10 Temmuz 2023

,

Dinle Anarşist


Simon Springer’ın “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmalı?”
Yazısına Kişisel Cevap

Simon Springer (2014), radikal bir coğrafyanın anarşist olması gerektiğini söylediği, polemik amaçlı, oldukça etkili bir makale kaleme aldı. Yazıya göre radikal coğrafya, kendisini artık yorulmuş ve ihtiyarlamış olan Marksizmle değil, taze ve yeni olan anarşizmle tanımlamalıydı. Bu türden bir polemiği yürüten diğer çalışmalarda görüldüğü üzere, yalan yanlış beyanlar, abartılar ve mantıksal safsata üzerine kurulu eleştirilerden epey istifade etmiş olan bu makalesinde Springer’ın gene de tartışılmaya değer, önem arz eden kimi meseleleri gündeme getirdiğini söylemek gerekiyor.

Önce bu noktada kendi konumumu açıklığa kavuşturayım. Uzun süredir bağlı olduğu anarşizm geleneğiyle arasındaki bağları koparttıktan sonra yazdığı son yazılarında, “son tahlilde solun geleceği, onun bugün ve görünür hâle gelen gelecek için Marksizmde ve anarşizmde geçerli olan hususları kabul etme becerisine bağlı olduğunu” (Bookchin, 2014: s. 194) söyleyen Murray Bookchin’e tümüyle katılmasam bile, kendisine beğeniyle yaklaştığımı söylemeliyim. Bizim bugün yüzleşilen sorun türleri hakkında söz söyleyecek, devrimci geleneğin en iyi yanı olan Marksizmi ve anarşizmi bir araya getirecek yaklaşım”ı (2014: s. 164) tanımlamamız gerekiyor.

Yazdığı yazı üzerinden bir hükme varacaksak eğer, Springer’ın böylesi bir projenin parçası olmak istemediğini söyleyebiliriz. Springer, Marksizmi ve anarşizmi birbirine hasım değilse bile, birbirini karşılıklı olarak dışlayan iki akım şeklinde değerlendiriyor ve aralarındaki ilişkide iki akımı zıt kutuplara fırlatıyor. Kanaatimce bu yaklaşım, anlamsız. 

Benim Marksizm anlayışıma göre, son birkaç yıldır Wall Street’i İşgal Et türü hareketlerde açığa çıkan politik aktivizme can veren otonomcu ve anarşist taktik ve duygular, takdirle karşılanmalı, analiz edilmeli, gerektiğinde desteklenmeli. Bence Wall Street eylemlerinde, Gezi Parkı’nda ve Brezilya sokaklarında açığa çıkan hareketler ilericiydi, dolayısıyla, bu hareketlere kısmen veya tümüyle can veren anarşist ve otonomcu düşünce ve eyleme neden olumlu yaklaşmayayım?

Ana akım Marksizmde, önemli meseleleri gündeme getiren şu veya bu anarşizm türü hemen göz ardı edilir veya gereksiz görülüp çöpe atılır. Dolayısıyla, ben de iki geleneği karşı karşıya getirmek yerine, birbirlerine karşılıklı yardımda bulunması gerektiğini, diyalogun daha verimli sonuçlar doğuracağını düşünüyorum. Tersten, geçmişte açığa çıkmış onca kusuruna rağmen Marksizmin, birçok anarşistin iştirak ettikleri antikapitalist mücadeleye çok önemli katkılar sunabileceği kanaatindeyim.

Coğrafyacılar, işbirlikleri ve karşılıklı yardımla ilgili imkânları keşfetmelerini sağlayan, kendilerine imtiyaz olarak bahşedilmiş, oldukça özel bir konuma sahiptirler. Springer’ın da ifade ettiği biçimiyle, on dokuzuncu yüzyılda faal olan anarşist geleneğin kimi önemli isimleri, misal, Kropotkin, Metçnikof ve Reclus, coğrafyacıydı.

Patrick Geddes, Lewis Mumford, sonrasında Murray Bookchin’in çalışmaları sayesinde anarşist duygu ve düşünceler, kent planlaması sahasında etkili hâle geldiler, Edward Bellamy gibi isimlerin hazırladıkları birçok ütopik program yanında, Ebenezer Howard gibi isimlerin hazırladıkları pratik planlar, anarşizmin etkilerini taşıyorlar. Bu arada ben de Umut Mekânları (2000) isimli çalışmamda yer verdiğim ütopik plan taslağını bu gelenek üzerinden hazırlamıştım.

Sosyal anarşistler, genelde (kanaatimce birçok coğrafyacının kendi disiplinlerinin merkezinde yer alan ana kavramlar olarak gördüğü) uzam, yer ve çevre ile ilgili sorulara fazlasıyla ilgili ve hassas olmuşlardır. Bir bütün olarak Marksist gelenekse ne yazık ki bu tür konulara pek ilgi göstermemiştir. Lefebvre ve içerisinde Marksist sosyologların önemli bir rol oynadıkları, 1977 tarihinde yola koyulan, İngilizce-Fransızca olarak yayın yapan uluslararası dergi, Urban and Regional Research [“Kent ve Bölge Araştırmaları”] gibi istisnalar haricinde, Marksizm, ayrıca kentleşme, kentlerdeki toplumsal hareketler, mekânın üretilmesi ve eşitsiz coğrafi gelişmeler gibi konu başlıklarına hiç eğilmemiştir. Ana akım Marksizm, çevre meselelerini, kentleşmeyi ve kentlerdeki toplumsal hareketleri sermayenin çelişkileri içerisinde belirgin bir öneme sahip olgular olarak görmeye ancak yetmişli yıllardan itibaren başlamıştır. Altmışlı yıllarda kitabi Marksizme bağlı olan birçok isim, çevre meselelerini “küçük burjuva romantiklerin meşgul olduğu konular” olarak değerlendirmiştir (Murray Bookchin’i öfkelendiren ve hislerini 1971 tarihli Kıtlık Sonrası Dönemin Anarşizmi isimli çalışmasında yer alan “Dinle Marksist!” isimli makalesinde aktarmaya iten, tam da bu türden değerlendirmelerdir.)

Yetmişlerin başında Marx ve Marksizmle ilgilenmeye başladıktan kısa bir süre sonra Marksistlerin iyi birer coğrafyacı olmalarına katkı sunmanın görevimin bir parçası olduğunu gördüm. O günden beri yaptığım espride dile getirdiğim biçimiyle, Marksist görüşleri coğrafyaya taşımak, Marksistlerin coğrafyayla alakalı soruları ciddiye almalarını sağlamaktan daha kolay. “Marksist görüşleri coğrafya alanına taşımak” derken, mekân, yer inşası ve çevre gibi konu başlıklarını alıp, onları Marx’ın kavradığı biçimiyle “sermayenin hareket yasaları”na dair genel anlayışa yedirmeyi kastediyorum.

Springer’ın da kabul edeceği biçimiyle, benim de tanıdığım birçok sosyal anarşist, sermayenin zaman ve mekânda çevresel dönüşümler üzerinden nasıl dolaşıp biriktiğine dair Marksist eleştirel açıklamaları ve teorik değerlendirmeleri faydalı bulur. Elimden geldiğince, bugün de devam eden çalışma dâhilinde ben, Marx’ın sermaye eleştirisini, bilhassa kentleşme, şehir peyzajının oluşumu, yer inşası, rant temini, ekolojik dönüşümler ve eşitsiz coğrafi gelişmeler gibi konu başlıklarıyla ilişkileri dâhilinde, öne çıkartmak ve anlaşılır kılmak için uğraşıyorum. Umarım, sosyal anarşistler de bu çabayı takdir eder ve onu bir biçimde hor görmezler. 

