Simon Springer’ın “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist
Olmalı?”
Yazısına Kişisel Cevap
Simon
Springer (2014), radikal bir coğrafyanın anarşist olması gerektiğini söylediği,
polemik amaçlı, oldukça etkili bir makale kaleme aldı. Yazıya göre radikal
coğrafya, kendisini artık yorulmuş ve ihtiyarlamış olan Marksizmle değil, taze
ve yeni olan anarşizmle tanımlamalıydı. Bu türden bir polemiği yürüten diğer
çalışmalarda görüldüğü üzere, yalan yanlış beyanlar, abartılar ve mantıksal
safsata üzerine kurulu eleştirilerden epey istifade etmiş olan bu makalesinde
Springer’ın gene de tartışılmaya değer, önem arz eden kimi meseleleri gündeme
getirdiğini söylemek gerekiyor.
Önce
bu noktada kendi konumumu açıklığa kavuşturayım. Uzun süredir bağlı olduğu
anarşizm geleneğiyle arasındaki bağları koparttıktan sonra yazdığı son
yazılarında, “son tahlilde solun geleceği, onun bugün ve görünür hâle gelen
gelecek için Marksizmde ve anarşizmde geçerli olan hususları kabul etme
becerisine bağlı olduğunu” (Bookchin, 2014: s. 194) söyleyen Murray Bookchin’e
tümüyle katılmasam bile, kendisine beğeniyle yaklaştığımı söylemeliyim. Bizim
bugün yüzleşilen sorun türleri hakkında söz söyleyecek, devrimci geleneğin en
iyi yanı olan Marksizmi ve anarşizmi bir araya getirecek yaklaşım”ı (2014: s. 164)
tanımlamamız gerekiyor.
Yazdığı yazı üzerinden bir hükme varacaksak eğer, Springer’ın böylesi bir projenin parçası olmak istemediğini söyleyebiliriz. Springer, Marksizmi ve anarşizmi birbirine hasım değilse bile, birbirini karşılıklı olarak dışlayan iki akım şeklinde değerlendiriyor ve aralarındaki ilişkide iki akımı zıt kutuplara fırlatıyor. Kanaatimce bu yaklaşım, anlamsız.
Benim Marksizm anlayışıma göre,
son birkaç yıldır Wall Street’i İşgal Et türü hareketlerde açığa çıkan politik
aktivizme can veren otonomcu ve anarşist taktik ve duygular, takdirle
karşılanmalı, analiz edilmeli, gerektiğinde desteklenmeli. Bence Wall Street
eylemlerinde, Gezi Parkı’nda ve Brezilya sokaklarında açığa çıkan hareketler
ilericiydi, dolayısıyla, bu hareketlere kısmen veya tümüyle can veren anarşist
ve otonomcu düşünce ve eyleme neden olumlu yaklaşmayayım?
Ana
akım Marksizmde, önemli meseleleri gündeme getiren şu veya bu anarşizm türü
hemen göz ardı edilir veya gereksiz görülüp çöpe atılır. Dolayısıyla, ben de
iki geleneği karşı karşıya getirmek yerine, birbirlerine karşılıklı yardımda
bulunması gerektiğini, diyalogun daha verimli sonuçlar doğuracağını
düşünüyorum. Tersten, geçmişte açığa çıkmış onca kusuruna rağmen Marksizmin,
birçok anarşistin iştirak ettikleri antikapitalist mücadeleye çok önemli
katkılar sunabileceği kanaatindeyim.
Coğrafyacılar,
işbirlikleri ve karşılıklı yardımla ilgili imkânları keşfetmelerini sağlayan,
kendilerine imtiyaz olarak bahşedilmiş, oldukça özel bir konuma sahiptirler. Springer’ın
da ifade ettiği biçimiyle, on dokuzuncu yüzyılda faal olan anarşist geleneğin
kimi önemli isimleri, misal, Kropotkin, Metçnikof ve Reclus, coğrafyacıydı.
Patrick
Geddes, Lewis Mumford, sonrasında Murray Bookchin’in çalışmaları sayesinde anarşist
duygu ve düşünceler, kent planlaması sahasında etkili hâle geldiler, Edward
Bellamy gibi isimlerin hazırladıkları birçok ütopik program yanında, Ebenezer
Howard gibi isimlerin hazırladıkları pratik planlar, anarşizmin etkilerini
taşıyorlar. Bu arada ben de Umut Mekânları (2000) isimli çalışmamda yer
verdiğim ütopik plan taslağını bu gelenek üzerinden hazırlamıştım.
Sosyal
anarşistler, genelde (kanaatimce birçok coğrafyacının kendi disiplinlerinin
merkezinde yer alan ana kavramlar olarak gördüğü) uzam, yer ve çevre ile ilgili
sorulara fazlasıyla ilgili ve hassas olmuşlardır. Bir bütün olarak Marksist
gelenekse ne yazık ki bu tür konulara pek ilgi göstermemiştir. Lefebvre ve
içerisinde Marksist sosyologların önemli bir rol oynadıkları, 1977 tarihinde
yola koyulan, İngilizce-Fransızca olarak yayın yapan uluslararası dergi, Urban
and Regional Research [“Kent ve Bölge Araştırmaları”] gibi istisnalar
haricinde, Marksizm, ayrıca kentleşme, kentlerdeki toplumsal hareketler,
mekânın üretilmesi ve eşitsiz coğrafi gelişmeler gibi konu başlıklarına hiç
eğilmemiştir. Ana akım Marksizm, çevre meselelerini, kentleşmeyi ve kentlerdeki
toplumsal hareketleri sermayenin çelişkileri içerisinde belirgin bir öneme
sahip olgular olarak görmeye ancak yetmişli yıllardan itibaren başlamıştır.
Altmışlı yıllarda kitabi Marksizme bağlı olan birçok isim, çevre meselelerini
“küçük burjuva romantiklerin meşgul olduğu konular” olarak değerlendirmiştir
(Murray Bookchin’i öfkelendiren ve hislerini 1971 tarihli Kıtlık Sonrası
Dönemin Anarşizmi isimli çalışmasında yer alan “Dinle Marksist!” isimli
makalesinde aktarmaya iten, tam da bu türden değerlendirmelerdir.)
Yetmişlerin
başında Marx ve Marksizmle ilgilenmeye başladıktan kısa bir süre sonra
Marksistlerin iyi birer coğrafyacı olmalarına katkı sunmanın görevimin bir
parçası olduğunu gördüm. O günden beri yaptığım espride dile getirdiğim
biçimiyle, Marksist görüşleri coğrafyaya taşımak, Marksistlerin coğrafyayla
alakalı soruları ciddiye almalarını sağlamaktan daha kolay. “Marksist görüşleri
coğrafya alanına taşımak” derken, mekân, yer inşası ve çevre gibi konu
başlıklarını alıp, onları Marx’ın kavradığı biçimiyle “sermayenin hareket
yasaları”na dair genel anlayışa yedirmeyi kastediyorum.
Springer’ın da kabul edeceği biçimiyle, benim de tanıdığım birçok sosyal anarşist, sermayenin zaman ve mekânda çevresel dönüşümler üzerinden nasıl dolaşıp biriktiğine dair Marksist eleştirel açıklamaları ve teorik değerlendirmeleri faydalı bulur. Elimden geldiğince, bugün de devam eden çalışma dâhilinde ben, Marx’ın sermaye eleştirisini, bilhassa kentleşme, şehir peyzajının oluşumu, yer inşası, rant temini, ekolojik dönüşümler ve eşitsiz coğrafi gelişmeler gibi konu başlıklarıyla ilişkileri dâhilinde, öne çıkartmak ve anlaşılır kılmak için uğraşıyorum. Umarım, sosyal anarşistler de bu çabayı takdir eder ve onu bir biçimde hor görmezler.
Genelde Marksizmin, özelde Marksist politik ekonominin
katkıları, antikapitalist mücadele açısından çok önemli bir yerde durmaktadır. Bu
katkılar, mücadelenin neyle ilgili olması gerektiği, neye karşı ve neden
verilmesi gerektiği konusunda net bir açıklama sunmaktadır.
Ancak
öte yandan, ortada ilginç bir sorun var. Elisée Reclus, on dokuzuncu yüzyılın
en üretken anarşist coğrafyacılarından biridir. On dokuz ciltlik Geographie
Universelle [“Evrensel Coğrafya”] çalışmasına baktığımızda, anarşist
görüşlerden eser yoktur (Kropotkin’in Orta Asya’yı ele alan fiziki coğrafya
çalışmalarında bu tür görüşlere daha fazla rastlanır). Tam da bu sebeple,
Londra’da bulunan Kraliyet Coğrafya Derneği, Reclus ve Kropotkin birinci sınıf
apolitik coğrafyacılar olarak görüldüğünden, başları politik açıdan derde
girdiği vakit, ilgili makamlardan bu iki ismin hapisten çıkartılmasını
istemiştir. Bunun çok basit bir sebebi vardır. Reclus’un kitaplarını yayımlayan
Hachette, o dönem anarşistlerin uyguladıkları şiddet üzerinden isimlerini
duyurdukları koşullarda, Reclus’un siyasetinin ön plana çıkmasını hoşgörüyle
karşılayacak durumda değildi, ayrıca Reclus, yaşamak için paraya ihtiyaç
duyuyordu. Reclus, ya yayınevinden ayrılacak ya da yayınevi sahibinin isteğine
boyun eğecekti. Reclus boyun eğdi, çünkü tüm insanlık için özgür bir hayat inşa
edebilmenin koşulu, dünya ve dünya halkları konusunda derin ve nesnel bir
coğrafi bilgiye sahip olmaktı. Reclus, eşitlikçi dünya görüşü üzerinden
kültürel çeşitliliğe saygı duyuyor, ondaki bu derin hümanizm, doğayla ilişkiye
saygı duyulmasını emrediyordu (Fleming, 1988; Dunbar, 1978). Bu saygı, onun
eserlerine damga vuran temel unsurdu.
Kozmopolitanizm
ve Özgürlüğün Coğrafyaları (2009) isimli kitabımın son bölümünde, s.
283’te paylaştığım, anarşist arkadaşlarına yazdığı açık mektupta Reclus şunları
söylüyordu:
“Bir davaya hizmet etmenin
yegâne yolu, büyük bir coşku ve adanmışlıkla insanın hayatını riske atması
değildir. Bilinçli devrimci, sadece duygunun insanı değildir, o, aynı zamanda
aklın insanıdır. Bilinçli devrimci, adaleti ve dayanışmayı tesis etmeye dönük
her türden çabasını kesin bilgi ve tarihe, sosyolojiye ve biyolojiye, ayrıca
söylemeye bile gerek yok, kendi yaşamsal pratiğinin önemli bir kısmını adadığı
coğrafyaya dair kapsamlı bir anlayış üzerine kurar” (Clark ve Martin, 2004).
Anarşistler,
bu tavsiyeye kulak asmalıdırlar.
Bu
arada hatırlatmakta fayda var: Reclus, anarşist duygu ve düşüncelerin coğrafya
çalışması içerisinde serbestçe gezinmesine izin verdiği, hayatının sonuna doğru
kaleme aldığı L’Homme et la Terre [“İnsan ve Yeryüzü” -1982] isimli
kitabını basacak bir yayınevi bulamadı.
Tarihsel
düzlemde coğrafya çalışmaları ile politika arasında hep bir uçurum
olagelmiştir. Aynı sorun, tabii farklı sebepler üzerinden, Pierre George’un
coğrafya çalışmaları için de söz konusudur.
Fransız
Komünist Partisi üyesi bir coğrafyacı olan George, nüfuzunu konuşturma imkânı
bulduğu Fransız üniversitelerindeki coğrafya bölümlerine sadece parti
üyelerinin atanması için çabalayıp durdu. Buna karşın, coğrafya
çalışmalarındaki komünist fikriyatın etkisi, aşağı yukarı Sovyetler’de
coğrafyacıların ürettiği politik coğrafya metinlerindeki etkisi kadardır (bkz.:
Johnston ve Claval, 1984).
Anlaşılan
o ki bir bilim dalı olarak coğrafyanın kaderinde her türden politik iktidarın
uygulanması için gerekli fiziki maddi zemini olabildiğince doğru bir biçimde
tarif etme görevini yerine getirmek var. İster devlete isterse ticari güçlere
ait olsun, politik iktidarda bulunan herkes, doğru fiziki coğrafya bilgisine
(aynı şekilde, doğru haritalara) ihtiyaç duyar, ama kimse, bu bilginin
politikleşmesini istemez.
Reclus’un
döneminde “sosyal” coğrafyadan uzak durulurdu, çünkü o, sosyalizmi
hatırlatırdı. Vidal de la Blache’ın takipçileri, tümüyle politik sebeplere
bağlı olarak, Reclus’u Fransız coğrafyasının tarihinden sürekli dışladılar.
Reclus, ancak yakın dönemde keşfedilebildi ve ülkede ciddiye alınma imkânı
buldu (Pelletier, 2009).
İngiliz-Amerikan
coğrafyasında açığa çıkan radikal hareketse 1969 sonrası Clark Üniversitesi’nde
(benimle hiç alakası bulunmayan) Antipot hareketinin kurulmasıyla
birlikte, tümden değişti. 1971 yılında benim de dâhil olduğum bu radikal
hareket, ilk başta anarşist, Marksist, antiemperyalist, feminist, ekolojik,
ırkçılık karşıtı, dördüncü dünyacı, kültüralist gibi farklı politik görüş ve
yaklaşımları harmanladı. Ondan neşet eden disiplin gibi bu harekette de beyaz
ve erkek heteroseksüeller hâkimdi (o dönemde coğrafya bölümlerinde çok az kadın
veya siyahi vardı, sonrasında bölümlerden mezun olan bazı kadınlar, ilgili
disiplinde güçlü birer isim hâline geldiler). Bu durum da doğalında, dönemin
geniş sol kitlesinde de görüldüğü üzere, düşünce pratiğinde kimi önyargılara
yol açtı. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik gibi alanlarda devrede olan baskı
aygıtları bizim pratiğimizde de kendisini gösterdi. Ama biz, o dönemde tek bir
görev etrafında birleşmiş bir gruptuk. Politikanın coğrafya alanına ait her
türden bilginin içine sızmasını sağladık, bir yandan da kapitalist, emperyalist
ve patriarkal/ırkçı iktidarın uşaklarının ürettiği coğrafi bilginin nesnel
olduğu iddia edilen temsiliyet kanallarında saklı olan baskıcı politikayı
acımasızca eleştirdik. Bu görev dâhilinde, kimi detayları ve alternatifleri
sert bir dille tartışsak bile, hepimiz ortak bir dava uyarınca hareket
ediyorduk. Bu hareket, coğrafya denilen bilim dalı içerisinde her türden
radikal imkân için alan açtı. Aslında bugün Springer da bu imkânlardan istifade ediyor.
Bu sürecin hikâyesini Linda Peake ve Eric Sheppard’ın “Kuzey Amerika’da
Radikal/Eleştirel Coğrafyanın Ortaya Çıkışı” (2014) isimli makalesinde bulmak
mümkün.
Springer’ın
sansürlediği hikâyenin yeni fikirlere açık olan isimleri ve o fikirlerin
karmaşık yönlerini silip atmış olması gerçekten üzücü. Bu çabası dâhilinde,
benim 1972’de radikal sapmanın gerçekleşmesini sağlayan etkili bir makale
yazdığımı, Steen Folke eliyle kesilen bu yol ayrımı dâhilinde, benim radikal
coğrafyanın sadece Marksist olması gerektiğini söylediğimi iddia ediyor.
Yazdığım çok sayıda yazıyla radikal coğrafyayı Marksist kalıba hapsettiğimi, çalışmalarımın
sonraki süreçte radikal coğrafyacıların ekseriyetince mihenk taşı kabul
edildiğini söylüyor. (Springer, 2014: s. 250). Anlaşılan o ki Springer’ın tek
arzusu, radikal coğrafyayı Marksizmin bu baskıcı iktidarından kurtarmak,
böylelikle onu gerçek anarşist köklerine geri döndürmek.
Oysa
adını andığı Folke, Danimarka’da faal olan, politik düzeyi yüksek bir öğrenci
hareketinin genel bağlamı içerisinde kalem oynatıyordu. Doğru ya da yanlış,
Anglosakson dünyasındaki insanlar olarak hiçbirimiz, o dönemde onun yazdığı
makaleden haberdar değildik. Dolayısıyla, Springer’ın yayımlanmasından kırk yıl
sonra bu o kadar da etkili olmayan yazıya reddiye yazmayı seçmiş olması, ama
öte yandan yazının tarihsel ve coğrafi bağlamına hiç dikkat kesilmemiş olması,
gerçekten tuhaf bir durum. Doğru ya da yanlış, biz, o dönemde kendimizi farklı
gelenekleri içeren (büyük partilerle ve sert tartışmalarla ilerleyen)
karşılıklı yardım işine adamıştık. Anarşist geleneği de içeren bu çalışmanın
bize hem ana akım coğrafyanın yürüdüğü yola müdahale etme hem de açıktan
politik olan bir coğrafya bilgisi üretirken bir yandan da disiplin içerisinde
hayatta kalma imkânı sunacağını düşünüyorduk.
Disiplin
içerisinde hayatta kalmak, başlı başına bir meseleydi. Bölümün kapatılmasına
dönük onca baskıya rağmen, onu bir şekilde açık tutmaya, hatta onu farklı
görüşlere açık hâle getirmeye çalıştık. Bu amaç doğrultusunda Amerikalı
Coğrafyacılar Derneği içerisinde Sosyalist Coğrafyacılar Uzman Grubu’nu
oluşturduk.
Benim
durumumda ise bir başka sorun daha vardı. Yayın konusunda alabildiğine acımasız
kuralları bulunan bir üniversitede hayatta kalmanın tek yolu, üst düzey
yayınlarda makale yayınlatabilmekti. Bu noktada geçmişte yaptığım bir hatayı
bugün itiraf etmeme izin verin: ta işin başında bol miktarda makale
yayınlatmaya karar vermiştim. Bu konuda öğrencilerimi ve etrafımdakileri
bilgilendirdim ve onlara bölümün kapılarını açmanın yegâne yolunun bu olduğunu
söyledim. Burada “makale yayınlatmazsan yok olur gidersin” diyebileceğimiz
durumdan daha tehlikeli bir durum söz konusuydu.
Marksizme
veya anarşizme beğeniyle yaklaşanlara karşı şüpheli olanların gözünde üst düzey
bir yayında birkaç kez makaleniz çıkmalıydı, çıkmıyorsa varlığınızın da bir
anlamı yoktu. Birkaç makaleniz yayımlansa bile durumunuz hâlen daha riskliydi.
Bu anlamda, öğretim kadrosuna girmek için Richard Walker’ın Berkeley’de verdiği
uzun soluklu mücadele, bunun kanıtıydı. Faust’un Şeytan’la giriştiği pazarlığa
benzer bir pazarlık yürütmek zorundaydık. Bu anlaşmaya göre biz, ancak bizdeki
radikalizmi akademik düzeyde saygın kılarsak hayatta kalabilirdik. Üstelik bu
saygınlığı elde edebilmek için akademizme mahkûm olmalıydık. Akademizm ise
çalışmalarımızın daha az insana ulaşması demekti.
Detroit
Coğrafi Seferi isimli çalışma içerisinde yer alan Bill Bunge’ın öncülük ettiği
radikal pedagoji anlayışı ve sosyal aktivizmi akademik saygınlık birleştirmek
oldukça zor bir işti. Radikal hareket içerisindeki birçok arkadaşım ki bunların
önemli bir bölümü anarşizme meyilliydi, hayırlı sebeplere bağlı olarak
yaptıkları tercihi hiç umursamıyorlardı. Üzücü olan şu ki bu tercihin
neticesinde birçoğu başarısız oldu veya akademide güçlü bir konuma sahip
olmamayı seçti. Süreç içerisinde hep birlikte başka görüşlere açık hâle
getirdiğimiz mekân, tehditlerle yüzleşti.
Bu
anlamda Springer, 1969 sonrasında Kuzey Amerika’daki radikal çevrelerde
gerçekte yaşananlarla konusunda “sonradan edindiği bilgiler üzerinden”
kendisindeki yanlış görüşü düzeltmek zorunda.
Biz,
o dönemde çok farklı görüşleri içeren bir gruptuk. Dilediğimiz yoldan radikal
olma özgürlüğüne sahiptik. Eldeki yazılı kayıtlar, daha önce ifade ettiğim
sebeplere bağlı olarak, Marksizme ve (Vietnam Savaşı’na yönelik anlaşılır ilgi
üzerinden gelişen) antiemperyalizme fazlasıyla meyilli. Öte yandan, kadınların
ve azınlık gruplarının sesi, (etkili bireylerin bulunduğu) örgüt içinde
hegemonyayı elinde bulunduran belirli bir hizip olmamasına rağmen, zor
işitiliyordu.
Bu
noktada belirtmem gerek: Springer, “ben Folke’nin mecburi gördüğü fikri
somutladım” (Springer, 2014: s. 250) derken yanlış bir tespitte bulunuyor.
Yetmişlerin
sonunda kısa bir dönem birçok coğrafyacı, Marksizm yanında başka radikal
seçenekleri de keşfetti. Fakat (üzerinde yaklaşık on yıl çalıştığım)
Sermayenin Sınırları isimli kitabımı yayımladığım 1982 yılında bu dönem
çoktan sona ermişti. 1987 yılını Marksist teorik görüşlerin geniş bir kesim
tarafından reddedildiği dönem karşısında duyduğum hayal kırıklığı ile geçirdim.
Society and Space [“Toplum ve Mekân”] dergisinde yayımlanan “Kent
Çalışmalarında Gerçeğin Arayışında Üç Efsane” isimli çalışmamı hem dostlarım
hem de düşmanlarım sert bir dille eleştirdiler. Geriye dönüp baktığımda,
makalemin öngörüleri dâhilinde, fazlasıyla doğru olduğunu söyleyebilirim.
Birçok
meslektaşımın neoliberalizmin kucağına koştuğu, İngiltere şahsında şövalyelik
peşine düştüğü koşullarda, coğrafya sahasındaki o eski radikalizme postmodern
sapma, Foucault, postyapısalcılık (Marx’ın yerini alan Deleuze ve Guattari,
bunların yanında Spinoza), postkolonyal teori, her telden çevrecilik, ırk,
toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, lubunya teorisi etrafında dönen kimlik
politikasının sofistike biçimleri ve tabii, temsil edilmeyenlerin ve duygunun
merkezde durduğu her türden teori hâkim oldu.
Alternatif
küreselleşme hareketinin ortaya çıkmasından önce, doksanlı yıllar boyunca coğrafya
sahasında veya başka disiplinlerde Marksist politik ekonomiye veya Marksizme
yönelik ilgi çok azdı. Farklı bölümlerde kimi direniş adacıkları oluşmuştu ve
bunlar, bir biçimde varlıklarını sürdürüyorlardı. Marksist fikriyat içerisinde
postmodern eğilimlere karşı direnişin ana sütunu olarak duran ve coğrafya
bölümleri içindeki ve dışındaki (aynı zamanda 1990 yılında Amerikalı
Coğrafyacılar Derneği’ndeki) radikal, bilhassa feminist isimlerin ağır
eleştirilerine mazhar olan Postmodernliğin Durumu (1989) hariç, benim
kaleme aldığım birçok “etkili çalışma”, son on yıl içerisinde ortaya çıktı.
Springer’ın
radikal coğrafi düşüncede Marksizmin seyrini anlatan, sansürlü tarih çalışması,
coğrafya alanında hayal ürünü olan bir hikâye anlatıyor. Bu hikâyeye göre
Marksizm, kendi ana hedefine ulaşmak amacıyla coğrafya alanında anarşizmin
varlığını eziyor. Benim hiç anlamadığım sebeplere bağlı olarak tarihin bu özel
kesitinde yazar, Marksizmi ve anarşizmi iki zıt kutba fırlatıp atıyor.
Bu
hamlenin Marksist politik ekonomiye yönelik ilginin arttığı bir momentte
yapılmış olması gerçekten üzücü. Üstelik bu politik momentte insanlar, antikapitalist
mücadele bünyesinde yeniden hizalanan farklı radikal ve eleştirel geleneklerin
(ki bunlar, sadece Marksizmi ve anarşizmi içermiyorlar) en iyi yönlerini içeren
yeni siyaset yapma yollarını keşfetmeye başladılar.
Peki
Springer’ın anarşizmini bendeki (hep şüpheyle yaklaşılan) Marksizmi ayıran
temel farklılıklar nelerdir? Bunlar, ne tür güçlüklerle yüzleşmektedirler? Bu
noktada Springer’ın yürüttüğü tartışmayı fazla faydalı bulmadığımı
belirtmeliyim. Springer, tüm Marksistleri aşamalı tarih teorisinin reklâmını
yapıp duran işlevselci tarihçiler olarak gösterip karikatürize ediyor. Bu
karikatür tipin, komünizm dönemi tarihin sonu aşamasına yaklaştığı ölçüde
sönümleneceği iddia edilen komünist devlet biçimi olarak proletarya
diktatörlüğünü kuracak öncü parti teleolojisine inanan dünya proleter sınıfına
dair kaba anlayışa iman ettiğini düşünüyor. Bazı komünistlerin ve kimi
örneklerde tarihin belirli aşamalarında bazı komünist partilerin partiye ait
dogmaya uygun düşen bu tür bir görüşü dillendirdiklerini kimse tabii ki inkâr
edemez. Fakat bizzat ben, bu tür fikirler dillendiren Marksist eğilimli hiçbir
coğrafyacıyla karşılaşmadım, ama öte yandan, bu tür düşüncelerin yakınından
geçmeyen, Marksist geleneğe mensup yığınla insan olduğunu biliyorum (Lukacs,
Gramsci, E. P. Thompson, Raymond Williams ve Terry Eagleton bu tür insanlardan).
Öte
yandan, günümüzde Marksist politik ekonomiyle ilgili olan insanların önemli bir
kısmı, bu tür bir saçmalıkla uğraşmak yerine, günümüzde sermayenin içine
girdiği kriz eğilimleri dâhilinde olan biteni anlamaya çalışmakla meşgul. Oysa
Springer, bizim gibi Marksistlerin tek yaptığının eski konu başlıklarını pilav
gibi ısıtıp millete yedirmekten ibaret olduğunu söylüyor. Marksist eğilime
mensup coğrafyacıların değil, kendisinin seçtiği bu konu başlıklarının tarihsel
olaylarca çöpe atıldığını iddia ediyor.
Biz
Marksistler anarşistlere baktığımızda ise tek ve yegâne düşman olarak devlete
karşı olan insanları görüyoruz. Onların da antikapitalist oldukları gerçeğini
inkâr etmiyoruz. Bu gerçeği inkâr eden ve onları karikatürleştiren yaklaşım,
paranoyakların dillendirdiği bir zırva. Bu görüşte olanlar, iki geleneğin
arasındaki fiili ve çapraşık ilişkiyi en iyi hâliyle, 1872’de Marx ve Bakunin
arasında, Paris Komünü’nün yaşadığı acı yenilginin politik ortamı zehirlediği
bir dönemde cereyan etmiş kavgayla tanımlı ideolojik çerçevenin içine
hapsediyor. Bu bağlamda, açık fikirli, özgürlüğe âşık bir anarşist olarak
Springer’ın böylesi bir dönemde düşünsel ve politik imkânları bize yasaklamaya
çalışmasını tuhaf karşıladığımı belirtmeliyim.
Tabii
ki dünyada birçok anarşist ve birçok Marksist var. Özelde anarşizme ait kimliği
tam olarak belirlemek zor bir iş. Hem anarşizmle Marksizm hem de bu iki
geleneğin içerisindeki hizipler arasında belirli bir husumet söz konusu. Ama
öte yandan ortadaki farklılıklara rağmen bu hizipler arasında, gelenekleri
dikine kesen birçok ortak hat mevcut. Bu ortak hatlar, oluşacak yeni sol gücün
potansiyeli konusunda bize çok şey söylüyor. Bookchin’in tahayyül ettiği bu
yeni sol gücün keşfedilmeye değecek ölçüde ilginç bir güç olduğunu düşünüyorum.
Örneğin
Eric Fromm ve Terry Eagleton’da görülen, Altuzerci ve bilimsel komünist
geleneklere hâkim olan bilimciliğe karşı dillendirilen hümanist perspektife yönelik
o derin bağlılık konusunda Bookchin’le ortaklaştığımızı söylemeliyim. Bookchin’de
gördüğümüz, Marksistken öğrendiği ama sonrasında uzaklaştığı diyalektik
yaklaşımı, pozitivist, emprisist veya analitik yöntem ve yorum karşısında
savunan tutumu ben de paylaşıyorum. Daha iyi bir ifadeye kavuşturamadığımız
bizdeki bu tavır, tarihsel ve coğrafi bir tavır aslında (benim temel referans
çerçevesi olarak tarihsel-coğrafi materyalizmden sıklıkla bahsetmemin sebebini
bu eksiklikte aramak gerekiyor).
Bookchin,
diyalektik hümanist bakış açısı üzerinden anarşist primitivistlere, derin
ekolojistlere ve kendisinin alaycı bir ifadeyle “yaşam tarzı anarşistleri”
dediği anarşistlere düşman (bu düşmanlığı da zaten sadece o sergileyebilirdi).
Muhtemelen crimethinc.com sitesini görse dehşete kapılırdı.
Bir
yandan da Bookchin, otuzlu yıllarda Barselona’da güçlü olan anarko-sendikalizme
beğeniyle, ama aynı zamanda şüpheyle yaklaşıyor. Onun yandaş olduğu anarşizm
ise toplumsal ve ekolojik bir anarşizm. Bu, özünde, doksanlarda dost sosyal
anarşistlerin sayısız saldırısına maruz kalmış kimi özellikleri bir araya
getirmiş bir anarşizm.
Bu
saldırılara cevap olarak Bookchin, nihayetinde anarşist gelenekle bağlarını
koparttı, ama o, aynı zamanda Marksizmden farklı olarak anarşizmin somut bir toplum
teorisi olmadığı gerçeği ile yüzleştiği vakit yaşadığı hayal kırıklığını ve sıkıntıyı
dile getirmeden de edemedi:
“Anarşizmin gündeme
getirdiği sorunlar, Proudhon gibi yazarların yeni ortaya çıkan kapitalist
toplumsal düzene karşı başvurulabilecek alternatif bir fikir olarak görüp yücelttiği,
onun doğduğu günlere aittir. Gerçekte ise anarşizm, ‘kişinin özerkliği’ gibi
tarih dışı bir anlayışa, yani kısıtlardan, önşartlardan veya ölüm hariç her
türden sınırlamadan kurtulmuş, özgür iradeli asosyal benliğe dair anlayışa
gösterdiği bağlılık dışında, iç tutarlılığa sahip teorik külliyattan mahrumdur.
Esasında bugün birçok anarşist, teorideki bu iç tutarsızlığı kendi görüşlerindeki
alabildiğine özgürlükçü niteliğin, çoğunlukla baş döndürücü, ama çelişki
içermeyen, çeşitliliğe dönük saygılarının bir kanıtı olarak görüp
yüceltiyorlar.” (2014: 160-161).
Teorik
tutarlılıktan yoksunluk eleştirisini Marksist otonomculara da yöneltmek mümkün.
Böhm, Dinerstein ve Spicer’ın da dile getirdiği biçimiyle (her telden) otonomi,
özünde “imkânsız” olan bir şeydir. Otonomi, teorik düzlemde ve ilişkiler
zemininde sadece özerk olunmaya çalışılan şeye göre tarif edilir. Bu sebeple, “sermayeyi,
devleti ve kalkınmaya dair söylemleri otonomi hâlini ‘yeniden kazanıp’, onun kendi
amaçları doğrultusunda işlemesini sağlamak konusunda sürekli bir çalışma
içerisinde olmasına hiçbir şey mani olamaz.” (2010: s. 26). Sermayenin,
devletin ve kalkınma söylemlerinin bugüne dek yaptıkları, zaten bundan başka bir şey
değildir.
Oysa
anarşistler, anarşizmin teori üretmeyle değil, yeni örgütlenme formlarını
sürekli icat etmeyle ve pratiklerle alakalı olduğunu söylemeye bayılırlar. Peki
ama anarşistler, burada ne tür bir pratikten ve formdan söz ediyorlar? Yatay
ilişkiler, rizom (köksap) benzeri pratikler ve gücün merkezsizleşmesi,
bugünlerde hem anarşistler hem de otonomcular için önem arz eden turnusol
kâğıtlarıdır. Springer ise daha farklı bir şey söylüyor:
“Dostlarınızı akşam
yemeğine davet ettiğinizde, dikkatsizce sokakta yürüdüğünüzde, komşunuzun bahçesindeki
çimleri biçtiğinizde, bir gün işten kaytardığınızda, kardeşinizin çocuklarına
baktığınızda, profesörünüzü sorguladığınızda, kaynananızın arabasını ödünç
aldığınızda, bir tabelayı indirdiğinizde, size yapılan iyiliğe karşılık verdiğinizde,
siz farkında olmadan anarşist ilkeler uyarınca hareket ediyorsunuz”. (2014: s. 265).
Bunun
epey sıra dışı bir ifade olduğunu söylemek gerek. Springer’ın kaynanasının arabasını
(onun izni olmadan veya izinle) ödünç almak suretiyle kendi tercih ettiği
ayaklanmacı yola revan olduğu anın parodisini yapmanın cazibesine kapılmadan, şu
tespiti yapalım: Springer, üzerinde “bu bölgede zehirli yılanlar var” yazılı
bir tabelayı indirmek ve devamında “tüm otorite gayrımeşrudur” (ki bu da
otoriter bir ifade) demek suretiyle bizim anarşist cennete gidebileceğimizi
söylüyor. Görünüşe göre kırmızı ışıkta geçmeyi seven (ki bu yüzden arabam, gidip
izinsiz kardeşinin arabasını alan iyi bir anarşist tarafından harap oldu) anarşist
eğilimli insanların yaşadığı Baltimore’da ikamet eden biri olarak ben, bu tür
iddiaları tehlikeli değilse bile saçma bulduğumu belirtmeliyim. Bu tip insanlar,
anarşizmin adını lekeliyorlar. James Scott (2012) bile kitabında trafiğin
olmadığı durumda kırmızı ışıkta geçme cesaretinin anarşizmin tecellisi olduğunu
söylüyor. Hatta Scott, tüm trafik lambalarının kaldırılmasının iyi bir anarşist
fikir olduğunu iddia ediyor.
Manhattan’daki
Birinci Cadde’de elektrik kesintisi esnasında gürültünün bir an bile
kesilmediği araba yarışlarına tanık olunuyor. Oysa bu yarış, caddeyi kesen diğer
caddelerin kilitlenmesine neden oluyor. Ayrıca JFK havalimanına inen ve iyi bir
anarşist olarak hava trafik kontrolörünün otoritesini tanımayacağını, uçağı
indirme sürecinde havacılıkla ilgili tüm kuralları ihlal edeceğini söyleyen bir
pilotun pek hoş karşılanmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Tarihsel
sürece baktığımızda, ister anarşizmden ilham alsın ister almasın, karşılıklı
yardım esası üzerine kurulu toplumlar, müşterek uygulamalara, kanunlara ve
davranış kurallarına sahiplerdi. Üyelik anlaşmasının bir parçası olarak herkes
bu kurallara ve kanunlara uymak zorundaydı. Uymayanlar dışlanıyordu (ki bu da bireyci
anarşizmle sosyal anarşizm arasındaki sorunlu sınıra işaret eden bir mesele).
Sürekli
otoriteyi, davranış kurallarını ve kanunları sorgulamak, aptal veya hiçbir
geçerliliği olmayan kurallara uymamak bir şey, Springer’ın da önerdiği üzere,
anarşizmin ilkesi diye tüm bu talimatlara uymamak başka bir şeydir. Bu tür
davranışlara hoşgörüyle yaklaşacak bir anarşist komün olduğunu sanmıyorum. Hoş görse, bir gün bile yaşamaz o komün.
Anarşistlerin
vereceği standart cevap şu: kurallar ve ihraçlar özgürce uygulandığı sürece
bunlarda bir sorun yok. Buradaki mit, daha çok ihraç mekanizmalarının hatta
hâkimiyetin haricinde mutlak bir özgürlük olduğuyla alakalıdır. İnsanı
ilgilendiren meselelerde özgürlükle hâkimiyet arasındaki diyalektik, kolayca
bir kenara konulamaz (bkz.: Harvey, 2014: 14. Bölüm).
Springer’ın
kaynananın arabasını ödünç almayla ilgili ifadesi, iyi niyetli bir yaklaşım
dâhilinde, ancak şu şekilde okunabilir: sosyal anarşistler, temelde gündelik
hayattaki karışıklıklarla ve sorunlarla ilgilidir. David Graeber ise nihai
arzularının “gündelik hayatı bir bütün olarak yeniden icat etmek” olduğunu
söyler (2002: s. 70), ama bu “bütün”ün nerede başladığına ve nerede bittiğine
dair o sinir bozucu soruya cevap vermez.
Buna
karşılık Marksistler, tarihsel düzlemde teorik faaliyetlerinin merkezine emek
sürecini ve üretimi koymuş, yaşam alanında gerçekleşen olayları ele alan
siyaseti tali, gündelik hayata ait meseleleri başka koşullara bağlı unsurlar,
hatta üretim tarzının türevleri olarak ele almışlardır (bu eğilimin ilk
örneğini Engels’in 1872’de kaleme aldığı Konut Sorunu’ndaki o ilginç
yaklaşımda buluyoruz).
Kent
çalışmaları alanında faaliyet yürüten, tarihi önemseyen bir coğrafyacı olarak
benim de başım Marksizmin gündelik hayatın politikası karşısında üretime
öncelik veren yaklaşımıyla dertte. Uzun zamandır dile getirdiğim gibi, sınıfsal
ve toplumsal eşitsizlikler, işyerindeki işbölümünün ürünü olduğu kadar, ikamet
edilen mekânlar arasındaki farklılıkların da bir sonucu. Bir “bütün” olarak kent,
hem sınıfın yaşadığı ana alandır, ayrıca toplumsal mücadeleler ve o mücadelenin
diğer biçimleri gündelik hayat zemininde cereyan eder. Bu mücadeleler, değerin
üretilmesinden çok gerçekleşmesiyle ilgilidir (Harvey, 1975, 1977). Örneğin ta
1984’te şunu söylemişim: “Halkın coğrafyası bir halk tabanına sahip olmalı ve
halkın bilincinin kaynaklarından beslenen gündelik hayatın ana dokusuna
işlenmeli.” (1984: s. 7)
Kent
açısından bakıldığında, değer üretiminin kendisi bile yeniden ele alınmalı. Örneğin
Marx, ulaşımın bir değer olduğunu, artı-değer ürettiğini söylüyor. Canlanan lojistik
sektörü bolca değer içeriyor ve artı değer üretiyor. General Motors’un yerini
ABD’deki en büyük işveren olarak McDonalds’ın aldığı koşullarda, bir araba imal
etmenin değer ürettiğini, ama hamburger yapmanın değer üretmediğini nasıl
söyleyebiliriz? Manhattan’daki 86. Cadde ile 2. Cadde’nin kesiştiği köşede
durduğumda, sayısız teslimat işlemine rastlıyor, çok sayıda otobüs ve taksi şoförünü
görüyorum. Verizon ve Con Edison’dan gelen işçiler, kabloları tamir etmek için
sokakları kazıyorlar, caddenin aşağısında ise su boruları tamir ediliyor. Diğer
işçiler, yeni bir alt geçit inşa ediyorlar, sokağın bir tarafına iskele kuruyorlar,
diğer taraftaki iskeleyi söküyorlar. Bu sırada bir kafede kahve yapılıyor. 24 saat
çalışan lokantalardaki işçiler yumurta çırpıyor, çorba servisine çıkıyorlar. O
paketlenmiş sıcak Çin yemeğini müşterisine götüren bisikletli adam bile değer
üretiyor. Eski tarife göre değerlendirilen imalat ve tarım sektöründeki işlerden
farklı olarak, son dönemde bu tür işler sayıca epey arttı. Bu işler de değer ve
artı değer üretiyorlar.
Manhattan,
devasa miktarda değer üreten bir ada. Kent hayatının üretimi ve yeniden üretimi
sürecinde istihdam edilmiş insanların yarısı bile bu tür bir değer ve artı
değer üretiminde istihdam edilmişse o vakit bu gelişme, eski imalat sektöründeki
otomasyon sürecine ve tarımdaki sanayileşmeye bağlı iş kayıplarını bir biçimde
telafi edebilir. Günümüzün proletaryasını buralarda aramak gerekiyor.
O
açıdan Springer, ana akım Marksist düşüncenin yeni durumu idrak etmekte
zorlandığını söylerken haklı (üstelik bu durum, hiç de yeni değil). Birçok sosyal
anarşistin dün olduğu gibi bugün de dâhil olduğu proleterlerin dünyası bu.
Argümanı
bir adım öteye götürmek zorundayız. Marx’ın değerin nasıl, ne zaman ve nerede
üretildiği ile ilgili teorisiyle, değerin nasıl, ne zaman ve nerede
gerçekleştiği ile ilgili teorisi arasında büyük bir fark var. Örneğin Çin’de
üretilen değer, Kuzey Amerika’da bulunan Walmart ve Apple mağazalarında
gerçekleşiyor. Dünyada tüketicilerle tüccar/mülk sahibi kapitalistler arasında
değerin gerçekleşmesi konusunda kesintisiz bir mücadeleye tanık olunuyor. Ev sahiplerine,
telefon, elektrik ve kredi kartı şirketlerine karşı verilen mücadeleler, gündelik
hayata hâkim olan, değerin gerçekleştiği alanda cereyan ediyor. İtiraz siyaseti,
tam da bu tür alanlarda anlam kazanıyor.
Marksizmin
temel kabul edilen teorik külliyatında bu hususların hiçbirisi merkezi bir yere
sahip değil. Oysa kent çalışmaları yürüten biri olarak ben, bunların merkezi bir yere
sahip olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda, gündelik hayatı esas alan
bakış açılarının beni rahatlattığını, sosyal anarşistlerin bu konuyla ilgili
tavırlarını alkışladığımı belirtmeliyim. Ama bu noktada bir ikazda
bulunmalıyım: bir bütün olarak şehirdeki gündelik hayattan bakıldığında görülen
gündelik hayata ait sorunlarla, birey veya mahalleden bakıldığında görülen
sorunlar, birbirinden çok farklı. Bu nedenle kanaatimce Kropotkin’den Patrick
Geddes, Mumford ve anarşizmden beslenen kent plancılarına geçiş yapmak önemli
bir mesele.
Bir
bütün olarak kentte kent hayatının nasıl örgütleneceği, böylelikle herkes için
gündelik hayatın “nahoş, kaba ve kısa ömürlü” olmaktan nasıl çıkartılacağı, biz
radikal coğrafyacıların dikkate alması gereken meseleler.
Bu
anlamda, sosyal anarşist geleneğin “kantarın topuzunu kaçıran”, yerele ait arzu
ve hırsları kenti ilgilendiren kapsamlı meselelerle bütünleştiren yanının beş
para etmez ve kusurlu olduğunu görmek gerekiyor. Springer gibi birçok
anarşistin devlet iktidarını pratikte redde tabi tutmasa bile onu hiyerarşik
diye, müzakere yürütmeyi şart koşuyor diye görmezden gelen, onu harekete
geçirmekten uzak duran yaklaşımının beni rahatsız ettiğini söylemeliyim.
Marksizmin
sermayenin birikimiyle kentleşme arasındaki ilişkiye dair görüşü, tam da bu
noktada toplumsal eylem nezdinde önemli hâle geliyor. 2013’te Türkiye’de ve
Brezilya’da yaşanan kent ayaklanmalarına can veren gündelik hayata dair
meselelerdi, aynı zamanda kentin geneline dair sonuçlara yol açan bu
ayaklanmalar, sermaye birikim sürecine ait dinamiklerden de beslendi.
Buradan,
Marksistlerin gündelik hayatın siyaseti üzerine pratikte ve siyaset sahasında
ya da değerin gerçekleştiği alanda bir çalışma yürütmediği sonucuna ulaşmak doğru
olmaz. Birçok yerde soylulaştırma karşıtı mücadelelerde, sağlık hizmeti ve
eğitim için verilen mücadelelerde, ayrıca kent insanının hareket imkânlarıyla
ilgili çalışmalarda aktif yer alan birçok insanla tanıştım.
Kapitalizm
koşullarında eğitime yönelik geliştirilen Marksist eleştiri, epey kapsamlı bir
külliyat oluşturmuş durumda (Bowles ve Gintis, 1977). Eğitim, Marksist
pratiklerin çoğunlukla teorik içeriğin ötesine uzandığı bir alan (bu, benimle
birlikte Neil Smith (1992, 2003) gibi başka Marksist coğrafyacıların ve farklı
bir açıdan Gibson-Graham’ın (2006) kapatmaya çalıştığı bir mesafe).
Ama
öte yandan benim açıdan şu husus da çok açık: gündelik hayatı ilgilendiren
sorunları politik olarak ele alan ve bu yönde çalışma yürüten birçok insan,
ideolojik planda Marksizmi veya anarşizmi umursamıyor, daha çok, ideolojik
sebeplerden ziyade, antikapitalist politikayla buluşan radikal pratikler içine tesadüfen
giriyor. Bu, Paul Hawken’in (2007) büyük bir coşkuyla değindiği ideoloji dışı
kolektif eylem dünyası.
Geçmişte
Arjantin’deki fabrikalarda iş sahibi olmaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen işçilerle
ve Brezilya’daki dayanışma ekonomileri dâhilinde salt gündelik hayatın
geliştirilmesiyle ilgilenen aktivistlerle tanışmıştım. Sorulduğunda birçoğu,
illaki yatay ilişkilere methiyeler düzecektir, oysa büyük bölümü esasen eyleme
bu sebeple geçmemişti (Sitrin ve Azzelini, 2014). Bu tür koşullarda çalışanlar,
davalarıyla alakalı gördükleri her türden kitaba ve anlayışa sahip çıkıyorlar. Onların
kimlerin ağzından çıktığına, hangi ideolojilerin ürünü olduğuna bakmıyorlar.
Eğer
Springer’ın dediği doğruysa (2014: s. 252), bu anlamda, anarşizm esas olarak “yeni
örgütlenme biçimleri üretme arzusuyla gündelik hayatı pratikte yeniden icat
etmekle ilgili”yse, o vakit ben bu anarşizmden yanayım. Eğer bu anarşizm, çalışmayla,
yaşamayla, yaratmayla, eylemle, düşünceyle ve kültürle alakalı faaliyetleri birbirinden
ayırmıyorsa, bunları bir bütün olarak gündelik hayat denilen ağın dikişsiz yapısı
içerisinde bir araya getiriyorsa, buradan, hayatı yeniden biçimlendirmeye
çalışıyorsa, ben bu anarşizmle birlikteyim. Raymond Williams’ın da tespit
ettiği biçimiyle, gündelik hayatı farklı “duygu yapıları” etrafında yeniden
biçimlendirmeye yönelik bir arayış, Springer ve biyopolitikaya merak sarmış
otonomcular kadar benim için de önemli.
Ama
bu tür bir çabanın daha kapsamlı sonuçlara yol açacağını görmek gerekiyor. Hepimizin
bakış açısını birleştiren şey, giderek daha da anlamsız görünen toplumsal hayattaki
“anlam arayışı”dır. Bu da giderek daha da yabancılaştırıcı olan dünyada mümkün
olduğu ölçüde yabancılaşmamış bir hayatı yaşamaya dönük gerçek bir çaba içine
girmeyi gerekli kılıyor. Bu anlamda, tam da kişisel ve düşünsel pratiğini bu
hayatı yaşama işine adamış olan, benim de tanıdığım o sosyal anarşistlere
hayran olduğumu belirtmeliyim.
Fakat
sosyal anarşistlerin bu konuda yalnız olmadıklarını görmek gerek. Ben, bilimci
veya Altuzerci geleneğe mensup birçok Marksistin tabu olarak gördüğü
yabancılaşma kavramını, On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu (2014)
isimli kitabımda on yedinci ve birçok yönden en önemli çelişki olarak
belirlemiştim.
Anlamı
olan, nispeten yabancılaşmadan uzak bir biçimde yaşama imkânı bulduğunuz kişisel
ve toplumsal bir dünya yaratma çabası içine girmek için anarşist veya Marksist
olmak zorunda değilsiniz. Milyonlarca insan, tam da böylesi bir dünya için
mücadele yürütüyorlar, bunu yaparken yabancılaşmadan azade faaliyetlerden
oluşan adacıklar meydana getiriyorlar.
Bugün
dünyada anlamı olmayan iş fırsatlarıyla ve akıl dışı tüketim manyaklığıyla
yüzleşen birçok genç, farklı bir yaşam tarzı arayışı içine giriyor ve bu türden
bir yaşam tarzını tercih ediyor. Bugün Batı dünyasındaki kültürel üretimin büyük
bir bölümü bu hissiyatı temel alıyor. Dolayısıyla anarşist ve Marksistleri de
içeren, en geniş manada sol, bu cevabı gerektiği şekilde bilince çıkartmak
zorunda.
David
Graeber, ne yapılırsa yapılsın, ortaya şu türden bir sonuç çıkacağı iddiasında:
“Kapitalist bir toplumda
devrimci politika bir kitle tabanına kavuşsa bile, ona destek olan gruplardan
biri gidip yabancılaşmadan azade üretimin belirli bir biçimine dâhil olmuş
sanatçılardan, müzisyenlerden, yazarlardan vs. oluşan bir projeye meyledecektir.
[…] Önce bir şeyleri hayal edip, ardından birey veya kolektif düzleminde onları
var kılmaya dönük fiili deneyim ile toplumsal seçenekleri tahayyül etme
becerisi arasında belirli bir bağ kurulmasının şart olduğuna hiç şüphe yok. Peki
ama yabancılaşmadan az çok uzak olan yaratıcılık biçimleri üzerine kurulu bir
toplum mümkün müdür? Devrimci koalisyonlar, her daim toplumun en az
yabancılaşmış kesimiyle en ezilen kesimi arasında kurulacak bir tür ittifaka
bel bağlama eğilimindedir. Fiiliyatta devrimlerin, bu iki kategori en geniş
düzlemde örtüştüğü vakit gerçekleştiğini söyleyebiliriz.” (2002: s. 70)
Graeber’ın
bu söylediğinin geçmişte bir karşılığının olup olmadığı tartışmalı bir konu
(ben, şahsen Paris Komünü’nde bu türden bir yan yana gelişin söz konusu
olduğunu, en az yabancılaşmış kesimle en ezilen kesimin bir biçimde yan yana
geldiğini düşünüyorum). Ama öte yandan Graeber’ın ifadesinin günümüzde
yürütülen radikal faaliyetlerin önemli bir yönüne işaret ettiği kanaatindeyim. Bu
yönün hem takdirle karşılanması hem de onunla ilişki kurulması gerektiği
düşüncesindeyim.
Bu
noktada şu sorulabilir: sosyal anarşizmin gündelik hayatın sorunlarına yönelik
yaklaşımına dair olumlu bir değerlendirmede bulunmanın nesi kötü? Sorunun cevabını
Bookchin’in “iktidarı küçümseyen anarşist tavır” dediği (2014: s. 139) şeyde
aramak gerekiyor. Bu küçümseyici tavrın somut bir örneğini John Holloway’in Dünyayı
İktidarı Almadan Değiştirmek (2010) kitabında buluyoruz. Bu da bizi genelde
devlet, özelde kapitalist devlet meselesiyle baş başa bırakıyor.
Burada
o en ikna edici tarihsel örneğe değinmekte fayda var: bu örnek, kolektif
iktidarı harekete geçirme ve devlete hâkim olma fırsatını elinin tersiyle iten İspanyol
anarşistleriyle ilgili. Ealham (2010) 1898-1937 arası dönemde Barselona’da faal
olan anarşist hareketin detaylı bir değerlendirmesini sunuyor. Bu beğeniyle yaklaştığı
hareketin 1936-1937’de kitlesel hareketin gücünü artırma konusunda gösterdiği
zafiyete değiniyor. Ben, bu örneği Springer’ın savunduğu anarşist pratikler de
dâhil, tüm anarşist pratiklerdeki genel sorunu ortaya koymak için kullanmayı
öneriyorum.
Barselona’daki
hareketin temelini gecekondu mahallelerinde yaşayan, dürtüleriyle hareket eden kolektif
işçi örgütleri teşkil ediyordu. Toplumsal ağların ve karşılıklı yardım
çalışmalarının eşlik ettiği sürece hâkim olan duygu, toplumsal ihtiyaçları
görmezden gelen, işçilerin arzularını kriminalize eden, talileştiren, onları sürekli
gözetim altında tutup ezmeye çalışan devlet aygıtına yönelik derin güvensizlikti.
Bu koşullarda işçi sınıfının geniş kesimleri, zirvede olduğu dönemde Katalunya
genelinde bir milyonun üzerinde üyeye ulaşan Ulusal İşçi Konfederasyonu’nun
(CNT) temsil ettiği anarko-sendikalist örgütlenme biçimleriyle aynı çizgiye gelmişti.
Öte yandan şehirde başka anarşist akımlar da vardı. Bu radikal anarşistler,
sendikacılara karşı geliyorlar ve çoğunlukla gizli yollardan mahalle örgütleri
gibi çalışmalar içerisinde örgütleniyorlardı. Gelgelelim, bu işçi sınıfı
hareketinin genel yapısı, mahalle temelli ve bölgelere göre ayrışmış durumdaydı.
CNT, daha çok “yerelliğin ve orada gelişen toplumsal ilişkilerin bir ürünüydü. Ona
üye olan sendikalar, gecekondu mahallelerini tahkim ediyorlar, işçiler ‘bizim’
dedikleri sendikaları kendi mülkleri görüyorlardı.” (Ealham, 2010: s. 39).
Buna
karşın, kenti bir bütün olarak düşünme konusunda güçlük yaşayan hareket, onu, kontrol
altında tuttuğu, birbirinden kopuk bölgeler temelinde ele alıyordu. Militan gruplarsa
“birbirinden kopuk yerelliklerdeki eylemleri, bölge veya devlet düzeyinde güçlü
bir dönüşüme yol açabilecek, daha çok saldırı amaçlı eylemlere dönüştüremiyorlardı.”
(2010: s. 122). Ealham’ın tespitiyle, “hızla iç savaşa doğru ilerleyen süreçte
hareketin merkezindeki zafiyet, esasen onun çok sayıda işçi kolektifini aynı
anda uyumlu kılıp savaşa yönelik çabaları koordine etme becerisinden mahrum
olan, kapsayıcı bir kurumsal yapıyı üretememiş olmasıyla ilgiliydi. Politik
açıdan devrim, yeterince gelişme imkânı bulamadı ve dağınıktı. […] Barselona, devrimci
kurumları üretmeyi beceremedi. […] İşçilerin sokaklarda sahip olduğu güç,
parçalı ve dağınık yapısını aşamadı, zamanla bölge veya ülke düzeyinde
koordinasyondan yoksun çok sayıda komite şahsında lime lime oldu.” (2010: s. 168;
ayrıca bkz.: Bookchin, 2014: 8. Bölüm).
Her
telden anarşistin ele geçirebilecek gücü varken ideolojik sebeplerle devlet
iktidarını almak istememesi neticesinde iktidar, burjuva cumhuriyetçilerinin ve
onların cumhuriyetin asayişini ve düzenini sağlamak adına CNT hareketini şiddet
araçlarıyla ezecek örgütlü yapıya kavuşana dek fırsat kollayan Stalinist/komünist
müttefiklerinin eline geçti.
Daha
da kötüsü, hareket, halkın iradesini tanımayan uygulamaları üzerinden, kendi
ilkelerine ihanet etti. Üyelik esası üzerine kurulu radikal gruplar, ayaklanma
taktiğine başvurdular. Bu da onlardaki “elitizm”e ve kesintisiz bir biçimde
uyguladıkları ayaklanmacı eylemlerde başvurdukları demokratik olmayan
yöntemlere yönelik rahatsızlığın artmasına neden oldu. Bu örgütler, yaptıkları
eylemleri “öncü eylemler değil de daha çok katalizör görevi görecek eylemler”
olarak tanımlıyorlardı, fakat birçok insan, bunun anarşist öncülük anlayışının
başka bir isim altında uygulamaya konulmuş hâli olarak değerlendirdi.
Ayaklanmacılar,
kitlenin kendilerini destekleyeceği, kitleyi kendilerine çekecekleri umuduyla
hareket ettiler. Fakat bu örgütlerin üye sayısı yüzü, hatta kimi örneklerde onu
geçmedi. Bu da diğer herkes için başka bir sorunun gündeme gelmesine sebep oldu.
Madridli ve Asturiaslı anarko-sendikalistler Barselona’daki radikal anarşist “gruplar”ın
ayaklanmacı pratiklerinin kurucu bir nitelik arz etmediğini, bilâkis, yıkıcı olduklarını
söylediler. Gazetelerinde “bizim devrimimiz, askeri bir karakola veya
Cumhuriyet Muhafızları’nın kışlasına yönelik saldırıdan daha fazlasının
yapılmasını gerekli kılıyor. Uygun durum oluştuğunda ayaklanmayı da öngören
genel grev çağrısını yapacağız. Fabrikaları, madenleri, elektrik santrallerini,
ulaşım imkânlarını ve üretim araçlarını ele geçirdiğimizde bu adımı atacağız” (Aktaran:
Ealham, 2010: s. 144) türü cümlelere yer verdiler. Bu sendikacılar, “ertesi gün
dünyayı yeniden örgütleyecek somut bir planı bırakalım bir yana, bir fikriniz
bile yoksa, bu türden bir ayaklanmacı eylemin anlamı ne?” diye soruyorlardı.
Ealham’ın
değerlendirmesinde eskiye ait anarşist konum iki açıdan eleştiriliyor. Bizim
bugün yürüttüğümüz tartışmayla alakalı olan bu iki tür eleştiriyi şu şekilde
özetlemek mümkün:
1.
Bir bütün olarak toplumda devrimci bir dönüşümü gerçekleştirmek amacıyla eldeki
politik güç, yeterince etkili bir yapıya kavuşturulup harekete geçirilemedi. “Madem
iktidarı almadan dünya değiştirilemiyor, o vakit güç oluşturup iktidarı alma
fikrine karşı çıkan bir hareketin ne anlamı var?” sorusu üzerinde durulmadı;
2.
Politik eylemliliğin sahip olduğu vizyon, yerelin sınırları ötesine taşınıp, büyük
altyapıların planlandığı, çevresel koşulların yönetildiği, uzun mesafeli ticari
ilişkilerin milyonların kolektif sorumluluğu hâline geldiği geniş bir coğrafi
ölçeğe doğru genişletilemedi. Asıl soru, ulaştırma ve haberleşme ağını kim
yöneteceği sorusuydu. Bookchin gibi anarşist şehir planlamacıları bu sorunu
gördü, ama onların çalışmaları, anarşist hareket tarafından hep görmezden
gelindi. Bunlar, esasında Marksistlerin değil, anarşistlerin üzerinde faaliyet
yürütmeye çekindikleri arazileri tanımlayan teorik sorular (tabii bu
Marksistlerin kendi hesaplarına bu konuda hiç yanlış yapmadıkları anlamına
gelmiyor).
Burada
şu söylenmeli: Anarşizmin merkezi kent planlamasına dönük çalışmalardaki
etkisini içeren tüm tarih, yeniden diriltilmeyi hak ediyor. Bu, burada derinlemesine
ele alamayacağım, oldukça çetrefilli bir konu. Anarşistlerin gündelik hayatın
niteliğine dair endişeleriyle Marksizmin küresel sermaye akışına ve uzun vadeli
yatırımlar eliyle fiziki altyapıların inşa edilmesine dair görüşleri yapıcı
sonuçlar doğuracak şekilde bir araya getirilmeli.
-devam edecek-
David Harvey
10
Haziran 2015
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder