21 Temmuz 2024

,

Dindar Ateizm


Marksizm ve din arasında kapatılması mümkün olmayan bir yarık bulunduğu, artık herkes için açık.

Doğanın diyalektiğini kabul edenler, dünyanın kendi kendine hareket etme özelliğini temel alan bir dünya resmi sunuyorlar (bu noktada Engels’in dünyanın ebediyete dek kurulmuş bir saat mekanizması olduğunu söyleyen Newton’la giriştiği polemik hatırlansın.)

Tarihsel materyalizm ve onun içinde yer alan bir unsur olarak Marksist ahlak, insanlığın kendi kendine hareket etme özelliğini, insanlığın kendi kendisini yarattığını ortaya koyuyor.

Çok sayıda dine meyilli insanla politik çalışma yürütmek mümkün olsa da veya bunu çok arzulasak da bahsini ettiğimiz felsefi ayrım ortadan kaldırılamaz, kaldırılmamalı. Bu noktada insanların iki hatalı uca savrulduğuna tanıklık ediyoruz.

Bir uçta, Marksist partilerin felsefi veya dini anlayışlarına bakmadan, demokrat insanlarla ve örgütlerle işbirliğine ihtiyaç duyan, içerik itibarıyla doğru olan demokratik taktiklerine direnç geliştiren solcular duruyor. Bu solcular, bu tür bir işbirliğinin gerekli olduğunu söyleyenleri dar kafalı sekterlikle ele alıyorlar.

Oysa Lenin, gerçek manada devrimci bir ekonomik ve politik mücadeledeki güçlerin üçüncü sınıf görüşler veya anlamsız fikirler üzerinden bölünmesine izin vermenin yanlış olduğunu ortaya koyuyor.[1]

Bugün bizim faşizmin kalıntılarına ve faşizmi diriltme girişimlerine karşı yeni demokrasiyi inşa etmek için mücadele ettiğimiz koşullarda, bu türden dünya görüşüyle alakalı farklılıklara vurgu yapmak, onları öne çıkartmak, hiyerarşik olarak en tepeye yerleştirmekle ilgili her türden çabanın yalnızca gericiliğe hizmet edeceğini görmeliyiz.

Solun savrulduğu diğer uçta ise aradaki ilişkileri yanlış anlayanlar veya abartanlar, dini dünya görüşlerine gereksiz yere müsamaha gösterenler duruyor. Bugün örneğin dinlerle, ahlaka dair meseleler konusunda anlaşabileceğimizi söyleyen anlayışlara rastlanıyor. Biz, bu türden anlayışların yanlış olduğunu düşünüyoruz.

Dağdaki Vaaz’da, Havarilerin İşleri’nde vs. dil bulan Hristiyan ahlakının sahip olduğu o büyük önemi kimse inkâr edemez, ama burada da bahsini ettiğimiz yarığın, mesafenin varlığından söz etmemiz gerekiyor. Zira Marksist dünya görüşü, insanlığın kendi kendine hareket etme özelliğine dair tespiti yanında, özü itibarıyla her türden “ötedünya”yı ve ötedünyadan gelen yardım fikrini reddediyor.

Marksizmle din arasındaki bu türden farklılıkları net bir şekilde idrak etmiş olmak, taktiksel işbirliklerine asla mani değil. Ama Marksizm ve dinin bir olmasına da izin vermemeliyiz. Felsefi düzlemde verilecek tavizlerle ve aradaki felsefi farklılıkları silmek suretiyle Marksistlerle dine meyilli kişiler arasında güven ortamını tesis edebileceğimizi söyleyen görüş, yanlış.

Biz, tam aksine, bu türden müsamaha üzerine kurulu yaklaşımların akıllı ve idrak sahibi insanların samimiyetsiz, kötü manada “taktiksel” bir yaklaşıma sahip olan kişilermiş gibi görünmelerine neden olacağına inanıyoruz. Karşılıklı güvene, felsefi konularda fikirleri açık bir dille aktarmanın, politik işbirliği dâhilinde dürüst olmanın ve dünya görüşleri arasındaki farklılıkları demokratik araçlarla giderme niyetinin yol açabileceğini düşünüyoruz.