Genelde Marksizmin, özelde Marksist politik ekonominin katkıları, antikapitalist mücadele açısından çok önemli bir yerde durmaktadır. Bu katkılar, mücadelenin neyle ilgili olması gerektiği, neye karşı ve neden verilmesi gerektiği konusunda net bir açıklama sunmaktadır.

Ancak öte yandan, ortada ilginç bir sorun var. Elisée Reclus, on dokuzuncu yüzyılın en üretken anarşist coğrafyacılarından biridir. On dokuz ciltlik Geographie Universelle [“Evrensel Coğrafya”] çalışmasına baktığımızda, anarşist görüşlerden eser yoktur (Kropotkin’in Orta Asya’yı ele alan fiziki coğrafya çalışmalarında bu tür görüşlere daha fazla rastlanır). Tam da bu sebeple, Londra’da bulunan Kraliyet Coğrafya Derneği, Reclus ve Kropotkin birinci sınıf apolitik coğrafyacılar olarak görüldüğünden, başları politik açıdan derde girdiği vakit, ilgili makamlardan bu iki ismin hapisten çıkartılmasını istemiştir. Bunun çok basit bir sebebi vardır. Reclus’un kitaplarını yayımlayan Hachette, o dönem anarşistlerin uyguladıkları şiddet üzerinden isimlerini duyurdukları koşullarda, Reclus’un siyasetinin ön plana çıkmasını hoşgörüyle karşılayacak durumda değildi, ayrıca Reclus, yaşamak için paraya ihtiyaç duyuyordu. Reclus, ya yayınevinden ayrılacak ya da yayınevi sahibinin isteğine boyun eğecekti. Reclus boyun eğdi, çünkü tüm insanlık için özgür bir hayat inşa edebilmenin koşulu, dünya ve dünya halkları konusunda derin ve nesnel bir coğrafi bilgiye sahip olmaktı. Reclus, eşitlikçi dünya görüşü üzerinden kültürel çeşitliliğe saygı duyuyor, ondaki bu derin hümanizm, doğayla ilişkiye saygı duyulmasını emrediyordu (Fleming, 1988; Dunbar, 1978). Bu saygı, onun eserlerine damga vuran temel unsurdu.

Kozmopolitanizm ve Özgürlüğün Coğrafyaları (2009) isimli kitabımın son bölümünde, s. 283’te paylaştığım, anarşist arkadaşlarına yazdığı açık mektupta Reclus şunları söylüyordu:

“Bir davaya hizmet etmenin yegâne yolu, büyük bir coşku ve adanmışlıkla insanın hayatını riske atması değildir. Bilinçli devrimci, sadece duygunun insanı değildir, o, aynı zamanda aklın insanıdır. Bilinçli devrimci, adaleti ve dayanışmayı tesis etmeye dönük her türden çabasını kesin bilgi ve tarihe, sosyolojiye ve biyolojiye, ayrıca söylemeye bile gerek yok, kendi yaşamsal pratiğinin önemli bir kısmını adadığı coğrafyaya dair kapsamlı bir anlayış üzerine kurar” (Clark ve Martin, 2004).

Anarşistler, bu tavsiyeye kulak asmalıdırlar.

Bu arada hatırlatmakta fayda var: Reclus, anarşist duygu ve düşüncelerin coğrafya çalışması içerisinde serbestçe gezinmesine izin verdiği, hayatının sonuna doğru kaleme aldığı L’Homme et la Terre [“İnsan ve Yeryüzü” -1982] isimli kitabını basacak bir yayınevi bulamadı.

Tarihsel düzlemde coğrafya çalışmaları ile politika arasında hep bir uçurum olagelmiştir. Aynı sorun, tabii farklı sebepler üzerinden, Pierre George’un coğrafya çalışmaları için de söz konusudur.

Fransız Komünist Partisi üyesi bir coğrafyacı olan George, nüfuzunu konuşturma imkânı bulduğu Fransız üniversitelerindeki coğrafya bölümlerine sadece parti üyelerinin atanması için çabalayıp durdu. Buna karşın, coğrafya çalışmalarındaki komünist fikriyatın etkisi, aşağı yukarı Sovyetler’de coğrafyacıların ürettiği politik coğrafya metinlerindeki etkisi kadardır (bkz.: Johnston ve Claval, 1984).

Anlaşılan o ki bir bilim dalı olarak coğrafyanın kaderinde her türden politik iktidarın uygulanması için gerekli fiziki maddi zemini olabildiğince doğru bir biçimde tarif etme görevini yerine getirmek var. İster devlete isterse ticari güçlere ait olsun, politik iktidarda bulunan herkes, doğru fiziki coğrafya bilgisine (aynı şekilde, doğru haritalara) ihtiyaç duyar, ama kimse, bu bilginin politikleşmesini istemez.

Reclus’un döneminde “sosyal” coğrafyadan uzak durulurdu, çünkü o, sosyalizmi hatırlatırdı. Vidal de la Blache’ın takipçileri, tümüyle politik sebeplere bağlı olarak, Reclus’u Fransız coğrafyasının tarihinden sürekli dışladılar. Reclus, ancak yakın dönemde keşfedilebildi ve ülkede ciddiye alınma imkânı buldu (Pelletier, 2009).

İngiliz-Amerikan coğrafyasında açığa çıkan radikal hareketse 1969 sonrası Clark Üniversitesi’nde (benimle hiç alakası bulunmayan) Antipot hareketinin kurulmasıyla birlikte, tümden değişti. 1971 yılında benim de dâhil olduğum bu radikal hareket, ilk başta anarşist, Marksist, antiemperyalist, feminist, ekolojik, ırkçılık karşıtı, dördüncü dünyacı, kültüralist gibi farklı politik görüş ve yaklaşımları harmanladı. Ondan neşet eden disiplin gibi bu harekette de beyaz ve erkek heteroseksüeller hâkimdi (o dönemde coğrafya bölümlerinde çok az kadın veya siyahi vardı, sonrasında bölümlerden mezun olan bazı kadınlar, ilgili disiplinde güçlü birer isim hâline geldiler). Bu durum da doğalında, dönemin geniş sol kitlesinde de görüldüğü üzere, düşünce pratiğinde kimi önyargılara yol açtı. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik gibi alanlarda devrede olan baskı aygıtları bizim pratiğimizde de kendisini gösterdi. Ama biz, o dönemde tek bir görev etrafında birleşmiş bir gruptuk. Politikanın coğrafya alanına ait her türden bilginin içine sızmasını sağladık, bir yandan da kapitalist, emperyalist ve patriarkal/ırkçı iktidarın uşaklarının ürettiği coğrafi bilginin nesnel olduğu iddia edilen temsiliyet kanallarında saklı olan baskıcı politikayı acımasızca eleştirdik. Bu görev dâhilinde, kimi detayları ve alternatifleri sert bir dille tartışsak bile, hepimiz ortak bir dava uyarınca hareket ediyorduk. Bu hareket, coğrafya denilen bilim dalı içerisinde her türden radikal imkân için alan açtı. Aslında bugün Springer da bu imkânlardan istifade ediyor. Bu sürecin hikâyesini Linda Peake ve Eric Sheppard’ın “Kuzey Amerika’da Radikal/Eleştirel Coğrafyanın Ortaya Çıkışı” (2014) isimli makalesinde bulmak mümkün.

Springer’ın sansürlediği hikâyenin yeni fikirlere açık olan isimleri ve o fikirlerin karmaşık yönlerini silip atmış olması gerçekten üzücü. Bu çabası dâhilinde, benim 1972’de radikal sapmanın gerçekleşmesini sağlayan etkili bir makale yazdığımı, Steen Folke eliyle kesilen bu yol ayrımı dâhilinde, benim radikal coğrafyanın sadece Marksist olması gerektiğini söylediğimi iddia ediyor. Yazdığım çok sayıda yazıyla radikal coğrafyayı Marksist kalıba hapsettiğimi, çalışmalarımın sonraki süreçte radikal coğrafyacıların ekseriyetince mihenk taşı kabul edildiğini söylüyor. (Springer, 2014: s. 250). Anlaşılan o ki Springer’ın tek arzusu, radikal coğrafyayı Marksizmin bu baskıcı iktidarından kurtarmak, böylelikle onu gerçek anarşist köklerine geri döndürmek.

Oysa adını andığı Folke, Danimarka’da faal olan, politik düzeyi yüksek bir öğrenci hareketinin genel bağlamı içerisinde kalem oynatıyordu. Doğru ya da yanlış, Anglosakson dünyasındaki insanlar olarak hiçbirimiz, o dönemde onun yazdığı makaleden haberdar değildik. Dolayısıyla, Springer’ın yayımlanmasından kırk yıl sonra bu o kadar da etkili olmayan yazıya reddiye yazmayı seçmiş olması, ama öte yandan yazının tarihsel ve coğrafi bağlamına hiç dikkat kesilmemiş olması, gerçekten tuhaf bir durum. Doğru ya da yanlış, biz, o dönemde kendimizi farklı gelenekleri içeren (büyük partilerle ve sert tartışmalarla ilerleyen) karşılıklı yardım işine adamıştık. Anarşist geleneği de içeren bu çalışmanın bize hem ana akım coğrafyanın yürüdüğü yola müdahale etme hem de açıktan politik olan bir coğrafya bilgisi üretirken bir yandan da disiplin içerisinde hayatta kalma imkânı sunacağını düşünüyorduk.

Disiplin içerisinde hayatta kalmak, başlı başına bir meseleydi. Bölümün kapatılmasına dönük onca baskıya rağmen, onu bir şekilde açık tutmaya, hatta onu farklı görüşlere açık hâle getirmeye çalıştık. Bu amaç doğrultusunda Amerikalı Coğrafyacılar Derneği içerisinde Sosyalist Coğrafyacılar Uzman Grubu’nu oluşturduk.

Benim durumumda ise bir başka sorun daha vardı. Yayın konusunda alabildiğine acımasız kuralları bulunan bir üniversitede hayatta kalmanın tek yolu, üst düzey yayınlarda makale yayınlatabilmekti. Bu noktada geçmişte yaptığım bir hatayı bugün itiraf etmeme izin verin: ta işin başında bol miktarda makale yayınlatmaya karar vermiştim. Bu konuda öğrencilerimi ve etrafımdakileri bilgilendirdim ve onlara bölümün kapılarını açmanın yegâne yolunun bu olduğunu söyledim. Burada “makale yayınlatmazsan yok olur gidersin” diyebileceğimiz durumdan daha tehlikeli bir durum söz konusuydu.

Marksizme veya anarşizme beğeniyle yaklaşanlara karşı şüpheli olanların gözünde üst düzey bir yayında birkaç kez makaleniz çıkmalıydı, çıkmıyorsa varlığınızın da bir anlamı yoktu. Birkaç makaleniz yayımlansa bile durumunuz hâlen daha riskliydi. Bu anlamda, öğretim kadrosuna girmek için Richard Walker’ın Berkeley’de verdiği uzun soluklu mücadele, bunun kanıtıydı. Faust’un Şeytan’la giriştiği pazarlığa benzer bir pazarlık yürütmek zorundaydık. Bu anlaşmaya göre biz, ancak bizdeki radikalizmi akademik düzeyde saygın kılarsak hayatta kalabilirdik. Üstelik bu saygınlığı elde edebilmek için akademizme mahkûm olmalıydık. Akademizm ise çalışmalarımızın daha az insana ulaşması demekti.

Detroit Coğrafi Seferi isimli çalışma içerisinde yer alan Bill Bunge’ın öncülük ettiği radikal pedagoji anlayışı ve sosyal aktivizmi akademik saygınlık birleştirmek oldukça zor bir işti. Radikal hareket içerisindeki birçok arkadaşım ki bunların önemli bir bölümü anarşizme meyilliydi, hayırlı sebeplere bağlı olarak yaptıkları tercihi hiç umursamıyorlardı. Üzücü olan şu ki bu tercihin neticesinde birçoğu başarısız oldu veya akademide güçlü bir konuma sahip olmamayı seçti. Süreç içerisinde hep birlikte başka görüşlere açık hâle getirdiğimiz mekân, tehditlerle yüzleşti.

Bu anlamda Springer, 1969 sonrasında Kuzey Amerika’daki radikal çevrelerde gerçekte yaşananlarla konusunda “sonradan edindiği bilgiler üzerinden” kendisindeki yanlış görüşü düzeltmek zorunda.

Biz, o dönemde çok farklı görüşleri içeren bir gruptuk. Dilediğimiz yoldan radikal olma özgürlüğüne sahiptik. Eldeki yazılı kayıtlar, daha önce ifade ettiğim sebeplere bağlı olarak, Marksizme ve (Vietnam Savaşı’na yönelik anlaşılır ilgi üzerinden gelişen) antiemperyalizme fazlasıyla meyilli. Öte yandan, kadınların ve azınlık gruplarının sesi, (etkili bireylerin bulunduğu) örgüt içinde hegemonyayı elinde bulunduran belirli bir hizip olmamasına rağmen, zor işitiliyordu.

Bu noktada belirtmem gerek: Springer, “ben Folke’nin mecburi gördüğü fikri somutladım” (Springer, 2014: s. 250) derken yanlış bir tespitte bulunuyor.

Yetmişlerin sonunda kısa bir dönem birçok coğrafyacı, Marksizm yanında başka radikal seçenekleri de keşfetti. Fakat (üzerinde yaklaşık on yıl çalıştığım) Sermayenin Sınırları isimli kitabımı yayımladığım 1982 yılında bu dönem çoktan sona ermişti. 1987 yılını Marksist teorik görüşlerin geniş bir kesim tarafından reddedildiği dönem karşısında duyduğum hayal kırıklığı ile geçirdim. Society and Space [“Toplum ve Mekân”] dergisinde yayımlanan “Kent Çalışmalarında Gerçeğin Arayışında Üç Efsane” isimli çalışmamı hem dostlarım hem de düşmanlarım sert bir dille eleştirdiler. Geriye dönüp baktığımda, makalemin öngörüleri dâhilinde, fazlasıyla doğru olduğunu söyleyebilirim.

Birçok meslektaşımın neoliberalizmin kucağına koştuğu, İngiltere şahsında şövalyelik peşine düştüğü koşullarda, coğrafya sahasındaki o eski radikalizme postmodern sapma, Foucault, postyapısalcılık (Marx’ın yerini alan Deleuze ve Guattari, bunların yanında Spinoza), postkolonyal teori, her telden çevrecilik, ırk, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, lubunya teorisi etrafında dönen kimlik politikasının sofistike biçimleri ve tabii, temsil edilmeyenlerin ve duygunun merkezde durduğu her türden teori hâkim oldu.

Alternatif küreselleşme hareketinin ortaya çıkmasından önce, doksanlı yıllar boyunca coğrafya sahasında veya başka disiplinlerde Marksist politik ekonomiye veya Marksizme yönelik ilgi çok azdı. Farklı bölümlerde kimi direniş adacıkları oluşmuştu ve bunlar, bir biçimde varlıklarını sürdürüyorlardı. Marksist fikriyat içerisinde postmodern eğilimlere karşı direnişin ana sütunu olarak duran ve coğrafya bölümleri içindeki ve dışındaki (aynı zamanda 1990 yılında Amerikalı Coğrafyacılar Derneği’ndeki) radikal, bilhassa feminist isimlerin ağır eleştirilerine mazhar olan Postmodernliğin Durumu (1989) hariç, benim kaleme aldığım birçok “etkili çalışma”, son on yıl içerisinde ortaya çıktı.

Springer’ın radikal coğrafi düşüncede Marksizmin seyrini anlatan, sansürlü tarih çalışması, coğrafya alanında hayal ürünü olan bir hikâye anlatıyor. Bu hikâyeye göre Marksizm, kendi ana hedefine ulaşmak amacıyla coğrafya alanında anarşizmin varlığını eziyor. Benim hiç anlamadığım sebeplere bağlı olarak tarihin bu özel kesitinde yazar, Marksizmi ve anarşizmi iki zıt kutba fırlatıp atıyor.

Bu hamlenin Marksist politik ekonomiye yönelik ilginin arttığı bir momentte yapılmış olması gerçekten üzücü. Üstelik bu politik momentte insanlar, antikapitalist mücadele bünyesinde yeniden hizalanan farklı radikal ve eleştirel geleneklerin (ki bunlar, sadece Marksizmi ve anarşizmi içermiyorlar) en iyi yönlerini içeren yeni siyaset yapma yollarını keşfetmeye başladılar.

Peki Springer’ın anarşizmini bendeki (hep şüpheyle yaklaşılan) Marksizmi ayıran temel farklılıklar nelerdir? Bunlar, ne tür güçlüklerle yüzleşmektedirler? Bu noktada Springer’ın yürüttüğü tartışmayı fazla faydalı bulmadığımı belirtmeliyim. Springer, tüm Marksistleri aşamalı tarih teorisinin reklâmını yapıp duran işlevselci tarihçiler olarak gösterip karikatürize ediyor. Bu karikatür tipin, komünizm dönemi tarihin sonu aşamasına yaklaştığı ölçüde sönümleneceği iddia edilen komünist devlet biçimi olarak proletarya diktatörlüğünü kuracak öncü parti teleolojisine inanan dünya proleter sınıfına dair kaba anlayışa iman ettiğini düşünüyor. Bazı komünistlerin ve kimi örneklerde tarihin belirli aşamalarında bazı komünist partilerin partiye ait dogmaya uygun düşen bu tür bir görüşü dillendirdiklerini kimse tabii ki inkâr edemez. Fakat bizzat ben, bu tür fikirler dillendiren Marksist eğilimli hiçbir coğrafyacıyla karşılaşmadım, ama öte yandan, bu tür düşüncelerin yakınından geçmeyen, Marksist geleneğe mensup yığınla insan olduğunu biliyorum (Lukacs, Gramsci, E. P. Thompson, Raymond Williams ve Terry Eagleton bu tür insanlardan).

Öte yandan, günümüzde Marksist politik ekonomiyle ilgili olan insanların önemli bir kısmı, bu tür bir saçmalıkla uğraşmak yerine, günümüzde sermayenin içine girdiği kriz eğilimleri dâhilinde olan biteni anlamaya çalışmakla meşgul. Oysa Springer, bizim gibi Marksistlerin tek yaptığının eski konu başlıklarını pilav gibi ısıtıp millete yedirmekten ibaret olduğunu söylüyor. Marksist eğilime mensup coğrafyacıların değil, kendisinin seçtiği bu konu başlıklarının tarihsel olaylarca çöpe atıldığını iddia ediyor.

Biz Marksistler anarşistlere baktığımızda ise tek ve yegâne düşman olarak devlete karşı olan insanları görüyoruz. Onların da antikapitalist oldukları gerçeğini inkâr etmiyoruz. Bu gerçeği inkâr eden ve onları karikatürleştiren yaklaşım, paranoyakların dillendirdiği bir zırva. Bu görüşte olanlar, iki geleneğin arasındaki fiili ve çapraşık ilişkiyi en iyi hâliyle, 1872’de Marx ve Bakunin arasında, Paris Komünü’nün yaşadığı acı yenilginin politik ortamı zehirlediği bir dönemde cereyan etmiş kavgayla tanımlı ideolojik çerçevenin içine hapsediyor. Bu bağlamda, açık fikirli, özgürlüğe âşık bir anarşist olarak Springer’ın böylesi bir dönemde düşünsel ve politik imkânları bize yasaklamaya çalışmasını tuhaf karşıladığımı belirtmeliyim.

Tabii ki dünyada birçok anarşist ve birçok Marksist var. Özelde anarşizme ait kimliği tam olarak belirlemek zor bir iş. Hem anarşizmle Marksizm hem de bu iki geleneğin içerisindeki hizipler arasında belirli bir husumet söz konusu. Ama öte yandan ortadaki farklılıklara rağmen bu hizipler arasında, gelenekleri dikine kesen birçok ortak hat mevcut. Bu ortak hatlar, oluşacak yeni sol gücün potansiyeli konusunda bize çok şey söylüyor. Bookchin’in tahayyül ettiği bu yeni sol gücün keşfedilmeye değecek ölçüde ilginç bir güç olduğunu düşünüyorum.

Örneğin Eric Fromm ve Terry Eagleton’da görülen, Altuzerci ve bilimsel komünist geleneklere hâkim olan bilimciliğe karşı dillendirilen hümanist perspektife yönelik o derin bağlılık konusunda Bookchin’le ortaklaştığımızı söylemeliyim. Bookchin’de gördüğümüz, Marksistken öğrendiği ama sonrasında uzaklaştığı diyalektik yaklaşımı, pozitivist, emprisist veya analitik yöntem ve yorum karşısında savunan tutumu ben de paylaşıyorum. Daha iyi bir ifadeye kavuşturamadığımız bizdeki bu tavır, tarihsel ve coğrafi bir tavır aslında (benim temel referans çerçevesi olarak tarihsel-coğrafi materyalizmden sıklıkla bahsetmemin sebebini bu eksiklikte aramak gerekiyor).

Bookchin, diyalektik hümanist bakış açısı üzerinden anarşist primitivistlere, derin ekolojistlere ve kendisinin alaycı bir ifadeyle “yaşam tarzı anarşistleri” dediği anarşistlere düşman (bu düşmanlığı da zaten sadece o sergileyebilirdi). Muhtemelen crimethinc.com sitesini görse dehşete kapılırdı.

Bir yandan da Bookchin, otuzlu yıllarda Barselona’da güçlü olan anarko-sendikalizme beğeniyle, ama aynı zamanda şüpheyle yaklaşıyor. Onun yandaş olduğu anarşizm ise toplumsal ve ekolojik bir anarşizm. Bu, özünde, doksanlarda dost sosyal anarşistlerin sayısız saldırısına maruz kalmış kimi özellikleri bir araya getirmiş bir anarşizm.

Bu saldırılara cevap olarak Bookchin, nihayetinde anarşist gelenekle bağlarını koparttı, ama o, aynı zamanda Marksizmden farklı olarak anarşizmin somut bir toplum teorisi olmadığı gerçeği ile yüzleştiği vakit yaşadığı hayal kırıklığını ve sıkıntıyı dile getirmeden de edemedi:

“Anarşizmin gündeme getirdiği sorunlar, Proudhon gibi yazarların yeni ortaya çıkan kapitalist toplumsal düzene karşı başvurulabilecek alternatif bir fikir olarak görüp yücelttiği, onun doğduğu günlere aittir. Gerçekte ise anarşizm, ‘kişinin özerkliği’ gibi tarih dışı bir anlayışa, yani kısıtlardan, önşartlardan veya ölüm hariç her türden sınırlamadan kurtulmuş, özgür iradeli asosyal benliğe dair anlayışa gösterdiği bağlılık dışında, iç tutarlılığa sahip teorik külliyattan mahrumdur. Esasında bugün birçok anarşist, teorideki bu iç tutarsızlığı kendi görüşlerindeki alabildiğine özgürlükçü niteliğin, çoğunlukla baş döndürücü, ama çelişki içermeyen, çeşitliliğe dönük saygılarının bir kanıtı olarak görüp yüceltiyorlar.” (2014: 160-161).

Teorik tutarlılıktan yoksunluk eleştirisini Marksist otonomculara da yöneltmek mümkün. Böhm, Dinerstein ve Spicer’ın da dile getirdiği biçimiyle (her telden) otonomi, özünde “imkânsız” olan bir şeydir. Otonomi, teorik düzlemde ve ilişkiler zemininde sadece özerk olunmaya çalışılan şeye göre tarif edilir. Bu sebeple, “sermayeyi, devleti ve kalkınmaya dair söylemleri otonomi hâlini ‘yeniden kazanıp’, onun kendi amaçları doğrultusunda işlemesini sağlamak konusunda sürekli bir çalışma içerisinde olmasına hiçbir şey mani olamaz.” (2010: s. 26). Sermayenin, devletin ve kalkınma söylemlerinin bugüne dek yaptıkları, zaten bundan başka bir şey değildir.

Oysa anarşistler, anarşizmin teori üretmeyle değil, yeni örgütlenme formlarını sürekli icat etmeyle ve pratiklerle alakalı olduğunu söylemeye bayılırlar. Peki ama anarşistler, burada ne tür bir pratikten ve formdan söz ediyorlar? Yatay ilişkiler, rizom (köksap) benzeri pratikler ve gücün merkezsizleşmesi, bugünlerde hem anarşistler hem de otonomcular için önem arz eden turnusol kâğıtlarıdır. Springer ise daha farklı bir şey söylüyor:

“Dostlarınızı akşam yemeğine davet ettiğinizde, dikkatsizce sokakta yürüdüğünüzde, komşunuzun bahçesindeki çimleri biçtiğinizde, bir gün işten kaytardığınızda, kardeşinizin çocuklarına baktığınızda, profesörünüzü sorguladığınızda, kaynananızın arabasını ödünç aldığınızda, bir tabelayı indirdiğinizde, size yapılan iyiliğe karşılık verdiğinizde, siz farkında olmadan anarşist ilkeler uyarınca hareket ediyorsunuz”. (2014: s. 265).

Bunun epey sıra dışı bir ifade olduğunu söylemek gerek. Springer’ın kaynanasının arabasını (onun izni olmadan veya izinle) ödünç almak suretiyle kendi tercih ettiği ayaklanmacı yola revan olduğu anın parodisini yapmanın cazibesine kapılmadan, şu tespiti yapalım: Springer, üzerinde “bu bölgede zehirli yılanlar var” yazılı bir tabelayı indirmek ve devamında “tüm otorite gayrımeşrudur” (ki bu da otoriter bir ifade) demek suretiyle bizim anarşist cennete gidebileceğimizi söylüyor. Görünüşe göre kırmızı ışıkta geçmeyi seven (ki bu yüzden arabam, gidip izinsiz kardeşinin arabasını alan iyi bir anarşist tarafından harap oldu) anarşist eğilimli insanların yaşadığı Baltimore’da ikamet eden biri olarak ben, bu tür iddiaları tehlikeli değilse bile saçma bulduğumu belirtmeliyim. Bu tip insanlar, anarşizmin adını lekeliyorlar. James Scott (2012) bile kitabında trafiğin olmadığı durumda kırmızı ışıkta geçme cesaretinin anarşizmin tecellisi olduğunu söylüyor. Hatta Scott, tüm trafik lambalarının kaldırılmasının iyi bir anarşist fikir olduğunu iddia ediyor.

Manhattan’daki Birinci Cadde’de elektrik kesintisi esnasında gürültünün bir an bile kesilmediği araba yarışlarına tanık olunuyor. Oysa bu yarış, caddeyi kesen diğer caddelerin kilitlenmesine neden oluyor. Ayrıca JFK havalimanına inen ve iyi bir anarşist olarak hava trafik kontrolörünün otoritesini tanımayacağını, uçağı indirme sürecinde havacılıkla ilgili tüm kuralları ihlal edeceğini söyleyen bir pilotun pek hoş karşılanmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Tarihsel sürece baktığımızda, ister anarşizmden ilham alsın ister almasın, karşılıklı yardım esası üzerine kurulu toplumlar, müşterek uygulamalara, kanunlara ve davranış kurallarına sahiplerdi. Üyelik anlaşmasının bir parçası olarak herkes bu kurallara ve kanunlara uymak zorundaydı. Uymayanlar dışlanıyordu (ki bu da bireyci anarşizmle sosyal anarşizm arasındaki sorunlu sınıra işaret eden bir mesele).

Sürekli otoriteyi, davranış kurallarını ve kanunları sorgulamak, aptal veya hiçbir geçerliliği olmayan kurallara uymamak bir şey, Springer’ın da önerdiği üzere, anarşizmin ilkesi diye tüm bu talimatlara uymamak başka bir şeydir. Bu tür davranışlara hoşgörüyle yaklaşacak bir anarşist komün olduğunu sanmıyorum. Hoş görse, bir gün bile yaşamaz o komün.

Anarşistlerin vereceği standart cevap şu: kurallar ve ihraçlar özgürce uygulandığı sürece bunlarda bir sorun yok. Buradaki mit, daha çok ihraç mekanizmalarının hatta hâkimiyetin haricinde mutlak bir özgürlük olduğuyla alakalıdır. İnsanı ilgilendiren meselelerde özgürlükle hâkimiyet arasındaki diyalektik, kolayca bir kenara konulamaz (bkz.: Harvey, 2014: 14. Bölüm).

Springer’ın kaynananın arabasını ödünç almayla ilgili ifadesi, iyi niyetli bir yaklaşım dâhilinde, ancak şu şekilde okunabilir: sosyal anarşistler, temelde gündelik hayattaki karışıklıklarla ve sorunlarla ilgilidir. David Graeber ise nihai arzularının “gündelik hayatı bir bütün olarak yeniden icat etmek” olduğunu söyler (2002: s. 70), ama bu “bütün”ün nerede başladığına ve nerede bittiğine dair o sinir bozucu soruya cevap vermez.

Buna karşılık Marksistler, tarihsel düzlemde teorik faaliyetlerinin merkezine emek sürecini ve üretimi koymuş, yaşam alanında gerçekleşen olayları ele alan siyaseti tali, gündelik hayata ait meseleleri başka koşullara bağlı unsurlar, hatta üretim tarzının türevleri olarak ele almışlardır (bu eğilimin ilk örneğini Engels’in 1872’de kaleme aldığı Konut Sorunu’ndaki o ilginç yaklaşımda buluyoruz).

Kent çalışmaları alanında faaliyet yürüten, tarihi önemseyen bir coğrafyacı olarak benim de başım Marksizmin gündelik hayatın politikası karşısında üretime öncelik veren yaklaşımıyla dertte. Uzun zamandır dile getirdiğim gibi, sınıfsal ve toplumsal eşitsizlikler, işyerindeki işbölümünün ürünü olduğu kadar, ikamet edilen mekânlar arasındaki farklılıkların da bir sonucu. Bir “bütün” olarak kent, hem sınıfın yaşadığı ana alandır, ayrıca toplumsal mücadeleler ve o mücadelenin diğer biçimleri gündelik hayat zemininde cereyan eder. Bu mücadeleler, değerin üretilmesinden çok gerçekleşmesiyle ilgilidir (Harvey, 1975, 1977). Örneğin ta 1984’te şunu söylemişim: “Halkın coğrafyası bir halk tabanına sahip olmalı ve halkın bilincinin kaynaklarından beslenen gündelik hayatın ana dokusuna işlenmeli.” (1984: s. 7)

Kent açısından bakıldığında, değer üretiminin kendisi bile yeniden ele alınmalı. Örneğin Marx, ulaşımın bir değer olduğunu, artı-değer ürettiğini söylüyor. Canlanan lojistik sektörü bolca değer içeriyor ve artı değer üretiyor. General Motors’un yerini ABD’deki en büyük işveren olarak McDonalds’ın aldığı koşullarda, bir araba imal etmenin değer ürettiğini, ama hamburger yapmanın değer üretmediğini nasıl söyleyebiliriz? Manhattan’daki 86. Cadde ile 2. Cadde’nin kesiştiği köşede durduğumda, sayısız teslimat işlemine rastlıyor, çok sayıda otobüs ve taksi şoförünü görüyorum. Verizon ve Con Edison’dan gelen işçiler, kabloları tamir etmek için sokakları kazıyorlar, caddenin aşağısında ise su boruları tamir ediliyor. Diğer işçiler, yeni bir alt geçit inşa ediyorlar, sokağın bir tarafına iskele kuruyorlar, diğer taraftaki iskeleyi söküyorlar. Bu sırada bir kafede kahve yapılıyor. 24 saat çalışan lokantalardaki işçiler yumurta çırpıyor, çorba servisine çıkıyorlar. O paketlenmiş sıcak Çin yemeğini müşterisine götüren bisikletli adam bile değer üretiyor. Eski tarife göre değerlendirilen imalat ve tarım sektöründeki işlerden farklı olarak, son dönemde bu tür işler sayıca epey arttı. Bu işler de değer ve artı değer üretiyorlar.

Manhattan, devasa miktarda değer üreten bir ada. Kent hayatının üretimi ve yeniden üretimi sürecinde istihdam edilmiş insanların yarısı bile bu tür bir değer ve artı değer üretiminde istihdam edilmişse o vakit bu gelişme, eski imalat sektöründeki otomasyon sürecine ve tarımdaki sanayileşmeye bağlı iş kayıplarını bir biçimde telafi edebilir. Günümüzün proletaryasını buralarda aramak gerekiyor.

O açıdan Springer, ana akım Marksist düşüncenin yeni durumu idrak etmekte zorlandığını söylerken haklı (üstelik bu durum, hiç de yeni değil). Birçok sosyal anarşistin dün olduğu gibi bugün de dâhil olduğu proleterlerin dünyası bu.

Argümanı bir adım öteye götürmek zorundayız. Marx’ın değerin nasıl, ne zaman ve nerede üretildiği ile ilgili teorisiyle, değerin nasıl, ne zaman ve nerede gerçekleştiği ile ilgili teorisi arasında büyük bir fark var. Örneğin Çin’de üretilen değer, Kuzey Amerika’da bulunan Walmart ve Apple mağazalarında gerçekleşiyor. Dünyada tüketicilerle tüccar/mülk sahibi kapitalistler arasında değerin gerçekleşmesi konusunda kesintisiz bir mücadeleye tanık olunuyor. Ev sahiplerine, telefon, elektrik ve kredi kartı şirketlerine karşı verilen mücadeleler, gündelik hayata hâkim olan, değerin gerçekleştiği alanda cereyan ediyor. İtiraz siyaseti, tam da bu tür alanlarda anlam kazanıyor.

Marksizmin temel kabul edilen teorik külliyatında bu hususların hiçbirisi merkezi bir yere sahip değil. Oysa kent çalışmaları yürüten biri olarak ben, bunların merkezi bir yere sahip olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda, gündelik hayatı esas alan bakış açılarının beni rahatlattığını, sosyal anarşistlerin bu konuyla ilgili tavırlarını alkışladığımı belirtmeliyim. Ama bu noktada bir ikazda bulunmalıyım: bir bütün olarak şehirdeki gündelik hayattan bakıldığında görülen gündelik hayata ait sorunlarla, birey veya mahalleden bakıldığında görülen sorunlar, birbirinden çok farklı. Bu nedenle kanaatimce Kropotkin’den Patrick Geddes, Mumford ve anarşizmden beslenen kent plancılarına geçiş yapmak önemli bir mesele.

Bir bütün olarak kentte kent hayatının nasıl örgütleneceği, böylelikle herkes için gündelik hayatın “nahoş, kaba ve kısa ömürlü” olmaktan nasıl çıkartılacağı, biz radikal coğrafyacıların dikkate alması gereken meseleler.

Bu anlamda, sosyal anarşist geleneğin “kantarın topuzunu kaçıran”, yerele ait arzu ve hırsları kenti ilgilendiren kapsamlı meselelerle bütünleştiren yanının beş para etmez ve kusurlu olduğunu görmek gerekiyor. Springer gibi birçok anarşistin devlet iktidarını pratikte redde tabi tutmasa bile onu hiyerarşik diye, müzakere yürütmeyi şart koşuyor diye görmezden gelen, onu harekete geçirmekten uzak duran yaklaşımının beni rahatsız ettiğini söylemeliyim.

Marksizmin sermayenin birikimiyle kentleşme arasındaki ilişkiye dair görüşü, tam da bu noktada toplumsal eylem nezdinde önemli hâle geliyor. 2013’te Türkiye’de ve Brezilya’da yaşanan kent ayaklanmalarına can veren gündelik hayata dair meselelerdi, aynı zamanda kentin geneline dair sonuçlara yol açan bu ayaklanmalar, sermaye birikim sürecine ait dinamiklerden de beslendi.

Buradan, Marksistlerin gündelik hayatın siyaseti üzerine pratikte ve siyaset sahasında ya da değerin gerçekleştiği alanda bir çalışma yürütmediği sonucuna ulaşmak doğru olmaz. Birçok yerde soylulaştırma karşıtı mücadelelerde, sağlık hizmeti ve eğitim için verilen mücadelelerde, ayrıca kent insanının hareket imkânlarıyla ilgili çalışmalarda aktif yer alan birçok insanla tanıştım.

Kapitalizm koşullarında eğitime yönelik geliştirilen Marksist eleştiri, epey kapsamlı bir külliyat oluşturmuş durumda (Bowles ve Gintis, 1977). Eğitim, Marksist pratiklerin çoğunlukla teorik içeriğin ötesine uzandığı bir alan (bu, benimle birlikte Neil Smith (1992, 2003) gibi başka Marksist coğrafyacıların ve farklı bir açıdan Gibson-Graham’ın (2006) kapatmaya çalıştığı bir mesafe).

Ama öte yandan benim açıdan şu husus da çok açık: gündelik hayatı ilgilendiren sorunları politik olarak ele alan ve bu yönde çalışma yürüten birçok insan, ideolojik planda Marksizmi veya anarşizmi umursamıyor, daha çok, ideolojik sebeplerden ziyade, antikapitalist politikayla buluşan radikal pratikler içine tesadüfen giriyor. Bu, Paul Hawken’in (2007) büyük bir coşkuyla değindiği ideoloji dışı kolektif eylem dünyası.

Geçmişte Arjantin’deki fabrikalarda iş sahibi olmaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen işçilerle ve Brezilya’daki dayanışma ekonomileri dâhilinde salt gündelik hayatın geliştirilmesiyle ilgilenen aktivistlerle tanışmıştım. Sorulduğunda birçoğu, illaki yatay ilişkilere methiyeler düzecektir, oysa büyük bölümü esasen eyleme bu sebeple geçmemişti (Sitrin ve Azzelini, 2014). Bu tür koşullarda çalışanlar, davalarıyla alakalı gördükleri her türden kitaba ve anlayışa sahip çıkıyorlar. Onların kimlerin ağzından çıktığına, hangi ideolojilerin ürünü olduğuna bakmıyorlar.

Eğer Springer’ın dediği doğruysa (2014: s. 252), bu anlamda, anarşizm esas olarak “yeni örgütlenme biçimleri üretme arzusuyla gündelik hayatı pratikte yeniden icat etmekle ilgili”yse, o vakit ben bu anarşizmden yanayım. Eğer bu anarşizm, çalışmayla, yaşamayla, yaratmayla, eylemle, düşünceyle ve kültürle alakalı faaliyetleri birbirinden ayırmıyorsa, bunları bir bütün olarak gündelik hayat denilen ağın dikişsiz yapısı içerisinde bir araya getiriyorsa, buradan, hayatı yeniden biçimlendirmeye çalışıyorsa, ben bu anarşizmle birlikteyim. Raymond Williams’ın da tespit ettiği biçimiyle, gündelik hayatı farklı “duygu yapıları” etrafında yeniden biçimlendirmeye yönelik bir arayış, Springer ve biyopolitikaya merak sarmış otonomcular kadar benim için de önemli.

Ama bu tür bir çabanın daha kapsamlı sonuçlara yol açacağını görmek gerekiyor. Hepimizin bakış açısını birleştiren şey, giderek daha da anlamsız görünen toplumsal hayattaki “anlam arayışı”dır. Bu da giderek daha da yabancılaştırıcı olan dünyada mümkün olduğu ölçüde yabancılaşmamış bir hayatı yaşamaya dönük gerçek bir çaba içine girmeyi gerekli kılıyor. Bu anlamda, tam da kişisel ve düşünsel pratiğini bu hayatı yaşama işine adamış olan, benim de tanıdığım o sosyal anarşistlere hayran olduğumu belirtmeliyim.

Fakat sosyal anarşistlerin bu konuda yalnız olmadıklarını görmek gerek. Ben, bilimci veya Altuzerci geleneğe mensup birçok Marksistin tabu olarak gördüğü yabancılaşma kavramını, On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu (2014) isimli kitabımda on yedinci ve birçok yönden en önemli çelişki olarak belirlemiştim.

Anlamı olan, nispeten yabancılaşmadan uzak bir biçimde yaşama imkânı bulduğunuz kişisel ve toplumsal bir dünya yaratma çabası içine girmek için anarşist veya Marksist olmak zorunda değilsiniz. Milyonlarca insan, tam da böylesi bir dünya için mücadele yürütüyorlar, bunu yaparken yabancılaşmadan azade faaliyetlerden oluşan adacıklar meydana getiriyorlar.

Bugün dünyada anlamı olmayan iş fırsatlarıyla ve akıl dışı tüketim manyaklığıyla yüzleşen birçok genç, farklı bir yaşam tarzı arayışı içine giriyor ve bu türden bir yaşam tarzını tercih ediyor. Bugün Batı dünyasındaki kültürel üretimin büyük bir bölümü bu hissiyatı temel alıyor. Dolayısıyla anarşist ve Marksistleri de içeren, en geniş manada sol, bu cevabı gerektiği şekilde bilince çıkartmak zorunda.

David Graeber, ne yapılırsa yapılsın, ortaya şu türden bir sonuç çıkacağı iddiasında:

“Kapitalist bir toplumda devrimci politika bir kitle tabanına kavuşsa bile, ona destek olan gruplardan biri gidip yabancılaşmadan azade üretimin belirli bir biçimine dâhil olmuş sanatçılardan, müzisyenlerden, yazarlardan vs. oluşan bir projeye meyledecektir. […] Önce bir şeyleri hayal edip, ardından birey veya kolektif düzleminde onları var kılmaya dönük fiili deneyim ile toplumsal seçenekleri tahayyül etme becerisi arasında belirli bir bağ kurulmasının şart olduğuna hiç şüphe yok. Peki ama yabancılaşmadan az çok uzak olan yaratıcılık biçimleri üzerine kurulu bir toplum mümkün müdür? Devrimci koalisyonlar, her daim toplumun en az yabancılaşmış kesimiyle en ezilen kesimi arasında kurulacak bir tür ittifaka bel bağlama eğilimindedir. Fiiliyatta devrimlerin, bu iki kategori en geniş düzlemde örtüştüğü vakit gerçekleştiğini söyleyebiliriz.” (2002: s. 70)

Graeber’ın bu söylediğinin geçmişte bir karşılığının olup olmadığı tartışmalı bir konu (ben, şahsen Paris Komünü’nde bu türden bir yan yana gelişin söz konusu olduğunu, en az yabancılaşmış kesimle en ezilen kesimin bir biçimde yan yana geldiğini düşünüyorum). Ama öte yandan Graeber’ın ifadesinin günümüzde yürütülen radikal faaliyetlerin önemli bir yönüne işaret ettiği kanaatindeyim. Bu yönün hem takdirle karşılanması hem de onunla ilişki kurulması gerektiği düşüncesindeyim.

Bu noktada şu sorulabilir: sosyal anarşizmin gündelik hayatın sorunlarına yönelik yaklaşımına dair olumlu bir değerlendirmede bulunmanın nesi kötü? Sorunun cevabını Bookchin’in “iktidarı küçümseyen anarşist tavır” dediği (2014: s. 139) şeyde aramak gerekiyor. Bu küçümseyici tavrın somut bir örneğini John Holloway’in Dünyayı İktidarı Almadan Değiştirmek (2010) kitabında buluyoruz. Bu da bizi genelde devlet, özelde kapitalist devlet meselesiyle baş başa bırakıyor.

Burada o en ikna edici tarihsel örneğe değinmekte fayda var: bu örnek, kolektif iktidarı harekete geçirme ve devlete hâkim olma fırsatını elinin tersiyle iten İspanyol anarşistleriyle ilgili. Ealham (2010) 1898-1937 arası dönemde Barselona’da faal olan anarşist hareketin detaylı bir değerlendirmesini sunuyor. Bu beğeniyle yaklaştığı hareketin 1936-1937’de kitlesel hareketin gücünü artırma konusunda gösterdiği zafiyete değiniyor. Ben, bu örneği Springer’ın savunduğu anarşist pratikler de dâhil, tüm anarşist pratiklerdeki genel sorunu ortaya koymak için kullanmayı öneriyorum.

Barselona’daki hareketin temelini gecekondu mahallelerinde yaşayan, dürtüleriyle hareket eden kolektif işçi örgütleri teşkil ediyordu. Toplumsal ağların ve karşılıklı yardım çalışmalarının eşlik ettiği sürece hâkim olan duygu, toplumsal ihtiyaçları görmezden gelen, işçilerin arzularını kriminalize eden, talileştiren, onları sürekli gözetim altında tutup ezmeye çalışan devlet aygıtına yönelik derin güvensizlikti. Bu koşullarda işçi sınıfının geniş kesimleri, zirvede olduğu dönemde Katalunya genelinde bir milyonun üzerinde üyeye ulaşan Ulusal İşçi Konfederasyonu’nun (CNT) temsil ettiği anarko-sendikalist örgütlenme biçimleriyle aynı çizgiye gelmişti. Öte yandan şehirde başka anarşist akımlar da vardı. Bu radikal anarşistler, sendikacılara karşı geliyorlar ve çoğunlukla gizli yollardan mahalle örgütleri gibi çalışmalar içerisinde örgütleniyorlardı. Gelgelelim, bu işçi sınıfı hareketinin genel yapısı, mahalle temelli ve bölgelere göre ayrışmış durumdaydı. CNT, daha çok “yerelliğin ve orada gelişen toplumsal ilişkilerin bir ürünüydü. Ona üye olan sendikalar, gecekondu mahallelerini tahkim ediyorlar, işçiler ‘bizim’ dedikleri sendikaları kendi mülkleri görüyorlardı.” (Ealham, 2010: s. 39).

Buna karşın, kenti bir bütün olarak düşünme konusunda güçlük yaşayan hareket, onu, kontrol altında tuttuğu, birbirinden kopuk bölgeler temelinde ele alıyordu. Militan gruplarsa “birbirinden kopuk yerelliklerdeki eylemleri, bölge veya devlet düzeyinde güçlü bir dönüşüme yol açabilecek, daha çok saldırı amaçlı eylemlere dönüştüremiyorlardı.” (2010: s. 122). Ealham’ın tespitiyle, “hızla iç savaşa doğru ilerleyen süreçte hareketin merkezindeki zafiyet, esasen onun çok sayıda işçi kolektifini aynı anda uyumlu kılıp savaşa yönelik çabaları koordine etme becerisinden mahrum olan, kapsayıcı bir kurumsal yapıyı üretememiş olmasıyla ilgiliydi. Politik açıdan devrim, yeterince gelişme imkânı bulamadı ve dağınıktı. […] Barselona, devrimci kurumları üretmeyi beceremedi. […] İşçilerin sokaklarda sahip olduğu güç, parçalı ve dağınık yapısını aşamadı, zamanla bölge veya ülke düzeyinde koordinasyondan yoksun çok sayıda komite şahsında lime lime oldu.” (2010: s. 168; ayrıca bkz.: Bookchin, 2014: 8. Bölüm).

Her telden anarşistin ele geçirebilecek gücü varken ideolojik sebeplerle devlet iktidarını almak istememesi neticesinde iktidar, burjuva cumhuriyetçilerinin ve onların cumhuriyetin asayişini ve düzenini sağlamak adına CNT hareketini şiddet araçlarıyla ezecek örgütlü yapıya kavuşana dek fırsat kollayan Stalinist/komünist müttefiklerinin eline geçti.

Daha da kötüsü, hareket, halkın iradesini tanımayan uygulamaları üzerinden, kendi ilkelerine ihanet etti. Üyelik esası üzerine kurulu radikal gruplar, ayaklanma taktiğine başvurdular. Bu da onlardaki “elitizm”e ve kesintisiz bir biçimde uyguladıkları ayaklanmacı eylemlerde başvurdukları demokratik olmayan yöntemlere yönelik rahatsızlığın artmasına neden oldu. Bu örgütler, yaptıkları eylemleri “öncü eylemler değil de daha çok katalizör görevi görecek eylemler” olarak tanımlıyorlardı, fakat birçok insan, bunun anarşist öncülük anlayışının başka bir isim altında uygulamaya konulmuş hâli olarak değerlendirdi.

Ayaklanmacılar, kitlenin kendilerini destekleyeceği, kitleyi kendilerine çekecekleri umuduyla hareket ettiler. Fakat bu örgütlerin üye sayısı yüzü, hatta kimi örneklerde onu geçmedi. Bu da diğer herkes için başka bir sorunun gündeme gelmesine sebep oldu. Madridli ve Asturiaslı anarko-sendikalistler Barselona’daki radikal anarşist “gruplar”ın ayaklanmacı pratiklerinin kurucu bir nitelik arz etmediğini, bilâkis, yıkıcı olduklarını söylediler. Gazetelerinde “bizim devrimimiz, askeri bir karakola veya Cumhuriyet Muhafızları’nın kışlasına yönelik saldırıdan daha fazlasının yapılmasını gerekli kılıyor. Uygun durum oluştuğunda ayaklanmayı da öngören genel grev çağrısını yapacağız. Fabrikaları, madenleri, elektrik santrallerini, ulaşım imkânlarını ve üretim araçlarını ele geçirdiğimizde bu adımı atacağız” (Aktaran: Ealham, 2010: s. 144) türü cümlelere yer verdiler. Bu sendikacılar, “ertesi gün dünyayı yeniden örgütleyecek somut bir planı bırakalım bir yana, bir fikriniz bile yoksa, bu türden bir ayaklanmacı eylemin anlamı ne?” diye soruyorlardı.

Ealham’ın değerlendirmesinde eskiye ait anarşist konum iki açıdan eleştiriliyor. Bizim bugün yürüttüğümüz tartışmayla alakalı olan bu iki tür eleştiriyi şu şekilde özetlemek mümkün:

1. Bir bütün olarak toplumda devrimci bir dönüşümü gerçekleştirmek amacıyla eldeki politik güç, yeterince etkili bir yapıya kavuşturulup harekete geçirilemedi. “Madem iktidarı almadan dünya değiştirilemiyor, o vakit güç oluşturup iktidarı alma fikrine karşı çıkan bir hareketin ne anlamı var?” sorusu üzerinde durulmadı;

2. Politik eylemliliğin sahip olduğu vizyon, yerelin sınırları ötesine taşınıp, büyük altyapıların planlandığı, çevresel koşulların yönetildiği, uzun mesafeli ticari ilişkilerin milyonların kolektif sorumluluğu hâline geldiği geniş bir coğrafi ölçeğe doğru genişletilemedi. Asıl soru, ulaştırma ve haberleşme ağını kim yöneteceği sorusuydu. Bookchin gibi anarşist şehir planlamacıları bu sorunu gördü, ama onların çalışmaları, anarşist hareket tarafından hep görmezden gelindi. Bunlar, esasında Marksistlerin değil, anarşistlerin üzerinde faaliyet yürütmeye çekindikleri arazileri tanımlayan teorik sorular (tabii bu Marksistlerin kendi hesaplarına bu konuda hiç yanlış yapmadıkları anlamına gelmiyor).

Burada şu söylenmeli: Anarşizmin merkezi kent planlamasına dönük çalışmalardaki etkisini içeren tüm tarih, yeniden diriltilmeyi hak ediyor. Bu, burada derinlemesine ele alamayacağım, oldukça çetrefilli bir konu. Anarşistlerin gündelik hayatın niteliğine dair endişeleriyle Marksizmin küresel sermaye akışına ve uzun vadeli yatırımlar eliyle fiziki altyapıların inşa edilmesine dair görüşleri yapıcı sonuçlar doğuracak şekilde bir araya getirilmeli.

-devam edecek-

David Harvey
10 Haziran 2015
Kaynak

0 Yorum: