21 Mayıs 2024

İttihat Terakki, Erken Faşizm ve Türkçülüğün İthali


Osmanlı İmparatorluğu, on yedinci yüzyılın sonlarına kadar Avrupa’nın en güçlü devletlerinden biriydi. Ancak on sekizinci yüzyılın başlarından itibaren imparatorluğun içinde ve çevresinde meydana gelen değişiklikler, gücünü sarsmaya başlamıştı. Zamanla iç isyanlar, ekonomik sorunlar, yönetimsel bozukluklar ve dış baskılar Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasına neden olmuştu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki en önemli olaylardan biri, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında başlayan Tanzimat reformlarıdır. Bu reformlar, imparatorluğun modernleşme ve Batılılaşma çabalarının bir parçası olarak başlatıldı. Ancak, bu reformlar bazen sınırlı başarılar elde etti ve bazen de toplumsal ve siyasi çalkantılara sebep oldu.

Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki önemli bir gelişme, etnik ve dini gruplar arasındaki gerginliklerin artmasıydı. Bu, özellikle Balkanlar ve Anadolu’da etnik gerilimlere ve çatışmalara yol açmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, içsel ve dışsal faktörlerin bir araya geldiği bir dönem olarak görülür. İmparatorluğun bu dönemde yaşadığı sorunlar, sonunda Birinci Dünya Savaşı’na ve nihayet 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna yol açtı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi ve çöküşü, modern Türkiye’nin temellerini atmış ve Orta Doğu’nun tarihini büyük ölçüde etkilemiştir.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu, askeri yenilgiler, ekonomik zorluklar ve yönetimsel çöküşle karşı karşıyaydı. Bu dönemde, imparatorluk topraklarının büyük bir kısmı kaybedilmişti, ve Osmanlı hükümeti içeride ve dışarıda birçok sorunla karşı karşıya kalmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu, ekonomik güçsüzlük yaşamaya başladı. Dış borçlar birikmiş, mali krizler artmış ve imparatorluğun ekonomisi çökmek üzereydi. Bu sorunların üstesinden gelmek için on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren bazı ekonomik reformlar başlatıldı. Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856), ekonomik alanda bazı yenilikleri içeriyordu ve ticaretin kontrolsüz yayılmasını sınırlamayı amaçlıyordu.

Merkezi otorite zayıflamış, eyaletlerin özerkliği artmış ve isyanlar patlak vermişti. Yabancı müdahalesi ve toprak kayıpları da Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit ediyordu. Meşrutiyet hareketleri, siyasi reformlarla bu sorunların çözülmesine çalıştı. Ancak, siyasi reformlar da sınırlı bir etki yarattı ve imparatorluğun çöküşü kaçınılmaz hale geldi.

Osmanlı İmparatorluğu, etnik ve dini farklılıkların neden olduğu toplumsal sorunlarla karşı karşıyaydı. Modernleşme ve gelenek arasındaki gerilim, toplumsal dengesizliği artırıyordu. Sosyal adaletsizlik ve fakirlik de toplumsal huzursuzluğa yol açtı. Osmanlı İmparatorluğu, toplumsal reformlar yaparak bu sorunlarla başa çıkmaya çalıştı, ancak sonuçlar sınırlıydı.

Osmanlı İmparatorluğu, modern silahlanma eksikliği ve askeri reform gerekliliği ile karşı karşıyaydı. Ayrıca, yabancı işgaller ve savaşlar da askeri sorunlara neden oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru, imparatorluk, ordusunu modernize etmeye çalıştı, ancak bu çabalar yetersizdi.

Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, büyük sorunlarla dolu bir dönemdi ve bu sorunların üstesinden gelmek için bir dizi reform girişimi başlatıldı. Ancak, bu reformlar genellikle yetersiz kaldı ve imparatorluğun çöküşü kaçınılmaz hale geldi. Bu reform girişimleri, Cumhuriyetin kuruluşuna giden yolun temellerini atmış ve Türkiye’nin modernleşme sürecinin başlamasına katkı sağlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, tarihsel bir dönüm noktasıydı.

Hamiyet Cemiyeti ve Türkçü Düşüncenin Yayılması ve Etkileri

İttifak-ı Hamiyet Cemiyeti’nin kurucuları; Sağır Ahmetbeyzade Mehmet, Mehmet Kayazade Reşat, Menapirzade Nuri, Suphi Paşazade Ayetullah ve Namık Kemal’dir. Cemiyetin ilk toplantısı, Boğaziçi’nde Ahmet Bey Yalısı’nda gerçekleşmiştir. Ziya Bey (Paşa), Ali Suavi ve Ebüzziya Tevfik gibi isimler de sonradan cemiyete üye oldular. Bu gençlerin ortak özelliği, devlet dairelerinde ve bu arada Tercüme Odası’nda yetişmiş varlıklı aile çocukları olmalarıydı. İtalyan Carbonari hareketinden esinlenen cemiyet, İtalyan Büyük Mason Locası’nın desteğinde çalışmaktaydı.

Ebüzziyâ Tevfik cemiyetin kuruluşunu, İstanbul’da Belgrad ormanında Nâmık Kemal’in de katıldığı bir kır gezisinde veya cemiyetin önemli isimlerinden Sağır Ahmed Beyzâde Mehmed Bey’in (Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın yeğeni) evindeki toplantıda olmak üzere iki farklı anlatımla açıklar (1865). Ebüzziyâ’daki bilgi kargaşası Kaya Bilgegil tarafından çözümlenmiş, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin aslında Avrupa’da kurulduğu (1867) ve Belgrad ormanındaki toplantıda teşkil edilen cemiyetin Fransızca “misyon” anlamında “meslek” adını taşıdığı tesbit edilmiştir. (Yeni Osmanlılar, s. 355-356; Koray, XLVII/186 [1984], s. 565-567; Onaran, s. 291 vd.)

Şerif Mardin’in ifadesiyle; “31 Ağustos 1867’de Londra’da Mustafa Fâzıl Paşa’nın parasal desteğiyle Ali Suâvi tarafından çıkarılan Muhbir gazetesi kendilerine Yeni Osmanlılar tanımlaması yakıştırılan muhaliflerin sesi olmuştur. Aslında on dokuzuncu yüzyıl boyunca Avrupa’da monarşik idarelere karşı çıkanlar için kullanılmış bir tabir olan yeni/jön (jeuns) nitelemesi, daha sonraki dönemlerde genelde monarşi karşıtlığı kastedilmemekle beraber Osmanlı aydın muhalefetinin tanımlanmasının ayrılmaz bir sıfatı haline gelmiştir. Bu genç muhalifler kendilerini, bazan da Türkistan’ın erbâb-ı şebâbı veya o zamanlar “vatan” karşılığında kullanılan “hamiyet” kelimesiyle ifade edilen İttifâk-ı Hamiyyet gibi adlarla da tanıtmışlardır ki bu kelime “patriotic alliance” şeklinde tercüme edilmiştir.”

Yeni Osmanlılar, Avrupa’da geçirdikleri zaman boyunca ne siyasi ne de sosyal bir parti olarak varlık gösteremediler. Aralarında görüş birliği sağlayamayarak sonunda dağıldılar. Ancak, kendilerine biçilen sembolizm, özgürlük ve anayasa talepleriyle, imparatorluğun kurtuluşu için bu unsurları zorunlu gördüler. Bu görüşler, daha sonraki Jön Türkler tarafından aynen tekrar edildi ve onların başarısı olarak kabul edildi. 1876 anayasasının ilanı ve 1908’de tekrar yürürlüğe girmesi, II. Abdülhamid’in sıkı yönetimine son verilmesi ve onun tahttan indirilmesi gibi olaylar, Jön Türkler’in bir başarısı olarak görüldü, ancak Yeni Osmanlılar’ın ilk muhalifleri unutulmaz kıldı.

Jön Türkler ve Etkileri

Yeni Osmanlılar, aslen Giuseppe Mazzini önderliğindeki Jön Avrupa örgütünün etkisi altında faaliyet gösteren ve Mason Locası’nda siyasi çalışmalarda bulunan bir gruptu. Kısa bir süre sonra isimleri Yeni Osmanlılar’dan Jön Türkler’e dönüştü. Jön Türklerin fikirleri, İnsan Hakları Beyannamesi’nin temel prensiplerine dayanıyordu. Özgürlük fikrini savunan Mason örgütleri, on sekizinci yüzyıldan itibaren İnsan Hakları Beyannamesi’nin ilke ve hükümlerini destekliyordu.

Mustafa Reşit Paşa Avrupa’da meydana gelen tüm olayları yakından izliyor, Paris ve Londra Elçilikleri zamanında fiilen bu akımlara dahil oluyordu. Kendisi de bir Mason olan Mustafa Reşit Paşa bu dönemde Masonların savunduğu “özgürlükçü fikirleri” kaynağında, yani Londra’da izliyor, bu fikirlerin ancak bir Anglosakson Meşruti Monarşi sistemi içinde gerçekleştirilebileceğine inanıyordu. Ayrıca özgürlükçü fikirleri, Osmanlı toplum yapısı ile İngiltere’nin toplum yapısındaki benzerlikler de pekiştiriyordu.

Mustafa Reşit Paşa’nın, Sultan Abdülmecit üzerinde etkisini kullanarak elde ettiği Gülhane Hattı Hümayununun gerektirdiği kısmen özgür ortamın, Abdülaziz tarafından mutlak bir otorite ile ezilmeye kalkışılması, Tanzimat’ın getirdiği yenilikleri bile yetersiz bulan ve Meşruti Monarşiyi kurmak amacıyla muhalefet yapan Yeni Osmanlıları harekete geçiriyordu. Bu hareket ise kaynağını, Fransa’da kurulmuş olan ve Fransız Carbonarisi de denen Genç Fransa örgütünden alıyordu. Ancak Genç Osmanlıların bu dönemdeki temel sosyal ve ekonomik görüşlerini, şahıs özgürlüğüne dayalı bireycilik oluşturuyordu. Nitekim bu görüşler daha sonra önde gelen Jön Türklerden Prens Sabahattin tarafından kişisel girişimcilik ve yerinden yönetim başlığıyla formüle edilecek, böylece Anglosakson Liberalizminin Türkiye versiyonu oluşturulacaktı. (Masonluk ve Jön Türkler)

Avrupalı masonların, localar aracılığıyla, Mustafa Reşit Paşa gibi Tanzimat erkanına, materyalizm telkini yaptıkları görülmektedir. Mustafa Reşit Paşa’nın bu anlamda çarpıcı bir bağlantısı, ünlü ateist Fransız düşünür Auguste Comte ile kurmuş olduğu yakınlıktır. Ateizmin ve din aleyhtarlığının doruk noktası olan pozitivizmi ortaya atan Auguste Comte, Mustafa Reşit Paşa’yı etkisi altına almaya çalışmış, hatta bu yakınlık Padişahın, Reşit Paşa’yı ilk Sadrazamlığı döneminde görevden almasına sebep olmuştur.

Sık sık Mustafa Reşit Paşa’ya mektup yazarak ona ateist ve din aleyhtarı bir felsefe aşılamaya çalışan Auguste Comte, bir mektubunda şunları yazmıştır:

“[…] Müslümanlar böylelikle esasen faydasız olan, bir siyasi birlik fikrinden vazgeçerlerse Osmanlı İmparatorluğu’nun lüzumlu görünen dağılışından üzüntü duymayacaklar, tersine olarak, geçici hâkimiyetlerinin vermiş olduğu kazançlarını sınırlayan sosyolojik kanun tatbikatını görmüş olacaklardır. Aynı zamanda Osmanlı şefleri, hala kendilerinden daha az mütecanis bir devletin müstakbel istilaları ile ilgili ve kendiliğinden bir dağılmaya tamamen boyun eğmiş olarak hayali de olsa felaketli ve korkunç endişelerden milletlerini kurtulmuş göreceklerdir.”

Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde özellikle Selanik gibi bölgelerde bulunan İtalyan, Fransız ve İspanyol loca üyeleri, kapitülasyonlar nedeniyle dokunulmazlıklara sahipti. Bu nedenle, bu üyeler rahatça toplantılarını bu loca mekânlarında gerçekleştiriyor ve bu localara üye olmak, II. Abdülhamid Han’ın takibinden korunmak için bir güvence sağlıyordu. Ayrıca, Mason loca üyeleri, Jön Türklerin toplantılarını gizlice yapmalarına yardımcı oluyor ve bu sayede II. Abdülhamid Han’ın gözetiminden kaçarak faaliyetlerini sürdürebiliyorlardı.

Tahsin Paşa’nın hatıralarına göre, Selanik’te bulunan Mason cemiyetine mensup ve tanınmış bazı kişiler, Jön Türklerin faaliyetlerine yardımcı oldular ve Masonluğun sadece hafif görünen ancak son derece güçlü bir teşkilat olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, Yine 1904 yılından itibaren posta-telgraf başkâtibi Talat Bey, Askeri Rüştiye müdürü Tahir Bey, Fransızca öğretmeni Naki Bey, Mithat Şükrü ve Ömer Naci gibi Jön Türkler, Mason loca etrafında propaganda faaliyetlerine başladılar ve sonunda Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurdular. (Tahsin Paşa Abdülhamid ve Yıldız Hatıraları, M Ahmet Halit Kitaphanesi, İst 1996:340)

Jön Türklerden olan Refik Bey 1908 yılında Temps dergisine verdiği bir röportajda masonlarla cemiyetin ilişkisini şu şekilde anlatmaktadır:

“Masonluktan özellikle İtalyan masonluğundan destek gördüğümüz doğrudur. İki İtalyan locası, Risorta ve Labor et Lux; bize gerçekten yardım sağladı ve iltica teklifinde bulundu. Orada masonlar olarak buluştuk; gerçi birçoğumuz masondu ama kendimizi örgütlemek için buluştuk, bunun yanı sıra yoldaşlarımızın büyük kısmını bu localardan seçtik.” (Alkan Ahmet Turan, II. Meşrutiyet Döneminde Ordu ve Siyaset, Cedid Yayınları, Ank, 2009 s.89.90.92)

Terim “Genç Türkler” ilk olarak 1828 yılında Charles MacFarlane tarafından, o dönemin genç Osmanlı nesline atıfta bulunmak üzere kullanıldı. Daha sonra, 1855 yılında J.-H. Abdolonyme Ubicini, II. Mahmud dönemindeki reform hareketine katılan devlet adamlarını ve Sultan Abdülmecid döneminin Batılılaşma yanlısı Tanzimat ricâli için “Jeune Turquie de Mahmoud” ve “Jeune Turquie d’Abdul Medjid” ifadelerini kullanarak terimi tamamladı.

Jön Türkler, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti içinde Meşrutiyet temelinde bir sistem kurmayı ve Kanun-ı Esasi’nin ilanıyla serbest seçimlere gitmeyi hedefleyen, Batı örnekli bir yol seçen Osmanlı aydınlarının genel adıdır. Bu terim ilk kez Mustafa Fazıl Paşa tarafından kullanıldı ve daha sonra Namık Kemal ile Ali Suavi tarafından kabul edildi, Yeni Osmanlılar terimi yerine kullanılmaya başlandı. Ayrıca, I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde bu isim, tüm muhalifler için ortak bir tanımlama olarak kullanıldı.

Kavramın belirli şahıslar için değil bir zümre için kullanılır hale gelmesiyle II. Abdülhamid’i fazlasıyla rahatsız etmiş ve Temmuz 1901 tarihinde sâdır olan bir irade gereğince “Jön Türk” tabirinin yerine “müfsid” kelimesinin kullanılması emredilmiştir. (BA, BEO, Mahremâne Müsveddat, 129, 8 Temmuz 1901) Bu tarihten sonra resmî evrakta bu tabir yerine “erbâb-ı fesad” ibaresi ikame edilmiş, Fransızca muhâberatta ise “agitateur” kelimesi tercih edilmiştir. (Paris Büyükelçiliği Arşivi, D. 244, 17 Temmuz 1901/nr. 30)

Osmanlı yönetiminin keyfi ve mutlakıyetçi yaklaşımına karşı çıkan, Avrupa’da eğitim almış bir grup aydın ortaya çıkmıştı ve bu aydınlar arasında Ali Suavi, Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Agah Efendi gibi isimler yer alıyordu. Genç Osmanlılar, Avrupa ve İstanbul’da yayınladıkları Ulum ve İbret gibi gazetelerde insan hakları, eşitlik, hürriyet, adalet, vatanseverlik, meşrutiyet, meclis sistemi, anayasal düzen gibi konuları ele alıyorlardı. Bu grubun destekçileri arasında Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüştü Paşa gibi isimler öne çıkıyordu. Ayrıca, özgürlük ve meşrutiyet fikirleri, küçük ve büyük memurlar, subaylar, Mühendishane ve Tıbbiye öğrencileri arasında da geniş bir etki yaratıyordu.

Abdülhamid’in Meşrutiyet’i yok etmesi sonucunda, önce Osmanlı İmparatorluğu toprakları içinde, daha sonra yurtdışında gizli cemiyetlerin kurulmasına yol açtı. Bu cemiyetler zamanla Jön Türkler olarak bilinmeye başladı. İbrahim Temo’nun liderliğini üstlendiği bu cemiyetin temel amacı, 1876 Anayasası’nın tekrar yürürlüğe konmasını sağlamaktı. Aslında bir öğrenci hareketi olan Jön Türkler kısa sürede toplumu etkileyerek hızla yayılacaktı. 1894 yılında daha sonra partileşecek İttihat ve Terakki Cemiyetine dönüşecekti.

Jön Türk hareketi içerisinde, günümüze kadar uzanan önemli bir etki bırakan kişi, Prens Sabahattin’in düşünceleriyle öne çıkar. Damat Mahmut Paşa’nın oğlu ve Abdülhamid’in kız kardeşiyle evli olan Prens Sabahattin, imparatorluğun yapısını temelden değiştirmeyi hedefleyen bir ademi merkeziyetçi yönetim kurma amacındaydı. Bireysel girişimleri teşvik etmek ve aydınları devlet memurluğu yerine daha üretken işlere yönlendirmek suretiyle imparatorluğu yeniden şekillendirmeyi planlıyordu. Bu nedenle, farklı etnik grupların bu despotik düzene karşı birlikte mücadele etmelerini savunuyordu.

Jön Türkler, Yeni Osmanlılar’ın takipçisi olarak görülmüş ve “vatanı kurtarmak” amacıyla meşruti yönetim hedeflemişlerdir. Ancak bu hareket, kesinlikle homojen bir düşünce yapısına sahip değildi. Bir lider tarafından tek merkezli yönetilmedi, ancak bazı önde gelen isimler bu harekete öncülük etmiştir. Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza, Mizancı Murat ve Prens Sabahattin gibi isimler öne çıkan figürlerdi. Bu isimlerin farklı düşünce sistemlerine sahip olmaları, Jön Türk hareketinin belirgin bir ideolojisinin olmadığını ve heterojen bir yapıya sahip olduğunu açıkça göstermektedir.

Şerif Mardin, Jön Türkleri değerlendirirken dört farklı grupta sınıflandırmıştır. İlk grup, Selim Faris ve Hürriyet çevresinde toplananlar olarak tanımlanırken, ikinci grup Türk-Suriye Komitesi üyelerinden oluşuyordu. Üçüncü grup ise Rıza, Ganem ve Fua gibi önemli figürlerden meydana gelmiştir. Dördüncü ve son grup ise İstanbul’da oluşan askeri grupları içeriyordu. (Mardin, 2017: 78-79). Mardin, bu dört gruptan birinci ve ikinci grupların etkisinin hareket içinde sınırlı olduğunu ifade etmiştir. Bununla birlikte, üçüncü ve dördüncü grupların asıl faaliyetlerde bulunan ve son derece etkili olduklarına dikkat çekmiştir. Bu iki etkili grup, Avrupa’da ortaya çıkan farklı fikir akımlarından etkilenmiş ve benimsedikleri ideolojiler nedeniyle farklı siyasi grupların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu durum, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi modernleşme dönemine girildiğini göstermektedir. (Ortaylı, 2018: s. 270)

İttihat ve Terakki Hareketi

Profesör Sina Akşin İttihatçıları şöyle anlatmıştır:

“İttihat ve Terakki mekteplilerin siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859’da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk kez çokça denebilecek sayıda, düzenli olarak yeni adamlar yetişmeye başladı. Yeni adam demek çağcıl (modern) adam demekti. Yani ortaçağcıl olmayan özgür kafalı insanlar. Bu insanlar böyle bir dönüşümden sonra topluma bir ölçüde yabancılaşmış oluyorlardı. Başta onları yetiştiren devlet kendilerini bağrına basmıyordu. Fakat devlet onlara gereksinimi olduğunu bildiği için yine de onları yetiştirmek, yetişince onlara belirli görevler vermek zorunluluğunu duyuyordu. Çünkü batmakta olan imparatorluğun ancak onların çatışmalarıyla ayakta kalabileceğinin farkındaydı. Devlet kerhen de olsa onlara tahammül etmek durumundaydı.”

Profesör Metin Heper ise Jön Türk hareketi ve İttihat ve Terakki ile başlayan Türk milliyetçiliğini şöyle izah ediyordu:

“Osmanlı Padişahlarının önce Osmanlılığa sonra Osmanlı-İslamcılığa sarılarak imparatorluğun bütün unsurlarını hanedanlık şemsiyesi altında tutmak için gösterdikleri büyük çabalara karşın, gayrimüslim unsurlar Osmanlıcılık, Türk olmayan Müslümanlar da Osmanlı-İslamcılık formülünü reddettiler. Bu nedenle ülkeyi dağılmaktan kurtarma sorumluluğu geri kalan Türklerin omuzlarına yüklendi. Bu durum Türkler arasında daha önce bulunmayan bir ulusal bilinç duygusunun geliştirilmesini zorunlu kıldı. Ulusal bilinçten kaynaklanan ulusal birliğin Türkleri bir arada tutabileceği ve böylece imparatorluğun artakalan topraklarını savunabilecekleri düşünüldü.”

Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), 1908 İhtilali’nin organizatörleri olarak bilinir ve bu tarihten 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminde önemli bir rol oynamıştır. İTC’nin kurucuları arasında Diyarbakırlı İshak Sukûti, Ohrili İbrahim Edhem (Temu) Temo, Kürt Abdullah Cevdet, Konyalı Hikmet Emin ve Kafkasyalı Mehmed Reşid bulunmaktadır.

Cemiyet, kısa bir süre içinde özellikle Mekteb-i Harbiye ve Mekteb-i Tıbbiye gibi askeri okullardan gelen üyelerin katılımıyla üye sayısını artırmış ve hem yurt içinde hem de yurt dışında yeni şubeler açmıştır. İTC’nin kuruluş adı başlangıçta “İttihâd-ı Osmanî” olarak bilinse de, 1895 yılına kadar olan faaliyetleri daha çok yeni üyeler kazanma, gizli toplantılar düzenleme ve özgürlükçü yayınları okuma etrafında dönüyordu. Ancak bu tarihten sonra “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alarak, örgütlenmeyi memurlar, subaylar, ulema ve harp okulu öğrencileri arasında sürdürdü.

Cemiyetin kuruluş beyannamesinin yaklaşık 39 madde içerdiği düşünülmektedir. Beyannamenin ilk maddelerinde, cemiyetin amacının “Hükümet-i hazıranın adalet, eşitlik, özgürlük gibi evrensel insan haklarını ihlal eden ve tüm Osmanlı vatandaşlarını geri kalmışlığa mahkûm eden yönetim biçimini İslam ve Hristiyan vatandaşlara anlatmak” olduğu ifade edilir.

Gazete ve broşürlerde, II. Abdülhamid’i “Kızıl Sultan” olarak adlandırarak ve onu bütün kötülüklerin başı olarak göstererek sert bir eleştiriye tabi tutmuşlardır. Sultan için, “Tahtta oturan iblisin ta kendisi, padişah değil zulme uğratan yaratık” gibi aşağılayıcı ifadeleri sık sık kullanmışlardır.

4 Şubat 1902’de Paris’te altı gün süren I. Jön Türk Kongresi toplandı. Toplam 70 delegeden 47’si Türk’tü, ancak Müslüman olmayan Kürt, Arap, Arnavut, Rum, Ermeni gibi birçok farklı etnik gruptan insanlar da kongreye delegeler olarak katıldı. Ahmet Rıza Bey, Refik Nazım, Halil Ganem, Ali Haydar, Trablusgarp Valisi İsmail Kemal, Yusuf Akçura, Londra Sefiri Ferid Bey, Rum delegesi Muzoros Kikis, Yahudi delegesi Alber Fua Efendi ve bazı Ermeni cemiyetleri gibi birçok farklı grup kongreye katıldı.

Kongrede dört ana konu ele alındı, ancak iki önemli tez üzerinde yoğun tartışmalar yaşandı. Ahmet Rıza Bey liderliğindeki İttihat ve Terakki (CUP) kanadı, Türklerin yönetici ve egemen olmalarının gerekliliğini vurgularken, Prens Sabahattin liderliğindeki diğer grup bölgesel özerklik ve yerel yönetim ilkelerine daha fazla önem veriyordu. Bu fikir ayrılığı, cemiyeti ikiye böldü. Ahmed Rıza, Dr. Nazım, Hoca Kadri Efendi ve Ali Haydar, cemiyetten ayrılarak Osmanlı İttihat ve Terakki bayrağı altında faaliyetlerine devam etti ve Meşveret, Şurâ-yı Ümmet, Osmanlı gazeteleri gibi araçlarla propagandalarını sürdürdüler. Prens Sabahaddin ve taraftarları ise Teşebbüs-i Şahsi ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni (1906) kurdu.

Paris merkezli İttihatçıların ülke içindeki propagandalarının en etkili olduğu alanlardan biri Makedonya’da görüldü. Bu bölge, Osmanlı askeri gücünün yoğun olduğu, denetimden uzak, ekonomik ve sosyal hayatın gelişmiş olduğu ve paylaşılmak istenen bir bölge olarak öne çıkıyordu. 1906’da Selanik’te askeri ve sivil aydınlar tarafından kurulan gizli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, hızla tüm Rumeli’de yayıldı ve 1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birleşerek “Terakki ve İttihak” adını aldı.

İkinci Kongre, 27-29 Aralık 1907 tarihlerinde Paris’te toplandı ve cemiyet üyeleri ihtilal yapma kararı aldı. Cemiyet, Makedonya ve Batı Anadolu’da örgütlenmeyi tamamladı. Bu kararlara göre, Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, yönetim düzeninin değiştirilmesi ve parlamentolu bir rejimin kurulması gibi önemli adımlar atılacaktı. Ordu içinde propagandaya ağırlık verilmesi ve halkın vergi ödememeye çağrılması gibi temel prensipler kabul edildi.

Meşrutiyet fikrinin askerler arasında yayılmasını kolaylaştıran bazı nedenler vardı. Birincisi, mektepli subayların Abdülhamid tarafından korunduğu ve alaylı subaylara göre daha fazla yükselme olanağı ve maddi avantajlar elde etmeleri nedeniyle rahatsızlık duyuyorlardı. İkinci neden, Osmanlı İmparatorluğu’nun dış müdahalelerle bölünme tehdidi altında olmasıydı. İngiltere ve Rusya’nın 1908’de Reval görüşmelerinde Osmanlı topraklarının paylaşılacağı yönündeki dedikodular, İttihatçıları endişelendirdi.

Ayrıca, Resneli Niyazi Bey’in 1908’de dağa çıkarak hürriyet talep etmesi, İttihatçıların yakalanma veya hürriyet için çaba sarf etme ihtiyacını doğurdu. Bu, hürriyetin gelmesi durumunda hafiyelik ve takip sona erecek ve İttihatçılar izlenemeyecekti. İttihatçılar, Reval’i bahane olarak kullanıyorlardı. (İttihat ve Terakki-Seval Yolaçan)

Kazım Karabekir, “İttihat ve Terakki’nin Kuruluşu” adlı kitabında, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşunu iki aşamaya ayırmaktadır ve bu konuyla ilgili şu bilgileri vermektedir:

“İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu bakımından iki döneme ayrılabilir. İlk dönem, 1889 (1305) tarihine dayanır ve İstanbul’da olgunlaşmamış bir ortamda başlamıştır. Henüz olgunlaşmamış beş tıbbiye talebesinin özgürlükçü heyecanları, bu dönemin başlamasına neden olmuş ve cemiyet hızla faaliyete geçmiştir. Bu dönem daha çok mektep öğrencilerini içine almıştır. Ancak İstanbul’da egemenliği ele geçirememiş ve sayısal olarak büyük olmasına rağmen İstanbul’da hâkim olan despotizme karşı yetersiz kalmıştır. Küçük bir çalkantıya karşı dayanamayarak varlığını kaybetmiştir.

İkinci dönem, 1906’da İstanbul’dan uzak Makedonya’da olgunlaşmış bir ortamda başlamıştır. Bu dönem, olgunlaşmış sivil ve askeri liderlerin zamanın gereksinimlerini düşünerek, uzun tartışmalar ve müzakereler sonucunda başlamıştır. Selanik’te on kişilik bir merkezle faaliyete başlamıştır. Cemiyet, örgütünü hemen ordulara yönlendirmiştir. Manastır gibi, despotizmin etkisinden uzak bir bölgede güçlü bir kuruluş oluşturarak varlık göstermiştir. Önemli Rumeli merkezlerinde örgütlenmiş ve İstanbul, Edirne, İzmir gibi yerlerde de örgütünü etkin hale getirmiştir. Bu sayede despotizme karşı direnmiş ve özlediği özgürlüğü elde ederek meşrutiyet yönetimini kurabilmiştir.”

1908 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti, Sultan Abdülhamid’i meşrutiyeti ilan etmeye zorlamak için şiddetsiz bir hareket başlattı. Cemiyet, Fransız Devrimi’nin sembolik kavramları olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi ilkeleri yüksek sesle vurgulayarak, zorbalığa dayalı despotik yönetim yerine anayasal meşrutiyetin benimsenmesi gerektiğini açıklıyordu. Gelişen olaylardan dolayı Kanun-i Esasi’yi yürürlüğe koyan Sultan Abdülhamid, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyeti ilan etti. 1909 yılında Kanun-i Esasi’de yapılan değişikliklerle, kamu özgürlüklerinin kapsamı genişletilmiş ve toplanma ile dernek kurma özgürlükleri tanınmıştı.

Bernard Lewis, II. Meşrutiyet’i değerlendirirken, II. Abdülhamid dönemini zorbalığın hüküm sürdüğü bir dönem olarak tanımlar ve şu ifadeleri kullanır: “Abdülhamid istibdadının uzun gecesi sona ermiş, özgürlük şafağı yükselmişti. Meşrutiyet yeniden ilan edilmiş, seçimler düzenlenmişti. Türkler ve Ermeniler sokaklarda kucaklaşıyor, özgürlük ve kardeşlik çağı başlamıştı. O dönemde yazılan makaleler, hatta şüpheci Avrupa basınında bile yankı uyandıran neredeyse coşkulu bir sevinci yansıtıyordu.”

İktidarda bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), II. Meşrutiyet’in ilk yıllarındaki özgürlükçü tavrının aksine, muhalefete karşı daha baskıcı bir politika izlemişti. İTC, 1909 gibi erken bir dönemde kabul edilen dernekler kanunu ile dernekler, kulüpler, dergiler, gazeteler ve benzeri oluşumları yasaklamıştı (Kayalı, 2000:59). Mevlana Rıfat’ın sahibi olduğu Serbesti gazetesinin yazarı Hasan Tahsin ve ‘Sedayı Millet’ gazetesinin başyazarı Ahmet Samim’in öldürülmesi gibi olaylarla birlikte siyasi suikastlar başlamıştı. İTC’nin ana rakibi olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın önde gelen isimleri Sinop’a sürgün edilmişti (Cemaleddin, 1978:143). 1912’de tarihe “dayaklı seçim” veya “sopalı seçim” olarak geçen seçimlerde şiddet olayları (Ahmad, 1999:109-131) ve özellikle 1913’te Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi ve (1913) Bâbıâli Baskını gibi olaylar, meşrutiyetin normal gelişimini engellemişti (Tunaya, 1998:37). İTC’nin tek parti yönetimi, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte sona ermişti. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, 8 Ekim 1918’de Talat Paşa Kabinesi istifa etti (Falih Rıfkı, 1999:121). Ahmet Tevfik Paşa’ya hükümeti kurma görevi verildi, ancak tüm çabalarına rağmen hükümeti kuramadı ve bu görev Ahmet İzzet Paşa’ya verildi. 14 Ekim’de Ahmed İzzet Paşa yeni bir hükümet kurdu (Akşin, 1998:27). Bu hükümette Rauf Bey [Orbay] Bahriye Nazırı olarak atandı. Müzakereler sonucunda, Amiral Galtrop’un “ya bu şartları kabul edersiniz, ya da İstanbul’a cebren girmek zorunda kalırım” tehdidi üzerine, 30 Ekim 1918’de Rauf Bey başkanlığında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. 1 Kasım’da İttihat ve Terakki Fırkası son kongresini düzenledi ve kendini feshetti. İTC, 5 Kasım 1918’de bir toplantı düzenledi ve bu toplantıda 4 çekimser, 9 olumsuz oya karşı 35 oyla İTC adının tarihe karıştığını kabul etti. (Mütareke Dönemi ve Kürtler-Mehmet Veysel Karataş)

1910 yılından sonra İttihatçılar Türkçü politikaları önceledi. İttihat ve Terakki Cemiyeti, açıkça milliyetçi politikalar geliştirmeye başlamış, hem parlamento içinde hem de dışında milli bir kadro oluşturmak amacıyla çalışmıştı. Cemiyetin düşünce temellerini oluşturan Ziya Gökalp’ın Balkan Savaşları devam ederken yazdığı şiirindeki dizeler şöyledir:

Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkûre bir, lisan, adet, dil birdir,
Mebusanı temiz, orda Boşo’ların sözü yok,
Hududunda evlatları seve seve can verir,
Ey Türkoğlu işte senin orasıdır vatanın.
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye
Sanatına yol gösteren ilimle fen türkündür,
Hirfetleri birbirini daim eder himaye,
Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türkündür.

Osmanlı Devleti içinde Türk Milliyetçiliği politikası, diğer azınlık grupların savundukları milliyetçilikten önemli ölçüde farklı değildi. İmparatorluk içinde bir bütünlük sağlama olasılığı kalmadığına göre, diğer etnik gruplar gibi Türklerin de milli bir vicdana sahip olma ve milli bir örgütlenme yapısına sahip olma zamanı gelmişti. Ancak, İttihat ve Terakki’nin açıkça Milliyetçiliğe yönelik eğilimi, cemiyetin içinde ve dışındaki Müslüman ve Gayrimüslim unsurların büyük bir kısmını rahatsız etmeye başladı. Cemiyetin dile getirmeye çalıştığı Türklük fikrini farklı açılardan yorumlamaya çalıştılar. Örneğin, Moğol istilası ile İttihat ve Terakki’nin öne sürdüğü Türkçülük arasında bir ilişki kurmaya çalıştılar. Bazıları Türklüğü İslam’a karşı bir düşünce olarak ileri sürdüler. Cemiyetin savunduğu fikri değiştirmeyeceklerini anladıklarında, çoğunluğu Türk kökenli olmayan üyeler zaman içinde cemiyetten ayrıldılar. (İttihat ve Terakki Cemiyeti ve Türkçülük Politikası-Yaşar Semiz) Bunlardan biri de Kürt Abdullah Cevdet ve İshak Sukuti’dir.

Bu politika değişikliğini, Cemiyetin basın kanadının önemli temsilcisi Hüseyin Cahit (Yalçın) şu şekilde açıklamıştı:

“İttihat ve Terakki, Osmanlıcılıktan vazgeçmiştir. Türkçülük dışında izleyebileceği başka bir yol da bulunmamaktadır. Eğer Türkler, İmparatorluğu idare etmeye devam edeceklerse, Türkçülük tek tercih seçeneğidir. Etnik ayrılıkçı akımlar sebebiyle İttihat ve Terakki, Âdemimerkeziyete şiddetle karşıdır. Çünkü bu, Midilli, Sakız ve diğer adaları Rumların kucağına atmak anlamına gelir.”

Ayrıca Anadolu içindeki bazı grupların ayrılıkçı ve merkezden uzaklaşma eğilimlerine karşı Cemiyetin Kasım 1910’da Selanik’teki ikici toplantıda alınan “Türkler arasında vatanseverliği yerleştirmek ve tüm Türk olmayan toplulukların mikro milliyetçiliğe yönelişini durdurmak için İmparatorluktaki tüm okullarda Türkçe eğitim yapılması kararı” doğrultusunda Türkleştirme politikası için zemin oluşturulacaktı. (Yusuf Sarınay (1994). Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları (1912–1931), İstanbul: Ötüken Yay. 216–222)

Milli bilinci uyandırmak amacıyla öncelikle Balkanlar dahil çeşitli vilayetlerde, Cemiyetin düşünceleri doğrultusunda eğitim kurumları kuruldu. Yeni nesillerin Türkçülük ve milli bilinçle yetiştirilmesi için çaba sarf edildi. İttihat ve Terakki’nin önde gelen teorisyenlerinden biri olan Ziya Gökalp’ın liderliğindeki bu eğitim kurumlarına katılabilmek için aşağıdaki şartlar aranıyordu:

Türk olmak

Türkçülük mefkûresi (fikir-gaye) ile yetişmek

Ferdi ve milli bir ahlaka sahip olmak

Hayatını belirli bir fikre adanmış olarak yaşamak

Fikir alanında iş bölümü yapmak

Yetiştirdiği gençlere iş imkanları sunmak

Gençleri devlet adamları, öğretmenler, misyonerler, gazeteciler ve yazarlar olarak yetiştirmek

Ahlaken ve fikren eğitilmiş gençler için yeni eğitim merkezleri kurmak ve bu merkezlere düzenli katılım sağlamak

Gençler arasında teşkilatçı olanları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderliğine getirmek

Gençleri Avrupalı propagandacıların etkilerinden korumak

Teknik bilgilere yatkın olanları Avrupa’ya göndermek

Bilim insanı olacaklara Türkiye’de milli tetkikler yaparak akademik alanda gelişmelerine yardımcı olmak.

İttihat Terakki ve Kürtler

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşundan itibaren birçok Kürt üye aktif bir rol oynadı. Bu üyeler arasında Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi Kürtler, cemiyetin kurucu kadrosunda yer aldılar. Genellikle İstanbul’da yaşayan aristokrat ailelerin çocukları arasından seçilen bu Kürtler, aşiret mekteplerinde ve askeri tıp okullarında eğitim almış öğrencilerdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne gönüllü olarak katılan ve cemiyetin etkin üyeleri arasında yer alan bu Kürtler, cemiyetin İslamcılık politikaları yerine Türkçülük politikalarını benimsemesi ve merkezi yönetimi ön plana çıkarması sonucunda bağlantılarını koparmaya başladılar. İttihat ve Terakki’yi kuran ilk dört kişiden ikisi olan Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti, Kürt aydınlarının sadece milliyetçi olmakla kalmayıp aynı zamanda imparatorluğu reforme etme düşüncesini benimseyen ilk örneklerini oluşturuyorlar. Ancak, bu iki ismin eğitimli Kürtlerin sadece imparatorluğu reforme etme düşüncesiyle değil aynı zamanda Kürt halkını kurtarma düşüncesiyle entelektüel bir evrimde önemli bir rol oynadıkları da söylenebilir. (“İttihat ve Terakki’nin Kürt Politikası”-Orhan Örs)

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sonraki dönemlerde sert bir şekilde merkezileşme ve Türkleştirme politikaları uygulaması, 1912’den sonra çok az sayıda Kürt aydınının Kürt milliyetçiliğiyle ilgili taleplerde bulunmasına yol açtı. Cemiyet, bir dönem boyunca Kürtleri asimile etmek amacıyla Kafkasya ve Balkanlardan gelen göçmenleri kullanarak politikalar geliştirdi. Bu politikaların bir parçası olarak, bu bölgelerden gelen mültecilerin Kürt bölgelerine yerleştirilmesi ve aynı zamanda bu bölgelerdeki Kürtlerin Ankara, Konya ve Niğde sancaklarına sürülmesi öneriliyordu. Ayrıca, batı bölgelerine nakledilen Kürtlerin dil, gelenek ve göreneklerinin ve Türklerle ilişkilerinin sürekli olarak denetlenmesi gerekiyordu.

Robert Olsen, Jön Türklerin 1908’de gerçekleştirdiği İkinci Meşrutiyet’in, özellikle İstanbul’da, milliyetçi Kürt örgütlerinin kurulmasına katkı sağladığını ifade ediyor. Dönemin, Kürt milliyetçiliğinin üçüncü evresinin başlamasını tetiklediğini iddia eden Olsen, daha sonra şunları söylüyor: “İlk cemiyetlerden biri Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’dir. Bu oluşum, önde gelen Kürt ailelerinin çocuklarının bir araya geldiği bir organizasyondu. Liderlerin Kürtlerin kökenlerinden gelenlerin çocukları olması, aileleri Hamidiye Alayları içinde yer alırken çocuklarının eğitimle meşgul olduğunu gösteriyor. Cemiyetin kurucuları arasında Emir Ali Bedirhan, Şeyh Übeydullah’ın oğlu Şeyh Abdulkadir Nehri ve General Şerif Paşa gibi isimler bulunuyordu. Bu teşkilat, Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti’ni kurdu ve bir dergi yayınlamaya başladı. Derginin adı ‘Kürdistan’ idi ve bu dergi daha önce Süreyya Bedirhan tarafından Kahire’de yayınlanan bir gazetenin devamı niteliğindeydi. Ayrıca, cemiyet, İstanbul’da yaşayan yaklaşık 30.000 Kürt için bir okul açtı.” Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti, ilk Kürt örgütüdür ve Kürtler arasında milliyetçilik fikrini uyandırmayı amaçlayan bir oluşumdur. Osmanlı memurları, Musul vilayetinde Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetlerinin zararlı olup olmadığını sorguluyorlar. Musul’dan gelen cevapta, cemiyetin Musul dâhil her yerde şubelerinin açıldığı ancak Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin, meşrutiyet yönetimini ve halkın ittihat ve ittifakını ihlal etmediği belirtiliyor. Bu nedenle cemiyete sadece bazı uyarı ve tavsiyelerde bulunmanın yerinde olacağı ifade ediliyor. Daha sonra adı geçen cemiyet ve okul, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Türkleştirme politikaları nedeniyle kapatıldı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, etnik milliyetçiliğin hem Müslümanlar hem de gayrimüslimler arasında yayılmasının milli birliği ve ülkenin toprak bütünlüğünü tehlikeye atacağını düşünüyordu. Cemiyet, Yunanlar, Sırplar ve Ermeniler gibi cemaatlerin etnik ulusal kimliğe dönüşmesini gözlemlemişti. Ancak, Müslüman topluluklar arasında böyle bir gelişme tam anlamıyla gerçekleşmemişti. Sünni veya Şii, Türk, Arap veya Kürt olsalar da hepsi ümmetin bir parçası olarak kabul ediliyordu. Ancak, bu durum, imparatorluğu kaplayan modern fikirlerle çatışıyordu. Cemaatler artık bu durumu kabul etmek istemiyorlardı. İşte bu nedenle cemiyet, bu meseleyi ele almaya karar verdi. Öncelikle, Rusya’dan gelen sığınmacılar tarafından teşvik edilen özel bir Türk milliyetçiliği belirgin hale geldi. Daha sonra, Turancı ve Panturancı fikirler İstanbul’daki aydınları etkilemeye başladı. İttihatçı komitenin elinde, farklı gruplardan gelen taleplere ve tehditlere karşı koymak için bir program olmaması ve mevcut kısa süre ve koşullarda bu tür bir programın oluşturulmasının mümkün görünmemesi nedeniyle cemiyet, kurtuluşu tamamen iktidara sahip olmakta buldu. Naci Kutlay, Abdülhamid dönemi Doğu ve Kürtler için geliştirilen politikalar ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin uyguladığı politikaların genel anlamda çok benzediğini ileri sürmektedir. Kutlay şöyle ifade ediyor:

“Bu iki politik yaklaşımın amaçları aynıydı ve uygulamaları ortaktı. Ancak, yöntemleri farklıydı. Sultan Abdülhamid, Kürtleri maddi teşvikler ve mevkilerle disipline etmeye çalışarak Ruslara ve Ermenilere karşı kullanmayı amaçladı. Diğer yandan, başlangıçta kültürel çeşitlilik, çok seslilik gibi sözler veren İttihat ve Terakki Cemiyeti, daha sonra çevre gerginleşince Kürtleri daha sert yönetim yöntemleriyle kontrol altında tutmaya çalıştılar.” (“İttihat ve Terakki’nin Kürt Politikası”-Orhan Örs)

Yakup Emrah
27 Mart 2024
Kaynak

0 Yorum: