Karşı-devrimin nefesi her devrimin ensesindedir. Bugün
Müslüman Arap coğrafyasının kıyamı bu nefesi solumaktadır. Karşı-devrim, Körfez
sermayesi ile Batı emperyalizminin ittifakı üzerinden örgütlü bir ilerleyiş
içindedir. Suriye’deki iç savaş, bu ilerleyişle tanımlıdır.
Soğuk Savaş süresince biriken kirin pasın
temizlenmesinden başka bir şeyi ifade etmeyen söz konusu süreç, bölgenin
devrimci imkânlarını açığa çıkarttığı gibi, onların başını kesecek kılıçları da
keskinleştirmektedir. Önce Baas sonra Humeynici hattı kesmek için örgütlenmiş
Sünni dinamikler, bugün bu kılıçları tutmaktadır. Kılıcın diğer tarafı da
keskindir.
Dolayısıyla, Sünni-Şii ayrışmasında taraf olmak yerine
kılıcın iki tarafının kestiği yerlere odaklanmak gerekir. Söz konusu ayrışma,
sınıfsal-politik ve devrimci-politik bir hatla dikine kesilmelidir. Bu noktada
küçük burjuva “sınıf” ve “devrim” kurgularından uzak durulmalı, bunların
cazibesine teslim olunmamalı, sınıfsal ve devrimci olan noktalar eylemli olarak
işaretlenmelidir.
Sol, kendisini bir düşmana göre kurarken, daha fazla
mikro alana ve olana odaklanmakta, dolayısıyla, ya bireyin başka bir tezahürü
olan sınıfa ya da devlete bakmaktadır. Bireyler arası meseleler edebî bir
pratik olarak sınıflar arası ve devletler arası ilişkilere yansıtılmaktadır.
Sol, sınıf, millet ve din üzerinden politize olan kitlelerin dağıldığı mecra
olduğundan, ya birey noktasında sınıfı ve devleti ele almakta ya da bireyi iri
bir cüsseye sahip sınıf ve devletten kaçırmaktadır.
Genel, bölgesel analizlerin “komplo” teorisi
bağlamında ele alınıp çöpe atılması bu sebepledir. Bireye seslenilmekte, ona
“sadece kendine iman et” denilmektedir. İman güvenmektir, dolayısıyla, ister
istemez bu çağrı, bireyi burjuva siyasetine ve ideolojisine kul etmektedir.
İmanı yok etmek, özneleri kendiliğinden mevcut iktidar ilişkilerine kul
edecektir.
Reyhanlı’daki patlamaların elbette ki bölgesel güç
ilişkileri ve dengeleri ile bir rabıtası mevcuttur. Bireye bu ilişkilerden ve
dengelerden uzak durmayı telkin etmek, bireyi ve onun üzerine kurulu siyaseti
bir süreliğine rahatlatabilir ama mevcut bir olaya karşı kitlesel bir tepkinin
örgütlenmesini sekteye uğratır.
Politika, kitlelerle yapılır. Oysa sol, sanki salt
bireyi politize etmeye kilitlenmiş görünmekte, dolayısıyla, birey dışı her şeyi
hakikat dışı, sahte olarak kodlamaktadır. Tek hakikat bireydir ona göre. Her
seferinde birey, daha masum, akmaz kokmaz bir yere saklanmaktadır.
Akademi ile istihbarat örgütleri arasındaki açı artık
çok dardır. Reyhanlı tipi gelişmelerde akademi ya da istihbarat örgütleri
merkezli analizler ve politik yaklaşımlar iç içe geçmektedir. Bölgeyle akademik
düzeyde ilgilenenler, istihbarat ajanlarının yanı başındadırlar. Dolayısıyla,
bu iki alanın söylediklerine göre harekete geçmek mümkün değildir. Bu iki alanı
dağıtacak belirli bir aklî pratiğe ihtiyaç vardır.
Kimi kesimlerde İran ve Suriye devleti Türk devletinin
mecazî ikamesi, eğretilemesi gibidir. Bu iki devlete dönük sahiplenme, bölgesel
bir politika bağlamında değil, tam da mevcut Türk devletini muhafaza ve müdafaa
etmek amacıyla gerçekleşmektedir.
Suriye’deki iç savaş, Esad’ın kontrolü altında ve onun
lehine bir seyir içinde ilerlemektedir. Bölgedeki İslamî örgütlerin devrim ve
iktidar gibi bir perspektifi yoktur, sadece yolu temizlemek için devrededirler.
Tam da bu nedenle devrim ve iktidar dışıdırlar. Seyir içinde devrim ve iktidara
meyyal çıkışlar törpülenecektir. Söz konusu hareketliliğin Antakya gibi bir
üsse yansıması kaçınılmazdır. Sınırın iptal olduğu gerçeklikte, şehirde seksen
öncesi bir süre hâkim olan örgütün şefi öte tarafta kalmış, patlamaların
birincil azmettiricisi ve günah keçisi ilân edilmiştir. Yaklaşık bir yıldır AKP
basını tarafından hedef gösterilen Mihraç Ural, yaptığı açıklamada dinî
kalkışmaya karşı millî-etnik değerleri muhafaza ettiğini söylemektedir. Ancak
öte yandan, AKP akıncısı olarak bölgeye dönük ajan faaliyeti içinde olan Hakan
Albayrak da yaşanan patlamalar sonrası Mihraç Ural’dakine benzer bir
insansevicilik üzerinden, gariban mültecilerin katledildiğini iddia etmektedir.
Aynı kanaldan, DSİP’liler ise mültecileri korumak üzerinden, insancıl ve
dayanışmacı bir tavır geliştirmektedirler. Mülteciler bu olayda AKP kalkanıdır
artık. Kalkana saldırana değil, onu kalkan yapana kızmak gerekir.
Bu gerçeklikte, sosyalist hareket açısından eksik
olan, Müslüman ve Arap yoldaşlar bulacağı bir bölgesel enternasyonal çıkıştır.
Salt AKP husumeti ve iç siyaset malzemesi kılmak üzerinden ilişkilenilen
Ortadoğu, kimseye bir şey öğretmemektedir. Deniz’lerin parkasındaki kan
kurumuş, parka mezatta ucuza satılmıştır.
Bölgesel enternasyonal vurgusu, sömürüye ve zulme
karşı olan politik öznelerin bölgesel kolektivizasyonunu ifade eder. Bu ortamda
politik özne, en fazla saf teorik planda, kendisinin olmadığı ve hiç olmayacağı
bir gerçekliği gene saf manada mülk edinmek için uğraşmaktadır. Ortadoğu
uzmanlarına değil, Ahmet Kaya’nın şarkısına atıfla, “acemi işçiler”e ihtiyaç
vardır. “Onurlu bir kavganın neferi” olmak, bu noktada emperyalizmi sınıfsız,
kapitalizmi devletsiz görenlere karşı olmayı gerektirir. Kendi meselesinin
ustası veya uzmanı olanlar, kendi öznelliği de dâhil, her eylemliliği
temizleyip hareketsiz olanı görmeye çalışmaktadırlar. Politik teori, öznenin
eylemliliği kadardır. Devrim, tam da eksik olduğu bilinciyle eyleme geçene
muhtaçtır.
Dolayısıyla, kimseye akıl vermeye kalkışmaksızın,
Reyhanlı bahsinde, AKP’ye ve batıya bağlı güç odaklarının dağıtılması yönünde
halk kışkırtılmalı, bölgedeki Sünni Araplar örgütlenmeli, onlara kendilerinin
iradesine tabi olmayan düşman, tüm netliği ile gösterilmelidir.
Reyhanlı-Roboski hattında insansevicilik kuyusuna düşülmemeli, her iki olayın
ortaklığı vurgulanmalı, halkların hilafına çizilen sınırların
zalimlerin/sömürenlerin ortak hattı olduğu gösterilmeli, Suriye’nin mazlum
halkına omuz verilmelidir.
Alevîlik bahsinde ise, genel Alevî nüfus Kemalist,
batıcı, laik prangalarından memnundur, dolayısıyla, Antakya’daki bir katliam,
geçmişteki Dersim katliamı gibi milliyet merkezli bir ayrışmaya tabi
tutulacaktır. Milliyet merkezli yaklaşım, AKP’nin “büyük Türkiye” masalına
yönelik herhangi bir sahici itiraz gerçekleştiremez. Yani Türk olmaya
inandırılmış ve buna ikna edilmiş Alevîlerin Arap ve Kürd’e çekilen kılıca
tepki vermeleri beklenmemelidir.
Bugün solun eylemselliği belirli bir taktik-strateji
düzlemi değil, basit bir acındırma pratiği üzerine kuruludur. “Polisten dayak
yiyelim, bize acısınlar” derken, işaret ettiği kesimleri gören ve orayı kesen
bir eylem hattına yönelinmemektedir. Yani sol, orada burada üstü başı kan
içindeki yoldaşlarını göstererek politika yaptığını zannetmemelidir. Salt acıma
üzerinden oluşmuş bir politizasyonun kalibresi her zaman düşüktür.
Sol, özne olmakla özel olmayı artık iyice birbirine
karıştırmıştır. Özel olmak, tüketici kültürünün halesine kapılmaktır. Sol,
kabul edilme derdiyle hareket ettiğinden, verili olarak kendisini kabul edecek
olanın gücünü ve hukukunu önsel olarak onaylamaktadır. Dolayısıyla, kabul
ettireceği varlığına ait tüm çapaklarından, sivri yönlerinden ve arızalarından
kurtulması gerekmektedir. Örneğin artık Çingene sözcüğü dilden silinmekte,
Romanlar saygı görmekte ama olumlu ya da olumsuz anlamda Çingenelik yeryüzünden
temizlenmektedir. Aynı durum, Ermeniler için de söz konusudur. Özelleşmenin
özneleşmenin yerini almasıyla tüm politik ya da politikleşme ihtimali olan
konular, bağlamdan ve her türlü karşılıklı ilişkiden kopartılmaktadır. Örneğin
artık sınıfın başka sınıfsal katmanları örgütlemesi mümkün değildir. Sol, bu
noktada ruh âleminden kıyafete kadar özel olanın vitrini hâline gelmekte,
sürekli saygı talep etmekte, doğrudan mevcut hukuka bağlanmaktadır. Böylesi bir
zeminde egemenlere karşı saygısızlık yapmak bile mümkün olmayacaktır.
Ortalık, spesifik bir konunun özel uzmanları ile dolup
taşmaktadır. Spesifik konu, kendisini özel hisseden tüketim bireyinin
aynasıdır. Reyhanlı gibi olaylar da bu özel oluşları ile değerlendirilip
gerekli saygıyı bir süre gördükten sonra rafa kaldırılacaktır. Onun bağlamı ve
ilişki ağı kesilip atılacaktır. Her şey, bireylerin özel öznelikleri içindir. Bu
kadar özel oluş takıntısından üretim, inşa ya da kurma pratiği çıkmaz.
Sol açısından bu özel oluş merakı üzerinden, millet ve
sınıf ayağında tüm politik faaliyet sokaktan çekilmiş, halktan kopartılmış
durumdadır. Sınıfı görmeyen bir millet ve din, milleti görmeyen bir sınıf ve
din, dini görmeyen bir sınıf ve millet egemenlerin oyuncağıdır artık, zira
buradaki öznelik, egemenlerin tasavvurları üzerinden inşa edilmektedir. Sol,
tuzu kuru orta sınıf kentli nüfusa kendisini kapatmıştır ve bu kapatılmayı
bizzat kendisi istemiştir. Devrim, fazla despotik olduğu için istenilen bir şey
değildir aslında. Millî ve dinî olanı görmeyen devrimcilik ise kendine kapalı
bir teorik lafazanlık üretmektedir.
Orta sınıf kentli nüfusun dinî ve millî olanın
politikleşmesini görmesi mümkün değildir. Sol en fazla, sınıfı ve milleti
görmeyen, saf, havada asılı bir din’ciliğe karşı çıkabilmektedir. Karşı
çıktığı, kendi sol’culuğu da olmalıdır.
Bugün Reyhanlı özelinde bir “İslamcılık” eleştirisi
geliştirmek hatalıdır. AKP İslamcı değil, neoliberalizmin uşağı olan bir
partidir. Bu uşaklık, Müslüman kesimde itiraza mahal veriyorsa, politik olarak
oraya odaklanmak şarttır. Esad düşmanlığı ve yandaşlığının göremeyeceği, işte
bu politik odaklardır.
Suriye meselesi, netameli bir hâl almıştır. Kıyam
çürümüş, kokusu sınır dışına taşmıştır. Artık baskın olan, devrim hattının
silinmesidir. Kimi İslamcılardaki Kemalizm eleştirisi, esasında onun dönemsel
olarak arızî bir nitelik arz eden ve özellikle Sovyetler’in varlığına bağlı
olarak şekillenen sol fazlalıklarına yöneliktir. Yani bu Müslümanlar,
Kemalizmle değil, sol-sosyalist olanla dövüşmektedirler. Geri kalanla alıp
veremedikleri bir şeyleri yoktur. Benzer bir eğilim, Baas ve Humeyni bahsinde
de geçerlidir. Bu açıdan mesele, Baas ya da Humeyni’yi değil, bunların bir ara
kesiştikleri devrim hattını savunmak ve ilerletmektir.
Mazlum-Der’in
Reyhanlı ile ilgili raporu, diğer kimi raporlarında olduğu gibi, vicdanî açıdan
AKP’nin tozunu almayı amaçlamaktadır. Metinde, bölgede birilerinin başkalarını
ötekileştirip etiketlemesi eleştirilmekte ama Suriyelilere saldıranlar da
bizzat bu metnin yazarlarınca “faşist” olarak damgalanmaktadır.
Esasen rapor, AKP lehine olacak şekilde, medya sansürü
ile yumuşatılmaya çalışılan mevcut gerilimi örtmek derdiyle kaleme alınmıştır.
Metinde kayıplarla ilgili resmî rakamlara yaslanılması bunun bir göstergesidir.
Temelde dernek üyeleri, Suriyelilerin durumlarını gözlemek için bölgeye gitmiş
gibidirler. Katliamda ölenler ve yakınlarıyla ilgili tek bir cümleye yer
verilmemektedir.
Raporda devletin eksikliğinden dem vurulması
manidardır. “AKP’nin açıp gösterdikleri yerine kapattıklarına bakmak gerek”
tespiti üzerinden düşündüğümüzde, rapor bir biçimiyle katliamı
gerçekleştirenlerin pratiğine bilerek ya da bilmeyerek bağlanmaktadır. Zira
geçmişte de bizdekinin özel durumunu dışarıda tutarsak, tüm insan hakları
derneklerinin akademiyle ve istihbarat örgütleriyle içli dışlı olduğu bilinen
bir gerçektir. AKP, muhtemelen Suriyeli mültecileri Suriye’ye dönük müdahale
için bir kılıf olarak kullanacaktır. Zaten bu kamplar mevcut üslerin
kamuflajından ibarettir.
Türkiye’nin geçmişte şerh düştüğü, imza atmadığı bir
anlaşma gereğince Suriye’deki mültecilerin uluslararası planda mülteci niteliği
bile bulunmamaktadır. Ekonomik basıncı yanında, bu kamplar salt askerî değil,
ideolojik ve propagandatif nitelikleriyle devlet tarafından kullanılacak gibi
görünmektedir. Reyhanlı bu kampların bahane edilmesi için gerçekleştirilmiş
gibidir. Mazlum-Der raporundaki tespitle, devletin polis, hastane gibi
noktalardan elini çekmesi, bu nedenle hayra alamet değildir. Raporun bizatihi
kendisi ile örneklendiği biçimiyle, kamplar uluslararası planda bir malzeme ve
bahane olarak ideolojik planda yeniden örgütlenecektir.
Eren Balkır
15 Mayıs 2013
0 Yorum:
Yorum Gönder