Marx ve Lenin, bugün varolan dini duyguların ve bunların toplumsal niteliğinin temellerini net bir biçimde görmüşlerdi. Bugünkü dini duygular, kapitalizm koşullarında hayatın yüzleştiği, çözümü bulunmayan dehşetten ve belirsizlikten kaynaklanıyorlar. Bu açıdan bakıldığında, faşizmin, İkinci Dünya Savaşı’nın ve onu takip eden dönemin dinin ve kiliselerin etkisini zayıflatmak şöyle dursun daha da güçlendirmiş olmasına şaşırmamak gerek.

Marksistlerin görevi, harekete geçmiş kitlelerin dikkatini faşizmin toplumsal özüne, ondan gerçek manada kurtulacağımız gerçekliğe ve faşizmin ortadan kaldırılmasına, emperyalizme ve savaşa karşı mücadeleye vs. çekmektir. Bugün herkes, pratikte bu görevin bilincindedir. Fakat bugün, Lenin gibi, dine dair taktiksel anlayışın materyalist ve ateist olan Marksizmle çelişmediğini anlamak gerekiyor. Dinlerin toplumsal köklerinin ancak Leninist bir anlayış ve taktik temelinde, yavaş yavaş ve düz olmayan bir seyir dâhilinde ortadan kalkacağını, işçilerin ve köylülerin verdikleri hayat mücadelesinde materyalist eğitimin bir yandan işletilmesi gerektiğini, bunun mümkün olduğunu, ilerici ama dine meyilli kişilerle kurulacak ittifakın ancak bu temelde sağlam bir nitelik arz edeceğini bilmeliyiz.

Bu noktada üzerinde kısaca durulması gereken bir husus da bugün aydınlarda gördüğümüz ateizm meselesidir. Bu ateizm, on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılda yavaş yavaş gelişti. İlk başta insanı ezen, kahreden bir kederle ve ihtimallerin yokluğuna dair fikirle birlikte neşvünema buldu. Bu fikri gelişim neticesinde ortaya Nietzsche’nin ve Dostoyevski’nin kimi karakterlerinde gördüğümüz dindar ateizm çıktı. Bugün bu dindar ateizmin felsefesi, karşımıza Heidegger ve Sartre’da çıkıyor. Bu gelişim süreci dâhilinde nihilizm, bir unsur olarak daha da güçlendi. Buna paralel olarak, ilgili anlayışlar her türden gerici ve çürümüş spiritüel akıma açık hâle geldi.[2]

Biz, bu ateizmin gerici görüşler içerisinde hüküm sürdüğünü göstermek adına yoğun bir ideolojik mücadele vermeliyiz. Zira gördüğümüz gibi ateizm, maddenin kendi kendine hareketini, insanlığın toplum bilincine vardığı günden beri kendi bilinciyle işlettiği hareket anlamında, toplumun kendi kendine hareketini temel alan dünyanın olumsuz bir sonucudur. Bu anlayış dâhilinde Tanrı, geride bir kalıntı bırakmadan, ortadan kayboluyor.

Buna karşılık, Nietzsche ve Dostoyevski’ye göre Tanrı öldü. Bu ölümden önce Tanrı ile yüklü, anlama sahip bir dünya vardı, Tanrı’sız dünya ise boş ve anlamsızdı. Heidegger ve Sartre da aynı şekilde “Tanrı yok” diyor, ama bu isimler, Tanrı’nın terk ettiği dünyanın boş bir yer olduğunu düşünüyorlar.

Dinin felsefesinin ontolojik temeli, hayattaki dehşet ve belirsizlik. Bu toplumsal temel neticesinde dine hâlen daha ihtiyaç duyuluyor. Din, varlığını koruyor. Dolayısıyla, bahsi geçen isimler, kendilerindeki ateizmin yanında, dine yönelik ihtiyaçlarını gizem ve mitoloji temelinde gideriyorlar. Kendisindeki ateizme rağmen Heidegger, Kierkegaard’un kavramlara dair teolojik tanımını benimseyebiliyor.

Oysa Marksist ateizm, tüm insanlık için dini ihtiyaçların ortadan kalkacağı bir hayat yaratacak olan toplumsal pratiğin parçası. Bu hedef doğrultusunda bilinçle ve militan bir üslupla mücadele edenler için dini ihtiyaçlar diye bir şey, bugün zaten yoktur. Çünkü bu noktada gerçeklik, insanlığın kendisini kurtarmak için verdiği mücadelenin sahnesidir. Tanrı’sız dünya, insanı teselli etmeyen, yavan bir dünya değildir.

Bu kusursuz laiklik türü, bugüne dek dini ya da yarı dini bir biçimde yaşamış olan her türden ruhani ve ahlaki değer tümüyle ortadan kalktığında ortaya çıkar.

İnsanlar, kendilerini emekleriyle yaratırlar. Buradan şu söylenebilir: İnsanlık, kendisini sakin, dünya görüşüyle yüklü bilgi ve tarihin bu dönüm noktasında duran kişiler olarak bizdeki özfarkındalık uyarınca bilinçle yürütülen kolektif çalışma üzerinden yaratabilir. Bahsi edilen değerler sisteminin ahlaki yanı bize insanlığın “tarihöncesi”nin sona yaklaştığını söylüyor.

Dünyadaki tarihsel süreç bölünmez bir bütündür. Bu anlamda, dindar ateizm, Marksist ateizmin yüzleştiği aynı dünya durumunun ürettiği bir şeydir. Fakat dindar ateizm, Marksist ateizmin kafası karışık bir karikatürüdür. Aynı şekilde, Kierkegaard da farkında olmadan, genç Marx’ın çalışmalarına karikatüre benzeyen şekiller iliştirmiş bir isimdir.

Dindar ateizmle Marksist ateizm arasındaki karşıtlık, her meselede karşılık bulmaktadır. Marksistlere göre ateizm, toplam sürece ait bir unsurdur. Dindar ateizm ise kapitalist toplumda yalnızlaştırılmış olan bireyle ilgili felsefi-dini tartışmanın bir ürünüdür.

Marksizm, her türden ötedünya fikrini reddeder. Dindar ateizm, “Tanrı öldü, Tanrı yok. Dolayısıyla, insan Tanrı’nın rolünü oynamalı” der. Bu anlayış üzerinden dindar ateizm, ister istemez nihilizmle mistisizmin eklektik birliğine dönüşür.

Georg Lukacs

[Kaynak: The Culture of People’s Democracy: Hungarian Essays on Literature, Art, and Democratic Transition, 1945-1948, Yayına Hz. ve Çeviren: Tyrus Miller, Brill, 2013, s.204-207.]

Dipnotlar:
[1] Lenin, Vladimir, Lenin, [1905], “Socialism and Religion”, Collected Works içinde, Cilt. 10, Moskova: Progress Publishers. 1965, s. 83–7.

[2] Lukács, “dindar ateizm” kavramını 1954 tarihli Aklın Yıkımı kitabında geliştirdiği felsefi irrasyonalizm eleştirisi dâhilinde geliştirdi. Bu kitap, İkinci Dünya Savaşı esnasında Sovyetler Birliği’nde hazırlandı ama ancak savaştan sonra yayımlanma imkânı bulabildi. Bu kitap dindar ateizmin ana temsilcilerini ele alıyor. Bu temsilcilerin ilki, Lukács’ın söz konusu eğilimin kurucusu kabul ettiği Arthur Schopenhauer, ikincisi Nietzsche, üçüncüsü ise Heidegger. Lukács, ilgili akımın Kierkegaard’daki bilinçsizce dillendirilmiş yankılarını da ele alıyor. Bu bağlamda Lukács, ilgili kavramı varoluşçu felsefeye yönelik yürüttüğü ideolojik mücadelede bir tür silâh olarak kullanıyor.

0 Yorum: