Aldatıcı Seçenekler:
Yeni Anarşizmin Avare ve Gerici Solculuğu
Küresel
ekonomik kriz bağlamında finans sahasını kontrol altına alacak politikaların
yeniden yürürlüğe konulması ve ağır tasarruf tedbirleri gibi işe yaramayacak
adımları atan hükümetlerin tedbirlerine karşı yükselen öfke, politik aktivizmin
saman alevi gibi parlamasına neden oldu. ABD’de Wall Street’i İşgal Et
eylemlerinin elde ettiği ün, eylemleri örgütleyenleri, uzun zamandır varlığını
muhafaza eden politik meselelere, kitlesel protestoların gücü konusunda
geliştirdikleri yeni anlayışla yaklaşmaları yönünde cesaretlendirdi.
Wall
Street’i İşgal Et eylemleri, Arap Baharı’ndan birkaç ay sonra yaşandı. Zuccotti
Parkı ile Tahrir Meydanı’nın aşağı yukarı aynı zamanlarda işgal edilmiş olması,
dünya genelinde eylemlerin artış eğilimi içerisine girdiği yeni bir döneme
girildiğine dair öngörülerin havada uçuşmasına, önemli ayrımların üzerinin
örtülmesine neden olacak bir tür dayanışma anlayışının geliştirilmesine neden
oldu. Oysa aslında Ortadoğu’da eylemcilerin hedefinde, yıllardır ülkelerini
yöneten tek parti devletleri vardı.[1]
Arap
Baharı ile ABD’deki eylemlilik süreci arasındaki önemli bir farklılık da Wall
Street eylemlerinin esas olarak anarşist teorinin güdümünde seyretmesi, daha
henüz gelişmemiş bir itkiyle hareket ediyor olmasıydı.[2] İlk çağrısını Adbusters
[“Reklâm Avcıları”] isimli şirket karşıtı derginin yaptığı eylem sürecinin
planlanmasında antropolog David Graeber gibi yeni anarşistler önemli roller
üstlendiler.[3] Zuccotti Parkı’na yerleşen eylemciler, hem antropolog hem de
gazeteci Marina Sitrin’in Arjantin’deki işçi kooperatifleriyle ilgili
çalışmasında aktardığı türden “yatay” karar alma stratejilerini benimsediler.
Bugün
Wall Street’i İşgal Et hareketinin siyaseti ve ekonomiyi nasıl etkilediğine
dair bir tespitte bulunmak güç bir iş olsa da yaşanan olayı kuşatan efsanenin
ve ruhun sonraki süreçte eylemcilerin politik alanla sonuç alıcı bir ilişki
kurmayla alakalı anlayışları üzerinde kalıcı bir etkiye yol açtığını biliyoruz.
Bu kalıcı etkilerden biri de eylemci popülizminin yüceltilmesi. Söz konusu
popülizm, karar alma konusunda gündeme gelen farklı önerilerde ve sahada
yürüyen gösterilerde önemli bir yere sahip oldu. Yeni anarşizm, bu
popülizme ciddi katkılar sundu.[4]
ABD
ve Batı Avrupa’da son dönemde yapılan eylemlerin ruhunu devlet karşılığı teşkil
ediyor. Politik ıstırabımızı derinleştiren mali kriz, Marksizmin sermaye
eleştirisinin tartışmaya yeniden dâhil olmasını sağladı. Ama öte yandan,
kendisine “Marksistim” diyen ve farklı geleneklerden gelen solcular bile
pratikte antikapitalist konumdan uzaklaştılar ve anarşistlerin devlet karşı
siyasetine yakınlaştılar.
Yeni
bir anarşizm biçimi, bugün sol siyaset içerisinde kendisine yer buldu. Peki bu
gelişmeyi gerçek bir politik etkiye sahip olabilecek radikal bir solun yeniden
inşa edilmesine dönük olumlu bir adım olarak görebilir miyiz?
Kanaatimce
yeni anarşizm denilen olgu, solcu politik amaçlara hizmet eden bir şey değil,
ayrıca o, solun politik ilkelerini tahrif etmek suretiyle, onu tehlikeye
atıyor. Bu tespitin temel dayanağı, David Graeber, Marina Sitrin, John Holloway
ve James Scott gibi anarşizmin önde gelen savunucularının eserleri.
Bu
isimlerin ortak özelliği, hepsinin de anarşizmi yaşamsal bir tavır olarak
görmeleri. Graeber, Sitrin ve Holloway, antropoloji eğitimi almışlar. Holloway,
sonrasında siyaset bilimi okumuş. Scott, içlerindeki en ayrıksı kişi. Üçünden
farklı olarak o, eylemlerden uzak duruyor. Diğerleri, Wall Street’i İşgal Et,
küreselleşme karşıtı hareket, Zapatist Hareket ve Arjantin’deki olaylar
türünden eylem süreçlerinin içinde yer almışlar, bu eylemlere destek sunmuşlar.
Scott, farklı bir isim. Buna rağmen onu da tartışmaya dâhil etmek gerekiyor, çünkü onun
yayımladığı Anarşizmin İki Ruh Hâli isimli kitap, diğer üç teorisyenin
eserlerindeki anarşizm anlayışına epey benzeyen bir anlayış üzerine kurulu.
Yeni
anarşizmin kendine has dört özelliği var. O, diğer sol akımlardan, daha da
özelde, önceki anarşizm anlayışlarından, bu özellikler üzerinden ayrışıyor. Bu
özelliklerin ilki, yeni anarşizmin politik eylemin bir biçimi olarak yaşam
tarzına ve öznelliğe yaptığı aşırı vurgu. Bu özellik oldukça önemli, zira o, yeni
anarşistlerin dillendirdikleri tüm iddiaların çıkış aldığı temel önermeyi
meydana getiriyor. Yeni anarşizm, sömürü üzerine kurulu toplumsal ilişkilerin
topluma nüfuz edişiyle pek ilgilenmiyor, ama bireyselliğin doğasına içkin bir
özgürlük olduğuna dair fikre yaslanıyor. Benzer bir yaklaşım, Daniel Guerin
gibi ilk dönem anarşistlerin eserlerinde de karşımıza çıkıyor olsa da bu
isimler, bireysel davranışın bizatihi politik eylemin bir biçimini teşkil
ettiğine dair bir iddiada bulunmuyorlar.
Yeni
anarşistler, dile getirdikleri stratejilerin politik düzlemde etkili ve verimli
olduğuna dair iddialarını devlet kontrolü dışında teşkil ettiklerini
düşündükleri cemaat ve toplum örneklerine başvurmak suretiyle savunmaya
çalışıyorlar.[5] Bu da onların karşı argümanları elitist ve hayata ait
deneyimden kopuk olarak görüp çöpe atma imkânı veren bir tür entelektüelizm
karşıtlığını benimsemeye itiyor. Kendilerindeki bu entelektüelizm karşıtlığını,
aydın düşmanlığını bir tür elit karşıtlığı olarak takdim eden yeni anarşistler,
sekter siyasetin ve sağ-sol ayrımının da elitlerle başladığını, onların
geliştiği zemini meydana getirdiğini iddia ediyorlar. Yeni anarşistler, sağ-sol
türünden ayrımları aştıkları iddiasındalar.
Benim ikinci iddiam şu: yeni anarşizm, politika karşıtıdır. Yeni anarşistler, kendi politika anlayışlarının yeni olduğunu söylüyorlar ve ondaki bu yeniliği fazla yüceltiyorlar. İddialarına göre, politikalarındaki yeniliğin sebebi, onun kurumların değişmesine değil de kişilerin ve toplumların dönüşümüne odaklanıyor olması. Kurumların değişemeyeceğini, insanlar farklı yaşam tarzları benimsediğinde sönümlenip yok olacağını düşünüyorlar.
Bu yaklaşım politika
karşıtıdır, çünkü nesnel yapısal değişimin uygulanması ile ilgili temel politik
sorulara sırtını dönmüş bir öznellik sahasına geri çekilmektedir.
Yeni
anarşistler, geleneksel politik kategorilerden kopup “yeni”yi bir tür erdemmiş
gibi yüceltiyorlar. Bu bağlamda, onların sol üzerindeki etkilerini ele almak,
sordukları soruyu incelemek gerekiyor. Zira yeni anarşizmin politikaya dair
yaklaşımları kimi gerici yönler barındırıyor.
Yeni
Anarşizmin Kendine Has Özellikleri
Kendi
tarihlerini yazarken bile anarşistler, onu tarih dışına atmak gibi tuhaf bir
yeteneğe sahipler. Ellerindeki daha büyük fırçalarla resim yapan liberaller,
muhafazakârlar ve sosyalistler ise bu konuda daha dikkatliler.
Anarşizmin
tarihini kaleme almış bir ismin tespit ettiği biçimiyle, “anarşizm, genelde
Batı’ya ve yakın döneme ait bir olgu olarak ele alınsa da onun kökleri,
Doğu’nun antik medeniyetlerine dek uzanır.”[6] Meseleye yazarla aynı hassasiyet
düzeyiyle yaklaşacak olursak, bu tespitin doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Gelgelelim biz, kendi yapıp ettiklerinin tam anlamıyla bilincinde olan politik
bir hareket olarak anarşizmin ortaya çıkış sürecinin ait olduğu tarihsel ölçeğe
odaklanmadığımız takdirde, sağlam bir tarihsel zemine kavuşamayız.
Anarşizmin
tarihi, William Godwin’in yazıları ve Robert Owen ile Charles Fourier’nin
ütopik toplum deneyleriyle başlar. Buna karşın, baskıcı politik rejimlere
doğrudan karşı koyan politik bir hareket olarak anarşizm, on dokuzuncu yüzyılın
ortalarında oluşmuş protest siyasetin toprağında gelişip serpildi. 1848
devrimleri, demokrasi ve anayasaya düşman olan politik rejimlere karşıtlık
konusunda ortaklaşan liberalleri ve radikalleri gevşek bağlar dâhilinde bir
araya getirdi.[7] On dokuzuncu yüzyılın sonlarında liberaller, amaçlarına
ulaşma konusunda büyük ölçüde başarılı oldular. Sosyalistlerin güçlü işçi
tabanına sahip partiler kurmaya başladıkları ve kendilerini ana radikal seçenek
hâline getirdikleri koşullarda anarşistler, devlete karşı ayaklanma fikrini
esas alan gizli eylemler içerisinde oldular.[8]
On
dokuzuncu yüzyıl anarşizminin mirasını devralan anarko-sendikalizm, yirminci
yüzyılın başlarında “işçi hareketinin örgütlülük düzeyinin düşük olduğu”
ülkelerde kimi başarılar elde etti.[9] Birinci Dünya Savaşı sonrası, 1937 gibi
geç bir tarihte sona eren anarko-sendikalizm hareketini Alman anarşist Rudolf
Rocker, sosyalizme ve parlamenter demokrasiye karşı önerilebilecek canlı ve
radikal bir seçenek hâline getirmek için uğraştı.[10] Yirminci yüzyılın
ortalarında Daniel Guerin gibi anarşistler, anarşizmin politik ideallerini
liberter bir çerçevede tanımladılar. Bu anarşistlere göre, “anarşizm, her şeyden
önce içgüdüsel bir isyandı. Anarşistse isyan hâlindeki insandı.”[11]
Son
150 yıllık kesitte anarşizm, kısmen politik duruşları ve geliştirdiği
stratejiler sebebiyle, anlamını belli ölçüde yitirdi. Militanlık düzeyi,
partilere yönelik reddiyesi ve yaşam tarzına yaptığı vurgu, anarşizmin geniş
kitlelerde politik bir karşılık bulamamasına neden oldu.
Bugünse
anarşizm, sol aktivistler arasında yeniden diriliyor. Ama bu yeniden dirilen
anarşizm, farklı bir tür anarşizm.
Eldeki
tarihsel birikime rağmen bu yeni anarşistler, geçmişin öne çıkan anarşist
isimleriyle zayıf bir ilişki kuruyorlar. Yeni anarşistler, yazılarında Proudhon,
Kropotkin, Bakunin, Malatesta, Goldman, Muhsam, Berkman gibi isimlerin
çalışmalarından çok az alıntı yapıyorlar. Teorik öncüllerine bağlı olmamaları,
onlara saygı duymuyor oluşları, yeni anarşistlerin yazılarında hemen dikkat
çeken bir husus. Elbette aynı konu başlıklarını ele alıyorlar ve geçmiş teorik
birikimle belirli bağlar kuruyorlar, ama bugünkü anarşistler, geçmişteki
düşünürlerin, bugünkü politik teoriyi besleyen başarılar ve kazanımlar ile
şekillenmiş bir politik gelenek içerisinde çalışma yürütmediklerini
söylüyorlar. Bugünün anarşistleri, düşüncelerini genelde doksanlarda ve
2000’lerin başlarında açığa çıkmış küreselleşme karşıtı hareketler bağlamına
yerleştiriyorlar.
1999’daki
Dünya Ticaret Örgütü protestoları gibi gelişmelerle birlikte anarşistler, sol
politika sahnesine yeniden giriş yaptılar ve kabul gördüler. Bu dönem,
anarşizmin yeni aşamasını ifade ediyor. Bu anarşizm, kendisini önceki anarşist
nesillerin ürettiği teorilerden uzaklaştırdı.
Graeber,
şu ifadesinde derdini gayet iyi anlatıyor aslında:
“Biz, teorik külliyattan
çok bir tavırdan veya belki de bir inançtan bahsediyoruz. Belirli tipte
toplumsal ilişkileri reddediyoruz, düzgün ve insanî bir toplumun farklı tipte
ilişkiler üzerine kurulabileceğini güvenle dile getiriyoruz ve bunun
yapılabileceğine inanıyoruz.”[12]
Yeni
anarşizmi tartışırken ben, Graeber’ı söyledikleri üzerinden ele alıyorum. Ama
gene de yeni anarşizmi neyin ayrıksı kıldığını da sormadan edemiyorum. Eski
anarşizmle yeni anarşizm arasında belirli süreklilikler söz konusu. Ben de
Graeber gibi “teorik külliyat”tan bahsetmemeyi, günümüzde dillendirilen
iddialarla ilgilenmeyi tercih ediyorum.
Kalbin
Kanunu
Radikalizm
için çıkış noktası olarak öfke hayırlı bir şeydir, ama asıl mesele, onun sizi
nereye götürdüğüdür. Hegel, aklın, alabildiğine duygusal, öznenin sorumlu
olmadığı görüşlerine inatla gerekçe aramayı reddetme eğilimini “kalbin kanunu”
tespiti üzerinden ele alıyordu. İnsanın kibir bataklığına yuvarlanışına dair
kelam eden Hegel, meseleyi şu şekilde ele alıyordu:
“Bu sebeple kalbi insanlığın
refahı için atan insandaki kalp çarpıntısı, yerini aklını yitirmiş ve kendini
beğenmekten gayrı bir şey yapmayan insanın saçma sapan sözlerine, bilincin
kendisini yıkıma karşı korumak için geliştirdiği öfkeye bırakır. Bunun için de
bilinç sapmayı, yani bizatihi kendisini devre dışı bırakır, kendisine bakar ve
onu başka bir şeymiş gibi ifade eder.”[13]
“İnsanlığın
refahı için endişe duyan” günümüz anarşistleri, öfkeyi çıkış noktası olarak
alırlar ve onu tüm politik değerlendirmelerinin temeli olarak kullanırlar. Tam da
bu sebeple John Holloway, yola kurumsal dönüşüm meselesinden kopartılmış bir
siyaset ve bu siyasete dair, şiirsel bir “çığlık” tarifi üzerine kurulu şiarı
ile koyulur. Direniş, “çığlık”la başlar. Onun açıklanmaya ihtiyacı yoktur. Onu açıklamaya
veya anlamaya dönük her türden çaba, çığlığın saflığını boğar:
“Toplum bilimci olunca,
anlamanın yolunun nesnelliğin peşine düşmekten, duygularımızı bir kenara
koymaktan geçtiğini öğrendik. Görünüşe göre, çığlığımızı öğrendiklerimiz kadar
onları öğrenme yöntemimiz de boğuyor. Elimizdeki silâhları tüm düşünsel yapı
alıyor.”[14]
Bu
bağlamda, politikayla kurulan ilişki, bireyleri adaletsizliklere karşı hassas
kılan soyut saflık anlayışına bağlanmalı. Bu duygudan kopulduğunda, politikayla
kurulan ilişkinin rasyonalize etme pratiğince lekeleneceği bilinmeli. Bu sebeple,
politika öznel duygularla yola koyulmalı ve o zeminden hiç ayrılmamalı.
Peki
bu “çığlık”, fiiliyatta ortaya konulan politik eylemlilik için ne anlam ifade
ediyor? Bu noktada akla Wall Street’i İşgal Et eylemleri esnasında çalınan
davullara yönelik şu savunma gelsin:
“Davul çemberleri, her ne
kadar çalınan şey dinlensin diye varsa da onların varlığı, ritmin devinimsel,
kesintisiz, sürekli ve yüksek sesli, bedenle kendisini ortaya konulan tezahürüne
bağlıdır. Bu başkalarına ait olan deneyim, kesintisiz hareket, ses ve ritmin
genele yayıldığı gerçeklik içerisinde hareket eder. İşgalin özünü, otoritenin
herhangi bir insanın hayata canlılık katma pratiğini ezmediği müşterek alanda
varolma hâli teşkil ettiği sürece, insanlararası uzlaşma ve çalınan davullar,
insanların birbirlerini anlayamadığı durumu ortadan kaldırırlar. Artık insanlar,
bir şekilde birbirine benzer ve birbirlerini birlikte çıldırtırlar.”[15]
Politika,
“çığlık”la başlar ve insanın “hayata canlılık katan ifadelerini” idrak eder. Sahiciliği
teorizasyon boğacaktır. Hatta konuşmanın kendisi, davul ile ortaya konulan
ifadedeki sahiciliği boğacaktır. Ne kadar şahsi olursa olsun, tüm duygular ve
ifade biçimleri politiktir.[16]
Yeni
anarşizm, yapılandırılmış bir politik programı dayatma ihtiyacı duymayan
politikayla ilişki biçimini sürdürme aracı olarak duyguya ve kişinin kendisini
ifade ettiği kanallara tabidir. Ona göre, politik eylemin özel amaçlara
ihtiyacı yoktur: “Hareketler kurumsallaşma konusunda, detaylandırılmış bir öneriye
sahip değildirler.”[17] Hareket, meşruiyetini hoşnutsuzluğu birbirinden farklı
biçimlerde ortaya koyan pratikleri uzlaştırma becerisine borçludur. Hareket,
amaçlara ihtiyaç duymasa da hareketin doğrudanlığı, demokratik eylemin hakiki
özü olarak görülür. Eylemcilerin benimsediği “uzlaşma” ve “yatay” karar alma
stratejilerinin özünde bu anlayış durur. Bugün politik karar alma süreçlerinde
bir tür strateji olarak kullanılan yataycılık anlayışı, köken itibarıyla 2000’lerin
başında Arjantin’de yaşanan ekonomik krize cevap olarak ortaya çıkan radikal
toplumsal hareketlere dayanır. Sitrin’in de ifade ettiği biçimiyle:
“Yataycılık, insanlar sorunlara
sebep olan kurumlara yüzlerini dönmeden, onları çözmeye başladıkları vakit
gündeme gelmektedir.”[18]
Karar
alma süreçlerinde hiyerarşik pratiklere karşı çıkan yataycılık, politik
elitlere bel bağlamadan, topluluğun karar aldığı tarza atıfta bulunur. Bu tarza
parlamento veya kongre temelli temsiliyet ilişkilerini esas alan fikre yönelik
itiraz eşlik eder. Bu türden işbirliğine ve elbirliğine dayalı karar alma pratikleri,
temsili demokrasiyi baypas edip doğrudan demokrasiyi devreye sokar. Burada eski
politika yapma tarzından kopuş söz konusudur. İlgili yaklaşım, politika yapma
konusunda “yeni” görüşler ortaya koyduğu iddiasındadır. Bu “yeni” politika
yapma tarzının özü, yeni anarşistler için önemli değildir. Onlar için önemli
olan, politik düzenin geleneksel biçimlerinin reddedilmesi ve bu tarzın tümüyle
yeni olmasıdır. Sitrin’in Holloway’dan aktardığı cümlede dile getirildiği
biçimiyle, bu tarz, “çığlığın” somut bir ifadesidir.
Yataycılık,
dolaysız ve aracısız politik pratik için gerekli zemini teşkil etmek demektir. Tam
da bu sebeple, yataycılık fikrini savunanlar, bir de “doğrudan eylem”in önemi
üzerinde dururlar.[19] Graeber’ın izahatına göre:
“Doğrudan eylemci, devlet
yokmuş gibi hareket eder, kendisini durdurmak için silâhlı adamlarını gönderme
kararını devletin temsilcilerine bırakır.”[20]
Dolayısıyla
mesele, aslında doğrudan eylemin bir politik eylem biçimi değil, yaşamsal tavır
ortaya koyma meselesidir. İster yataycılıktan, ister doğrudan eylemden, isterse
Hakim Bey’in kullandığı biçimiyle, “geçici özerk bölge”den[21] dem vurulsun,
tüm bunlar, aslında devlet yokmuş gibi yaşamayı ve bir şeyleri değiştirmek için
ortaya konulan eyleme bir tür canlı ifade kazandırmayı esas alan
yaklaşımlardır. Holloway’in de dediği gibi, bu yaklaşımların politik amacı,
dünyayı iktidarı almadan değiştirmektir.
Bu
tür görüşleri savunanlarda politika, kişisel tavır koyma tarzı hâline gelir ve değişimin
bu tavrın sonucunda yaşanacağı iddia edilir. Neticede bu tavır, mevcut düzende
çatlaklar meydana getirir. Bireylerin veya küçük grupların yaptığı bu türden
eylemler, nadiren büyük ölçekli bir hareketin parçası olarak cereyan ederler.
Çünkü bu pratikler, öncelikle makro düzeyde sonuçlara yol açabilecek mikro
düzeyde ortaya konulurlar:
“Binlerce kez tekrarlandığında,
bu türden itiraz üzerine kurulu küçük eylem, sonuçta devletin başındakilerin ve
generallerin tahayyülündeki planların suya düşmesine neden olur. […] Mercan
familyasına mensup milyonlarca polipin farkında olmadan bir mercan kayalığı
meydana getirmesinde olduğu gibi, binlerce itaatsizlik eylemi ve kaytarmacı
pratik, kendilerine ait ekonomik veya politik bariyerini örer.”[22]
Tek
başına yaşamsal tavırları sayesinde kütlesel ve kapsamlı bir politik
koordinasyona ihtiyaç duymayan birey, bu tavrıyla doğalında politik kalkışmanın
parçası hâline gelir.
Hegel’in
“kalbin kanunu” ile ilgili söyledikleri üzerinden şu tespit yapılabilir: yeni anarşizmin
insanın refahına olan ilgisi, kendini beğenmiş bir öznellik biçimine yol açıyor.
Bu yaklaşım, eylemlerin meşru bir zemini olması, koordineli hâle getirilmesi
veya belirli bir amaca yönlendirilmesi gerekmediğine inanıyor. Oysa aslında
meşruluk, koordinasyon ve amaca yönlendirilmişlik, politik eylemin
verimliliğinin ve fayda düzeyinin ölçülmesini sağlayan dışsal meşruiyet
ölçütlerine göre hareket edilmesine neden oluyor.
Yeni
anarşizmin anlayışında politika, salt öznel bir pratik hâline geliyor. Öznelliği
hâlihazırda varolan politik gerçeklerle uzlaştırma ihtiyacı asla duyulmuyor.
Nesnel politik düzeni görmenin onu kabul etmek anlamına geldiği varsayılıyor. Nesnel
dönüşümün içsel dönüşüme, derinden öznellik alanına geri çekilmeye bağlı olduğu
düşünülüyor. Baskıcı politik rejimlere karşı yegâne çözüm yolu olarak içe
kaçmak öneriliyor. Bu anlamda yeni anarşizm, her türden dışsal politik
gerçeklikle uğraşmayı redde tabi tutmamızı istiyor. Peki yeni anarşistler, bu
tür bir politikayı nasıl, hangi temelde savunabiliyorlar? Onlar, savundukları
anarşizmin hayatı zenginleştirdiğini iddia ediyorlar. Bu bağlamda, yeni
anarşistlerin dillendirdikleri şey, bir tür antipolitik nihilizm değil. Gerçekte
onlar, politik stratejilerinin verimli ve etkili olduğuna dair delilleri
sunabilecekleri iddiasındalar.
Kendini
Beğenmişliğe Karşı Özsevgi
Jean-Jacques
Rousseau da İkinci Söylev’inde bugün günümüz toplumunu ağır bir dille
eleştiren yeni anarşistlerin görüşüne benzer bir görüşü dile getiriyor:
“Bırakalım, insanlık
fazlasıyla hayranlık duyulan bir şey hâline gelsin. Bununla birlikte insanların
çıkarları çatıştıkça ister istemez, bu çatışmaya nispetle, insanların
birbirlerinden nefret ettiklerini, birilerine iş gördürdüklerini, birbirlerine
her türden zararı verebildiklerini görüyoruz.”[23]
Anarşizmi
bir tür hayat tarzı olarak görmelerine rağmen yeni anarşistler, modern toplumda
insanın doğal hâline ait özgür ifadeleri boğduklarına inandıkları kurumları
çöpe atıyorlar. Kurumlar, bireyin kendiliğinden pratiklerini ezmekle
kalmıyorlar. Onlar, aynı zamanda kendiliğindenliği ve insanın kendisini özgürce
ifade etme yollarını toplumsal işbirliği ile mümkün kılan kültürleri de yok
ediyorlar.
Bu
noktada yeni anarşizmi savunanların teorik birikimlerinin özel olarak
antropoloji üzerine kurulu olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Yeni anarşistler,
anarşizmin geçerli bir fikir olduğuna dair delilleri, devlet otoritesine karşı
direnme konusunda az çok başarılı olmuş toplumlara dair etnografya araştırmalarında
buluyorlar.
James
Scott, kendisini anarşist kabul eden bir antropolog, ama onun modern politik
bir ülkü olarak anarşizmi savunduğuna pek şahit olunmamış. Üstelik Scott,
devlet eleştirisi konusunda epey ihtiyatlı davranmış bir isim. Zira Scott,
devletin gerekli olduğunu kabul ediyor.[24]
Aynı
durum, yürüttükleri etnografi çalışmalarını günümüzde faal olan hareketlere
bağlamaya çalışan Graeber ve Sitrin gibi isimler için de söz konusu. Kendi araştırmalarından
alıntı yaparken bu yeni anarşistler, özgür bireyselliği besleyen eşitlikçi
topluluklarla toplumun birçok katmana bölündüğü, sınıfsal ayrımların belirgin
olduğu, gelişkin sanayiye ve maliyeye sahip kapitalist ekonomilerin hüküm
sürdüğü, daha da önemlisi, alabildiğine güçlü, merkezi ve bürokratik devletlere
sahip modern toplumları karşı karşıya getiriyorlar.
Yeni
anarşistler, Jean-Jacques Rousseau’nun belirlediği çelişkiden uzak düşmeyen bir
çelişki üzerinde duruyorlar.[25] Rousseau, ekonomik ve politik modernleşme
sürecinin gündeme getirdiği eşitsizliklerle henüz yozlaşmamış olan bireylerin
karakteristik davranışının özsevgi (amour de soi) olduğunu söylüyor. Bireyler,
bu bağlamda kendi çıkarlarını gözetiyorlar ve eşitlerden oluşan küçük cemaatler
kuruyorlar. Toplumsal örgütlenme, daha karmaşık biçimlere kavuştukça özsevgi
yerini kendini beğenmişliğe (amour propre) bırakıyor. Kendini
beğenmişlik, esasında insanların kendilerini başkalarıyla kıyaslamalarına neden
oluyor, nihayetinde de eşitsizliğe ve zulme yol açıyor.
Yeni
anarşistler de moderniteyi benzer bir yoldan ilerlemiş bir süreç olarak
değerlendiriyorlar. Modernitenin sonuçlarını tartışıp, onu ulus-devletin
doğuşuyla ilişkilendiren Scott, şu tespiti yapıyor:
“Modern ve artık hegemonik
olan, ulus-devlet adlı politika tarzı, yaygın olan politika biçimlerinin
geliştiği yuvayı dağıttı, bu anlamda, devletsiz olan grupları, kabileleri,
özgür kentleri, kasabaların gevşek bağlarla teşkil ettikleri konfederasyonları,
kaçakların kurdukları, kuşatma altındaki cemaatleri ve imparatorlukları ezdi. Onların
yerini yaygınlık arz eden tek bir şey aldı: Kuzey Atlantik dünyasına has, on
sekizinci yüzyılda belirli düzene kavuşturulmuş ve evrensellik maskesini yüzüne
geçirmiş olan ulus-devlet.”[26]
Devlet
cemaatleri, neticede o cemaatler içinde yaşayan insanları homojenleşmeye zorlayarak, özgür bireyselliği yok eder. Bu da devlet zulmünün yürüyeceği yolu temizler.
Rousseau da benzer bir hikâye anlatır, ama o, aynı zamanda özsevginin varolamayacağının
da farkındadır. Kendini beğenmişliğin gelişmesi için mevcutta olan sorunlara
çözümler bulunmalıdır. Rousseau, bu çözümü bireyleri eşitsizliğe ve zulme karşı
savunabilecek, kamu yararına ait somut ifadeler olarak hareket edecek politik kurumların
gelişmesinde bulur.
Rousseau’nun
özsevginin gelişip serpileceği cemaatlerin artık ortaya çıkamayacağına dair
iddiasına karşılık olarak yeni anarşistler, özgür, rekabetçi olmayan işbirliği pratiklerine
sahne olan cemaatlerin varolduğunu söylerler.[27] Onlara göre devlet, sadece bireyselliği
yok ettiği için kötü değildir. Devlet kötüdür, çünkü o, sevgi, güven ve
işbirliği üzerine kurulu cemaatleri yok etmektedir. Yataycılığın erdemlerinden
bahseden Sitrin’in değerlendirmesi ise şu yöndedir:
“Bu yeni toplumun bir
temeli de insanın sevip güveneceği mekânların yaratılmasıdır. Bu güvenin ve
sevginin üzerine kurulu olan mekânda yataycı fikre ait aletleri kullanan ve
kendi hayatının baş kahramanı olan yeni insan yaratılmaya başlanır.”[28]
Kendisini
özgürce ifade eden yeni insan, ancak devletin olmadığı koşullarda ortaya
çıkabilir. Esasında işbirliği üzerine kurulu topluluklar, insanî topumun doğal
biçimleridir. Scott’a göre:
“Hiyerarşi içermeyen ve
karşılıklı olan işbirliği, koordinasyon ve eylem biçimleri, birçok insanın her
gün ortaya koyduğu, sıradan deneyimlerdir. […] Başka bir ifadeyle, anarşist
düşüncedeki karşılıklılık anlayışı, her zaman her yerde karşımıza çıkar.”[29]
Dolayısıyla,
üzerinde durulması gereken asıl mesele şudur: dün olduğu gibi bugün de varolan bu
tür toplum biçimleri, toplumsal örgütlenmenin doğal biçimleridir.
Yaşamsal
tavra yönelik vurgularıyla yeni anarşistler, kurumlara ihtiyaç duymayan,
alternatif toplumsal örgütlenme biçimlerine bakarlar:
“Radikal entelektüelin en
bariz görevlerinden biri de hayatta karşılığı olan alternatifleri yaratanlara
bakmak, onların (hâlihazırda) yaptıklarının en geniş planda yol açacağı
sonuçları anlamaya çalışmak ve bu fikirleri bir tür reçete değil de birer katkı
ve imkân, bir hediye olarak gerisin geri topluma sunmaktır.”[30]
Yeni
anarşizmin en önemli savunucuları antropolog olduğundan, bu alternatifleri bulma
konusunda yüzlerini hemen yürüttükleri etnografi çalışmalarına çevirmektedirler.
Graeber, bu tür alternatifleri Madagaskar’daki köy topluluklarında bulmaktadır.
Onun merak ettiği bir husus da, dünyanın başka yerlerinde ulusal hükümetlerin
kontrolünden kopmuş veya onlardan uzak tutulmuş, kendi niyetleri ve amaçları
doğrultusunda kendi kendilerini yöneten, buna karşılık, hâlen daha ilgili
gerçeği örtbas etmek adına itaatin dışsal biçimlerini ve simgelerini muhafaza
eden yüzlerce, hatta binlerce benzer topluluğun olup olmadığıdır.[31]
Aynı
şekilde, coğrafya sahasında Zomya olarak ifade edilen Güneydoğu Asya’ya dair
incelemesinde Scott da devlet kontrolünden uzak duran cemaatlerin küresel tarihi
üzerine düşünceler ortaya koyar.[32] Graeber’ın çalışmasında değinilen, Madagaskar’daki
Arivonimamo bölgesinde bulunan köylerde yaşayan topluluklar da Scott’ın Zomya’sı
da sanayileşmiş ve kentleşmiş toplumlarda taklit edilecek şeyler değildirler,
buna karşın, her iki isim de ilham kaynağı olarak bu topluluklara bakar. Buralarda
anarşizmin eyleme dökülmüş hâlini gördüklerine inanan Graeber ve Scott’a göre
anarşizm, aslında bir imkândır.
Yeni
anarşistleri iyimserliğe sürükleyen şey, tek başına modern kurumlardan bağımsız
olarak varlıklarını sürdürmeyi bilmiş toplulukların varolması değildir. Sitrin
çalışmasında, yolsuzluk batağında debelenen hükümetlerin aldıkları tedbirlerle
ve Dünya Bankası ile Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası ekonomi
kurumlarının hazırladığı, borç ödeme programlarıyla cebelleşen toplulukların
mücadele yöntemlerine bakar. Buradan da Arjantin’de pratiğe dökülen yataycı
anlayışı ve gelecekte başka örneklerine tanık olacağımız, kendi toplumsal
ilişkileri dâhilinde geleceği yaratan hareketleri inceler. Bu anlayışta, geçmiş
hareketlerden farklı olarak, toplumsal değişim, devletin reform yapmasını veya
devlet iktidarının alındıktan sonra bu reformların kurumsal düzeyde yapılmasını
talep eden yaklaşımda olduğu gibi, ileri bir tarihe ötelenmez. Yapılan söyleşilerde
de görüldüğü üzere, otonom hareketlerin önemli bir kısmı, enerjisini bugünde
neyi nasıl örgütleyeceklerini belirleme işine teksif etmektedir.[33]
Sitrin’in
iddiasına göre sanayileşmiş toplumlarda bile bireyler, politik kurumların
müdahalelerine karşı koyup kendi varlıklarını sürdürebilirler. Yeni anarşistlere
göre alternatifler, dışarıda bir yerde zaten mevcuttur. Onların varlığı, tam da
o alternatiflerin yaşayabilirliklerinin ispatıdır.
Gelgelelim
anarşist antropologlar, şu hayatî soruyu sormazlar: Topluluk, bireysel
özgürlüğe bağlı kalacak mı yoksa onu ezecek mi? Bu anarşistler, Ferdinand
Tonnies, Emile Durkheim, Weber ve Marx gibi önemli birçok teorisyenin
gözlemlediği, moderniteye ait çelişkileri görmezden gelmektedirler. Modernite, hem
bir yandan insanları bireyciliğin, parçalılığın ve kuralsızlığın hüküm sürdüğü
bir dünyaya sürüklemekte hem de geleneğin iktidarını sonlandırmaktadır. Bu koşullarda
bir insan, ait olduğu topluluğun sınırlarına tabi olduğu gerçeklikte ne ölçüde
özgür bir birey olabilir?
Esasında
modern devletin ortaya çıkışının yol açtığı en önemli sonuçlardan biri de ondaki
toplumsal dayanışma inşa etme ve yerelin, etnisitenin, dinin ve dilin sınırlarını
aşan bağlar kurma becerisidir. Modern devletin sicili başka yönlerden iç karartıcı
olabilir, ama o, aynı zamanda yerelin sınırları ötesinde bir dünya kurmayı bilmiştir.
Öte
yandan cemaat, çoğunlukla özgürlüğe modern devletin başvurduğu önlemlerden daha
sert önlemlerle, kullandığı yollardan daha dolaysız yollarla mani olan, kendine
ait hiyerarşileri ve sistemleri bulunan bir otorite tesis edebilmektedir. Hatta
otoriteye mensup, herkesçe kabul gören isimler olmadan da gelenek, etnisite,
din ve dil, kendi otoritesini dayatabilmektedir. Cemaate olan özlem,
kozmopolitizmden kaçmaya ve insanın kendi türünden olanlarla birlikte olduğu
güvenlikli alana kaçıp sığınmaya dönük gerici arzunun somut bir göstergesidir.
Yeni
anarşizmin en çarpıcı özelliklerinden biri de onun kendisini daha çok, alternatif
olduğunu iddia ettiği imkânların varlığına başvurarak meşrulaştırmasıdır. Onlara
göre bu türden cemaatlerin varlığı, yeniden düzene sokulmuş toplumun varlığının
ve doğal olarak hayırlı oluşunun kanıtıdır. Bu türden empirik olgulara dayanan
gözlemler aktarmakla yetinen yeni anarşistler, alabildiğine karmaşık, toplumsal
ve etnik açıdan çeşitlilik arz eden, katmanlaşmış, eşitsiz ve bölünmüş toplumların
yüzleştikleri sorunlara çözüm bulma konusunda dillendirdikleri alternatif toplulukların
etkili olabileceklerini neden düşündükleriyle ilgili tek bir açıklama bile sunmamaktadırlar.
Anarşist
antropolog, toplumların kendilerini örgütleme tarzları konusunda normatif
yargılarda bulunmamalıdır. Öte yandan, toplumu düzene sokan benzer
yaklaşımların yeni anarşizmin iliklerine işlemiş ütopyacılığı yok edip etmediği
de sorulabilir. Anarşizme göre, bu tür programların uygulanmasının gerçekçi
olup olmadığını sorgulamak da değer yargılarını aktarmak da insanın kendisini
özgürce ifade etme imkânını ortadan kaldıran burjuva dünya görüşüne teslim
olmanın somut bir ifadesidir.
Yeni
anarşist, bu türden bir sorguyu aydındaki kibrin alameti olarak görür. Bu anlamda,
yeni anarşizm, sadece modern politik kurumlardan kopma çağrısı yapan bir siyaset
değildir. O, kendi başarısını gerekçelendirmek isterken zayıf bir zemin
üzerinde duran bir siyasettir. Bu türden bir görüş, sadece siyaseti kişisel
tavır meselesine indirgemekle kalmaz, o, ayrıca günümüzde siyasetin icra
edildiği genel bağlamı da reddeder.
-devam edecek-
Gregory Smulewicz-Zucker
[Kaynak:
Radical Intellectuals and the Subversion of Progressive Politics, Yayına
Hz.: Gregory Smulewicz-Zucker ve Michael J. Thompson, Palgrave Macmillan, 2015,
s. 121-131.]
Dipnotlar:
[1] Eylemler arasında bu türden benzerlikler bulan yazarlardan biri de Hamid
Dabaşi’dir: “Şu hususun üzerinde durmak gerekiyor: Arap ve Müslüman dünyasında
demokrasi redde tabi tutulduysa Avrupa ve Kuzey Amerika’da da demokrasi içeriksizleştirildi.
[…] Bu iki gerçek, Tahran’daki Azadi Meydanı’nda, Kahire’deki Tahrir Meydanı’nda,
Madrid’deki Puerto del Sol Meydanı’nda ve Yunanistan’daki Sintagma Meydanı’nda
ve ABD’deki Wall Street’i İşgal Et eylemlerinde toplaşan insanları bir araya
getiriyor.” The Arab Spring: The End of Postcolonialism (Londra: Zed
Books, 2012), s. 144.
[2]
Anarşist politik fikirlerin Wall Street’i İşgal Et hareketi içerisindeki
rolüyle ilgili bir tartışma için bkz.: Mark Bray, Translating Anarchy: The
Anarchism of Occupy Wall Street (Winchester, UK: Zero Books, 2013). Ayrıca
bkz.: Barbara Epstein, “Occupy Oakland: The Question of Violence” Socialist
Register 2013: The Question of Strategy, Yayına Hz.: Leo Panitch,
Greg Albo ve Vivek Chibber (Pontypool: The Merlin Press, 2012).
[3]
Graeber’ın Adbusters dergisinin yaptığı eylem çağrısı sonrası işgal eylemine
katılmasıyla ilgili değerlendirmesi için bkz.: The Democracy Project: A
History, a Crisis, a Movement (New York: Spiegel & Grau, 2013).
[4]
Jodi Dean, “hareketin elde ettiği ilk başarının anarşizmin politik eyleme yönelik
yaklaşımının verimli ve etkili olduğunu ortaya koyduğunu” söylüyor. “Occupy
Wall Street: After the Anarchist Moment” Socialist Register 2013, s. 52.
[5]
Bu türden argümanlar yeni değil. İlk akla Fransız antropolog Pierre Clastres’nın
çalışmaları geliyor. Bilhassa şu çalışması: “Society against the State”, Society
against the State içinde, Çeviri: Robert Hurley ve Abe Stein (New York:
Zone Books, 1989). Dikkatimi bu çalışmaya çeken Timothy Johnson’a teşekkür
ederim.
[6]
Peter Marshall, Demanding the Impossible: A History of Anarchism (Oakland:
PM Press, 2010), s. 53.
[7]
1848 devrimlerinde bu grupların çakışan çıkarları ve aralarındaki ayrışmalarla
ilgili bir tartışma için bkz.: Jonathan Sperber, The European Revolutions, 1848–1851,
İkinci Baskı (Cambridge: Cambridge University Press, 2007). Dönem boyunca
ortaya çıkan farklı ideolojilerle ilgili açıklamalar için bkz.: s. 65–92.
Sperber, kitabında oluşan politik kulüplerden ve bunların garklı grupları nasıl
bir araya getirdiğinden bahsediyor (s. 167–177).
[8]
Geoff Eley’nin tespitine göre, “1890’larda anarşistler bugün kitlesel faaliyet
biçimi hâlini almış sosyalist partilerin kitle tabanlarıyla kıyaslanabilecek
bir tabana sahip değillerdi.” Forging Democracy: The History of the Left in
Europe, 1850–2000 (Oxford: Oxford University Press, 2002), s. 97. Mihail
Bakunin’in yazılarının yön verdiği, ayaklanmacı stratejiler üzerinde duran
yönelim s. 26’da tartışılıyor.
[9]
Marshall, s. 9.
[10]
Rudolf Rocker, Anarcho-Syndicalism: Theory and Practice (Edinburgh: AK Press,
2004).
[11]
Daniel Guerin, Anarchism, Çeviri: Mary Klopper (New York: Monthly Review
Press, 1970), s. 13.
[12]
David Graeber, “The Twilight of Vanguardism”, Possibilities: Essays on
Hierarchy, Rebellion, and Desire içinde (Oakland: AK Press, 2007), s. 303.
[13]
G. W. F. Hegel, Phenomenology of Spirit, Çeviri: A. V. Miller (Oxford:
Oxford University Press, 1977), s. 226.
[14]
John Holloway, Change the World without Taking Power: The Meaning of
Revolution Today (Londra: Pluto Press, 2010), s. 3.
[15]
Mark Grief, “Drumming in Circles”, Occupy! Scenes from Occupied America
içinde, Yayına Hz.: Astra Taylor, Keith Gessen ve n+1, Dissent, Triple Canopy
ve The New Inquiry dergilerinin editörleri (Londra: Verso, 2011), s. 57.
[16]
Anarşistin şahsiyetini tartışırken “içgüdüsel” meselesiyle ilgili tartışma
yürütmüş olmasına rağmen ben Daniel Guerin’i, politikanın bir biçimi olarak kişinin
kendisini ifade etmesi konusunda aynı ölçüde güçlü iddialarda bulunan bir kişi
olarak görmediğimi belirtmeliyim.
[17]
Marina Sitrin ve Dario Azzelini, They Can’t Represent Us! Reinventing Democracy
from Greece to Occupy (Londra: Verso, 2014), s. 51.
[18]
Marina Sitrin, Horizontalism: Voices of Popular Power in Argentina, Yayına
Hz.: Marina Sitrin (Edinburgh: AK Press, 2006), s. 38.
[19]
Bir protesto biçimi olarak doğrudan eylem, bugün yeni anarşist mahfillerde kullanılan
hâlini önceleyen bir tarihe sahiptir. Bkz.: Barbara Epstein, Political
Protest and Cultural Revolution: Nonviolent Direct Action in the 1970s and
1980s (Berkeley: University of California Press, 1991).
[20]
David Graeber, Direct Action: An Ethnography (Edinburgh: AK Press, 2009),
203.
[21]
Hakim Bey, “geçici özerk bölgeler” derken neyi kastettiğini söylemez. Gelgelelim,
Onun şu sözü, söz konusu bölgelerin devlet haricinde nasıl işleyeceğini ele
alan bir değerlendirme olarak görülebilir: “Geçici özerk bölgeler, doğrudan
devletle boğuşmayan bir ayaklanmaya, belirli bir alanı (araziyi, zamanı veya
hayal gücünü) özgürleştiren, devlet onu ezmezden önce başka bir yer ve zamanda
yeniden oluşturmak üzere onu çözüp dağıtan gerilla operasyonuna benzer.”
T.A.Z.: The Temporary Autonomous Zone (Pacific Publishing Studio, 2011), s.
70.
[22]
James C. Scott, Two Cheers for Anarchism: Six Easy Pieces on Autonomy,
Dignity, and Meaningful Work and Play (Princeton: Princeton University
Press, 2012), s. 7–8.
[23]
Jean-Jacques Rousseau, Discourse on the Origin and Foundations of Inequality
among Men or Second Discourse in The Discourses and Other Early Political Writings,
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Victor Gourevitch (Cambridge: Cambridge
University Press, 1997), s. 198.
[24]
“Birçok anarşist düşünürden farklı olarak ben, devletin her yerde olduğuna ve her
daim özgürlüğün düşmanı olduğuna inanmıyorum.” Scott, s. xiii.
[25]
Bu benzerliği Scott da kabul ediyor. Bkz.: a.g.e., s. 78.
[26]
A.g.e., s. 53.
[27]
Bu iddia ile Robert Owen’ın 1825’te kurduğu Yeni Ahenk türünden işbirliği
temelli cemaatler inşa etme girişimleri arasındaki benzerliğe dikkat edilsin.
[28]
Sitrin, Horizontalism, s. 18.
[29]
Scott, s. xxi.
[30]
David Graeber, Fragments of an Anarchist Anthropology (Şikago: Prickly Paradigm
Press, 2004), s. 12.
[31]
Graeber, “Provisional Autonomous Zone”, Possibilities içinde, s. 177.
[32]
James C. Scott, The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of
Upland Southeast Asia (New Haven: Yale University Press, 2009), s. 328.
[33] Sitrin, Horizontalism, s. 4.
0 Yorum:
Yorum Gönder