Marksizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marksizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

08 Nisan 2025

,

Mülksüzleştirenler Mülksüzleştirilir


“Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir”: Bu, Marx’ın en ünlü cümlelerinden birisidir. Cümle, Kapital’in birinci cildinin yedinci kısmında yer alan 24. Bölüm’ün sonunda karşımıza çıkar. Cümle, aynı zamanda en gizemli ifadelerden birisidir.

Burada ben, Abolition Democracy dergisinin 5. yılında çıkan 13. sayısında Proudhon ve Marx’ın özel mülkiyet temelli toplumsal çelişkilere dair metinlerine atıfta bulunmamız üzerinden başlayan tartışmaya bir katkı sunmak amacıyla, bu cümleye dair yorumlarımı aktaracağım.

Bahsi edilen formül, “kapitalist birikim denilen tarihsel eğilim” adı verilen gelişmenin aktarıldığı bölümün sonunda, bir önerme olarak aktarılıyor. Burada sadece paragrafın son cümlesini alıntılayacağım:

“Sermaye üzerindeki tekel, o tekelin hüküm sürdüğü koşullarda, onunla birlikte gelişip serpilen üretim tarzının önünde bir köstek hâline gelir. Üretim araçlarının merkezileştiği, emeğin toplumsallaştığı süreç, en nihayetinde kapitalizm denilen kabukla uyumsuzlaşacağı bir noktaya ulaşır. Bir süre sonra bu kabuk, içteki patlama neticesinde paramparça olur. Böylelikle kapitalist özel mülkiyetin cenaze çanının sesi işitilir. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilir.”

Orijinalinde “Die Expropriateurs werden expropriiert” ifadesine yer verilir. Alman okur, cümledeki Fransızca kökenli yabancı sözcüğü hemen fark edecektir. Burada Marx, yadsımanın yadsınması denilen diyalektik anlayışını ekonomik, tarihsel ve hukuki muhteva ile ilişkilendirir. Sıklıkla Marx’ın bu tespitinin kapitalizme yönelik eleştirel analizine ait “devrimci bir çıkarım” olduğu söylenir. Peki gerçekten de öyle mi?

Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi denilen “diyalektik” fikir, Marx’ın şiddet yüklü dönüşüm sürecinin sonuna işaret eder. Bu süreç, özel ellere ait ekonominin toplumsallaşmasıyla sonuçlanacaktır. Komünizm, bu sonucun üzerinden inşa edilir. Ama öncelikle özel mülkiyet ilga edilmeli, emek üzerinde tesis edilmiş olan iktidar yıkılmalıdır.

Marx, Komünist Manifesto’dan alınan, komünist devrimden bahseden bölümün aktarıldığı kısma bir dipnot düşer ve burada proletaryanın tarihsel başarısından bahseder. Burada aslında Marx, 1848 devrimlerinin kanla bastırıldığı sürecin geri döndürülemez bir biçimde son verdiği kehanetin esasında alabildiğine gerçekçi bir beklenti olduğunu söyler. “Kapitalist birikim denilen tarihsel eğilim”e dair bilimsel analiz üzerinden bu beklenti, artık çürütülmesi imkânsız olan bir temele kavuşmaktadır.

Aynen öyle. Ama gene de insan, bu “devrimci çıkarım”ın kitabın sonuna neden alınmadığını merak etmeden duramıyor! Marx, bu çıkarımı, sanayi devrimini önceleyen birkaç yüzyıllık dönem içerisinde küçük üreticilerin mülklerine zorla el konulduğu sürecin kapitalizmi doğurduğunu izah ettiği “İlkel Birikim Denilen Olgu” başlıklı kısmın sondan bir önceki bölümünün son paragrafında dillendirmektedir. Bu bölümü, “Sömürgeleştirme Sürecinin Modern Tarihi” başlıklı, az sayıda okurun dikkate aldığı başka bir bölüm takip eder. Bu sonda dillendirilmesi gereken çıkarımın neden kitabın sonunda aktarılmadığı sorusuna nasıl cevap vermek gerekir?

Uzun zaman en ikna edici hipotezin sansür olduğunu düşündüm. Kapital’in birinci cildi 1867 yılında Almanya’da yayımlandığında ilkin sansür kurulunun onayından geçmek zorundaydı. Muhtemelen Marx, pek de zeki olmayan sansür kurulu yetkililerinin içindekiler bölümüne, başlangıç bölümüne ve son bölüme bakmakla yetineceklerini, sıradan insanların kavrayamayacağı bu bilimsel çalışmaya itiraz etmeyeceklerini düşündü. Ama bir yandan da Marx, gerçek eylemcilerin “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” ifadesini görüp bu hedefi kendi umutları ve politik hedefleriyle kaynaştıracaklarını umut etti.

Artık bu türden bir açıklamanın yeterli olmadığını düşünüyorum. Kapital’da yürütülen tartışmada dile getirilen çıkarımlarda salt yadsınmasının yadsıması olarak özetlenen diyalektik yaklaşımın bile çözüme kavuşturamadığı kimi güçlükler mevcut.

Burada Althusser’in kullandığı ifadeyle, “semptomatik okuma” lazım. Bu noktada ifadenin geçtiği yerdeki paragraflarda Almancaya içerilmiş Fransızca sözcüklerin varlığındaki tuhaflığa işaret ediyorum. Burada Fransız Devrimi’nde açığa çıkmış Baböfçülüğün ve Öfkeliler Hareketi’nin o eşitlikçi ve ön komünist yönelimlerinin ısrarla ve kesintisiz bir biçimde karşımıza çıktığına tanıklık ediyoruz. Bilindiği üzere, Öfkeliler Hareketi de sömürücülere, mülksüzleştirenlere, gasıplara ve istifçilere saldırıyordu. Fransız Devrimi sonrası tesis edilen Ulusal Meclis’in tarihini yazmak isteyen Marx, bahsi edilen geleneği onunla dolaylı ve dolaysız ilişki içerisinde olan akımlardan edinmişti.

Bu noktada Manifesto’daki alıntının anlamı daha da netleşiyor: adını anmasa da hasımlarına şiddet uygulamış olan Kamu Güvenliği Komitesi’nin politikası olan “devrimci diktatörlük” fikrini gündeme getiriyor. Bu yaklaşım bize, aynı zamanda bize geleceğin proleter devrimiyle geçmişin burjuva devrimlerindeki radikal eğilimler arasında bir tür süreklilik olduğunu söylüyor. İlgili yaklaşıma göre proleter devrim, bir ilerlemeyi gerçekleştirmek zorunda. Bu anlamda, kapitalist gelişme ütopik bir hedefi tarihsel zorunluluğa dönüştürüyor, sermayenin dayattığı üretim araçlarındaki merkezileşme zorunlu bir gelişme olarak yaşanıyor.

Kanaatimce ilgili yorumun ilk katmanına kimse itiraz edemez. Ancak ne var ki burada bir de Yahudi ve Hristiyan mesihçilik geleneğini yeniden edinen hareketlerin dönem dönem tekrar harekete geçirdikleri, kurtuluşa dair eskatolojik umutlara ait dini bir unsur da iş başında. İlgili formül, esasında İşaya’nın Kitabı’nı anımsatıyor:

“İnsanlar, onları alıp kendi mekânlarına getirecekler. İsrail’in evi, hizmetçiler ve yardımcılar adına Tanrı’nın toprağında onları mülk edinecek. Onları esir alacaklar. Esir alanlar zalimlere hükmedecek.”

Mesihçilik, Marx’ta sık görülen bir eğilim. Bu eğilim, bilhassa proletaryanın, isyan ettiğinde sadece kapitalizme değil, sınıfsal hâkimiyetin her türden tarihsel biçimine son verecek olan, alabildiğine mülksüzleştirilmiş sınıfın devrimci misyonundan bahsederken dil buluyor.

Bu tür bir okuma, “tarihsel eğilim” ifadesine kehanetvari bir anlam kazandırıyor. Evrimci ve reformist bir anlama da sahip. Burada kapitalist mülksüzleştirme süreci hem olumsuz bir hazırlık süreci olarak görülüyor ama aynı zamanda iştirakin, birliğin, ortaklaşmanın bir aracı olarak değerlendiriliyor. Özel mülkiyetin diyalektik dönüşümünü farklı şekilde kullanan süreçte mülksüzleştirenler mülksüzleştiriliyor.

Kapital’in üçüncü cildinin 27. bölümünde “Kapitalist Üretimde Kredinin Rolü” ele alınıyor. Bu bölüm, sermayenin finansallaşmasını analiz etmesi sebebiyle, son günlerde özel bir ilgi görüyor. Buradan konuyla alakalı bir kısmı alıntılayalım:

“Burada kapitalist üretim tarzı dâhilinde kapitalist üretim tarzı ortadan kaldırılır. Yani bir çelişki, kendi kendisini yok eder. Burada yeni bir üretim biçimine geçilir. […] Mülksüzleştirme süreci, artık doğrudan üretim yapanlar yanında küçük ve orta ölçekli kapitalistleri de kapsar. Mülksüzleştirme, kapitalist üretim tarzının başlangıç noktasıdır. Onun amacı, tüm bireyleri üretim araçlarından mahrum kılmak ve süreci tamama erdirmektir. […] Kapitalist anonim şirketler gibi kooperatife ait fabrikalar da kapitalist üretim tarzından bu tarzın olumlu ve olumsuz şekillerde ilga edildikleri birleşik ve ortakçı tarza doğru yaşanan geçiş biçimleri olarak görülmelidir.”

Birinci cildin az bilinen pasajı olması sebebiyle alıntıyı biraz uzun tuttum. Bu alıntı, bir çıkarım değil de bir kenar notu olarak görülüyordu.

Marx, “mülksüzleştirme” kelimesinin hem Fransızcasına hem de Almancasına başvuruyor. Buna “iştirak” kelimesini de ekliyor. Marx “iştirak”i, komünizmin klasik adlandırmalarından biri olarak kullanıyor. Bu tabiri ütopik sosyalizmden miras alan Marx, onu kapitalizmin kendi içsel çelişkileri neticesinde aşılmasına dair bir ifade olarak ele alıyor. Kapitalizmin diyalektik manada tersyüz edilmesi olarak görüyor.

Mülksüzleştirme sürecinin, bireylerin kendilerinden kopartılmış olan varoluşu idame ettirmek ve üretici kapasiteyi sürdürmek için gerekli araçları mülk edindiği süreç, devrimci değişimin özünü teşkil ediyor. Ama burada iki fark var:

1. Bankacılık ve kredi işlemleri gibi finansal mekanizmalardan bahseden Marx, kapitalizme ait kurumları kapitalist üretim tarzı içerisinde oluşan, komünizme ait ön modeller olarak görüyor.

2. Burada komünizm stratejisi, özel mülkiyetin aşılması olarak görülebilecek iki heterojen tarihsel icadın birleşimi veya uzlaştırılması olarak çıkıyor karşımıza. Gelgelelim, bu icatlar birbiriyle çelişen iki sebebi temel alıyor: para yoluyla toplumsallaşma, emek yoluyla toplumsallaşma.

Kapitalizmin aşılması, iki karşıt şeyi, sınıfsız toplumdan en uzak olan finans kurumlarıyla işçi kooperatifleri denilen, bugünde canlı olana en yakın duranı birleştirecek bir gücün açığa çıkmasına bağlı.

Bugün “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” ibaresi önemli, çünkü o, sadece mesihçi söyleme alternatif teşkil etmekle kalmıyor aynı zamanda bugün varolan sosyalist projelerde de yankı buluyor.

Marx’ın birleştirmek istediği “karşıt biçimler”in önemli bir süre ayrı kalacağını söylemek gerekiyor. Yeni müşterekler denilen fikir veya kooperatifleri esas alan fikir, bugün alabildiğine canlı. Ama bir yandan da kapitalizme ait finansal yapıları devrimci bir yoldan kullanma fikri de epey popüler.

Büyük emeklilik fonları, koruma fonlarının gelişiminde önemli bir rol oynadığında bazı sosyalist teorisyenler, bizzat işçilere veya sendikalarına ait olacak olan emeklilik fonları üzerinden kapitalizmi “kullanma”yı önerdiler. Kısa süre önce likidite meselesini analiz eden bazı postmarksistler, yurttaşlar için finans alanına yönelik spekülatif operasyonlar dâhilinde “iktidarı alacak” stratejiler geliştirdiler. Burada o büyük devrimci geleneğe saygı duyan ama ufak adımlar atmayı öngören, ama gene de Marx’ın icat ettiği diyalektik dönüşüm şemasını yorumlayan bir yaklaşıma vurgu yapılıyor.

Ortadaki açmazların bir şekilde çözüme kavuşturulmasını uman okurların Marx’ın Kapital’deki çıkarımlarının tatmin edici olmadıkları sonucuna ulaştıklarının farkındayım. Peki buradan ne tür bir sonuca ulaşmak gerekiyor?

Kanaatimce tüm bu tartışmalar, Kapital’in bitmemiş, ucu açık bir çalışma olduğunun kanıtı. Kitap, farklı teorik ve pratik meseleleri sorunsallaştırıyor.

Marx, kapitalizmdeki eğilimleri ve oluşacak politik sonuçları iki açıdan yorumluyor. Bu yorumlanan eğilimler sonrasında gerçeğe dökülüyor. Tarihsel dönüşümlerin parçası oluyor.

Bugün kapitalizm, bitmek bilmeyen birikim sürecinin genel mantığına daha fazla tabi. Bu birikim sürecine dair anlayışı Marx’ın politik ekonomi eleştirisinden ediniyoruz.

Kapitalizme ait kurumlar, kapitalizmin küreselleşmesi ve finansallaşmasıyla birlikte epey değişti, krizlerin mekanizması da köklü bir biçimde başkalaştı. Kapitalizm modernize edildikçe sosyalist deneyimlerden elde edilecek fayda da arttı.

Tarihin müdahalesinden ariymiş gibi ele alınan kapitalizm yenilmezmiş, aşılmazmış gibi görünüyor, çünkü kapitalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi gibi konu başlıklarının zeminini teşkil eden, devrimci bir toplumsal dönüşümü tahayyül etmemizi sağlayan sınıf mücadelesine ait biçimler ve klasik temsilleri yok etti. Ama bu demek değil ki kapitalizm artık istikrara ve huzura kavuştu.

Bilâkis, bugün kapitalizm, şiddetle daha fazla tanımlı. Her yanı saran savaşlara sebep oluyor. İnsanları eğitimliler-eğitimsizler, göçmenler-yerleşikler, verimliler-uyum sağlayamayanlar, faydalılar-âtıl insanlar diye ikiye bölüyor. Hobsçu rekabet bireyleri ve halkları yutuyor.

Bugün bizim açımızdan asıl soru şu: kapitalizm bünyesinde yaşanacak olası çatallanmaları, ortaya çıkacak seçenekleri nasıl tanımlayacağız, nasıl yapılandıracağız? Bu soruya, her devrimci söylemin eskatolojik yönünü pekiştiren, çevre ve insan sağlığıyla alakalı felâketlerin yaşandığı, Marx’ın herhangi bir fikrinin olmadığı veya önemsiz görüp kenara attığı koşullarda bir cevap bulmak zorundayız.

Étienne Balibar
27 Kasım 2020
Kaynak

21 Temmuz 2024

,

Dindar Ateizm


Marksizm ve din arasında kapatılması mümkün olmayan bir yarık bulunduğu, artık herkes için açık.

Doğanın diyalektiğini kabul edenler, dünyanın kendi kendine hareket etme özelliğini temel alan bir dünya resmi sunuyorlar (bu noktada Engels’in dünyanın ebediyete dek kurulmuş bir saat mekanizması olduğunu söyleyen Newton’la giriştiği polemik hatırlansın.)

Tarihsel materyalizm ve onun içinde yer alan bir unsur olarak Marksist ahlak, insanlığın kendi kendine hareket etme özelliğini, insanlığın kendi kendisini yarattığını ortaya koyuyor.

Çok sayıda dine meyilli insanla politik çalışma yürütmek mümkün olsa da veya bunu çok arzulasak da bahsini ettiğimiz felsefi ayrım ortadan kaldırılamaz, kaldırılmamalı. Bu noktada insanların iki hatalı uca savrulduğuna tanıklık ediyoruz.

Bir uçta, Marksist partilerin felsefi veya dini anlayışlarına bakmadan, demokrat insanlarla ve örgütlerle işbirliğine ihtiyaç duyan, içerik itibarıyla doğru olan demokratik taktiklerine direnç geliştiren solcular duruyor. Bu solcular, bu tür bir işbirliğinin gerekli olduğunu söyleyenleri dar kafalı sekterlikle ele alıyorlar.

Oysa Lenin, gerçek manada devrimci bir ekonomik ve politik mücadeledeki güçlerin üçüncü sınıf görüşler veya anlamsız fikirler üzerinden bölünmesine izin vermenin yanlış olduğunu ortaya koyuyor.[1]

Bugün bizim faşizmin kalıntılarına ve faşizmi diriltme girişimlerine karşı yeni demokrasiyi inşa etmek için mücadele ettiğimiz koşullarda, bu türden dünya görüşüyle alakalı farklılıklara vurgu yapmak, onları öne çıkartmak, hiyerarşik olarak en tepeye yerleştirmekle ilgili her türden çabanın yalnızca gericiliğe hizmet edeceğini görmeliyiz.

Solun savrulduğu diğer uçta ise aradaki ilişkileri yanlış anlayanlar veya abartanlar, dini dünya görüşlerine gereksiz yere müsamaha gösterenler duruyor. Bugün örneğin dinlerle, ahlaka dair meseleler konusunda anlaşabileceğimizi söyleyen anlayışlara rastlanıyor. Biz, bu türden anlayışların yanlış olduğunu düşünüyoruz.

Dağdaki Vaaz’da, Havarilerin İşleri’nde vs. dil bulan Hristiyan ahlakının sahip olduğu o büyük önemi kimse inkâr edemez, ama burada da bahsini ettiğimiz yarığın, mesafenin varlığından söz etmemiz gerekiyor. Zira Marksist dünya görüşü, insanlığın kendi kendine hareket etme özelliğine dair tespiti yanında, özü itibarıyla her türden “ötedünya”yı ve ötedünyadan gelen yardım fikrini reddediyor.

Marksizmle din arasındaki bu türden farklılıkları net bir şekilde idrak etmiş olmak, taktiksel işbirliklerine asla mani değil. Ama Marksizm ve dinin bir olmasına da izin vermemeliyiz. Felsefi düzlemde verilecek tavizlerle ve aradaki felsefi farklılıkları silmek suretiyle Marksistlerle dine meyilli kişiler arasında güven ortamını tesis edebileceğimizi söyleyen görüş, yanlış.

Biz, tam aksine, bu türden müsamaha üzerine kurulu yaklaşımların akıllı ve idrak sahibi insanların samimiyetsiz, kötü manada “taktiksel” bir yaklaşıma sahip olan kişilermiş gibi görünmelerine neden olacağına inanıyoruz. Karşılıklı güvene, felsefi konularda fikirleri açık bir dille aktarmanın, politik işbirliği dâhilinde dürüst olmanın ve dünya görüşleri arasındaki farklılıkları demokratik araçlarla giderme niyetinin yol açabileceğini düşünüyoruz.

Marx ve Lenin, bugün varolan dini duyguların ve bunların toplumsal niteliğinin temellerini net bir biçimde görmüşlerdi. Bugünkü dini duygular, kapitalizm koşullarında hayatın yüzleştiği, çözümü bulunmayan dehşetten ve belirsizlikten kaynaklanıyorlar. Bu açıdan bakıldığında, faşizmin, İkinci Dünya Savaşı’nın ve onu takip eden dönemin dinin ve kiliselerin etkisini zayıflatmak şöyle dursun daha da güçlendirmiş olmasına şaşırmamak gerek.

Marksistlerin görevi, harekete geçmiş kitlelerin dikkatini faşizmin toplumsal özüne, ondan gerçek manada kurtulacağımız gerçekliğe ve faşizmin ortadan kaldırılmasına, emperyalizme ve savaşa karşı mücadeleye vs. çekmektir. Bugün herkes, pratikte bu görevin bilincindedir. Fakat bugün, Lenin gibi, dine dair taktiksel anlayışın materyalist ve ateist olan Marksizmle çelişmediğini anlamak gerekiyor. Dinlerin toplumsal köklerinin ancak Leninist bir anlayış ve taktik temelinde, yavaş yavaş ve düz olmayan bir seyir dâhilinde ortadan kalkacağını, işçilerin ve köylülerin verdikleri hayat mücadelesinde materyalist eğitimin bir yandan işletilmesi gerektiğini, bunun mümkün olduğunu, ilerici ama dine meyilli kişilerle kurulacak ittifakın ancak bu temelde sağlam bir nitelik arz edeceğini bilmeliyiz.

Bu noktada üzerinde kısaca durulması gereken bir husus da bugün aydınlarda gördüğümüz ateizm meselesidir. Bu ateizm, on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılda yavaş yavaş gelişti. İlk başta insanı ezen, kahreden bir kederle ve ihtimallerin yokluğuna dair fikirle birlikte neşvünema buldu. Bu fikri gelişim neticesinde ortaya Nietzsche’nin ve Dostoyevski’nin kimi karakterlerinde gördüğümüz dindar ateizm çıktı. Bugün bu dindar ateizmin felsefesi, karşımıza Heidegger ve Sartre’da çıkıyor. Bu gelişim süreci dâhilinde nihilizm, bir unsur olarak daha da güçlendi. Buna paralel olarak, ilgili anlayışlar her türden gerici ve çürümüş spiritüel akıma açık hâle geldi.[2]

Biz, bu ateizmin gerici görüşler içerisinde hüküm sürdüğünü göstermek adına yoğun bir ideolojik mücadele vermeliyiz. Zira gördüğümüz gibi ateizm, maddenin kendi kendine hareketini, insanlığın toplum bilincine vardığı günden beri kendi bilinciyle işlettiği hareket anlamında, toplumun kendi kendine hareketini temel alan dünyanın olumsuz bir sonucudur. Bu anlayış dâhilinde Tanrı, geride bir kalıntı bırakmadan, ortadan kayboluyor.

Buna karşılık, Nietzsche ve Dostoyevski’ye göre Tanrı öldü. Bu ölümden önce Tanrı ile yüklü, anlama sahip bir dünya vardı, Tanrı’sız dünya ise boş ve anlamsızdı. Heidegger ve Sartre da aynı şekilde “Tanrı yok” diyor, ama bu isimler, Tanrı’nın terk ettiği dünyanın boş bir yer olduğunu düşünüyorlar.

Dinin felsefesinin ontolojik temeli, hayattaki dehşet ve belirsizlik. Bu toplumsal temel neticesinde dine hâlen daha ihtiyaç duyuluyor. Din, varlığını koruyor. Dolayısıyla, bahsi geçen isimler, kendilerindeki ateizmin yanında, dine yönelik ihtiyaçlarını gizem ve mitoloji temelinde gideriyorlar. Kendisindeki ateizme rağmen Heidegger, Kierkegaard’un kavramlara dair teolojik tanımını benimseyebiliyor.

Oysa Marksist ateizm, tüm insanlık için dini ihtiyaçların ortadan kalkacağı bir hayat yaratacak olan toplumsal pratiğin parçası. Bu hedef doğrultusunda bilinçle ve militan bir üslupla mücadele edenler için dini ihtiyaçlar diye bir şey, bugün zaten yoktur. Çünkü bu noktada gerçeklik, insanlığın kendisini kurtarmak için verdiği mücadelenin sahnesidir. Tanrı’sız dünya, insanı teselli etmeyen, yavan bir dünya değildir.

Bu kusursuz laiklik türü, bugüne dek dini ya da yarı dini bir biçimde yaşamış olan her türden ruhani ve ahlaki değer tümüyle ortadan kalktığında ortaya çıkar.

İnsanlar, kendilerini emekleriyle yaratırlar. Buradan şu söylenebilir: İnsanlık, kendisini sakin, dünya görüşüyle yüklü bilgi ve tarihin bu dönüm noktasında duran kişiler olarak bizdeki özfarkındalık uyarınca bilinçle yürütülen kolektif çalışma üzerinden yaratabilir. Bahsi edilen değerler sisteminin ahlaki yanı bize insanlığın “tarihöncesi”nin sona yaklaştığını söylüyor.

Dünyadaki tarihsel süreç bölünmez bir bütündür. Bu anlamda, dindar ateizm, Marksist ateizmin yüzleştiği aynı dünya durumunun ürettiği bir şeydir. Fakat dindar ateizm, Marksist ateizmin kafası karışık bir karikatürüdür. Aynı şekilde, Kierkegaard da farkında olmadan, genç Marx’ın çalışmalarına karikatüre benzeyen şekiller iliştirmiş bir isimdir.

Dindar ateizmle Marksist ateizm arasındaki karşıtlık, her meselede karşılık bulmaktadır. Marksistlere göre ateizm, toplam sürece ait bir unsurdur. Dindar ateizm ise kapitalist toplumda yalnızlaştırılmış olan bireyle ilgili felsefi-dini tartışmanın bir ürünüdür.

Marksizm, her türden ötedünya fikrini reddeder. Dindar ateizm, “Tanrı öldü, Tanrı yok. Dolayısıyla, insan Tanrı’nın rolünü oynamalı” der. Bu anlayış üzerinden dindar ateizm, ister istemez nihilizmle mistisizmin eklektik birliğine dönüşür.

Georg Lukacs

[Kaynak: The Culture of People’s Democracy: Hungarian Essays on Literature, Art, and Democratic Transition, 1945-1948, Yayına Hz. ve Çeviren: Tyrus Miller, Brill, 2013, s.204-207.]

Dipnotlar:
[1] Lenin, Vladimir, Lenin, [1905], “Socialism and Religion”, Collected Works içinde, Cilt. 10, Moskova: Progress Publishers. 1965, s. 83–7.

[2] Lukács, “dindar ateizm” kavramını 1954 tarihli Aklın Yıkımı kitabında geliştirdiği felsefi irrasyonalizm eleştirisi dâhilinde geliştirdi. Bu kitap, İkinci Dünya Savaşı esnasında Sovyetler Birliği’nde hazırlandı ama ancak savaştan sonra yayımlanma imkânı bulabildi. Bu kitap dindar ateizmin ana temsilcilerini ele alıyor. Bu temsilcilerin ilki, Lukács’ın söz konusu eğilimin kurucusu kabul ettiği Arthur Schopenhauer, ikincisi Nietzsche, üçüncüsü ise Heidegger. Lukács, ilgili akımın Kierkegaard’daki bilinçsizce dillendirilmiş yankılarını da ele alıyor. Bu bağlamda Lukács, ilgili kavramı varoluşçu felsefeye yönelik yürüttüğü ideolojik mücadelede bir tür silâh olarak kullanıyor.

05 Mayıs 2024

,

Marx'sız Marksizm


Kriz, tam olarak eskinin ölmekte olduğu, ama yeninin de doğamadığı durumdur. Bu fetret devrinde açığa, çok farklı semptomlara sahip bir hastalıklı hâl çıkmıştır.”

[Antonio Gramsci]


1929’dan beri yaşanan en ağır ekonomik krizle yüzleştik. Bu kriz, 1968’den beri görülmemiş bir fikrî karışıklığa sebep oldu. Ama bugün ortam çok farklı. Marksizm, en azından Batı’da, belirli bir düşünsel etkiye sahip ve bu etkiyi kimse görmezden gelemez. Bu dönemde bir suçlu aranıyorsa o Marx değil, benim “Marx’sız Marksizm” olarak adlandırdığım, Marx’ın çıkarımlarını iktisat teorisinden ayrıştırmaya çalışan eğilim. Batı Marksizminin yaşadığı çöküş, tam da bu eğilimin başarısız olduğunu ortaya koyuyor.

Batı Marksizminin yüzleştiği güçlükler, solun karşı karşıya kaldığı daha büyük sorunların yansımaları. Thomas Walcom[1] yerinde bir ifadeyle, bu yaşanan krizin “kapitalizmin yüzleştiği en kötü kriz” olduğunu söylüyor ve devamında şu tespitleri yapıyor:

“Buna karşılık, ekonomik statükoyu eleştirmekle övünen politik hareket, tüm niyetleri ve amaçları ile birlikte eylem alanında görünmüyor. […] Büyük Buhran, tam da sola uygun bir dönemdi. Oysa otuzların sefaleti içerisinde büyümeyi aşırı sağ başardı. Bu dönem İspanya, İtalya, Almanya ve Doğu Avrupa’da faşizmin yükselişine tanık oldu, ama öte yandan, düşünsel, kültürel, en nihayetinde politik açıdan sol, daha iyi bir iş başardı. […] Ama bu sefer solun dilinden dökülecek çok az ilginç şey kalmıştı.”

Bu noktada bazı ikazlarda bulunmak gerekiyor. Walcom, bir yandan Latin Amerika ve Çin gibi geniş coğrafyaları değerlendirmesinin dışında tutuyor, bir yandan da İzlanda’da kurulan sol koalisyon ile Almanya ve Fransa’da azınlık durumundaki solcu güçlerin elde ettiği mevziler gibi önemli istisnaları görmezden geliyor. Ayrıca, solcu fikirlerin kaderi tek başına sol partilerin aldıkları oylara indirgenmemeli: İngiltere’de Yeni İşçi Partisi, krize yol açan politikalara karşı durmak şöyle dursun, onları dayattığı için kitlelerce cezalandırılırken, Obama’nın kazandığı seçim, aslında yeni muhafazakârlığa indirilmiş bir darbeyi ifade ediyordu. Gene de Walcom’ın bam teline dokunduğunu söylemek lazım. Batı’da 1929 krizine yönelik tepkilere hâkim olan Marksist fikirlerin bugün neredeyse hiçbir tesiri yok.

Marksizm marjinalleşti. Bu marjinalleşme farklı şekillerde açıklanıyor, oysa bizim bu açıklamalara itiraz etmemiz gerekiyor. Kriz yüzünden insanlar, Marx’ın onun teorisine üstün olan modern bir teori ile kenara itilmesi sebebiyle göz ardı edildiğini söyleyen neoliberal efsaneye sarıldılar. Alan Greenspan, konuyla ilgili şu yorumu yapıyor:

“Zamanla büyük bir risk yönetimi ve fiyatlandırma sistemi gelişti. […] Türev piyasalardaki gelişmelerin önemli bir kısmına destek sunan bir fiyatlandırma modelini bulan kişiye Nobel Ödülü verildi. Bu modern risk yönetimi paradigması, onlarca yıl hükmünü yürüttü. Ancak geçen yılın yaz aylarında tüm düşünsel yapı çöktü.”[2]

Solda Stiglitz’den sağda Buiter[3] gibi isimlere kadar birçok isim, neoliberalizmin düşünsel açıdan iflas ettiğini kabul ediyor. Bu görüşler, Colander vd.’nin 2008 tarihli çalışmasında şu şekilde özetleniyor:

“Teoriye en fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde dünya genelinde toplumlar karanlıkta, teoriden yoksun bir hâlde, yol bulmaya çalışıyorlar. Biz, bunun iktisat mesleğinin kendi iç sistematiğinden kaynaklı bir hata olduğunu düşünüyoruz.”[4]

Oysa neoliberal teorinin her yönüyle başarısız olduğu şu dönem, bize lazım gelen teorinin üretilmesi için gereken koşulları sunuyor. Peki o zaman bugün Marx’ın takipçileri, ellerindeki Marksist teori denilen zenginlikten neden uzaklaşıyorlar?

Bugün Marksizmin sesinin duyulmaması konusunda getirilen bir diğer açıklamada onun susturulduğu üzerinde duruluyor. Bu yaklaşıma göre Marksizm, akademide saygı gördüğü biçimleri bile, sürekli tehdit altında. Gelgelelim, arkasındaki kurumsal desteği yitirdiği ölçüde üzerindeki baskı da azalıyor. Bugün Marksist aydınlar, seleflerinin gördüğü düşlerin ötesine geçip, özgürlüğün keyfini çıkartıyorlar.

Devrimin altın çağında ortalıkta, bir şeyleri yıkmaya ahdetmiş ama gidip sağdan soldan para dilenen kaç kişi vardı? Neticede o kitlesel Marksist partiler, yola ufacık örgütler olarak çıkmışlardı. Milyonların hayal gücünü CV’lerindeki zenginlikle değil, fikirlerinin gücüyle ele geçirmişlerdi.

Berlin Duvarı’nın yıkılışının üzerinden yirmi yıl geçti ve artık Marksistler, kendi yaptıkları hataları ve o hatalardaki paylarını kabul etmelidirler. Kimse, onları bir kitleden mahrum bırakmadı, ellerinde bir kitle vardı ve o kitleyi Marksistler yitirdi. Oyundan şutlanan Marksizm değildi, o kendisi sahadan çekildi.

Marx’sız İktisat

Politik düzlemde İngiltere’deki Yeni İşçi Partisi’nin yaşadığı yenilgi, esasen sosyalizmin hedeflerine yöntemler olmadan ulaşılabileceğine dair yanılsamadan kaynaklandı. Marksizmin ölümü de benzer türde bir vehmin, Marx’ın ulaştığı çıkarımlarına Marx’ın teorisi olmaksızın ulaşılabileceğini söyleyen vehmin bir ürünü. Bu vehmin çok sayıda kişinin ağzından döküldüğüne şahit olduk. Marx’ın emek-değer teorisini eleştiren İtalyan iktisatçı Piero Sraffa’nın çizgisini aştığını iddia eden Steedman’ın (1981: s. 27-28) kaleme aldığı bildiride, bu düşünce açık bir dille aktarılıyor:

“Bu kitabın amacı, Marx’ın materyalist analiziyle tutarlılık arz eden argümanların hem Marx’ın ele aldığı önemli soruların bazılarına cevap sunduğu hem de Marx’ın değer büyüklüğü analizinin o verilen cevaplarla bir alakasının bulunmadığını vurgulamak suretiyle, tutarlı ve (mümkün olduğu ölçüde) basit bir yoldan, sağlam temellendirilmiş sonuçlar ortaya koymaktır.”

Aynı fikre Roemer’in (1989: s. 11) Kaybetme Hürriyeti isimli eserinde de rastlıyoruz:

“Bu kitabın odağında duran, Marksist teorinin tarif ettiği sömürü olgusu, esasında üretim araçları olarak faydalı olan (yetenekler ve diğer insanlar haricinde) varlıklar üzerindeki eşitsiz sahiplikle, kapitalist mülkiyetle bağlantılı olan özel sömürü biçimini ifade eder. Dokuzuncu bölümde ben, klasik Marksizmin artı değer üzerinden tanımladığı sömürü olgusunu tümüyle kenara atıyorum.

Hodgson (1980: s. 273) çalışmasında aynı nakaratı yineliyor:

“Okur, kitabı okuduğunda görecek ki yukarıda aktarılan fikirlerin önemli bir kısmı ya Marx ve Engels’in asarından kaynaklanan ya da doğrudan ona atıfla geliştirilmiş fikirler. Ancak bu noktada bizim Marx ve Engels’in teorisiyle çelişen sömürü teorimizin emek değer teorisini temel almadığını belirtmemiz gerekiyor.

Marx’ın “görüşler”inin veya “fikrinin” savunulup gerçekte varolan teorisinin terk edilmesi gerektiğini söyleyen yaklaşım, bugünün Marksist iktisadını tanımlayan ana unsur. Bu yaklaşımı, bilhassa Laibman (2004) gibi isimler Marksizmle ilişkileri bağlamında ısrarla savunuyorlar:

“En genel manada Winternitz (1948), Dobb (1955a, 1955b), Sweezy (1970), Sraffa (1960), Meek (1956), Bródy (1970), Steedman (1977), Shaikh (1977), Harris (1978), Lipietz (1982) ve Duménil (1983) hatta Laibman’ı (1973, 1992) içeren bir kategori olarak yirminci yüzyıl Marksistlerine göre, değer tablosundaki girdileri dönüştürmemiş olması Marx’ın bir kusuru veya yanlışı. Bu kusur ve yanlış, sonraki Marksist kuşaklarca düzeltilen, kâr oranının hesaplanmasındaki yanlışlığa ve geniş yeniden üretim koşullarının dikkate alınmamasına neden oluyor.”

Bu anlamda, bu “Marksizm”, Marx’ın temellerine değil, haleflerinin teşkil ettiği, farklı ve düzeltilmiş temele yaslanıyor. Bu bilinçli tercihi, Marx’ın analizinin doğru olduğunu teyit eden titiz çalışmasında Brenner (1998: s. 12 ve sonrası) bile yapıyor. Kendi ulaştığı sonuçtan uzak duran Brenner, kitabında “kapitalist inovasyonun nihai sonucunun, üretilen emtianın değişim değerinin düşürülmesi, doğrudan ya da dolaylı olarak, ücretin değişim değerinin düşürülmesi, dolayısıyla, reel ücretin sabit kaldığına dair Marksçı iddia üzerinden, ortalama kâr oranının artırılması olduğunu” söylüyor. Ona göre inovasyon, kâr oranını düşüremiyor. Bu sonucun ispatını ise hem Okishio’da (1961) hem de Roemer’de (1978a, 1978b) buluyor.

Oysa bu ispatlar, yirmi yıl önce çürütüldü. Marx’ta hiçbir “yanlış” olmadığı görüldü.[5] Marx’ın teorisine itiraz etmek için elde hiçbir gerekçe bulunmadığı anlaşıldı. Tüm eleştiriler gözden geçirildi. Görüldü ki burada niyet, Marx’ın fikirlerini incelemek değil, onun yerine başka bir şey koymaktı.

İktisatsız Marx

Marx’ın iktisadına dair tartışmalar, teknik uzmanlar arasında süren kavganın gözlerden kaçırıldığı koşullarda, kolayca kenara itiliyor. Bu sebeple kimse, bu tartışmaların önemini idrak edemiyor.

“Marx’sız iktisat”, yaygın bir eğilim hâlini aldı. Bu eğilime göre, her türden iktisat, utanç verici bir şey. İkinci ve Üçüncü Enternasyonal’in mekanik materyalizminden uzak duracağım derken Batılı Marksistler, Gramsci, Lukacs veya Korsch gibi isimlerin felsefe, siyaset, sosyoloji veya estetikle ilgili muhalif görüşlerine sığındılar, bu noktada Grossman ve Rosdolski gibi kişilerin ekonomiye dair görüşlerini göz ardı ettiler.

Batı Marksizminin uç türevi olarak “kültürel Marksizm” estetik eleştiriyi iktisat temelli düşüncenin tuzaklarından kurtarma çabasını ifade ediyordu. Bu akımın kökleri, aşırı zengin bir isim olan Felix Weil’ın bağışta bulunduğu Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ne uzanıyor. 1968 sonrası dönemin Marksizminin ana rahmi olarak iş gören enstitü, Nazi zulmünden kaçanların sığındığı bir yerdi. Kuhn’un (2007: s. 186) aktardığına göre, enstitünün yöneticileri kendisi de bizatihi enstitünün üyesi olan Henryk Grossman’ın ekonomiyle ilgili çalışmalarına karşı çıkıyor, bu çalışmaların enstitüye para verenleri ondan uzaklaştırmasından korkuyorlardı:

“1939 gibi Horkheimer ve Adorno, Marksist iktisadın kapitalist toplumlardaki somut gelişmeleri anlamak için kullanılacak bir araç değil, bu toplumlardaki çelişkilerin teşhiri konusunda önem arz eden bir unsur olduğu sonucuna ulaştı.”

Bu daha önceden de varlığını hissettiren iktisat karşıtlığı, yetmişlerde Marksizme yönelik saldırıyla kesişti. Lukacs’ın “Büyük Uçurum Oteli” adını verdiği saldırı, Amerika’dan gelip akademik radikalizmin alamet-i farikası hâline geldi. Saldırıyı sonuçlandırmaksa İtalyan iktisatçı Piero Sraffa’nın Marksist emek-değer teorisine yönelik saldırısına katkı sunanlara, postmodernistlere ve Sovyet sonrası dönemde teşkil edilen paramiliter unsurlara tahsis edilmiş bekçi kulübesinin sakinlerine düştü.

Perry Anderson’ın Batı Marksizmiyle ilgili tarihsel incelemesi (1983: s. 20) New Left Review dergisini kürsü olarak kullanan tartışmacıların ve yürüttükleri tartışmanın ana özelliklerini ortaya döküyor. “Bir bütün olarak kapitalist sistemin hareket yasalarının Mandel, Braverman ve Aglietta’nın kaleme aldığı üç önemli eserde keşfedildiği tespitinde bulunan Anderson, devamında şunu söylüyor:

“Somut tarihsel incelemelere aynı zamanda Morishima, Steedman, Roemer, Lippi, Krause gibi isimlerin yürüttükleri, kavram ve yönteme dair yoğun tartışmalar eşlik etti.”

Anderson, bu noktada bir sentezden bahsediyor: Morishima ve diğer isimlerin oluşturduğu grubun Mandel, Braverman ve Aglietta’nın oluşturduğu grubun teorilerine düşman olduğunu söylüyor. Bir vakitler Marx’ın meta biçimine dair kapsamlı analizini temel alan politik, toplumsal ve kültürel anlayış lime lime ediliyor, böylelikle, Marksistler, savaşı takip eden tüm dönem boyunca hazırlanılan ve kanlı geçen ekonomik savaş öncesi silâhsız kalıyorlar.

1968 sonrası dönemin solu eski niteliğine yeniden kavuştu. Sermaye ve Sınıf denilen ve değer teorisini tartışmak için kurulan zemin, artık bu türden tartışmaları kabul etmeyecek kıvamdaydı. Sanat, felsefe ve sosyolojiyle ilgili Marksist eserler bol bol basılırken, bu çalışmaların hiçbirisinde Marx’ın ilgili alanlara yönelik yaklaşımlarının dayandığı ekonomi temelinden bahsedilmiyordu. Özetle Marksizm, Marx’tan koptu.[6]

Mesele Kapitalizm Aptal!

Bu hâliyle krizi Marksizm izah edemez, ama Marx eder.

Şekil 1, ABD ekonomisindeki kâr oranlarını gösteriyor, bunun yanında, bir de Birikim Oranı denilen, süreci izah edecek bir değişkene yer veriliyor. Özsermaye ve çıktı üzerinde duruluyor. Tam da Marx’ın on dokuzuncu yüzyılda kâr oranlarının düşme eğilimini değerlendirirken söylediği gibi, özsermaye üretilen çıktıya, yani ürüne kıyasla daha hızlı büyüyor.

Gerçekler çırılçıplak ortada. Savaş döneminde zirveye ulaşan kâr oranı, ara dönemde yüzde 82 oranında değişiyor. Kâr oranı, bu dönemde düşüyor. Bu düşüşün sebebi ise birikim. Buna karşılık, çıktı miktarındaki kâr oranı ki eskiden süreci izah etmek için bu öğeye başvurulurdu, yüzde 32’den yüzde 28’e geriliyor. Bu dönemde kâr oranlarında sonraki dönemde yaşanan düşüşü telafi etme konusunda hiçbir işe yarayan ücret kesintisi politikasına başvuruluyor ama bu politikanın etkisi, geçici ve epey sınırlı oluyor. Bu süreç, Marx’ın değerlendirmesini çarpıcı bir biçimde teyit ediyor: Çöküşe, kapitalizmin kendisini yeniden ürettiği süreç olarak birikim sebebiyet veriyor. Marx’ı, bu teorinin kurucusunu doktriner bir üslupla sahneden kovanlar, Marksizmin bu basit ama doğru olan açıklamaya körleşmesine neden oluyorlar.

Burada asıl meselenin ne olduğu konusunda belirli bir netliğe kavuşmamız gerekiyor. Sıklıkla iddia edildiği biçimiyle, sorun Marx’ın teorisinin kaçınılmaz yıkım, çöküş (Zusammenbruch) öngörüsünde bulunup bulunmadığı değil.[7] Marx’ın döneminde de olduğu gibi kriz de kâr oranlarındaki düşüş de gözleme dair olgulardı. Bizim her türden teoriyi bu iki olguyu izah edip etmediğini sormak suretiyle sınamamız gerekiyor. Bu sebeple, Marx’ın muarrızlarına kıyasla nasıl bir değerlendirmede bulunduğu sorusu sorulmalı.

Şekil 1: 1929-2007 arası dönemde ABD ekonomisinde birikim ve kâr oranı

Meselenin özüne inildiğinde kriz teorisi konusunda karşımıza iki ekol çıkıyor. Ana akım teori, insan doğası gibi evrensel bir ilkeden yola çıkıyor ve piyasanın doğaya ait bir ifade olduğunu söylüyor, buradan da kapitalizmin ya ebedi ya da tarihin “en yüksek aşaması” olduğu iddiasında bulunuyor. Ben, bu teorileri savunmacı teoriler olarak adlandırıyorum. Bu teorilere göre, bir sorunla karşılaşıldığında kapitalizmin doğalında pürüzsüz olan işleyişine bir şeylerin müdahalede bulunduğu iddia ediliyor.

Diğer teorilerse sorunların ana nedeninin o işleyişin ta kendisi olduğunu düşünüyorlar. Veblen ve Hobson, kapitalizmin asalak plütokrasiye veya rantiye sınıfına nasıl yol açtığını izah ederken, Minsky, Keynes ve Kalecki’nin çalışmalarına ayrıntılı finansal istikrarsızlık modelleriyle katkıda bulunuyor. Bu isimlerin hepsi de esasında kapitalizmin bizatihi sorumlusu olduğu süreçleri tarif etmeye çalışıyorlar. Ben, bu isimleri “Radikal Eleştirmenler” olarak adlandırıyorum.

Marksistler arasında yaygın olarak görülen sekter bir eğilim var ve bu eğilim, Keynes’in fikirlerini önerdiği politikalar devrimci değil diye mahkûm ediyor. Oysa her radikal teori, kendi bünyesinde devrimci bir öz barındırır: kapitalizmin istikrarsız olduğunu bilen kişiler olarak biz, bu bilgi temelinde kapitalizmi kurtarmanın gerekli olduğuna da onun yerine başka bir düzeni koymanın şart olduğuna da hükmedebiliriz.[8] Bu anlamda, diğer teoriler gibi Marx’ın teorisi de radikaldir. Ondaki özgünlük, esasen kapitalizmin derhal yıkılması çağrısında değil, kapitalizmin kendisini yok etmeyeceğine dair mantıksal çıkarımında aranmalıdır. Buna karşılık, “Marksizm”in radikal bile sayılamayacağı görülmelidir.

Krizsiz Marksizm

Radikalizmin karşısına bir tür duvar olarak örülmüş olan ana akım iktisat, sadece kapitalizmin ve krizin ebedi şeyler olduğunu söyleyen teorilere onay verirler. Genel Denge denilen teorideki karşı-devrim bu ana akım iktisadın kutsal amacıdır. Walras’ın sistemleştirdiği, Keynes’in Jean-Baptiste Say’e yönelik düşmanlığının damgasını taşıyan Genel Denge Teorisi’nin ana öncülü şudur: “Piyasa, doğası gereği kusursuzdur.” Bu paradigmaya uyan, farklı düşünce okullarında birçok kez yinelenen bir teorinin sistem içerisindeki kriz eğilimine dair bir çıkarımda bulunması mümkün değildir. Bu öncülü kabul eden her görüş, ana akıma bağlanmak zorunda kalır. Onun ilk kurban edeceği şeyse tabii ki Marksizm olacaktır.

Amerika’daki Marksist teori geleneğinin kurucu isimlerinden olan Paul Sweezy (1968, [1942]: s. 53), bugünlerde herkesçe kabul gören şu yorumu ilk dillendiren isimdir:

“Günümüze ait bir ifadeyi kullanmak gerekirse emek yasası, temelde, basit emtia üretimine atıfla geliştirilmiş, ardından da kapitalizme uyarlanmış genel denge teorisinden başka bir şey değildir.”

Marx’ın teorisine dair Zamansal Tek Sistem Yorumu’nu temel alan akademisyenlerin[9] sıklıkla çürütmek için uğraştıkları iddiaya göre Marx, “girdilerin fiyatlara dönüşümünü anlayamamıştır.” Oysa Marx, kapitalistlerin girdileri paranın, yani girdilerinin fiyatının aracılık ettiği değerlerinde satın aldıklarını varsayar. Buna karşılık Marx, bir yandan da kapitalistler üretime başladıklarında hâkim olan fiyatın bu olduğu düşüncesindedir. Marksistlere göre kapitalistler üretimi bitirdiklerinde hâkim olan fiyatta ödeme yaparlar. Oysa bu, bir düzeltme işlemi değil, alternatif bir usule dair değiniden başka bir şey değildir. Burada başka bir değer tanımı yapılmaktadır. Bu tanımın sahibi ise 19 yaşında iken Walras’tan mektup almış olan, ona hayranlık duyan Bortkiewicz’e (1952: s. 23-24 [1905]) aittir. Bortkiewicz yaklaşımını dürüstlükle izah etmektedir:

“Marx’ın görüşüne göre ele alınan unsurlar, nedensel zincir içerisinde değerlendirilmeli. Bu zincirin her bir halkası, o zincirin bileşimi ve unsurları dâhilinde, önceki halkaların belirlenimi altındadır. […] Modern iktisat, yola önceki halkalardan zaman içerisinde koparak koyuldu. Kopuş sürecinde en önemli rolü ise Léon Walras’ın öncülük ettiği matematik okulu üstlendi.”

Sraffa (1962: s. v) ve Steedman’ın (1981: s. 19) da kabul ettiği biçimiyle, piyasa kendisini hiçbir değişim olmaksızın, kusursuz bir biçimde yeniden üretiyorsa üretim boyunca fiyatlar da sabit olmalı. Ne var ki sürecin zaten kusursuz bir şekilde işlediğini söyleyen teorinin sürece içsel hatanın sebebini bulması mümkün değil.

Bu tür masum formüller, tam da Marksizmin kanatları altında yuvalanma ve gelişme imkânı buluyor. Bu teoriler, kapitalizmin kendisindeki istikrarsızlığın ana sebebi olması ihtimalini daha baştan kapı dışarı ediyor. Böylesi bir teorinin radikal bir eleştiriyi dillendirebilmesi mümkün değil. Onda nasıl bir radikallik buluyorlar, gerçekten merak konusu.

Kapitalist Kriz Nedir?

Marksizin hatası, bize Marx’ın teorisinin doğru ya da yanlış olduğu konusunda bir şey söylemez. Peki bu hata, 150 yıl sonra da sadece açıklayıcılık becerisini muhafaza etmekle kalmayıp, sunulan her türden öneriye üstün olduğuna dair, temelsiz iddiaya destek sunuyor mu?

Ekonomi sahasında ilerleme, düz bir çizgiyi takip etmez. Yüz yıllık bir gerileme dönemine tanık olan ekonomi sahası, Reform karşıtı hareketten beri bir şekilde ilerliyor. Zira ekonomi, kapitalist düzenleme çabası konusunda gelişkin bir ideolojik mekanizmanın oluşmasını sağladı. Demek ki tıpkı on beşinci yüzyılda Kopernik’in geliştirdiği, iki yüz yılı aşkın bir süre eldeki en iyi teori olma vasfını muhafaza eden teori gibi, bugün ilk dönemin unutturulmuş ve toprağa gömülmüş teorileri içerisindeki gelişkin fikirleri bulup çıkartmalıyız.

Marx’ın geliştirdiği kapitalizmin ekonomi teorisi, basit ve derin bir katkı olarak, hâlen daha yanlışlanabilmiş değil. Bunun nedeni, bu teorinin metayı çıkış noktası olarak belirlemiş olmasıdır. Kapital söze şöyle başlıyor:

“Kapitalist üretim tarzının hâkim olduğu toplumların zenginliği kendisini, tek bir metanın ana birimi ifade ettiği ‘yoğun emtia birikimi’ şeklinde ortaya koyuyor. Bu sebeple, bizim incelememiz metanın analiziyle başlamak zorunda.”

Asıl dikkat kesilmemiz gereken nokta burası. Kapitalizmin temelini meta ilişkisi teşkil etse bile, bu ilişki, kapitalizmden bağımsız var oluyor. Ne var ki kapitalist üretim tarzında meta ilişkisi, diğer tüm toplumsal ilişkileri örgütleyen ana ilke hâline geliyor. Bu sebeple, kapitalizmde toplumsal kanunlar ekonomik kanunların biçimini alıyor. Dolayısıyla kapitalizm, aynı zamanda önceden varolan tüm toplumsal ilişkileri, kapitalist olmayan ilişkileri bile dönüştürüyor:

“Sermaye, modern toplumun ekonomik örgütlenmesini tayin eder. Bunu belirli bir biçim altında yapar. Bu biçim, sermayenin ana biçimidir. Biz bu biçime dair analizimizde, o herkesin bildiği, gasıpların sermayesi ve tüccarların sermayesi gibi tabiri caizse ta nuh nebiden kalma biçimleri dikkate almadık.

[…] tespitimize göre, tüccarın sermayesi ile faiz getiren sermaye türev biçimlerdir, buradaki incelememiz sayesinde bir yandan da sermayenin günümüze ait ana biçimi öncesinde bu iki biçimin tarihsel planda neden ortaya çıktığı net bir biçimde görülecektir.” (Marx 1992: s. 267)

Kapitalizmin niteliğine dair bir çıkarıma bu “türev biçimler”den yola çıkarak ulaşılamaz. Tüccar sermayesi ve gasıpların sermayesi, bize bu nitelik konusunda bir şey söylemez. Zira ticaret ve para ta antik çağdan beri vardır. Ticareti ve parayı çıkış noktası olarak almamız durumunda kapitalizmin kendisine ait olmayan şeylere göre hareket ettiği sonucuna ulaşır, hatta kapitalist ticarete ve kapitalist paraya körleşiriz, oysa ne kapitalist ticaret feodal ticaretle ne de kapitalist para feodal parayla aynı şeydir. Marx’ın teorisinin üstünlüğü tam da bu temelle ilişkili bir meseledir. Söz konusu temel üzerinden, birbiriyle bağlantılı dört sonuca ulaşmak mümkündür:

(1) Marx, kapitalizmin içerisindeki belirli bir tarihsel dönemin değil, bir bütün olarak kapitalizmin soyut kanunlarını belirlemiştir;

(2) Marx, gene de “evrensel toplum kanunları” demekten imtina etmiş, kapitalizme özel kanunlar üzerinde durmuştur;

(3) Marx’ın çıkarımına göre, kapitalizmde toplumsal kanunlar kendilerini özel olarak ekonomik kanunlar dâhilinde ifade ederler, toplumsal kanunlar, kendileri dışındaki bir şeye tabi olmadıkları gibi, o şeyle izah edilmezler de.

(4) Marx’ın tespitine göre meta ilişkisi, tüm toplumsal ilişkilere özel bir kapitalist biçim atar. Ticaret, para, toprak mülkiyeti hatta zorla çalıştırma gibi önceden de varolan tüm ilişkiler, kapitalizmde “türev biçimler” olarak yeni bir yapıya kavuşurlar.

Marx’ın belirlediği kanunlar, kapitalizmin kanunlarıdır. Bundan gayrı bir şey değildir. Burada tökezleyenin bile dışa düşeceği bir yarış söz konusudur.

2009 krizinin 1929, 1893 veya Marx’ın dönemindeki krizlerle ortak yönü nedir?

Brenner, savaş sonrası rekabetin aldığı biçime odaklanıyor. Peki ama bu açıklama, tröstlerin ve tekellerin en parlak dönemini yaşadığı 1893 ve 1929’daki krizleri nasıl izah ediyor?

Tarihte görülen, tesadüfi oluşmuş şu veya bu koşula sırtını yaslayan radikal eleştiriler bile 1929 tipi krizlerin neden tekrarlandığını da iki yüz yıl boyunca her 12 yılda bir en az bir krizin neden görüldüğünü de açıklayamıyorlar.

Kapitalist Canlılık Nedir?

Demek ki genel kanunlar kâfi değil. Belirli bir krizi anlamak için bizim onun kendisine has özelliklerini tanımlamamız, hem ekonomi dışı faktörlere hem de nitelik olarak ekonomik olan ama kapitalizmin geneline teşmil edemeyeceğimiz faktörlere bakmamız gerekiyor. Bu noktada da Marx’ın fikirlerinin ona karşı çıkartılan fikirlerden üstün olduğunu görüyoruz.

Bu aşamada şunu söylemek gerekiyor: Marksist teorinin yakasını bırakmayan, Kültürel Marksizmin ana teoriden kopmasına neden olan, “kapitalizmin kanunları mekaniktir veya kaçınılmazdır” olarak özetlenebilecek fikri çöpe atabiliriz.

Genel bir kanun pekâlâ aşılabilir ve hiçbir kanun aracısız olmadan işlemez. Bir ev yıkılmışsa muhtemelen kötü inşa edilmiştir, “yıkılmasının sebebi yerçekimidir” denilemez. Ama gene de bu tespite karşın şunu söylemek gerekir: inşaatçılar, genel kanunlar uyarınca hareket etmelidirler, tam da bu sebeple, “iyi inşaat pratiği”, sağlam zemin gibi kimi konularda gerekli tedbirlerin alınmasına ihtiyaç duyar.

Krize yol açan önemli bir mekanizma olsa da finansallaşma da aslında genel bir kanunun sonucudur. Kâr oranları düştükçe reel ekonomi, değer üreten parçası olarak yatırımları yutar, sonuçta saf spekülasyonun getirisinden daha büyük bir getirinin güvence altına alınmasını zorlaştırır. Bu, aşılabilir bir zorluktur. Peki ama nasıl aşılır? İnşaat pratiğindeki sağlam zeminin ekonomideki muadili nedir? Bankaların desteği olumlu sonuç verir ama büyümenin sürdürülmesini güvence altına almaz.

Esasen kapitalizmin krize nasıl girdiğini anlamak hiç de zor değil. Asıl üzerinde durulması gereken, krizden nasıl çıkılacağıdır. Bu sorunun cevabını bulmak için bizim 2009 veya 1929 krizini değil 1941 krizini incelememiz gerekmektedir.

Şekil 2: 1929-2007 arası ABD ekonomisinde işsizlik, çıktı ve devlet harcamaları

Şekil 2, Şekil 1’de zaten görünür olan belirleyici noktaya vurgu yapıyor. Ellilerdeki canlılığın sebebi, Yeni Mutabakat veya Büyük Buhran değil, Savaş’tı. Bu savaş sayesinde, ABD tarihinde görülmemiş bir ölçeğe kavuşan devletin faaliyetlerine, dünya uluslar sistemini tümüyle yeniden organize eden süreç eşlik etti. Yaşanan canlılık, bilinç dışında işleyen kanunların değil, istisnai bir nitelik arz eden ve büyük bir şevkle ortaya konulan politik eylemin sonucuydu.

Buradan Marx’ın anlayışının ikinci özgün yönüne ulaşıyoruz: kriz, tesadüflerin devreye girmesini sağlayan bir araçtır. Kriz, meta biçiminin şu veya bu şekilde insan hayatını örgütleme konusunda başarısız olduğunun delilidir. İnsanın kendisini gerçekleştirme ve eyleme geçme potansiyeli anlamında özgürlük fiilileşir.[10] Kapitalizm, kendisine ait, tümüyle ekonomik olan kanunları askıya aldığında, bu potansiyel insanlara belirli bir alan açar. İnsanlar, ya kapitalizmi aşarlar ya da 1893 ve 1929 sonrasında olduğu gibi, büyük bir yıkımın ardından, kapitalizmi yeni bir zeminde yeniden oluştururlar. İşte kapitalist canlılık budur.

Özetle, dengeci yaklaşıma göre tesadüfi faktörler krizin sebebidir. Marx’a göre bu faktörler canlılığın sebebidir.

Kapital Tapıncı

Marksizmde canlılığın sebebi pek tartışılmadığı gibi önemli bir yere de sahip değil. Kafa karışıklığının ana sebebi, benim “Kapital tapıncı” dediğim, yaygın nitelik arz eden fetişizm. Bu inanç, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme konusunda sahip olduğu devrimci kapasiteye yönelik ısrarı temel alıyor ve ilgili kapasitenin ortaya çıkmasını sağlayan mekanizmaları görmezden geliyor. Buradan da kapitalizmde önemli olan iki tarihsel olguya, coğrafi eşitsizlik ve krizin yapısal niteliğine körleşiliyor.

Kapital Tapıncı’nın ana sebebi, Andrew Kliman ve benim “fizikicilik” dediğimiz, von Bortkiewicz-Sweezy-Sraffa’ya ait kurgu. Başta yaptığım alıntılarda da görüleceği üzere, Marx’ı düzeltme çabası içinde olduğunu söyleyenler, hep “emek değer teorisi”ni hedef alıyorlar. Emeği ortadan kaldırdıkları vakit iktisat salt fiziki niteliğin artmasına indirgeniyor. Toplumsal örgütlenme gündem dışına düşüyor: fiziki büyüme, kapitalizmi tanımlayan ana özellik hâline geliyor.

Kapitalizmin sahip olduğu kapasiteleri hayranlıkla izleyen Kapital Tapıncı, yaşanan ekonomik canlılığı doğal ve otomatik gelişen bir olgu olarak ele alırken, ekonomik çöküşü kötücül güçlerin, aptallığın veya özel koşulların ürünü olarak değerlendiriyor. Kriz, iyileşip “normalleşmemizi” sağlayan istisnai bir durummuş gibi takdim ediliyor. Oysa tam tersi geçerli.

1929’dan beri istikrarlı büyüme sürecinin en uzun sürdüğü süre 30 yıl. Genelde olağanmış gibi görünen büyümedeki artışlara tanık olunan aşamalar, aslında istisnai olgular.[11] Bu yaşanan krizin “sebebi” ise ekonomik canlılıkları üreten anormal faktörlerin yokluğu. Bu faktörlerin ne olduklarını idrak edebilirsek, hem kapitalizmin bu uzun krizden çıkmadan önce neler yapması gerektiğini, ayrıca bunun bedelinin ne olacağını da anlarız.

Monthly Review okulu gibi kimi çevreler, kâr oranları meselesini tam olarak kavrayamadıkları için krizi izah eden tek teorinin bu kâr oranları ile ilgili teori olduğu gerçeğini redde tabi tutuyorlar, bu da onların ellerini kollarını bağlıyor.

Marx’ın bahsini ettiği “yedek işçi ordusu” bir dünya sistemi olarak kapitalizmin başarısızlığının en önemli somut ifadesi olmayı sürdürüyor. Bu orduyla ilgili görüşü, Marx’ın öngörülü olduğunun kanıtı aynı zamanda. Bir yandan da bu görüş, onu birçok isimden ayrı bir yere yerleştiriyor. Dengeci yaklaşımda bu kadar uzun süre fazla emek arzının olması mantığa aykırı. Marx, kendi teorisi bağlamında kusursuz bir mantıksal çıkarımda bulunuyor ve şu sonuca ulaşıyor. Eşitsizlik de kriz de kapitalizmin kazara ürettiği ürünler değil. Bunlar, bizatihi kapitalizmi teşkil eden şeyler.

Kapitalizm, büyüme ve inovasyonun hızını tarihte eşine rastlanmayacak düzeye çıkartsa da kapitalist toplum, büyüyen ve yenilik yapan bir toplum olarak tarif edilemez. Bu toplum, büyüme ve inovasyonun yanında sefalet, barbarlık ve yıkım da üretiyor. Peki neden?

Bunun açıklamasını Marx’ın ekonomi sahasında üzerinde durduğu en önemli kategori olarak, ortalamanın üzerinde ve ortalamadan farklı bir kâr anlamında, “Aşırı Kâr” kategorisi veriyor. Ernest Mandel’in (1974: s. 75-107) ifadesiyle, aşırı kâr, Marx’a (1991:373) göre kapitalizmin itici gücü.

Neoklasik teori, aşırı kârı “rant arayışı” olarak görüp kenara itiyor. Dengeci Marksizm teorileri, kârı kâr oranı her yerde eşit olmadıkça tanımlayamıyor. Oysa Marx, kâr oranının eşit olmasının mümkün olmadığını söylüyor. Tüm hayatı boyunca (Freeman 1999) Marx, piyasanın gerçekte başarılı olabilmesi için başarısız olmak zorunda kaldığını iddia ediyor:

“Mill de tüm Ricardo okulunun yaptığı hatayı yaparak, piyasanın varlık imkânı bulmasını sağlayan dalgalanmalara veya sürekli kesintililik hâline değinmeden soyut bir kanun tanımlıyor.

Arz ve talep, değişim değeri ile üretim maliyeti arasındaki eşitsizlik, arz ve talepte önceden yaşanan dalgalanmalar sayesinde, parasal düzeyde birbirine denk gelirler. Gerçekte hareket bu şekilde işler, o vakit demek ki yukarıda bahsini ettiğimiz kanun, tek taraflı olduğu kadar soyut ve tesadüfi bir momentten başka bir şey değildir.” (Marx 1975: s. 260)

Çünkü kapitalizm, yeniden ürettiği şeyleri kusursuzca üretemez. Diyelim ki çok fazla araba üretildi. Araba fiyatları da otomobil sektörünün kârları da düşer, neticede sermaye, daha fazla kâr elde edeceği yere göç eder.

Geçici kıtlık hâli, böylelikle hayırlı bir şeye dönüşür. Ayrıca, kapitalizm yenilik yapar, hâkim piyasa fiyatlarından daha düşüğe ürettiği bir şey üreterek “teknik açıdan” aşırı olan kârlar elde eder. Bu tür durumlarda kapitalizm, yeniden üretim sürecinin sürmesinin güvence altına alınmasına katkıda bulunur.

Ama “bunun olması şarttır” diyebilmemiz için ortada herhangi bir gerekçe de bulunmamaktadır. Sermaye, toplumsal koşulların işçilere düşük ücret verilmesine, onların uzun süre çalıştırılmasına veya zorla çalıştırılmasına izin veren yerlere gider. Kimi zaman uyuşturucu satar kimi zaman spekülasyon yapar. Ekonomik kriz hâlinde sermaye, parayı elde tutmasına imkân sağlayan yere göç eder.

Ekonomik canlılık, ancak aşırı kâr veya onun özel bir biçimi kendisini kuvvetlendirdiği vakit yaşanır. Schumpeter’in ifade ettiği gibi[12] makinelere yönelik talep, büyümenin yaşanmasını sağlayacak bir etmendir. Kapital Tapıncı, büyülü bir şeymiş gibi görünen bu büyüme sürecinin sınırsız olduğunu varsayar.

Ama öte yandan ekonomik canlılık, Şekil 1’de net bir biçimde görüldüğü üzere, kâr oranlarının düşmesiyle birlikte kendi sınırlarını kendisi çizer. Ayrıca, yükselme eğilimi doğalında, otomatik olarak ortaya çıkmayacaktır. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Madem teknik inovasyon canlılığa tek başına sebep olabiliyor, o vakit enformasyon ve haberleşme teknolojisi altın çağa yol açmak yerine 2000 yılında teknoloji firmalarının borsası Nasdaq’ta hisse senetlerinin değerinin düşmesiyle patlayan ekonomik balon anlamında Dot-com balonuna neden sebep oldu? (Freeman 2001)

Ekonomik canlılıklar öncesinde belirli koşulların oluşması gerekir. Yatırım yeterince getiri getirmeli, yeterli miktarda başlangıç sermayesine sahip olunmalı, piyasalara güven verilmeli, el büyük taahhütlerin altına imza atacak ölçüde rahat olunmalı. Bugüne dek yaşanmış ekonomik canlılıklardan önce şu dört koşulun oluştuğuna şahit oluyoruz:

(1) Hisse senetlerinin büyük ölçülerde değer kaybetmesi;
(2) Yoksullaşmış yedek işçi ordusunun önemli bir bölümünün istihdam edilmesi;
(3) Birikimin az sayıdaki coğrafi merkezde yoğunlaşması;
(4) Aşırı kârların tüm dünya genelinde politik düzlemde bu merkezlere kayması.

Şumpeterci gelenek, ekonomik canlılık için gerekli olan bu koşulları kendince ele almış. Tarihte bu koşullardan ilk bahsedense Trotskiy (Day 1981).

Savaş sonrası yaşanan ekonomik canlılık, Amerika’nın liderliğinde yeniden çizilen dünya haritası dâhilinde gerçekleşmiş.[13] 1893-1914 arası dönemde “Belle Epoque” [“Güzel Dönem”] denilen tarihsel kesit ise emperyalizmin eseriydi. İki sanayi devrimi de sömürgeci genişleme sürecinin son bulacağı sürecin başlamasıyla birlikte gerçekleşti.

Buradan tekrar, “Marksizm”in, yanlış Marksist görüşlerin maddi temelinden koparttığı, alabildiğine politik, toplumsal, kültürel ve ahlaki olan olguların ekonomik sonuçlarına gelip dayanıyoruz. Batı Marksizminin göz ardı ettiği olgular arasında özellikle şu üçünün üzerinde durmak gerekiyor:

(1) Geri Kalmışlık. Gelişme, azgelişmeden ayrı ele alınamaz. Herhangi bir coğrafi konumda elde edilmiş olan aşırı kâr, başka yerden temin edilmiştir, bu anlamda, sistematik yoksulluk ve eşitsizlik kapitalist büyümenin daimi özellikleridir.

(2) Barbarlık. Kapitalizm, kendisini sınırlayacak bir nizamnameye veya mevzuata sahip değildir. Bir kapitalist ister teknoloji, ister Ponzi dolandırıcılığı isterse kölelerin doldurulduğu fabrika modelini tercih etsin. Burada yapacağı tercih, elde edeceği paranın yanında, politik, toplumsal ve kültürel koşulun bir sonucudur.

(3) Savaş. Aşırı kârın kaynaklarına hâkim olma yarışı, tüm devletlerin devreye girmesine neden olur. Sömürgecilik, emperyalizm, baskı ve tüm hükümetlerin suça teşvik edilmesi, her canlılık öncesi ödenen kaparo gibidir. İsyanlar ve devrimlerse makbuz.

Brenner’ın (1977: s. 60-61) Bağımlılık Teorisi’yle yürüttüğü o ünlü polemikte de görüldüğü üzere bu fikirleri reddedenler Marksist sayılamazlar:

“Gelişme ve azgelişmenin birbirine bağımlı olduğunu, birbirinin varolmasına yol açtığını söyleyen görüşü benimseyen Wallerstein, merkezdeki gelişmeyle çevredeki azgelişmenin temelde artığın çevreden merkeze aktarım sürecinin sonucu olduğunu söyleyen yaklaşıma başvuruyor. Ama bu yaklaşım üzerinden Wallerstein, neticede sermaye birikimi üzerinden üretici güçlerin geliştirilmesi denilen, kapitalizmin doğasına özgü olan eğilimi göz ardı etmek zorunda kalıyor.”

Wallerstein’deki yetersizlikleri başarılı bir değerlendirmeyle ele alan Brenner ise Hintli iktisatçılar Amiya Kumar Bagchi (1982) ve Prabhat Patnaik (2006) gibi meselelere daha dikkatli ve kusursuz bir biçimde yaklaşan Marksist yazarların üzerinde durdukları gerçekleri göz ardı ediyor. Bu anlamda Brenner, bugüne dek kapitalist gelişme dâhilinde tanık olduğumuz tüm önemli aşamaların soyulanların azgelişmesine neden olan, tüm dışsal artık kaynaklarının seferber edildiği sürece doğrudan bağlı olduğu gerçeğini görmüyor.

İngilizlerin güçlenmesi ve zenginleşmesi için dışarıdaki fazla kâr kaynaklarına erişme konusunda imtiyazlı bir konuma sahip olmaları gerekiyordu. Bu da sömürgelerini büyütmesinin ama bir yandan da savaş öncesi güneydeki pamukla kurduğu simbiyotik ilişkinin bir sonucuydu. Yanlış anlaşılmasın. Bu, sadece bizim düşüncemiz değil, Marx da böyle düşünüyor:

“Sömürgecilik sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, koruma, ticaret savaşları vs… Bunların hepsi de gerçek imalat döneminin çocukları ve hep birlikte, modern sanayinin emekleme dönemi boyunca devasa ölçülerde büyüdü. […] Pamuk endüstrisi İngiltere’de çocuk emeğini gündeme getirirken, ABD’de önceden varolan, az çok babahancı olan kölelik düzeninin ticari sömürü sistemine dönüşmesi için gerekli teşviki sağladı. Esasında Avrupa’daki ücretli işçilerin zımni köleliği, onu ayakta tutan kaide olarak, yeni dünyadaki saf ve basit köleliğe ihtiyaç duyuyordu.” (Capital, Cilt 3,1:915)

Kapitalist büyümenin zirve noktalarına atıfta bulunan bazı ifadeleri italik yaptım. Bunun nedeni, bazı isimlerin yanlış anlama neticesinde, Marx’ın buralarda “kapitalizm öncesi” ilişkileri tartıştığını düşünmeleri.

Buradan, Marx’taki derinlikli ve üstün yana kaynaklık eden son teorik özgünlüğüne geliyoruz: Marksistlerin sırtını döndükleri bu teorik özgünlük dâhilinde Marx, kapitalizmin dönüşüme uğratıp yeni bir barbarlık düzeyine taşıdığı meta dışı ve yarı meta ilişkilerini analiz ediyor.

Esasen Hitler ve Bush, en güncel ideoloji olarak neoliberalizm koşullarında uluslararası düzlemde görülen eşitsizliği en yüksek seviyeye taşıyan aynı çelişkinin ürünleri.[14]

Buradan da Batı Marksizminin önyargıları sebebiyle kör baktığı, görmediği en önemli hususa ulaşıyoruz: kapitalizm, acımasız bir biçimde, tüm sınıfsal ilişkileri kapitalistle işçi arasındaki ilişkiye indirgemek, dünya nüfusunun yarısını, diğer tüm toplumsal biçimleri bu biçimleri üretmemiş olan, onların ait olmadığı tarih öncesi çağa mahkûm etmek gibi bir dürtüye sahip. Küresel kuzeyde kapitalizmin elde ettiği “başarılar”la gezegendeki insanların yarısından fazlasına çile çektiren yoksulluk arasındaki ilişkiyi kurmamak, savunulması mümkün olmayan, politik düzlemde ise intiharla neticelenecek bir yaklaşım.

Thomas Walcom’ın hafife aldığı isyanların dünya genelinde yaşanmasına neden olan şey, bu bahsini ettiğimiz sınıfsal farklılaşma ve yoksullaşma sürecidir. Bugün küresel güneydeki yoksul ve emekçi halkın ihtiyaç duyduğu şey, savaş ve yıkımla temin edilecek yeni bir ekonomik canlılık değil, yirmi birinci yüzyıl sosyalizmidir. Bu sosyalizmin somutlaşması içinse düşünsel planda yenilenmeye, buradan da Marksizmin Marx’ı yeniden keşfetmesine ihtiyaç var.

Alan Freeman
7 Kasım 2009
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Thomas Walcom, “Silence of the Left”, Toronto Star, 13 Haziran 2009.

[2] Floyd Norris, “Greenspan’s Lament”, New York Times, 28 Ekim 2008.

[3] Willem Buiter, “The unfortunate uselessness of most ‘state of the art’ academic monetary economics”, Financial Times, 3 Mart 2009.

[4] Alıntılardaki tüm vurgular aksi belirtilmedikçe bana aittir.

[5] Okishio’nun teorisini ilkin Kliman (1988) çürüttü, Freeman ve Carchedi (1995) eliyle çok sonradan bir araya getirilmiş olan, “girdilerin fiyata dönüşümünü anlayamama”ya dair eleştirinin yanlışlığını ortaya koymaksa Giussani’ye (1991) düşüyor. Kliman (2007) Marx’ın teorisini temel alan Zamansal Tek Sistem Yorumu’nun sunduğu vakayı özetliyor. Bu alana yönelik çalışmalara Carchedi (2009) ve Potts (2009) katkıda bulunuyor. Kliman ve Freeman’ın (2009) anlamlı bir cevap üretemedikleri görülüyor.

[6] Metin boyunca “Marksizm” ifadesi “Marx’sız Marksizm” anlamında kullanılmaktadır. Bu alanın detaylı incelemesi bu makalenin sınırlarını aşacak düzeyde. Bu anlamda, “Marx’sız Marksizm” terimi esasen Batılı olmayan Marksistleri içermiyor. Marksist politik örgütler bu meseleyi ciddiyetle ele alıyorlar. Proteo, bu konuda önemli çalışmalara alan sundu. International Socialist Journal ve Communist Review ise sadece akademik Marksizm geleneğindeki yetersizlik üzerinde durmakla yetindi.

[7] R. B. Day’in (1981) de ifade ettiği biçimiyle, yirmilerde Sovyet stratejisi üzerine çalışan Rus Marksistlerinin de üzerinde durduğu, tartıştığı ana konu çöküş meselesiydi. Marksizmin teorideki hatalarından biri de bu konuyu yeniden tartışmamış olmasıdır.

[8] Bkz.: Desai, R. ve A. Freeman (2009) “Keynes and the Crisis: a case of Mistaken Identity”. Canadian Dimension, Temmuz 2009.

[9] Üçüncü dipnota bakınız.

[10] Bu görüşü Julian Wells’ten aldım.

[11] Bkz.: Mandel (1974) ve C. Freeman (1995).

[12] Bkz.: Perez (2002). Perez de Şumpeterci gelenek içerisinde ekonomik canlılıklar konusunda makul değerlendirmelerde bulunuyor.

[13] Rusya ve Çin’den gelen tehdidin teşvikiyle ABD’deki dik kafalı “ortaklar” disipline edilmesi gerekiyordu.

[14] Freeman (2009).

Kaynakça:
Anderson, P. (1983). In The Tracks of Historical Materialism. Verso.

Bagchi, A. K. (1982). The Political Economy of Underdevelopment (Modern Cambridge Economics). Cambridge University Press.

Bortkiewicz, L. von (1952), ‘Value and Price in the Marxian System’ (part I), International Economic Papers, 1952(2), s. 5-60.

Brenner, R. (1998). “The Economics of Global Turbulence”. New Left Review, I/229.

Brenner, R. (1977). “The Origins of Capitalist Development: A Critique of Neo-Smithian Marxism.” New Left Review I/104.

Carchedi, G. (2009) “The Falling Profit Rate: from Okishio to Marx”, Capital and Class, Sayı. 99.

Colander, D, Hans Foellmer, Armin Haas, Michael Goldberg, Katarina Juselius, Alan Kirman vd. (2008). ‘The Financial Crisis and the Systemic Failure of Academic Economics’. ifw.

Day, R. B. (1981). Crisis and the Crash: Soviet Studies of the West, 1917-39. New Left Books.

Desai, R. ve A. Freeman (2009) “Keynes and the Crisis: a case of Mistaken Identity”. Canadian Dimension, Temmuz 2009.

Freeman, A. (1999) “The Limits of Ricardian Value: law, contingency and motion in economics” mpra.

Freeman, A. (2001) “Europe, the US and the world economy: Alan Greenspan’s search for a fifth Kondradieff” mpra.

Freeman, A. (2009) “The Poverty of Statistics” Third World Quarterly Cilt 28.

Freeman, C. (1995). TheThird Kondratieff Wave: The Age of Steel, Electrification and Imperialism. Sussex: SPRU.

Freeman ve Carchedi (1995) Marx and non-Equilibrium Economics. Edward Elgar.

Hodgson, G. (1980). ‘A Theory of Exploitation without the Labor Theory of Value’. Science and Society, XLIV(3), s. 257-273.

Kliman, A (1988), ‘The Profit Rate Under Continuous Technological Change’, Review of Radical Political Economics, 20:2 & 3.

Giussani, P. (1991), ‘The Determination of Prices of Production’, International Journal of Political Economy, Cilt 21, Kış (1991-1992), s. 67-87.

Kliman, A. (2007). Reclaiming Marx's Capital: A Refutation of the Myth of Inconsistency. Lexington Books.

Kliman, A. ve Alan Freeman (2009) “No Longer a Question of Truth”. Marxism 21, Cilt 6, Sayı. 3.

Kuhn, R. (2007) Henryk Grossman and the Recovery of Marxism. University of Illinois Press.

Laibman, D. (2004) “Rhetoric and Substance in Value Theory: an Appraisal of the New Orthodox Marxism “ Freeman, A., A. Kliman ve J. Wells (2004) The New Value Controversy and the Foundations of Economics içinde. Edward Elgar.

Mandel, E. (1999). Late Capitalism. Verso.

Marx, K. (1975). Early Writings. Penguin Classics.

Marx, K. (1991). Capital: Cilt III. Penguin Classics.

Marx, K. (1992). Capital: Cilt 1. Penguin Classics.

Patnaik, U. (2006). ‘The Free Lunch: Transfers from Tropical Countries and Their Role in Capital Formation in Britain during the Industrial Revolution.’ Yayına Hz.: Jomo, K. S., Globalization Under Hegemony: The Changing World Economy. New Delhi: Oxford University Press.

Perez, Carlota. (2002). Technological Revolutions and Financial Capital: The Dynamics of Bubbles and Golden Ages. Edward Elgar.

Potts, N. (2009). “Trying to Help Rescue Value for Everyone”, Critique, Cilt. 37., Sayı. 2.

Roemer, J. E. (1989). Free to Lose: Introduction to Marxist Economic Philosophy (2. Baskı). Radius.

Sraffa, Piero. 1975. Production of Commodities by Means of Commodities. Cambridge University Press.

Steedman, I. (1981). Marx After Sraffa (Yeni Baskı). Verso Books.

Sweezy, Paul M. (1968). Theory of Capitalist Development: Principles of Marxian Political Economy. Modern Reader Paperbacks.