sabahattin, imparatorluğun
yapısını temelden değiştirmeyi hedefleyen bir ademi merkeziyetçi yönetim kurma
amacındaydı. Bireysel girişimleri teşvik etmek ve aydınları devlet memurluğu
yerine daha üretken işlere yönlendirmek suretiyle imparatorluğu yeniden
şekillendirmeyi planlıyordu. Bu nedenle, farklı etnik grupların bu despotik
düzene karşı birlikte mücadele etmelerini savunuyordu.
Jön
Türkler, Yeni Osmanlılar’ın takipçisi olarak görülmüş ve “vatanı kurtarmak”
amacıyla meşruti yönetim hedeflemişlerdir. Ancak bu hareket, kesinlikle homojen
bir düşünce yapısına sahip değildi. Bir lider tarafından tek merkezli
yönetilmedi, ancak bazı önde gelen isimler bu harekete öncülük etmiştir.
Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, Mizancı Murat ve Prens Sabahattin gibi isimler öne
çıkan figürlerdi. Bu isimlerin farklı düşünce sistemlerine sahip olmaları, Jön
Türk hareketinin belirgin bir ideolojisinin olmadığını ve heterojen bir yapıya
sahip olduğunu açıkça göstermektedir.
Şerif
Mardin, Jön Türkleri değerlendirirken dört farklı grupta sınıflandırmıştır. İlk
grup, Selim Faris ve Hürriyet çevresinde toplananlar olarak tanımlanırken,
ikinci grup Türk-Suriye Komitesi üyelerinden oluşuyordu. Üçüncü grup ise Rıza,
Ganem ve Fua gibi önemli figürlerden meydana gelmiştir. Dördüncü ve son grup
ise İstanbul’da oluşan askeri grupları içeriyordu. (Mardin, 2017: 78-79).
Mardin, bu dört gruptan birinci ve ikinci grupların etkisinin hareket içinde
sınırlı olduğunu ifade etmiştir. Bununla birlikte, üçüncü ve dördüncü grupların
asıl faaliyetlerde bulunan ve son derece etkili olduklarına dikkat çekmiştir.
Bu iki etkili grup, Avrupa’da ortaya çıkan farklı fikir akımlarından etkilenmiş
ve benimsedikleri ideolojiler nedeniyle farklı siyasi grupların ortaya
çıkmasına yol açmıştır. Bu durum, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından
itibaren siyasi modernleşme dönemine girildiğini göstermektedir. (Ortaylı,
2018: s. 270)
İttihat
ve Terakki Hareketi
Profesör
Sina Akşin İttihatçıları şöyle anlatmıştır:
“İttihat ve
Terakki mekteplilerin siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan
Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859’da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk
kez çokça denebilecek sayıda, düzenli olarak yeni adamlar yetişmeye başladı.
Yeni adam demek çağcıl (modern) adam demekti. Yani ortaçağcıl olmayan özgür
kafalı insanlar. Bu insanlar böyle bir dönüşümden sonra topluma bir ölçüde
yabancılaşmış oluyorlardı. Başta onları yetiştiren devlet kendilerini bağrına
basmıyordu. Fakat devlet onlara gereksinimi olduğunu bildiği için yine de
onları yetiştirmek, yetişince onlara belirli görevler vermek zorunluluğunu
duyuyordu. Çünkü batmakta olan imparatorluğun ancak onların çatışmalarıyla
ayakta kalabileceğinin farkındaydı. Devlet kerhen de olsa onlara tahammül etmek
durumundaydı.”
Profesör
Metin Heper ise Jön Türk hareketi ve İttihat ve Terakki ile başlayan Türk
milliyetçiliğini şöyle izah ediyordu:
“Osmanlı
Padişahlarının önce Osmanlılığa sonra Osmanlı-İslamcılığa sarılarak
imparatorluğun bütün unsurlarını hanedanlık şemsiyesi altında tutmak için
gösterdikleri büyük çabalara karşın, gayrimüslim unsurlar Osmanlıcılık, Türk
olmayan Müslümanlar da Osmanlı-İslamcılık formülünü reddettiler. Bu nedenle
ülkeyi dağılmaktan kurtarma sorumluluğu geri kalan Türklerin omuzlarına
yüklendi. Bu durum Türkler arasında daha önce bulunmayan bir ulusal bilinç
duygusunun geliştirilmesini zorunlu kıldı. Ulusal bilinçten kaynaklanan ulusal
birliğin Türkleri bir arada tutabileceği ve böylece imparatorluğun artakalan
topraklarını savunabilecekleri düşünüldü.”
Osmanlı
İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), 1908 İhtilali’nin organizatörleri olarak
bilinir ve bu tarihten 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminde
önemli bir rol oynamıştır. İTC’nin kurucuları arasında Diyarbakırlı İshak
Sukûti, Ohrili İbrahim Edhem (Temu) Temo, Kürt Abdullah Cevdet, Konyalı Hikmet
Emin ve Kafkasyalı Mehmed Reşid bulunmaktadır.
Cemiyet,
kısa bir süre içinde özellikle Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Tıbbiye gibi askeri
okullardan gelen üyelerin katılımıyla üye sayısını artırmış ve hem yurt içinde
hem de yurt dışında yeni şubeler açmıştır. İTC’nin kuruluş adı başlangıçta
“İttihâd-ı Osmanî” olarak bilinse de, 1895 yılına kadar olan faaliyetleri daha
çok yeni üyeler kazanma, gizli toplantılar düzenleme ve özgürlükçü yayınları
okuma etrafında dönüyordu. Ancak bu tarihten sonra “Osmanlı İttihat ve Terakki
Cemiyeti” adını alarak, örgütlenmeyi memurlar, subaylar, ulema ve harp okulu
öğrencileri arasında sürdürdü.
Cemiyetin
kuruluş beyannamesinin yaklaşık 39 madde içerdiği düşünülmektedir. Beyannamenin
ilk maddelerinde, cemiyetin amacının “Hükümet-i hazıranın adalet, eşitlik,
özgürlük gibi evrensel insan haklarını ihlal eden ve tüm Osmanlı vatandaşlarını
geri kalmışlığa mahkûm eden yönetim biçimini İslam ve Hristiyan vatandaşlara
anlatmak” olduğu ifade edilir.
Gazete
ve broşürlerde, II. Abdülhamid’i “Kızıl Sultan” olarak adlandırarak ve onu
bütün kötülüklerin başı olarak göstererek sert bir eleştiriye tabi
tutmuşlardır. Sultan için, “Tahtta oturan iblisin ta kendisi, padişah değil
zulme uğratan yaratık” gibi aşağılayıcı ifadeleri sık sık kullanmışlardır.
4
Şubat 1902’de Paris’te altı gün süren I. Jön Türk Kongresi toplandı. Toplam 70
delegeden 47’si Türk’tü, ancak Müslüman olmayan Kürt, Arap, Arnavut, Rum,
Ermeni gibi birçok farklı etnik gruptan insanlar da kongreye delegeler olarak
katıldı. Ahmet Rıza Bey, Refik Nazım, Halil Ganem, Ali Haydar, Trablusgarp
Valisi İsmail Kemal, Yusuf Akçura, Londra Sefiri Ferid Bey, Rum delegesi
Muzoros Kikis, Yahudi delegesi Alber Fua Efendi ve bazı Ermeni cemiyetleri gibi
birçok farklı grup kongreye katıldı.
Kongrede
dört ana konu ele alındı, ancak iki önemli tez üzerinde yoğun tartışmalar
yaşandı. Ahmet Rıza Bey liderliğindeki İttihat ve Terakki (CUP) kanadı,
Türklerin yönetici ve egemen olmalarının gerekliliğini vurgularken, Prens
Sabahattin liderliğindeki diğer grup bölgesel özerklik ve yerel yönetim
ilkelerine daha fazla önem veriyordu. Bu fikir ayrılığı, cemiyeti ikiye böldü.
Ahmed Rıza, Dr. Nazım, Hoca Kadri Efendi ve Ali Haydar, cemiyetten ayrılarak
Osmanlı İttihat ve Terakki bayrağı altında faaliyetlerine devam etti ve
Meşveret, Şurâ-yı Ümmet, Osmanlı gazeteleri gibi araçlarla propagandalarını
sürdürdüler. Prens Sabahaddin ve taraftarları ise Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i
Merkeziyet Cemiyeti’ni (1906) kurdu.
Paris
merkezli İttihatçıların ülke içindeki propagandalarının en etkili olduğu
alanlardan biri Makedonya’da görüldü. Bu bölge, Osmanlı askeri gücünün yoğun
olduğu, denetimden uzak, ekonomik ve sosyal hayatın gelişmiş olduğu ve
paylaşılmak istenen bir bölge olarak öne çıkıyordu. 1906’da Selanik’te askeri
ve sivil aydınlar tarafından kurulan gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, hızla tüm
Rumeli’de yayıldı ve 1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşerek
“Terakki ve İttihak” adını aldı.
İkinci
Kongre, 27-29 Aralık 1907 tarihlerinde Paris’te toplandı ve cemiyet üyeleri
ihtilal yapma kararı aldı. Cemiyet, Makedonya ve Batı Anadolu’da örgütlenmeyi
tamamladı. Bu kararlara göre, Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, yönetim
düzeninin değiştirilmesi ve parlamentolu bir rejimin kurulması gibi önemli
adımlar atılacaktı. Ordu içinde propagandaya ağırlık verilmesi ve halkın vergi
ödememeye çağrılması gibi temel prensipler kabul edildi.
Meşrutiyet
fikrinin askerler arasında yayılmasını kolaylaştıran bazı nedenler vardı.
Birincisi, mektepli subayların Abdülhamid tarafından korunduğu ve alaylı
subaylara göre daha fazla yükselme olanağı ve maddi avantajlar elde etmeleri
nedeniyle rahatsızlık duyuyorlardı. İkinci neden, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış
müdahalelerle bölünme tehdidi altında olmasıydı. İngiltere ve Rusya’nın 1908’de
Reval görüşmelerinde Osmanlı topraklarının paylaşılacağı yönündeki dedikodular,
İttihatçıları endişelendirdi.
Ayrıca,
Resneli Niyazi Bey’in 1908’de dağa çıkarak hürriyet talep etmesi,
İttihatçıların yakalanma veya hürriyet için çaba sarf etme ihtiyacını doğurdu.
Bu, hürriyetin gelmesi durumunda hafiyelik ve takip sona erecek ve İttihatçılar
izlenemeyecekti. İttihatçılar, Reval’i bahane olarak kullanıyorlardı. (İttihat
ve Terakki-Seval Yolaçan)
Kazım
Karabekir, “İttihat ve Terakki’nin Kuruluşu” adlı kitabında, İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin kuruluşunu iki aşamaya ayırmaktadır ve bu konuyla ilgili şu
bilgileri vermektedir:
“İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu bakımından iki döneme ayrılabilir. İlk dönem,
1889 (1305) tarihine dayanır ve İstanbul’da olgunlaşmamış bir ortamda
başlamıştır. Henüz olgunlaşmamış beş tıbbiye talebesinin özgürlükçü
heyecanları, bu dönemin başlamasına neden olmuş ve cemiyet hızla faaliyete
geçmiştir. Bu dönem daha çok mektep öğrencilerini içine almıştır. Ancak
İstanbul’da egemenliği ele geçirememiş ve sayısal olarak büyük olmasına rağmen
İstanbul’da hâkim olan despotizme karşı yetersiz kalmıştır. Küçük bir
çalkantıya karşı dayanamayarak varlığını kaybetmiştir.
İkinci dönem,
1906’da İstanbul’dan uzak Makedonya’da olgunlaşmış bir ortamda başlamıştır. Bu
dönem, olgunlaşmış sivil ve askeri liderlerin zamanın gereksinimlerini
düşünerek, uzun tartışmalar ve müzakereler sonucunda başlamıştır. Selanik’te on
kişilik bir merkezle faaliyete başlamıştır. Cemiyet, örgütünü hemen ordulara
yönlendirmiştir. Manastır gibi, despotizmin etkisinden uzak bir bölgede güçlü
bir kuruluş oluşturarak varlık göstermiştir. Önemli Rumeli merkezlerinde
örgütlenmiş ve İstanbul, Edirne, İzmir gibi yerlerde de örgütünü etkin hale
getirmiştir. Bu sayede despotizme karşı direnmiş ve özlediği özgürlüğü elde
ederek meşrutiyet yönetimini kurabilmiştir.”
1908
yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti, Sultan Abdülhamid’i meşrutiyeti ilan
etmeye zorlamak için şiddetsiz bir hareket başlattı. Cemiyet, Fransız
Devrimi’nin sembolik kavramları olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi
ilkeleri yüksek sesle vurgulayarak, zorbalığa dayalı despotik yönetim yerine
anayasal meşrutiyetin benimsenmesi gerektiğini açıklıyordu. Gelişen olaylardan
dolayı Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyan Sultan Abdülhamid, 23 Temmuz 1908’de
II. Meşrutiyeti ilan etti. 1909 yılında Kanun-i Esasi’de yapılan
değişikliklerle, kamu özgürlüklerinin kapsamı genişletilmiş ve toplanma ile
dernek kurma özgürlükleri tanınmıştı.
Bernard
Lewis, II. Meşrutiyet’i değerlendirirken, II. Abdülhamid dönemini zorbalığın
hüküm sürdüğü bir dönem olarak tanımlar ve şu ifadeleri kullanır: “Abdülhamid
istibdadının uzun gecesi sona ermiş, özgürlük şafağı yükselmişti. Meşrutiyet
yeniden ilan edilmiş, seçimler düzenlenmişti. Türkler ve Ermeniler sokaklarda
kucaklaşıyor, özgürlük ve kardeşlik çağı başlamıştı. O dönemde yazılan
makaleler, hatta şüpheci Avrupa basınında bile yankı uyandıran neredeyse
coşkulu bir sevinci yansıtıyordu.”
İktidarda
bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), II. Meşrutiyet’in ilk yıllarındaki
özgürlükçü tavrının aksine, muhalefete karşı daha baskıcı bir politika
izlemişti. İTC, 1909 gibi erken bir dönemde kabul edilen dernekler kanunu ile
dernekler, kulüpler, dergiler, gazeteler ve benzeri oluşumları yasaklamıştı
(Kayalı, 2000:59). Mevlana Rıfat’ın sahibi olduğu Serbesti gazetesinin yazarı
Hasan Tahsin ve ‘Sedayı Millet’ gazetesinin başyazarı Ahmet Samim’in
öldürülmesi gibi olaylarla birlikte siyasi suikastlar başlamıştı. İTC’nin ana
rakibi olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın önde gelen isimleri Sinop’a sürgün
edilmişti (Cemaleddin, 1978:143). 1912’de tarihe “dayaklı seçim” veya “sopalı
seçim” olarak geçen seçimlerde şiddet olayları (Ahmad, 1999:109-131) ve özellikle
1913’te Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi ve (1913) Bâbıâli Baskını gibi
olaylar, meşrutiyetin normal gelişimini engellemişti (Tunaya, 1998:37). İTC’nin
tek parti yönetimi, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte sona ermişti. Birinci
Dünya Savaşı’nın ardından, 8 Ekim 1918’de Talat Paşa Kabinesi istifa etti
(Falih Rıfkı, 1999:121). Ahmet Tevfik Paşa’ya hükümeti kurma görevi verildi,
ancak tüm çabalarına rağmen hükümeti kuramadı ve bu görev Ahmet İzzet Paşa’ya
verildi. 14 Ekim’de Ahmed İzzet Paşa yeni bir hükümet kurdu (Akşin, 1998:27).
Bu hükümette Rauf Bey [Orbay] Bahriye Nazırı olarak atandı. Müzakereler
sonucunda, Amiral Galtrop’un “ya bu şartları kabul edersiniz, ya da İstanbul’a
cebren girmek zorunda kalırım” tehdidi üzerine, 30 Ekim 1918’de Rauf Bey
başkanlığında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. 1 Kasım’da İttihat ve
Terakki Fırkası son kongresini düzenledi ve kendini feshetti. İTC, 5 Kasım
1918’de bir toplantı düzenledi ve bu toplantıda 4 çekimser, 9 olumsuz oya karşı
35 oyla İTC adının tarihe karıştığını kabul etti. (Mütareke Dönemi ve
Kürtler-Mehmet Veysel Karataş)
1910
yılından sonra İttihatçılar Türkçü politikaları önceledi. İttihat ve Terakki
Cemiyeti, açıkça milliyetçi politikalar geliştirmeye başlamış, hem parlamento
içinde hem de dışında milli bir kadro oluşturmak amacıyla çalışmıştı. Cemiyetin
düşünce temellerini oluşturan Ziya Gökalp’ın Balkan Savaşları devam ederken
yazdığı şiirindeki dizeler şöyledir:
Bir
ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkûre bir, lisan, adet, dil birdir,
Mebusanı temiz, orda Boşo’ların sözü yok,
Hududunda evlatları seve seve can verir,
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın.
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye
Sanatına yol gösteren ilimle fen türkündür,
Hirfetleri birbirini daim eder himaye,
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür.
Osmanlı
Devleti içinde Türk Milliyetçiliği politikası, diğer azınlık grupların
savundukları milliyetçilikten önemli ölçüde farklı değildi. İmparatorluk içinde
bir bütünlük sağlama olasılığı kalmadığına göre, diğer etnik gruplar gibi
Türklerin de milli bir vicdana sahip olma ve milli bir örgütlenme yapısına
sahip olma zamanı gelmişti. Ancak, İttihat ve Terakki’nin açıkça Milliyetçiliğe
yönelik eğilimi, cemiyetin içinde ve dışındaki Müslüman ve Gayrimüslim
unsurların büyük bir kısmını rahatsız etmeye başladı. Cemiyetin dile getirmeye
çalıştığı Türklük fikrini farklı açılardan yorumlamaya çalıştılar. Örneğin,
Moğol istilası ile İttihat ve Terakki’nin öne sürdüğü Türkçülük arasında bir
ilişki kurmaya çalıştılar. Bazıları Türklüğü İslam’a karşı bir düşünce olarak
ileri sürdüler. Cemiyetin savunduğu fikri değiştirmeyeceklerini anladıklarında,
çoğunluğu Türk kökenli olmayan üyeler zaman içinde cemiyetten ayrıldılar. (İttihat
ve Terakki Cemiyeti ve Türkçülük Politikası-Yaşar Semiz) Bunlardan biri de
Kürt Abdullah Cevdet ve İshak Sukuti’dir.
Bu
politika değişikliğini, Cemiyetin basın kanadının önemli temsilcisi Hüseyin
Cahit (Yalçın) şu şekilde açıklamıştı:
“İttihat ve
Terakki, Osmanlıcılıktan vazgeçmiştir. Türkçülük dışında izleyebileceği başka
bir yol da bulunmamaktadır. Eğer Türkler, İmparatorluğu idare etmeye devam
edeceklerse, Türkçülük tek tercih seçeneğidir. Etnik ayrılıkçı akımlar
sebebiyle İttihat ve Terakki, Âdemimerkeziyete şiddetle karşıdır. Çünkü bu,
Midilli, Sakız ve diğer adaları Rumların kucağına atmak anlamına gelir.”
Ayrıca
Anadolu içindeki bazı grupların ayrılıkçı ve merkezden uzaklaşma eğilimlerine
karşı Cemiyetin Kasım 1910’da Selanik’teki ikici toplantıda alınan “Türkler
arasında vatanseverliği yerleştirmek ve tüm Türk olmayan toplulukların mikro
milliyetçiliğe yönelişini durdurmak için İmparatorluktaki tüm okullarda Türkçe
eğitim yapılması kararı” doğrultusunda Türkleştirme politikası için zemin
oluşturulacaktı. (Yusuf Sarınay (1994). Türk Milliyetçiliğinin Tarihi
Gelişimi ve Türk Ocakları (1912–1931), İstanbul: Ötüken Yay. 216–222)
Milli
bilinci uyandırmak amacıyla öncelikle Balkanlar dahil çeşitli vilayetlerde,
Cemiyetin düşünceleri doğrultusunda eğitim kurumları kuruldu. Yeni nesillerin
Türkçülük ve milli bilinçle yetiştirilmesi için çaba sarf edildi. İttihat ve
Terakki’nin önde gelen teorisyenlerinden biri olan Ziya Gökalp’ın
liderliğindeki bu eğitim kurumlarına katılabilmek için aşağıdaki şartlar
aranıyordu:
Türk
olmak
Türkçülük
mefkûresi (fikir-gaye) ile yetişmek
Ferdi
ve milli bir ahlaka sahip olmak
Hayatını
belirli bir fikre adanmış olarak yaşamak
Fikir
alanında iş bölümü yapmak
Yetiştirdiği
gençlere iş imkanları sunmak
Gençleri
devlet adamları, öğretmenler, misyonerler, gazeteciler ve yazarlar olarak
yetiştirmek
Ahlaken
ve fikren eğitilmiş gençler için yeni eğitim merkezleri kurmak ve bu merkezlere
düzenli katılım sağlamak
Gençler
arasında teşkilatçı olanları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderliğine
getirmek
Gençleri
Avrupalı propagandacıların etkilerinden korumak
Teknik
bilgilere yatkın olanları Avrupa’ya göndermek
Bilim
insanı olacaklara Türkiye’de milli tetkikler yaparak akademik alanda
gelişmelerine yardımcı olmak.
İttihat
Terakki ve Kürtler
İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşundan itibaren birçok Kürt üye aktif bir rol
oynadı. Bu üyeler arasında Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi Kürtler,
cemiyetin kurucu kadrosunda yer aldılar. Genellikle İstanbul’da yaşayan
aristokrat ailelerin çocukları arasından seçilen bu Kürtler, aşiret
mekteplerinde ve askeri tıp okullarında eğitim almış öğrencilerdi. İttihat ve
Terakki Cemiyeti’ne gönüllü olarak katılan ve cemiyetin etkin üyeleri arasında
yer alan bu Kürtler, cemiyetin İslamcılık politikaları yerine Türkçülük
politikalarını benimsemesi ve merkezi yönetimi ön plana çıkarması sonucunda
bağlantılarını koparmaya başladılar. İttihat ve Terakki’yi kuran ilk dört
kişiden ikisi olan Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti, Kürt aydınlarının sadece
milliyetçi olmakla kalmayıp aynı zamanda imparatorluğu reforme etme düşüncesini
benimseyen ilk örneklerini oluşturuyorlar. Ancak, bu iki ismin eğitimli
Kürtlerin sadece imparatorluğu reforme etme düşüncesiyle değil aynı zamanda
Kürt halkını kurtarma düşüncesiyle entelektüel bir evrimde önemli bir rol
oynadıkları da söylenebilir. (“İttihat ve Terakki’nin Kürt Politikası”-Orhan Örs)
İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin sonraki dönemlerde sert bir şekilde merkezileşme ve
Türkleştirme politikaları uygulaması, 1912’den sonra çok az sayıda Kürt
aydınının Kürt milliyetçiliğiyle ilgili taleplerde bulunmasına yol açtı.
Cemiyet, bir dönem boyunca Kürtleri asimile etmek amacıyla Kafkasya ve
Balkanlardan gelen göçmenleri kullanarak politikalar geliştirdi. Bu
politikaların bir parçası olarak, bu bölgelerden gelen mültecilerin Kürt
bölgelerine yerleştirilmesi ve aynı zamanda bu bölgelerdeki Kürtlerin Ankara,
Konya ve Niğde sancaklarına sürülmesi öneriliyordu. Ayrıca, batı bölgelerine
nakledilen Kürtlerin dil, gelenek ve göreneklerinin ve Türklerle ilişkilerinin
sürekli olarak denetlenmesi gerekiyordu.
Robert
Olsen, Jön Türklerin 1908’de gerçekleştirdiği İkinci Meşrutiyet’in, özellikle
İstanbul’da, milliyetçi Kürt örgütlerinin kurulmasına katkı sağladığını ifade
ediyor. Dönemin, Kürt milliyetçiliğinin üçüncü evresinin başlamasını
tetiklediğini iddia eden Olsen, daha sonra şunları söylüyor: “İlk cemiyetlerden
biri Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’dir. Bu oluşum, önde gelen Kürt
ailelerinin çocuklarının bir araya geldiği bir organizasyondu. Liderlerin
Kürtlerin kökenlerinden gelenlerin çocukları olması, aileleri Hamidiye Alayları
içinde yer alırken çocuklarının eğitimle meşgul olduğunu gösteriyor. Cemiyetin
kurucuları arasında Emir Ali Bedirhan, Şeyh Übeydullah’ın oğlu Şeyh Abdulkadir
Nehri ve General Şerif Paşa gibi isimler bulunuyordu. Bu teşkilat, Kürt Neşr-i
Maarif Cemiyeti’ni kurdu ve bir dergi yayınlamaya başladı. Derginin adı
‘Kürdistan’ idi ve bu dergi daha önce Süreyya Bedirhan tarafından Kahire’de
yayınlanan bir gazetenin devamı niteliğindeydi. Ayrıca, cemiyet, İstanbul’da
yaşayan yaklaşık 30.000 Kürt için bir okul açtı.” Kürt Teavün ve Terakki
Cemiyeti, ilk Kürt örgütüdür ve Kürtler arasında milliyetçilik fikrini
uyandırmayı amaçlayan bir oluşumdur. Osmanlı memurları, Musul vilayetinde Kürt
Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetlerinin zararlı olup olmadığını
sorguluyorlar. Musul’dan gelen cevapta, cemiyetin Musul dâhil her yerde
şubelerinin açıldığı ancak Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin, meşrutiyet
yönetimini ve halkın ittihat ve ittifakını ihlal etmediği belirtiliyor. Bu
nedenle cemiyete sadece bazı uyarı ve tavsiyelerde bulunmanın yerinde olacağı
ifade ediliyor. Daha sonra adı geçen cemiyet ve okul, İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin Türkleştirme politikaları nedeniyle kapatıldı.
İttihat
ve Terakki Cemiyeti, etnik milliyetçiliğin hem Müslümanlar hem de
gayrimüslimler arasında yayılmasının milli birliği ve ülkenin toprak
bütünlüğünü tehlikeye atacağını düşünüyordu. Cemiyet, Yunanlar, Sırplar ve
Ermeniler gibi cemaatlerin etnik ulusal kimliğe dönüşmesini gözlemlemişti.
Ancak, Müslüman topluluklar arasında böyle bir gelişme tam anlamıyla
gerçekleşmemişti. Sünni veya Şii, Türk, Arap veya Kürt olsalar da hepsi ümmetin
bir parçası olarak kabul ediliyordu. Ancak, bu durum, imparatorluğu kaplayan
modern fikirlerle çatışıyordu. Cemaatler artık bu durumu kabul etmek
istemiyorlardı. İşte bu nedenle cemiyet, bu meseleyi ele almaya karar verdi.
Öncelikle, Rusya’dan gelen sığınmacılar tarafından teşvik edilen özel bir Türk
milliyetçiliği belirgin hale geldi. Daha sonra, Turancı ve Panturancı fikirler
İstanbul’daki aydınları etkilemeye başladı. İttihatçı komitenin elinde, farklı
gruplardan gelen taleplere ve tehditlere karşı koymak için bir program olmaması
ve mevcut kısa süre ve koşullarda bu tür bir programın oluşturulmasının mümkün
görünmemesi nedeniyle cemiyet, kurtuluşu tamamen iktidara sahip olmakta buldu.
Naci Kutlay, Abdülhamid dönemi Doğu ve Kürtler için geliştirilen politikalar
ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin uyguladığı politikaların genel anlamda çok
benzediğini ileri sürmektedir. Kutlay şöyle ifade ediyor:
“Bu iki
politik yaklaşımın amaçları aynıydı ve uygulamaları ortaktı. Ancak, yöntemleri
farklıydı. Sultan Abdülhamid, Kürtleri maddi teşvikler ve mevkilerle disipline
etmeye çalışarak Ruslara ve Ermenilere karşı kullanmayı amaçladı. Diğer yandan,
başlangıçta kültürel çeşitlilik, çok seslilik gibi sözler veren İttihat ve
Terakki Cemiyeti, daha sonra çevre gerginleşince Kürtleri daha sert yönetim
yöntemleriyle kontrol altında tutmaya çalıştılar.” (“İttihat ve Terakki’nin
Kürt Politikası”-Orhan Örs)
Yakup Emrah
27 Mart 2024
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder