03 Temmuz 2023

, ,

Kitleler ve Aydınlar


Komünist Manifesto, bize demokraside de diktatörlükte de kapitaliste toplumsal düzlemde muktedir olma imkânını üretim sürecinde sahip olduğu toplumsal statünün temin ettiğini söyler. Fakat on dokuzuncu yüzyılın sonlarında reformistler, bu dersi unuttular.

Bu reformistlere göre sınıfsal hâkimiyet, ancak işçi sınıfı ile burjuvazi arasında tesis edilecek sınıfsal işbirliği neticesinde ortadan kaldırılabilirdi. Aynı reformistler, demokrasinin hâkimiyet alanının ise burjuvaziyle kurulan işbirliği değil, işçi mücadeleleri neticesinde genişleyeceğini söylediler, çünkü bu insanlara göre, demokrasi yoğunlaştıkça, sınıfsal çelişki halk nezdinde daha da görünür hâle gelecekti.

Fakat demokrasi hâkim yönetme yöntemi hâline geldikçe, politik liderliği pratikte inşa ederken ve kullanırken devreye sokulan hâkim ideolojiler sayesinde hâkim sınıflar, proletaryayı gerçek sınıfsal çelişkilere dikkat kesilmekten alıkoyma imkânı buldular. Bu sebeple, hâkim ideolojiye karşı bir cevap üretmek ve proletaryayı sınıf mücadelesine sokmak adına sosyalist aydınlar, hâkim ideolojilere dair hakikati dile dökmek zorunda kaldılar, çünkü bu ideolojiler, iktidardaki sınıfları hegemonyalarını yönettikleri halka dayatma imkânı buluyorlardı. Hâkim ideolojiler, yönetilen halkı düşünsel düzeyde yöneten sınıflara tabi hâle getirdiler.

Birkaç kuşaktır Marksistler, hâkim ideolojilerin burjuvazi içindeki çelişkili çıkarlarını, ayrıca burjuvazinin ve proletaryanın birbiriyle çelişen çıkarlarını uzlaştırma konusunda düşünsel çaba içinde olduklarını, Marksizminse tam da bu çelişkilerin teorisi olduğunu söylüyorlar. Hâkim ideolojiler, hâkim sınıflara üzerinde hâkimiyet kurulan sınıflara hegemonyalarını dayatmaları ve hâkim sınıfları hükmedilen sınıfların beklenmedik saldırılarına karşı kendilerini korumaları imkânı sunuyorlar. Dolayısıyla, hâkim ideolojiler, mevcut toplumsal çelişkilerin çözüme kavuşturulması konusunda hâkim sınıfların ortaya koydukları düşünsel çabalar olarak görülmeli.

Birbirlerine uzak diyarlarda gelişmiş olmasına karşın İran Marksizmi ve Fransız Marksizmi arasındaki anlayış temelli ilişkiler, farklı zulüm, eşitsizlik ve esaret biçimlerini üreten dünya sisteminde ortak bir insan, özgürlük ve eşitlik anlayışını meydana getirmeyi sürdürüyor.

Liberal demokrasinin totalitarizm karşısında elde ettiği “zafer”in üzerinden otuz yıl geçtikten sonra, demokrasinin krizde olduğunu keşfettik. Tarihin sonunu ilân eden ve dünyanın her köşesine demokrasi getirmeyi, her yerde insan haklarını korumayı vaat eden yeni muhafazakâr ideolojinin ortaya çıkışının üzerinden geçen otuz yılın ardından bugün bize demokrasisiz halkları demokrasiye kavuşturmak için verilen mücadelenin yenilgiyle sonuçlandığı söyleniyor.

İster farklı ideolojilerin kesişim kümesi isterse hâkim bir ideoloji olarak ele alın, bu yeni muhafazakâr ideoloji, Marksist söylemin önemli unsurlarını soğurmakla kalmadı, ayrıca farklı Marksist hiziplerin kendilerini bu ideolojinin alt birimleri olarak ifade etmesini sağladı. Esasında neoliberalizmin doğasına ilişkin Marksistlerin ve postmarksistlerin yürüttükleri tartışmalar ve aralarında yaşanan anlaşmazlıklar ile bunların neoliberal yönetimin ekonomi politikalarına ve dış politikalarına yönelik geliştirdikleri eleştiriler, yeni muhafazakâr ideolojinin dayandığı ana sütunlardan birisidir.

Kendi hükümetlerini eleştirmelerine rağmen, Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, kendi toplumlarında devletle ve halk arasındaki mesafenin kapatılmasına önemli katkılar sunduklarına inanıyorlar. Neoliberal yönetim sanatının oluşum sürecinde oynadıkları rol karşılığında verilen ödül uyarınca Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, doksanlardan itibaren devlet kurumlarında daha fazla arz-ı endam ettiler ve bu kurumlar içerisinde üst mevkilere geldiler. Tam da bu sebeple, aynı Marksistler ve postmarksistler, hükümetlerine sundukları düşünsel-ideolojik hizmetleri sürdürmeye giderek daha istekli hâle geldiler. Bu isimler, söz konusu hizmeti bazen İslamcı “totalitarizm”le mücadele, bazen de ülke içinde ve dışında demokrasinin ve insan haklarının hâkim hâle gelmesini sağlama mücadelesi kapsamında verdiler.

Bugünlerde dilimize pelesenk olan “Ortadoğu halkları kendi hakları için mücadele ediyorlar” cümlesini ilk dile döken de popüler kılan da solla bağlantılı olup akademinin ve basının köşe başlarını tutmuş isimleri idi.

“Tarihin sonu” denilen anlayış, o dönemde ABD ve Avrupa’nın, geri kalan dünyanın geleceğinin, aynı zamanda toplumsal ve kültürel açıdan uyum içerisinde olacak, demokratik ve barışçıl bir geleceğin garantörleri olduğunu söylüyordu. Neticede Batı’nın liberal toplumlarında görüş ayrılığı üzerine kurulu siyaset ortadan kayboldu, çünkü demokratik hakların doğal karşılandığı, halkların siyasete ihtiyacı kalmadığı düşünüldü. Artık Batılı demokrasilerin Batılı yaşam tarzına alışkın olmayan, Avrupa dışından gelen yeni yurttaşların yol açtıkları güçlüklerle başa çıkacak bir plana ihtiyaçları vardı.

Dolayısıyla, sosyal bilimler ve beşeri bilimler alanında faaliyet yürüten akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler ve STK’lar, demokratik değerleri benimsemeleri konusunda başka bölgelerden gelen göçmenler yanında, Batı dışı toplumları ve devletleri de eğitmeye çalıştılar.

Otuz yılın ardından demokrasiyi her yana yaymaya dönük çabaların hiçbir sonuç vermediği görüldü, insan hakları savunusu hükmünü yitirdi, Ortadoğu yıkıma uğradı, Batı’da demokrasi krize girdi.

Aralarında belirgin farklılıklar olmasına rağmen doksanlardan beri demokrasiyi kavramsallaştırma çabası, “sosyalist inşa” sürecinin sona erip komünizm döneminin başladığının iddia edildiği, Sovyetler’de tarihin sona erdirildiği otuzlu yılların sonunda devlet-toplum ilişkisini Stalinist manada kavramsallaştırma çabasına benziyor. Her iki pratikte de sosyalizm ve demokrasi birer eğilim olarak tanımlanmak yerine, hakikate dair değerleri ve gerçekleştirme süreçleri dışsal garantörlere bağlı olan birer sistem olarak tanımlanıyor. Neticede “sosyalizm” ve “demokrasi”nin garantörlerinin ortaya koyduğu eylemler, özerk politik faillere ve egemen devletlere dönük ihtiyacı çöpe atıyor.

Bu noktada Rancière’nin “zamansız komünizm” terimine bakmalı. “Zamansız komünizm”, gelecekte ulaşılacak bir amaç değil, birer önkoşul olarak özgürlüğün ve eşitliğin ifade edilmesidir. Zamansız komünist, kötü olan polis düzenini iyi ve hoş olanla değiştirmek istemez, çünkü o, polis düzeninin hoşluğunun polislik faaliyetlerinin mantığını sorgulamadığını bilir.

Zamansız komünist, siyasetle, polislik mantığına karşı eşitlikçi mantığa uygun olarak şekillenen argümanlar ve eylemler üzerinden ilgilenir. O, demokratik hükümet diye bir şeyin olmadığını, zira eşitlikçi mantığın kurumsallaştırılamayacağını bilir. Eşitlikçi mantık, kendisini verili polislik düzeninde yeni olan eylemler ve açıklamalar dâhilinde ifade eder.

Blanqui ve Marx, söz ve eylemlerini proletaryayla, onun gerçekte varolan bir toplumsal gruba tekabül etmediği bir dönemde tanımladılar. Bu iki isim, yeni bir toplumsal sınıfın politika sahnesine kendi öznelliğini ifade etmek için çıktığını dile getiriyordu.

Proletaryayı politikanın öznesi kılan, onun bir yanlışın nesnesi olmasıdır. Proletarya, politik öznelliğini ifade etme imkânına sahiptir, çünkü o, polislik düzeninin himayesinde olan farklı kimlikleri, işlevleri ve becerileri birbirine bağlayabilmekte veya bunları birbirinden ayırabilmektedir.

Politika, bir yandan topluma yeni bir şeyler katmak, bir yandan da hukuku herkes için eşit olmaya zorlamaktır. Politikanın her daim demokrasiye eşlik etmesinin sebebi eşitliktir, fakat burada demokrasi, kurumlar bütününü veya bir yönetme biçimini değil, polislik düzenini tahrip eden özneleşme tarzını ifade eder.

Bir yönetme biçimi ve bir yaşam tarzı olarak anlaşılmayan demokrasi, polislik düzenindeki yer ve işlevlerin tesadüfi olduğunu ortaya koyar, zira demokrasi, insanların toplumlarındaki polislik düzenine karşı çıktığı her yer ve zamanda kendisine ait birer fail olarak hareket etmesine izin verir. İnsanlar, devleti hukuk alanında değişiklikler yapmaya zorladıklarında veya mevcut hukukun uygulanmasını talep ettiklerinde demokrasinin failleri olarak hareket ederler. Peki polislik düzeninin sözde temsilcilerine karşı halkı gerçek polislik düzeninin harekete geçirdiği, bu düzene karşı koyan büyük toplulukların sahaya çıktığı durumlarda demokrasinin faillerini nasıl tanıyacağız?

2013’te Mısır’da gerçekleşen darbe, bu türden bir kafa karışıklığına yol açtı. Halk ayaklanmasının üzerinden ülkede cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve İslamcıların adayı cumhurbaşkanı oldu. Polis ve yargı gibi baskı aygıtları, askeri konseyin elindeydi. Bu konsey, laik liberal ve solcu kitleyi temsil iddiasında olan gösteriler düzenledi. Ardından sokakta eylem yapan halk adına asker, hükümeti devirdi ve tüm politik iktidarı ele geçirdi. Ordu, gücünü tahkim ettiği ölçüde demokratik hak talep eden herkesi ezdi.

Mısır’da İslamcı cumhurbaşkanının seçim yoluyla başa geçmesiyle neticelenen ayaklanma sürecinde Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, Mısır ulusunu laikler ve İslamcılar diye ikiye böldüler. Emperyalizme karşı çıkan, ama mültecileri, göçmenleri ve Müslümanları sorun olarak gören Marksistler ve postmarksistler, laik muhalefeti desteklediler. Buna karşılık, Batılı hükümetlerin demokrasi ve insan hakları konusunda belirli bir misyonu olduğuna inanan, göçmenlerin ve Müslümanların ülkeyle bütünleştirilmesi fikrini savunan Marksistler ve postmarksistlerse iktidardaki İslamcılara destek sundular.[1]

Her iki taraftaki Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, Mısır’daki bir hizbe karşı diğerine destek sunsun diye kendi hükümetlerine etkide bulunmaya veya bu destek konusunda o hükümetleri teşvik etmeye çalıştılar. Ne var ki kendi solcu ortaklarının değerlendirmelerini değersiz gören Avrupalı hükümetler, ülkelerinin Ortadoğu’daki çıkarlarına Mısır’da en iyi askeri cuntanın hizmet edeceğine karar verdiler. Bu sebeple askeri darbeye destek sundular ve darbenin ardından yaşanan katliamlara onay verdiler. Darbeyle neticelenen kitlesel gösterilere yönelik hazırlık süreci, Mısır’da Rancière’nin “iyileşme ilkesi” dediği ilke uyarınca işledi.

Fakat askeri darbeyle birlikte bu iyileşme ilkesi geçerliliğini yitirdi. Rancière bu ilkeden, eleştirel söylemlerin tam da eleştiriyormuş gibi yaptıkları söylemlerin propagandasını yaptıklarına dair tespitini aktarırken bahsediyor.

Akademiye ve STK’lara hâkim olan Marksistler ve postmarksistler, Batılı hükümetlerin Mısır’da İslamcı güçlere veya laik güçlere verdiği desteği eleştirdiler. Bu taraflardan birine göre, Mısır’da ve Ortadoğu’da sorunların ana sebebi İslamcılık, diğerine göre ise laik güçlerdi. Dile getirdikleri eleştirilere rağmen bu iki kesim, hükümetlerin kendi ait oldukları ülkelere laik veya İslamcı kesimin safında yer alarak hizmette bulunacağını söylüyordu. Oysa bu yaklaşım, Batılı hükümetlerin Ortadoğu’ya yönelik müdahalelerine gerekli kılıfı örmekteydi.

Gelgelelim Batılı hükümetler, laik veya İslamcı güçlerin safını tutmadılar, zira onlara göre mesele, bu iki politik hizip arasında tercihte bulunmak değildi. Seçimle işbaşına gelmiş hükümetle cunta arasında tercihte bulunuyorlardı. Batılı hükümetler, hayati önemde olan bölgede beklenmedik sonuçlar doğuracak seçim pratiklerinin yükünü omuzlayamayacaklarını dün olduğu gibi bugün de biliyorlar. Antiemperyalist Marksistler ve postmarksistler, hızla cuntaya onay verdiler, onu kabullendiler, bu sebeple, artık hükümetleriyle kurdukları ortaklığı sürdürmekte bir sorun olmadığını düşündüler.

Bölgede demokrasiye destek sunan İslamcı yanlısı Marksistler ve postmarksistler, darbe sonrasında biraz gürültü koparttılar ya da sessiz kaldılar, ama demokrasi ve insan hakları ile ilgili işleri sürsün diye hükümetleriyle kurdukları ortaklıkları muhafaza ettiler.

Avrupa’daki antiemperyalist ve demokrasi yanlısı Marksistler ve postmarksistlerin tavrı, bize tüm bu grupların çıkarlarının bu özel bölge konusunda kendi hükümetlerinin sahip oldukları çıkarlarla örtüştüğünü ortaya koyuyor.

İyileşme ilkesinin uygulamaya konulması için daha iyi bir polislik düzenine ihtiyaç var. Mısır’da daha iyi bir polislik düzeni tesis etmeye çalışan Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, "yurtta ırkçılık-cihanda emperyalizm" söylemi üzerinden, bu iyileşme ilkesini uygulamaya devam ettiler. Peki bu süreçte Mısırlı Marksistler ve postmarksistler ne yaptılar?

Mısırlı Marksistlerin ve postmarksistlerin uzun düşünsel ve politik yolculuklarının tarihini tahrif eden Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, doksanlardan itibaren Mısırlı solcuları İslamcılara karşı verdiği kavgayla Mısır’ın geleceğini şekillendireceğine inanılan laik politik güçlerin parçası olarak tarif ettiler.

Mısırlı Marksistlerin ve postmarksistlerin trajedisi şuydu: onlar, komünist veya demokratik argümanlar üzerinden bile savunulamayacak, kendileriyle ilgili bir tanımı kabullendiler ve yaptıkları bu yanlışın ağır bedelini ödediler.

Avrupalı Marksistlerin ve postmarksistlerin Ortadoğu ve Batı dışı dünyada hâkimiyet ve hâkim ideolojiyle ilgili eleştirileri, bize bu bölgelerde yaşayanların ideolojik ve politik eğilimlerinden ve yönelimlerinden bağımsız olarak, hâkimiyet yasaları konusunda da kendi cahillikleri konusunda da cahil olduklarını söylüyor. Avrupalı Marksistler ve postmarksistler, doksanlardan beri, eski Foyerbahçı materyalizmin eğitim yaklaşımını yeniden üretmeye gayret ediyorlar. Oysa bu eğitim anlayışı ve bakış açısı, bireylerin mevcut şartlara uygun şekilde eğitilmeleri gerektiği üzerinde duran üstün sınıfa ait.

Tarihin tüm karmaşık yönlerine vakıf oldukları iddiasında olan Batılı Marksist ve postmarksist akademisyenler, gazeteciler ve STK’lar, geri kalan dünyanın politik eğitiminden sorumlu olduklarını düşünüyorlar. Onlara göre, dünyanın geri kalan kısmı, doğanın basitliğinin birer temsili olması sebebiyle, orada yaşayan insanların ana görevi, maddi üretimden ibaret. Tarihin tüm karmaşık yönleriyle meşgul oldukları için Batılıların görevi ise bilmek.

Doğanın basitliğiyle tanımlı olanlar, her daim tarihin karmaşık yönleriyle meşgul olanlara tabi olmalılar. Yani bu anlamda dünyanın geri kalan kısmında, Batı dışı dünyada aydınları bizatihi Avrupalı Marksist ve postmarksist akademisyenler, gazeteciler ve STK aktivistleri eğitmeli ve örgütlemeli.

Oysa gerçek şu ki Avrupalı Marksist ve postmarksist akademisyenler, gazeteciler ve STK aktivistleri, tıpkı kırklarda ve ellilerin başında Sovyet sosyalizmini ve resmi ideolojisini savunan Fransız ve İranlı komünistler gibi, aynı samimiyetle Batılı demokrasileri ve yeni muhafazakâr ideolojiyi savundular, desteklediler. Her iki örnekte de karşımızda, tarihin nihai hedefini bilen aydınların öncülük etmesi şartıyla kitlelerin tarihlerini yapabileceğini düşünen aydınlar çıkıyor.

Her iki kesim de teorik düzlemde tarihin nihai hedefini biliyordu. Bir taraf, tarihin sonunun otuzların sonunda Sovyetler’de geldiğine, diğer taraf da doksanların başında Batı’da geldiğine inanıyordu. Bu tarihin sonuna dair bilgi temelinde kitlelere kendilerinin yön vermesi gerektiğini, onların ancak bu sayede tarihlerini yapabileceğini söylediler.

Bu noktada doksanların yeni muhafazakâr postmarksistleri ve Marksistleri ile kırklarda ve ellilerin başında faal olan komünistler arasında büyük bir fark olduğunu söylemek gerekiyor.

Zira kapitalizm ve emperyalizmin ürettiği toplumsal iktidar, kırklarda ve ellilerin başında faal olan komünistleri ve onların Marksizmini mevcut toplumsal düzene yönelik gerçek bir tehdit olarak görürken, bugün neoliberal devletin ürettiği toplumsal iktidar, Marksizmi ve postmarksizmi günümüzdeki toplumsal düzenin içeriğine ideal bir biçim olarak entegre etti.

Yadullah Şahibzade

[Kaynak: Marxism & Left-Wing Politics in Europe and Iran, Palgrave Macmillan, 2019, s. 241-246.]

Dipnot:
1. Ortadoğu’da İslamcı ve laik güçlerden yana saf tutan akademideki sol Marksistler veya postmarksistler konusunda bkz.: Francois Burgat, Face to Face with Political Islam (Londra: I.B. TAURIS, 2003) ve Francois Burgat, Anatomie des Printemps arabes, Yayına Hz.: Bertrand Badie, Dominique Vidal, Nouveaux acteurs, nouvelle donne. L’état du monde 2012 içinde (Paris: La Découverte, 2011), s. 97–197; ve Yayına Hz.: Marwa Shalaby-Valentine Moghadam, Empowering Women After the Arab Spring (New York: Palgrave Macmillan, 2016).

0 Yorum: