18 Temmuz 2018

Ankebut

“Mursi Defol!” [Kahire]


Eskiden sol mahfillerde, bilim-kurgu filmlerine dair eleştirilerde, yüzlerce yıl sonra başka bir gezegende kurulan kolonide bile sınıf ilişkilerinin gösterilmesinde kapitalizm savunusuna yer verildiği söylenir, “eğer başka bir gezegene gidilmişse, bu dünyada komünizm kurulmuş olması gerekir” denilirdi. Bu tespit ışığında dolaylı olarak sınıfsızlığın sınırsızlıkla ilişkili olduğu üzerinde durulurdu. Sınırsızlığın tabiatıyla sınıfsızlığı şart koştuğu iddia edilirdi. Bu, teoriyi ve pratiği ele geçiren bir tespitti.

Bugünse Sovyetler’in çözülüşü karşısında el çırpanlar, Seattle ve sonrası gelişen halk hareketlerinin söz konusu çözülüş sayesinde gerçekleştiğini iddia ediyorlar. Yani kimilerinin muhayyilesinde sınırsızlık, hâlâ sınıfsızlığın mecazı, dolayımı. Zira Sovyetler, esasen sınırlı olduğu, dolayısıyla sınıflı olması gerektiği üzerinden eleştiriliyordu. Buradan da yıkılmasında sınıfsızlığa dair bir imkân görüldü. Bu sınıfsızlık, sınıfın sınırlayıcılığı ile alakalı idi. Kendisinin sınırötesine ait imkânlarla yaşadığını görenler, sınırlara düşman oldular, düşmanlığı öğrettiler. Batı, sınıfı Sovyetler’i kendisinden geri olduğu için eleştiriyordu. Sonunda teori ve pratik bu gerilikten kurtulmuş, sınırötesine ve oradaki imkânlara eş bir düzleme gelmişti.

Bugünse Mısır’daki Müslüman Kardeşler türü örgütsel yapılar da fazla sınırsız olmaklığı üzerinden eleştiriliyorlar. ABD denilen küresel sınırsızlık ile İsrail denilen yerel sınırsızlık, her türden sınırsızlık ihtimaline ölçü getiriyor. Batı, bu sefer de İslam’daki vurguya karşı kılıcını bileyliyor. Sınırötesine taşınıldığında, karşısında sınırlayıcı bir güç olarak İslam’ı buluyor. Bu sefer geri olan o ve onun kısmen hüküm sürdüğü tüm coğrafya.

Bizde Kemalizm, “yurtta sulh cihanda sulh” sözünün “kaynaşmış, sınıfsız kitle” temrini ile pekiştirilmesini ifade ediyor. Sınırlı yapısı post-İslamî yapıların sınırsızlığı ile perçinleniyor. O yapılar, şimdi Kemalizm ile sınırlanıyorlar. Batı kaynaklı Kemalizm eleştirileri, yüzeysel; kendi kurduğu öze, içeriğe zerre dokunmuyor. Onu başka bir kabukla sarıp sarmalıyor. Kitlelerin sınırsızlık-sınıfsızlık yalanı ile kuşatılması onda vücut buluyor.

Andolsun biz, aklını kullanacak bir kavm için o memleketten ibret alınacak apaçık bir delil bıraktık.” [Ankebut:35]

Ol delillerden biri, Türk için Kürd; Kürd için Türk olabilir mi? Bugün Kürd, Türk’ün engin denizlere açılması önündeki temel engel olarak gösteriliyor. Malın-mülkün bir mecazı olarak “Türk”, rekabetin imgesi olarak “Kürd”ü buluyor karşısında. Müşterek dava, yerin bir karış altında duruyor. “Kürd”ü kuranlar, bu sefer ona ruh üflemek istiyorlar. Kavganın harrında pişmiş, tavında dövülmüş bir irade teslim alınmak isteniyor. Ona da sınırsızlık-sınırsızlık yalanı öğretiliyor.

Kur’an, sınıfa ve sınıra dair. Sınıfsızlık imgesi olarak bir Kur’an okuması yapmakla; sınırsızlık imgesi olarak bir başka Kur’an okuması yapmak mümkün. Sınır sınıfsal; sınıf sınırlandırıcı. Kur’an’da sınır ve sınıf ötesi, Allah. Müslüman, O’nun adına, sınırlara ve sınıflara saldıran irade. Pers-Bizans arası coğrafyada kendi kulelerini dikenlere saldırmak, Pers ve Bizans saraylarına da yönelmeyi emrediyor.

Bu açıdan, ABD ve İsrail’in sınırsızlığına öykünmek, sınıfsallığı köreltmek, geri plana itmek zorunda. Ezen-ezilen, işçi-burjuva kavgasına dair her türden ayrımın üzerini örten bir İslamîlik, onların sınırsızlığına raptiyelenmeye mecbur. Sınırsız-sınıfsız bir İslam, sınırları aşmıyor, sınıfları kaldırmıyorsa, bugün efendilerin hizmetine girmek durumunda. Sınıfsızlık yalanı ABD’den; sınırsızlık yalanı İsrail’den. Zülfikar, bu iki yalanı yekten parçalamak için var.

Devlet, “sınıfsız, kaynaşmış kitle” oluşturmaktır. Bu sınıfsızlık kurgusu, sınıfî ideolojileri düşman görmeye, kitleleri bireylere bölüp o bireyleri ideolojisiz kılmaya mahkûmdur. Kur’an’daki temel vurgu, verili durumda muktedirlerle tanımlı hayatiyetin Allah’ın sınırlandırıcılığına teslim olduğuna dönüktür. O muktedirlerle ölümsüz olacaklarını zannedenlere hitap eden, ölüm ve ölümün eşitleyiciliğidir. Ölmek, yok olmak istemeyen, devletin varlığına biat etmek zorundadır. Küfrün galebe çaldığı yer burasıdır.

Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.” [Ankebut:57]

Ve Allah, fukara kullarının Kendisi üzerinden bu türden sınırsızlığa ve sınıfsızlığa duçar olmasına izin vermez. Hatırlatılan, ahirettir. Bugünden sonrasıdır. Güç ve iktidar yapılarının geçiciliğidir. İktidar, gücünü sınırsızlığını sınıfsallığından; sınıfsallığını sınırlılığından alır. Burjuva devlet, kendisine günbegün bir halk kurar, o halkın bekasını kendi bekasına bağlar. Sınıfsızlığını muhafaza etmek için halkı adaletsiz; sınırsızlığını idame etmek için onu hürriyetsiz kılmak, tutmak zorundadır. Ama tanrı olayım diye yola çıkan her küçük burjuvanın serencamı, nihayetinde başkalarının kulu olmaktır. Bu açıdan huzur değil, kurtuluş İslam’dadır.

Oysa Kur’an, ailedeki itaatin kaynağı ana-babadan başlayarak küfre zorlayan ne varsa karşıya atmayı emreder. Devlet, kendisini aileyi parçalayıp kendisinde bütünleyerek idame ettirir. Cümlemizi yetim-öksüz kılmak, en azından sürekli böylesi bir tehdit altında tutmaya mecburdur. Artık dönülecek tek yer orasıdır, odur. Ailenin parçalandığı, tekrar bütünlendiği yer orasıdır. Cümlemizin küfürde ortaklaştırılması ol sebeptendir.

Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.” [Ankebut:8]

Bugün çeşitli vakıfların devletleşmesine, devletin sokak aralarına sızmasına tanık olunmaktadır. Mevcut müesses nizama aykırı hareket eden dinamikler, hizaya çekilmektedir. Allah için hareket ettiğini, cihada dâhil olduğunu söyleyenlerin furkanı silinmiş, devletle Allah arasındaki ayrım kalkmıştır. Kendileri olmasa Allah’ın ve İslam’ın yok olacağını kendilerine ve başkalarına inandırmış olanlar, devletin ideolojik ajanları olarak sahaya sürülmüşlerdir. Cümlemizin tek ailesi olarak devlet, firavunî ameliyle her türden ilişkiye nüfuz etmektedir. Eskiden “Hz. Muhammed Türk” diyerek Müslümanlığı bile Türkleşerek ve devletleşerek mümkün bir eyleyişe indirgeyen, yeri geldiğinde “bu milleti Arapların masallarından kurtaracağım” diyen devlet, bugün herkesin tek tek sahibidir. Çabamız, emeğimiz, gayretimiz, sevdamız, kavgamız sadece ona dairdir. Devlet, bu hâle muhtaçtır. Yaşaması için bizim ruhumuzu günbegün emmesi, burjuvazinin çarklarına kanımızı-terimizi akıtması gerekir. Bu zulme, bu küfre bir Furkan şarttır.

Her kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir.” [Ankebut:6]

Orta sınıflar nezdinde sınıfsallık meselesi, yönetsel ilişkilere, hiyerarşiye tercüme edilir. Bu kesimden mücadeleye duhul edenler, yükselmek isteyenlerdir. İlgili kesim, ilk fırsatta, yükselme önündeki engeller kalktığı noktada, sınırsızlığın akışına, rüzgârına saçlarını kaptıracaktır. Burada kural, “ne yârdan ne serden geçmek”tir. Devlet, bu katmanda kök alır. Kadrolarını buradan devşirir. Münafık, güvenliği için iki yuva açan “tarla faresi” gibidir. Allah için sıkıntı çekmesi gerektiğinde diğer yuvaya sığınır. Devlet, münafıkların daimi yurdudur. İslam’ı huzura, psikiyatri ilâçlarına indirgeyenler, bu münafıkların hizmetkârlarıdır. Ali Şeriati’nin vurgusuyla, Müslüman rahatsız etmek için vardır, yoksa yoktur.

Allah, elbette kendisine iman edenleri de bilir ve elbette münafıkları da bilir.” [Ankebut:11]

Artık “ne yârdan ne serden” sözü, “ne yârdan ne kârdan”a dönüşmüştür. Bu çift dilli, çift dinli, çift cinsiyetli hâl, had bilmezlikle, karşısındakinin, dışındakinin imkânlarını da talep etmeyi beraberinde getirir. Bu açıdan devlet de bu yol üzredir. O da Allah olmak ister. Kadın erkeğin; erkek kadının yaşadığı hazzı talep eder. Kendisi başkasıdır, başkası yayılma, sömürgecilik imkânıdır. Başkasının bedenine yayılmak mülkün, başkasının ruhuna, hazzına nüfuz etmek paranın iradesidir. Salih amelse o mülke ve paraya kul olmamaktır.

(Lût) ‘Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et’ dedi.” [Ankebut:30]

Mekke’de zuhur eden İslamî hareketin “Muhammed” ismi ile anılmaması mühimdir. O, binlerce yıllık peygamberlik hareketinin parçası, ona içsel bir devrimdir. Kur’an’a yansıyan, bu yöndeki ikazlar ve tembihlerdir. Mesele, kendimizdeki fiilî eksikliği O’nda tamama erdirip kibirlenme imkânı bulmak değil, O’ndaki kavgayı cisimleştirmektir. Hz. Muhammed (sav) bizdeki yükselme, yayılma, nüfuz etme arzusunun, tekebbürün mecazı ya da dolayımı olamaz. Kur’an’da belirli bir sınıfsallığa ve sınırlılığa yönelik itirazın örgütlendiği koşullarda, o sınıfsallığı ast-üst ilişkisi üzerinden okuyanlar bir bir ikaz edilirler. Rızkı fazla verilmiş olanların üstünlüğü tanınmaz. Onu biriktirmeyenlere özel bir ehemmiyet gösterilir. Sapla saman ayrılır. Sınıfsallık ilişkisi tarumar edilirken, Allah yolunda olanların üstünlüğü açık biçimde tanınır. Ama bu üstünlüğün Allah şahsında istismar edilmesine, başkalarına üstünlük taslanmasına izin verilmez.

Allah kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” [Ankebut:62]

Devlet, yoksul kitlelerin sınırsızlaşma iradesini sömürür; sınıfsızlaşma kavgasını ezer. Bu açıdan dert, yoksulun başını okşayıp, o yoksulluğun ne kadar doğal, doğal olması hasebiyle ne kadar yüce olduğunu öğütlemek değildir. Devlet, dinî hareketleri insanlarda doğal olarak miras kalan “yüce bir millet” kurgusu ile dağıtmak ister. Buna yoksulluğun doğal bir kader olduğunu, güzelliklerinin, derinliğinin tecrübe edilmesini telkin ederek karşı konulamaz. Bu tip bir yaklaşım devletle ortaklaşacak, onu Hakikat’e şirk koşacaktır.

Gemiye bindikleri zaman dini Allah’a has kılarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki Allah’a ortak koşarlar.” [Ankebut:65]

Bu ikazı eski Mısır cumhurbaşkanı unutmuş gibidir. Darbenin gerçekleştiği günün öncesinde yaptığı son konuşmada “Tahrir, açların devrimi değildi. O, hürriyet ve adalet çağrısıydı.” demiştir. Devlet katında, yoksul düşkün görünür. Gözdeki çapak gibi ele alınır. Bu alçak dünyada yükselen, dünya nimetlerini her an yüceltmeye mecburdur. Açları görmeyen, yoksula yoldaş olmayan bir hürriyet-adalet kavgası, efendilerin dişlerinin arasını karıştırdıkları kürdandır. Mazluma kör bakan her irade, efendilerin sınırötesi faaliyetlerine koşturulan bir emir eri; onların sınıfsızlık yalanını idame eden bir bekçi olmaya mecburdur.

Mursi, iktidardan düşmeden önce efendilere işve yapmaktadır. “Açları ben kontrol ederim, sizin için onlara hürriyet-adalet zokasını ben yuttururum” demektedir. İş işten geçmiştir, tüm çırpınışlar nafiledir. Devlet, fasılaya bir son vermiş, çeri çöpü başkasına temizlettikten sonra özüne dönmüştür. Hürriyet ve adalet, artık sadece Mursi’nin partisinin tabelasında kalmıştır. Koca Tahrir’den ancak kendi çıkarına olanı duyabilmiş olan Mursi’de mesele, onun karaya çıkınca Allah’a devleti ortak koşmuş olmasıdır. Nihayetinde onca fayda ve nankörlük ardından neyin ne olduğunu “bilmiştir.” [Ankebut:66]

Kitlelerin çığlığında ancak ve sadece kendi ismini duyanların, duymak isteyenlerin burada alacağı çokça ders vardır. Kendi varlığını ve benliğini kitlelerin kavgasında sigaya ve sorguya çekmeyen, bu tür musibetlere mecburdur. Devlet, o varlığı ve benliği sınırsızlığın ve sınıfsızlığın cazibesi-iğvası ile kandırır, başköşeye oturtur, ağzına yağlı parmaklarıyla bal çalar, sırtını sıvazlar. Sonra da sınırlı-sınıflı gerçeğin orta yerine fırlatıp atar. Bu tuzağa karşı imanla ve akılla karşı koymak gerekmektedir. İman ve akıl yoksa direniş de yoktur.

Neoliberal dönüşüm için biçilmiş kaftan olduğunu her gün dua gibi tekrarlayıp duranların görmedikleri tuzak budur. Esasen tuzağa düşecek olan Müslüman iradedir ve bu, asla umurlarında değildir. Eskiden İslam’la ilişkileri ne ise bugün devletle de ilişkileri o düzeydedir. Küçük burjuvazinin ihanetine karşı emekçi-yoksul Müslüman’ın iradesi, bu tuzaklara düşmeyecek ferasete sahiptir.

Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” [Ankebut:69]

Mursi’nin yanılsaması, ABD rüzgârı ile bindiği geminin Nuh’un gemisi olduğuna inanması, milleti buna inandırmasıdır. Kayalıklara çarptığında ise geride eskinin masalları kalmıştır. Partisine adını veren hürriyet sınırsızlıkla; adalet sınıfsızlıkla alakalıdır. Gerçek düşmanla çokboyutlu mücadele içerisine girmeden, kolay yoldan iktidar imkânlarından istifade edeceğini düşünmüş, düşmanın sınıfına ve sınırına teslim olmuştur. Kolay yol, efendilerin yoludur.

Kahire’de mezarevlerde çile çeken yüz binleri görmeyen bir hürriyet kavgasının; ordunun tahkim ettiği sınıfsallığı karşıya almayan bir adalet mücadelesinin akıbeti budur. İhvan’ın dayanışma örgütü olarak varlığı, Nasır ile birlikte tarihe havale edilmiştir. Nasır İhvan’da, İhvan Nasır’da çözülmüştür. Körfez ile rabıtalı fıkıh, neoliberalizmin ve siyonizmin yoluna taş döşemiştir. Bölgeye dair model ülke olma hayalleri, Tahrir’de açların öfkesini görmediği için, daha doğarken, ölmüştür.

Mesele, düşmanın kurduğu gerçeklikle dövüşmekte, o dövüşe kendimizi dâhil etmekte, gerçeği kendimizden kurmamakta, her adımızı ünleyene koşmamaktadır. “Hürriyet” dediklerinde kendi öznelliğimizden, nefsimizden dünyaya baktığımızda, “işte beni sınırsız kılacak irade!” diye o yöne koşmamak gerekir. “Adalet” dediklerinde, gene aynı yerden bakıp, “beni boğan küçük sınıfsallıktan kurtaracaklar” diye seğirtmemek lazımdır.

Önce kendimizi nerede, kimle kurduk, ona bakalım. Finans spekülatörleri, bankerler rahat trafik istiyor diye ormanları talan edip köprüler, boğazlar inşa edilmemeli. Bir an olsun o zenginlerle aynı düzleme gelince, hayallerimizin gerçekleştiğini düşünmemeli. Aradaki sınıfsal farka, sınıra, furkana sıkı sıkı sarılmalı.

Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyecek biriktirmezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” [Ankebut:60]

Allah’a güvenmeli. “Onun yeryüzü geniştir.” [Ankebut: 56] O arz, sınıfsız-sınırsız kavgayla değil, sınırsızlığın-sınıfsızlığın kavgasıyla parça parça sökülüp alınacak, bu bilinmeli. İlki yanılsama, vesvese, vehim; ikincisi hakikattir. “Komünizm ütopya, başkanlık gerçek” denileceğine, neyin başı, kimin başkanı, bu sorulmalı. Nihayetinde O’ndan başka dost tutanların, kendisi için, kendine özel bir ev kuranların vay hâline!

Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!” [Ankebut:41]

Eren Balkır
17 Temmuz 2018

0 Yorum: